PIRLANTA SERİSİ…
RABBİMİZ HAKKINDA HÜSN-Ü ZAN
Meseleyi Rabbimizin herşeyi bizim hesabımıza planladığını, hep bizi kurtarmaya matuf, hep bizi bir yere celbetmeye, cezbetmeye matuf olarak yarattığını görmek lazım. Namazı, orucu, haccı, zekatı.. bela ve musibetler karşısında tavır değiştirmeden sağlam bir duruşu.. ahirete gitme isteğine rağmen O’nun emrine inkıyaden biraz daha burada kalmaya tahammül etme zorluğunu.. hepsinin bizim lehimize planladığını görmek ve hatta kendisine mülâkî olma (kavuşma) hususunda bile durumumuzu bu çizgide ayarlamak lazım. Mülakatımızın (buluşma, görüşme) daha derince olması için “Benim burada kalmamı murat buyuruyorsan ben Sana firaka da katlanacağım. Vuslata da “bir miktar daha dur” diyeceğim.” deyip dünyanın boğucu atmosferini nimet bilmek lazım. Evet, bütün bunları bizim lehimize olan şeyler görmeli. Bu, Rabb-i Rahîm hakkında hüsn-ü zandır. “Kulum Beni nasıl zannederse Ben öyleyim.” hadis-i şerifini dar çerçevede anlamamalı; yani, “Beni affeden bir Rabbim var, mağfiret eden bir Rabbim var, iyi yola sevkeden bir Rabbim var.” bunlar hüsn-ü zandır. Fakat bir de hayatımız adına takdir buyurulan herşeyde, her hesapta biz esas alınmışız. Profil gibi herşey bizim üzerimize işlenmiş ve biz nanaza verilmişiz. Sürekli bu yönüyle Rabbimize bakmak, Rabbimiz hakkındaki hüsn-ü zannın ifadesidir. Sizi sürgün eder, bir başkasını zindana atar, bir başkasını başka bir imtihana tâbî kılar; hep hüsn-ü zan etmek lazım. O gaddar (zulüm ve haksızlık yapan) değildir. –Hâşâ– Gaddar diye bir ismi yoktur O’nun. Hattar diye bir ismi yoktur. Kahhâr ismi bazı şeyleri tedmir etmek (mahvetmek, perişan etmek) içindir. Mesela, küfrün ve küfür düşüncesinin hakkından gelme Kahhar isminin tecellisiyle olur. Yoksa genelde Allah kullarına Rahman ve Rahîm’dir. Rahman ve Rahîm... Tesbihat yaparken ne diyorsunuz; Ya Cemîlu ya Allah, ya Karîbu ya âllah, Ya Mucîbu Ya Allah.. Bir yerde Ya Kahhâru Ya Allah diyorsunuz ama hemen arkadan son isim geliyor; gönül kapılarını açan, insanları fetheden Ya Fettâhu Ya Allah...
Bazılarınca seyr-u sülûkun son mertebesinde de “Kahhâr” zikrediliyor. Masivayla alakalı duygunun düşüncenin, dünya bağlarının yok olup gitmesi adına öyle bir duada bulunuluyor. Tabiri diğer ile; kalble Allah arasındaki engellerin, maniaların yakılması, kavrulması, parçalanması adına bu isim zikrediliyor. Bu ismin gölgesinde bir fırtına esiyor ama o fırtına tohumları taşıyor, yeşermelerine fırsat veriyor.
Evet, herşeyin bizim için yaratıldığını farkedip Rabbimiz hakkında hüsn-ü zanlı olma çok önemlidir. O’nu çok sevmek lazım. İnsan O’na delice aşık olsa hayatında en isabetli işi yapmış olur. Müslümanlar hakkında ne “dallîn” denilmiş ne de “magdûbîn”; onlar, “sıratallezine enamte aleyhim” ehli olarak vasıflandırılmış. Bunu hem dua ve talep olarak söylememiz istenmiş, hem de bir hedef gösterilmiş; “Aman, sakın elden kaçırmayın. Semtine uğranılmaması lazım gelen şeylerin semtine yaklaşmayın. “İhdinâssıratal mustakîm sıratallezine enamte aleyhim” fırsatını da kaçırmayın.”
