Zübeyİr Gündüzalp Ağabey’in vefat yıldönümü münasebetiyle, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebelerinden Ali Demirel Ağabeyin oğlu Muhsin Demirel ile bir röportaj gerçekleştirdik. Zübeyir Ağabey’le ilgili enteresan hatıralar dinledik. Zübeyir Ağabey hakkında belki de ilk defa duyacağınız ifadelerin olduğu ve bir solukta okuyacağınız röportajla sizi baş başa bırakıyoruz...
* Muhsin Demirel kimdir? Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?
1954 Eskişehir doğumluyum. Aslında ailece Burdur’luyuz. Babam Ali Demirel, biz doğmadan evvel 1950-51 yıllarında Üstad Hazretlerini tanımış, kendisini müteaddit defa ziyaret etmiş, Hava Kuvvetlerinde tayyareci bir pilottu... Çocukluğumuz, gençliğimiz İstanbul’da geçti. Babam küçük yaşlardan itibaren bizi hizmetlerin bulunduğu, teksirin yapıldığı yerlere götürürdü. O zaman, şimdiki gibi dersler yoktu. Babama sorarlardı “Niye getiriyorsun bu yaşta bu çocukları?” diye. Babam “İleride hatırlarlar” derdi. Dün yediğim yemeği unuturum ama, bugün hâlâ bunları unutmam. Ben İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdim. İktisad ve İşletme Fakültelerinde master yaptım. Talebeliğim esnasında Hamid Hoca’nın yazmış olduğu, Tevafuklu Kur’ân’ın neşrinde çalıştık. Hamid Hoca’dan hat dersi aldık. Şu anda fiilen hattatlık yapıyorum. Hayat hikâyem bundan ibaret.
* Zübeyir Gündüzalp ile nerede ve ne zaman tanıştınız?
Zübeyir Ağabey ile nerede tanıştığımı hatırlamıyorum. Çünkü babam, daha biz doğmadan çok önce Üstad Hazretlerini ve Risâle-i Nur’u tanıdığı için, Üstad’ın yakın çevresinde bulunan ve birinci derecede hizmetinde bulunmuş veya Barla’da, Kastamonu’da vesâir yerlerde geçmişte kendisine hizmet etmiş pek çok kişiyi, anne ve babamı nasıl tanıdıysam o şartlar altında tanıdım.
Bu anlamda Zübeyir Ağabeyi de, ilk ne zaman gördüğümü hatırlamıyorum. Ama şu kesin; Zübeyir Ağabey 1962 yılında İstanbul’a geldi ve Süleymaniye dersanesinde (46 numarada) kaldı. O tarihlerden itibaren devamlı gördük kendisini. Biz o zamanlar ufaktık tabi.
Zübeyir Ağabey; Üstadın vefatından sonra bir müddet Urfa’da kalıyor. Bilâhare Urfa’dan çıkarıyorlar onu. O da Ermenek’e geliyor. Bu arada Fırıncı Ağabeyler, kendisini İstanbul’a davet etmek üzere Üzeyir Şenler’i, Ermenek’e gönderiyorlar. Zübeyir Ağabeyin de bu davete icabet edeceğini düşünüyorlar. Fakat zannediyorum Zübeyir Ağabey, hizmetleri Ankara’dan yürütmek istiyor. Yani bugün ağırlıklı olarak İstanbul’da olan—bilhassa neşriyat ağırlıklı vesâire—hizmetleri, Ankara’dan devam ettirmek istiyor. Bu vesile ile bir müddet sonra Ankara’ya geliyor. Hacı Bayram’da bulunan dersanede (Ulus 27) kalıyor. Bir müddet kaldıktan sonra, Ankara’dan Eskişehir’e gidiyor. Abdulvahit Tabakçı Ağabey’in, Üstad Hazretleri’nin de kalmış olduğu bir evi var. Zübeyir Ağabey de bu evde kalıyor. 2-3 ay orada kaldıktan sonra İstanbul’a geliyor. O tarihten sonra Zübeyir Ağabey, vefatına kadar hep Süleymaniye 46 numaralı dersanede kaldı.
Bu itibarla Zübeyir Ağabey’i öyle gördüm.
* Zübeyir Ağabey, babanızın evine de uğrar mıydı?
