Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 395
<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>birer dost, kardeştirler. Ve o müthiş cenazeler ise, kısmen hayattar ve ünsiyetkâr ve kısmen vazifeden terhis edilenlerdir. Ve o ağlayan yetimlerin vâveylâları ise, zikir ve tesbihin zemzemeleri olduğunu nur-u imanla gördüğümden, o hadsiz nimetlerin menbaı olan imanı bana veren Hâlık-ı Zülcelâle hadsiz hamd ediyorum. Ve bu dünyada, bu dünya kadar büyük, hususî dünyamdaki bütün mevcudatı, hamd ve tesbihât-ı İlâhiyede tasavvur ve niyetimle istimal etmek bir hakkım olduğu nokta-i nazarından, bütün o mevcudatın herbirisinin ve umumunun lisan-ı halleriyle beraber, “Elhamdü lillâhi alâ nûri’l-îmân deriz” demektir.
Hem o gafletkârâne hâlet-i müthişeden hiçe inen ezvâk-ı hayat ve bütün bütün çekilip kuruyan emeller ve en dar bir daire içinde sıkışıp kalan, belki mahvolan şahsıma ait nimetler, lezzetler, birden—başka risalelerde kat’î bir surette ispat ettiğimiz gibi—nur-u imanla, kalbin etrafındaki o dar daireyi öyle genişlettirdi ki, kâinatı içine aldı ve o Horhor bahçesinde kurumuş ve lezzetini kaçırmış nimetler yerinde, dâr-ı dünya ve dâr-ı âhireti birer sofra-i nimet ve birer tabla-i rahmet şekline getirdi. Göz, kulak, kalb gibi on değil, yüz cihazat-ı insaniyenin herbirini, gayet uzun bir el suretinde, her mü’minin derecesi nisbetinde o iki sofra-i Rahmân’a uzatıp, her tarafından nimetleri toplayacak bir tarzda gösterdiğinden, hem bu ulvî hakikati ifade, hem o hadsiz nimete şükür için, o vakit böyle demiştim:
اَلْحَمْدُ ِللهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ الْمُصَوِّرِ لِلدَّارَيْنِ مَمْلُوئَتَيْنِ مِنَ النِّعْمَةِ وَالرَّحْمَةِ، لِكُلِّ مُؤْمِنٍ حَقاً يَسْتَفِيدُ مِنْهُمَا بِحَوَاسِّهِ الْكَثِيرَةِ الْمُنْكَشِفَةِ بِاِذْن ِخَالِقِهِ
Yani, “Dünya ve âhireti nimet ve rahmetle doldurmuş bir surette, hakikî mü’minlerin nur-u iman ve İslâmiyetle inkişaf ve inbisat etmiş bütün hasselerinin
Elhamdü lillâhi alâ nûri’l-îmân: iman nurunu nasip eden Allah’a hamd olsun | Horhor: (bk. bilgiler – Van) |
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah | cihazat-ı insaniye: insana ait cihazlar, organlar |
dâr-ı dünya: dünya yurdu | dâr-ı âhiret: âhiret yurdu, öteki dünya |
emel: arzu, istek | ezvâk-ı hayat: hayatın lezzetleri, zevkleri |
gafletkârâne: umursamaz ve duyarsız bir şekilde | hadsiz: sayısız |
hakikat: esas, gerçek | hakikî: asıl, gerçek |
hamd: övgü ve şükür | hasse: duyu, his |
hayattar: canlı | hususî: özel |
hâlet-i müthişe: dehşet verici durum | inbisat etmek: genişlemek, yayılmak |
inkişaf etmek: açığa çıkmak | istimal etmek: kullanmak |
kat’î: kesin | kâinat: evren |
lisan-ı hal: hâl ve beden dili | menba: kaynak |
mevcudat: varlıklar | müthiş: dehşet veren |
mü’min: Allah’a ve Ondan gelen herşeye inanan | nimet: iyilik, lütuf |
nisbetinde: ölçüsünde | niyet: bir işi yapmayı önceden düşünme, maksat |
nokta-i nazar: bakış açısı | nur-u iman: iman nuru, aydınlığı |
rahmet: İlâhî şefkat ve merhamet | risale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisi |
sofra-i Rahmân: dünya ve âhirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah’ın sofrası | sofra-i nimet: nimet sofrası |
suret: biçim, görünüş | tabla-i rahmet: rahmet tablası, tezgâhı |
tasavvur etmek: düşünmek, hayal etmek | terhis etmek: göreve son vermek, serbest bırakmak |
tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma | tesbihât-ı İlâhiye: Allah’ı zikir ve tesbih etmek |
ulvî: yüce | umum: bütün, genel |
vâveylâ: çığlık, feryat | yetim: babası ölmüş olan çocuk, kimsesiz |
zemzeme: nağme, hoş ses | zikir: Allah’ı anma |
âhiret âlemi: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat | ünsiyetkâr: dostça, cana yakın bir şekilde |
şükür: teşekkür etme, Allah’a karşı minnet duyma |
|
<TBODY>
</TBODY>