Bismillâhirrahmânirrahîm ile başlıyor bizim kitabımız. Bazı dinlerde çok sert, kıran geçiren, öfkeli bir tanrı imajı çiziliyor. Hadiseler sadece dış görünüşleriyle değerlendirildiğinden ya da olaylara yalnızca bir açıdan bakıldığından dolayı yanlış yorumlamalar oluyor. Meselenin tek bir yönüyle Allah’ın icraatını değerlendiremezsiniz ki. Onlar neden öyle olmuş, orada adalet-i ilâhî nasıl tecelli ediyor, murad-ı ilâhî nedir onu anlamaya çalışmak, hepsini birden değerlendirmek lazım.
BAŞKALARININ KUSURU KARŞISINDA
Osmanlı padişahlarından bazıları şıra ve boza içmiş olabilirler. Ölçüyü kaçırınca bunlar sekir de verebilir. Ancak onlar hakkında konuşurken biz de ölçüyü kaçırırsak, mes’ul oluruz. Zira, bizim onlarla amel açısından bile boy ölçüşmemiz mümkün değildir. Düşünün ki, onlardan birinin, bir saat adilane idaresi, belki sıradan bir insanın bin rekat nafile ibadetinden daha hayırlıdır. Fatih veya II. Murad olmasaydı, ne Akşemseddin olurdu ne de Hacı Bayram Veli Hazretleri. Onlar, Fatih ve emsali adil hükümdarlar sayesinde yetiştiler.
Cenab-ı Hakk, Fatiha Suresi’nde kendisini anlatırken, Rahman ve Rahim’in hemen ardından Melik olduğunu anlatır. Bu, meliklik ve malikliğin önemine İlâhî bir işarettir. İşte Osmanlı padişahları, bu önemli mevkii ellerinden geldiğince en güzel şekilde temsil etmişlerdir.
Öte yandan insan başkasının kusurlarına bakarken, kendi kusurları adesesinden bakmalıdır. Her halde o zaman kendi kusurları onun gözünü dolduracak, o da hariçte kusur aramaya yol bulamayacaktır.
Kendi hataları gözlerini doldurmayan insanların vay hallerine!
İslâm’da ölçü, ferdin halini salâha hamletmektir. Hele bir cemaat ve cihanı idare edecek seviyeye yükselmiş bir millet hakkında hüküm veriliyorsa...
Birini uygun olmayan bir davranış içinde mi gördünüz? Gözlerinize inanmayacak ve “gözlerim beni yanıltıyor” diyeceksiniz. Gözlerinizin sizi yanıltmadığını mı söylüyorsunuz? Ne biliyorsunuz; belki de kardeşiniz hakkında su-i zanna düşesiniz diye şeytan size onun suretinde göründü...
Kusuru çekiştirmek, mertlik değildir: Asıl mertlik görülen kusurun üzerine bir perde daha çekip, o kusurun izalesi için Cenab-ı Hakk’a duâ etmektir. Sonra da, ibret almaktır. O’nun ayağını kaydıran Allah (cc), sizin ayağınızı da kaydırabilir.
Bana göre insanlığın birinci mertebesi, başkasına ait kusurları hiç görmemektir. Gördüğü halde hüsn-i zan etmek ise daha düşük bir mertebedir..
SU-İ ZAN ETTİKLERİMİZİN ARKASINDA NAMAZ
Soru: Su-i zan ettiğimiz kimselerin arkasında namaz kılabilir miyiz, kılamaz mıyız?
Cevap: İmamın arkasında namaz kılma, sünnet-i müekkede, Hanbeliler’e göre ise farzdır. Bir insan hakkında su-i zan etmek ise kat’iyen haramdır. Hele bir imam hakkında su-i zanda bulunmak o bütün bütün çirkindir. Çünkü:
“Ehl-i ilme karşı bir gıybet iki gıybet sayılır.” Asrın büyük düşünürü “Hüsn-ü zanna memuruz” diyor. Ama bir insan vardır ki, açıktan açığa içki içer, faiz yer, ahlâksızlık ve hovardalık yapar. Bunun böyle olduğu bilindiği takdirde, onun arkasında namaz kılmak da, onun imam olması da mekruhtur. Fitneye mahal olmaması için sahabe Velid gibi, Yezid gibi kimselerin arkasında namaz kılmıştır. Sahabenin anlayışı bu ise buna ters düşen, sahabeye ters düşer. Şayet, fıskı açık birinin arkasında namaz kılmak istemiyorsak, o camiye değil, başka camiye gideriz ve kat’iyen fitne çıkarmayız. Zira fitne bazen cinayetten daha büyük günah sayılır.
SÛ-İ ZAN
Konuştuğumuz şeyler, üslubumuz, jest ve mimiklerimiz başkalarını yanlış mülâhazalara sevk edecek televvün içinde olmamalı. Düşüncelerimiz, düşüncelerimizi ifadede kullandığımız kelimeler, hukukta olduğu gibi, çerçevesi belirli, eskilerin ifadesiyle de efradını câmi, ağyarını mâni, fevkalâde sağlam ve muhkem olmalı. Bilhassa sırtlarında ağır mesuliyetler taşıyan insanlar, uluorta konuşmamalıdırlar.
Evet, toplumun "matmah-ı nazarı", farklı bir ifade ile "cazibe merkezi" hâline gelmiş bir cemaat, "sıradan" olmayı terk etmek mecburiyetindedir. Onlar, şahsî hayatlarında veya Allah ile münasebetlerinde "İnsanlardan bir insan ol" emrince, kendilerini "sıradan bir insan" olarak kabul etseler bile; toplum içindeki konumları itibariyle aslâ sıradan bir insan gibi davranamazlar.
Bu anlattığımız hususlara, Nebiler Serveri'nin (sav) şu hâli ne güzel örnektir: Efendimiz (sav), mescid-i şerifte itikaf buyururlarken Safiye validemiz O'nu ziyarete gelir. Ziyaret sonrası, Safiye validemiz (ra) dönüp giderken, (aslında bütün âlemin kendisine ayağa kalkması gereken Yüce Nebi) ayağa kalkar ve zevcesini mescidin dışına kadar teşyi' eder. -Evet O, feministlerin akıllarının köşesinden bile henüz geçmeyecek ölçüde hanımlarına karşı ciddî bir vefa ve sadakat, hatta saygı hisleriyle doludur.
Allah Resûlü (sav), günümüzde nereden aldıklarını bilemediğim bir anlayışla hanımlarını üç adım arkadan yürüten bazı Müslümanlara da ders verircesine, zevcesini yanına almış, onunla beraber yürürken, iki sahabi, hızla oradan gelip geçer. Onlardan birisi Evs Kabilesi'nden çok önemli bir zât olan Üseyd b. Hudayr, diğeri de Abbad b. Bişr'dir. Efendimiz (sav), onlara "Olduğunuz yerde kalın" diye emreder. Sonra da Safiye validemizin yüzünden nikabı açar ve "Bakın, bu zevcem Safiye'dir" der. Sahabe Efendilerimiz; "Estağfirullah ya Rasûlallah, senin hakkında suizan mı?" dediklerinde, Allah Resûlü: "Şeytan, insanların kanının dolaştığı yerde dolaşır" buyururlar.
İmam-ı Şafii Hazretleri, bu hâdise münasebetiyle: "Eğer o iki sahabinin aklından, acaba Peygamber bir kadınla mı dolaşıyor? diye geçseydi, kâfir olurlardı" hükmünü vermiştir. Demek ki, Hz. Seyyidi’l Mâsûmîn hakkında, bu kadarcık olsun suizanna girilmemelidir. Bu mülâhaza “başkaları hakkında suizan edilir” şeklinde yorumlanmamalıdır. Burada konumuzla ilgili olan husus Efendimiz'in (sav), Hz. Safiye'yi onlara gösterip "zevcem" demesiyle, suizan kapısını kapatmış olmasıdır. İşte biz de bu anlayıştan hareketle, konuşma ve davranışlarımızın yanlış yorumlanmasına meydan verilmemesine dikkat ve su-i te'vil, su-i tefsir kapılarını kapatmanın bizim için de bir sorumluk olduğu hükmünü çıkartabiliriz.
Evet, bizler, kendimiz günaha girmeme mükellefiyeti altında olduğumuz kadar, başkalarını günaha sokmamakla da mükellefiz.
Burada mevzu ile ilgili bir düşüncemi daha sizlere açmak istiyorum; benim, düşüncelerimi ifadede su-i taksirim, aceleciliğim, insanların idrak seviyelerine mümaşat edememem ve benzeri sebeplerden dolayı bazılarını günahlara sürükleme gibi bir tavrım olmuşsa, Rabbimin beni affetmesini dilerim. Şayet benim hakkımda suizanda bulunanlar, bu mevzudaki yanlış yorumlarından dolayı İlâhî prensiplere göre, benim etimi yemiş, yani gıybetimi etmişlerse, yerden göğe kadar onlara hakkım helâl olsun. Bundan dolayı, Rabbim "ne kabirde, ne de daha ötesinde onları muahaze etmesin." derim. Ancak, benim kendilerine hakkımı helâl ettiğim kimseler, acaba benim hakkımda aynı şeyleri düşünüyorlar mı? Bilemiyorum. Şahsen ben, bu noktada "Siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapan kimse size zarar veremez" (Maide/105) âyetinin muhtevası doğrultusunda hareket etmeye çalışıyorum.
HÜSN-Ü ZAN VE İHTİYAT
Bir müslüman, başkaları hakkında kötü şeyler düşünmemeli, ulu orta konuşmamalıdır. Onun, diğer müslümanlar hakkında söylenenlere, uydurulan haberlere inanmaması, ihtiyatlı davranması lazımdır. Başkaları “falan şöyle yaptı, böyle yaptı” dese, hak-hukuk gözetmeyen bazı gazeteler bunu yazsa da bir mümin aceleci davranmamalı, dedikodulara ve gıybetlere girmemelidir. Eşyada ibaha esas olduğu gibi, insanlarda da masûmiyet esastır. O halde insan, aslından emin olmadığı iddialarla başkalarını hemen mahkum etmemelidir.
Günümüzde, haberdar olma hakkı, haber alma hürriyeti gibi bahanelerle insanların iffetlerine ve şahsiyetlerine saldırılıyor. Kim vermiş ki iffetlerle, ismetlerle oynama hakkını? Kur’an’da mı yazıyor, Sünnet mi söylüyor bunu? Bize iffetleri, ismetleri sıyanet düşer. Hukuk açısından bakıldığında da, bir cürüm delilleriyle sübut bulacağı ana kadar maznun masum sayılır. Cenab-ı Allah bizleri insanların hata, kusur ve günahlarını ortaya çıkartmak için görevlendirmedi. Bilakis, tecessüsü, insanların gizli hallerini araştırmayı yasakladı. İnsan kendi nefsini daima sorgulamalı, fakat başkaları hakkında da hüsn-ü zan kapılarını ardına kadar açık bırakmalıdır. Allah (c.c.) insanlara, başkaları hakkında kötü düşünme, elin-alemin eksiğini, kusurunu görme şeklinde bir sorumluluk yüklememiştir. Efâl-i mükellefîn (bir müslümanın yapması gereken fiiller) arasında “Falan şahıs –özür dilerim- zina etmişti, hırsızlık yapmıştı, neden bunu teşhir etmediniz, gidip şahitlik yapmadınız, gidip adamın canına okumadınız.” diye hesap sorulacak bir yükümlülük yoktur. Zina, hırsızlık ve benzeri suçlarda suçluyu bulma ve cezalandırma ancak devletin yapacağı bir iştir. Devlet denen, toplum denen müesseseler vardır, onlara karşı cinayet işleniyorsa bu âmme hakkıdır. Amme hakkı Allah hakkı demektir, bu hakla alakalı yapılacakları da sorumlu, vazifeli kimseler yaparlar.
Malum hadis-i şerifte geçen “elle, dille müdahale” meselesi de sadece emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l münker hususunda umum için geçerlidir. Belki belli ölçüde anne-baba kendi evlatlarına, muallim kendi talebelerine bu hadis zaviyesinden müdahalede bulunabilir. Fakat, elle müdahalenin asıl mercii devlettir. Dille müdahale herkes için olabilir; ama orada da üslup çok önemlidir. Kimse dinden soğutulmamalı, kaçırılmamalı, rencide edilmemeli, herkesin konumuna, durumuna, seviyesine uygun şeyler anlatılmalıdır. Hadis-i şerifte kalbten buğz etme maddesi de vardır ki bunu, yapılan bir kötülüğe katılmama, kalben taraftar olmama, kötülüğü yapanla alakayı kesme şeklinde anlayabiliriz. Kendini insanlığın hidayetine adayanlar kalbî müdahaleyi dua etme, “keşke şu insan hidayete erse, kötülüklerden vazgeçse” diye içinden geçirme şeklinde de anlayabilirler.
Berika’nın müellifi Konyalı İmam Hâdimî, “Bir mümini zina halinde bile görsen, yanlış gördüğünü düşün. Dön bir kere daha ‘o mu’ diye kontrol et. O ise, ‘ihtimal yine yanlış gördüm’ de. Sonra da, ‘Ya Rabbi! Onu bu çirkin halden kurtar, beni de böyle bir şeye düşürme’ deyip çek git.” diyor. Hz. İmam’a çok hürmetim var ama o sözünü fazla buluyorum. Bence, gördün ki, bir mümin bir yerde böyle bir haldedir; tecessüs etmeden sırtını dön; ‘Allahım günahkar kullarına hidayet et, beni de affeyle’ de ve gördüğünü unut.
Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem), bizzat itiraf edene dahi “Dön, git, tevbe et. Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur.” buyuruyorken insanlara ne oluyor ki, başkalarının en mahrem hallerini araştırıp teşhîr ediyorlar! Acaba onların kendi ayakları kaysa, aynı duruma düşseler, haklarında nasıl muâmele yapılmasını arzu ederler?. Hata ve kusurlarının ortaya dökülmesini, sırlarının açılıp saçılmasını mı isterler?
Evet, en çok zikredeceğimiz isimler Gaffâr ve Settâr olmalı; günahlarımızı bağışlasın ve bizi utandıracak şeyleri setretsin, mahşerde bizi rüsvay eylemesin! Kalbimizden geçen şeylerden dolayı dahi bizi sigaya çekerse ne yaparız?. Yunus gibi “Senin ismin Gaffâr iken ya ben kime yalvarayım.” deyip O’na iltica etmeli.
MUHASEBE VE HÜSN-Ü ZAN
Bir diğer çok önemli husus da şudur: Ben kendi hakkımda düşünürken demeliyim ki, “Her namazdan sonra uzun uzun tesbihat yapmam, her gün Mecmuatü’l-Ahzab’tan bir bölüm okumam, bir-iki saatımı zikre, fikre vermem katiyen benim durumumda olan bir insanın şükür mukabelesi sayılamaz. Bu kadarcık bir evrâd u ezkârla bana dense dense “tembel” denir, “miskin, uyuşuk” denir. Ama bu hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’deki arkadaşlarımı düşünürken, onlar namazlarının sonunda ister herkesin bildiği “Sübhanallah, Elhamdulillah, Allahuekber” şeklindeki malum tesbihatı yapsınlar, isterse de “Yâ Cemîl Yâ Allah…” diyerek Esmâ-i İlâhî’yi uzun uzun saysınlar, “inşaallah vazife-i ubudiyetlerini, genel durumun ve şartların müsaadesi ölçüsünde yerine getiriyorlardır” demeliyim. Onlar hakkında katiyen hüsn-ü zan etmeliyim. Kendim hakkında da hüsn-ü zanna zerre kadar yer vermemeliyim. Yoksa biraz evvel bahsettiğim şekilde, insanlar hakkında “Hiç kimse sorumluluğu ölçüsünde Allah’ı anmıyor.” diye bir mülahazaya girersem sû-i zan etmiş olurum. “Bunlar ne zikir, ne fikir, ne de şükür vazifelerini hakkıyla eda edemiyorlar.” dersem sû-i zanna saplanmış olurum. O da tehlikelidir ve kaybettirir. Her zaman tekrar ettiğim bir mülâhazayla bağlayayım bunu; Kendimiz hakkında sürekli suç arayan, suç derleyen, tevsî-i tahkîkatta bulunan bir savcı gibi davranmalıyız. Ama başkaları hakkında da, onların fahrî avukatı gibi olmalı, hep onları müdafaa etmeliyiz. Başkaları hakkında hüsn-ü zan, kendi hakkımızda da sürekli muhasebe esasına bağlanmalıyız.
Buraya bir küçük haşiye daha koymak istiyorum: Ben ölçü olmasam da bazen canımı sıkan şeyler oluyor. Meselâ, namazda imam arkasında ses çıkarmalar oluyor. Birisi durup dururken boğazı sıkılıyor gibi sesli sesli “Allaaahuekber” diyor; “ettehiyyaaaaatü lillaaaahi vessalavaaaatü” diyor. Dinde böyle bir sorumluluk yoktur. İnsan kendi kendisi duyacak, anlayacak kadar söylemelidir. Şimdi bu harekete bir zaviyeden bakınca “Bu bir riyadır” dersiniz. Vakıa, duyurmaya matuf olan şeylere riya değil “süm’a” denir. Göstermeye yönelik hareketlere, kendini ihsas etmelere de “riya” denir.
İşte birinin böyle bir hareketi karşısında aklımıza o şahsın süm’a yaptığı gelebilir. Meselâ gece erkenden kalkıyor, kapıları sertçe açıp kapatıyor, su sesini duyuruyor bize. İçimize “Acaba daha sessiz yapamaz mı bunu? Allah’a doğru yaptığı bu yolculuğu sessizlik içinde götüremez mi? Çok inceyse şayet, inceliğini ortaya kalınlık şeklinde koymak suretiyle hakkında su-i zan ettirmemeli değil mi?” gibi duygular gelebilir. Bu meselenin bir yanı. Fakat bu türlü meselelerde biz, neden o adam hakkında böyle düşünürüz? Çünki bir insan, ibadet ü taata, o ibadet ü taat teşri kılınırken söz konusu olmayan meseleleri iradî olarak katarsa Allah’a ibadete başka şeyleri karıştırmış olur. Dinde, imamın arkasında boğaz sıkılıyor gibi ses çıkarmak diye bir şey yoktur. İbadet ü taat yaparken ses çıkarılacak diye bir şey yoktur. Bunların hepsi süm’adır dinimize göre. Ve dolayısıyla bu tür hareketlere riya ve süm’a nazarıyla bakılır. İnsanın kalbinde öyle kendini harap edecek kadar bir incelik yoksa, içinde bulunduğu manevî hava itibariyle gerçekten boğazı sıkılır gibi olmamışsa, “Allah” dendiği zaman halinde bir değişiklik olmuyor, aynı kararında devam ediyorsa çok iyi bir kul hali sergilemek onun hakkı değildir. O, o seviyenin insanı değildir ki; halkın içinde “Allah” diye seslensin. Onu iradesiyle ve düşünerek söylediyse, mani olabileceği halde olmayıp söylediyse riya ve süm’a yaptı demektir.
Bu, temelde ibadetin içinde olmayan bir şeyi ibadete karıştırma demektir. Onun için Allah Rasulü (sallallahu aleyhi vesellem) riya hakkında “debîbü’n-neml” buyuruyor. Yani, karanlık bir zeminde bir karıncanın yürürken bıraktığı izler gibi bir şeydir riya.. farkına varamazsınız, ibadetinizin içine girer de farkedemezsiniz.