Muhtemelen bizim eve geldi. Çünkü Üstad’ın en yakın talebeleri; Tahirî Ağabey, Bekir Berk Ağabey, Anadolu’dan gelen bütün ağabeyler bizim eve gelirlerdi. Zübeyir Ağabey de muhtemelen geldi. Ama net bir şey hatırlayamıyorum. Yalnız Üstad Hazretleri, İstanbul’a son geldiğinde—1960 yılının yıl başından bir gün evvel veya bir gün sonrası olabilir—babam haberini aldı. Piyer Loti Oteline gitti. Orada Zübeyir Ağabey, babama “Kardeşim, hiç yatılmamış bir yorganınız var mı?” diye sormuş. Üstad Hazretlerinin titizliğini bildiği için babama söylüyor. Babam da o günlerde yeni bir yorgan yaptırmıştı ve henüz kimse yatmamıştı. Mor bir kumaşı vardır. (Hâlâ o yorgan bizim evde duruyor.) Hemen yeşil bir battaniyeye sararak Piyer Loti Oteline götürdü. Ertesi gün “Ali Abi isminde bir zat yeşil atlasa sarılı, yeşil bir yorgan ile birlikte kabul edildi” diye gazetelerde haber çıktı.
* Zübeyir Ağabey ile tanıştıktan sonra ne kadar süre hizmetlerde bulundunuz?
Zübeyir Ağabey hizmetlerde bulunduğunda biz ufaktık. Yani bir neşir hizmetinde veya derslerde vs. istihdam edilebilecek yaşlarda değildik. Ama şu var; her Süleymaniye’ye gidişimizde olmasa bile Zübeyir Ağabeyi sık sık görüyorduk. Ekseriyetle Zübeyir Ağabey ikinci kattaki odasında bulunuyordu. Bununla birlikte zaman zaman aşağı iner, derslere iştirak ederdi. Sayısını hatırlamıyorum ama çok defa odasında ziyaret ettim. Kardeşlerin hizmete teşvik edilmesi ve bir takım düsturların öğretilmesi noktasında Zübeyir Ağabey büyük emek vermiştir. Çok iyi bir eğitimci idi. Gençlik yıllarından itibaren psikoloji ve pedagoji konularına eğilmiş, o konularda makaleler yazmış. Bu vesile ile bizi her gördüğünde, Risâle-i Nur’a, hizmetlere, fedakârlığa ve ferâgata dair ya bir takım telkinlerde bulunur, ya da Üstad’dan hatıralar anlatarak bizi gayrete getirirdi.
* Zübeyir Ağabey dersanede kalan talebelere ne gibi tavsiyelerde bulunurdu?
Şöyle düşünmek lâzım: Ciddî bir zattı, şakalaşmak vesâire gibi bir takım şeyleri yoktu Zübeyir Ağabeyin. Zaten davranışları, hizmet düsturları noktasındaki görüşleri yayımlanmıştır. Küçük çocuklara bile önem verir, onlara ciddî bir şekilde muhatap olurdu. Biz o zamanlar küçük yaşlardaydık. Zübeyir Ağabey vefat ettiği zamanlarda da ben liseyi bitirmiştim. Ortaokuldan itibaren, yazları Süleymaniye dersanesinde kalırdım. Kışın da, o zamanlar Cumartesi günü öğleye kadar okul olurdu. Dolayısıyla Cumartesi öğleden sonra ve Pazar günü hafta sonu tatili olurdu. Cumartesi günleri önce merhum Bekir Berk Ağabey’in yazıhanesine giderdim. Gündüz orada vakit geçirirdim. Orada pek çok kişiyi görmüşümdür. Meselâ; Eşref Edip vesâir kişileri orada tanıdım. Bekir Ağabey çok ihtişamlı bir zattı. Bizi çok severdi. Başka da çocuk yoktu o zamanlar. Yani hizmetlerde bulunanların çocukları yoktu demek istiyorum. Bir tek biz vardık. Dolayısı ile bize çok özel önem verirlerdi bütün ağabeyler.
Akşama kadar orada durduktan sonra, akşam Süleymaniye’ye giderdik. Süleymaniye’de derse iştirak ederdim. O gece orada yatardım. Pazar günü sabah kahvaltı yapar, sonra da eve gelirdim. Bu vesile ile ortaokuldan itibaren kışları bu şekilde, yazları da direkt dersanelerde kalmak yolu ile epeyce bir sene Süleymaniye’de kalmışımdır. Aylarca kaldığım zamanlar oldu. Zübeyir Ağabey de sık sık aşağı inerdi görüşürdük. Bize telkinlerde bulunurdu.
İlk defa hizmetlerin plana, programa, sisteme bağlı olarak başlaması ve devam etmesi Zübeyir Ağabeyin marifeti ile olmuştur. Zübeyir Ağabey bir taraftan kitapların neşir hizmetleri, bir taraftan dağıtım işleri, bir taraftan derslerin yapılması keyfiyeti ile ilgilenirdi, ki o zamanlar yasaktı hep bu tür faaliyetler. Gizli olurdu bu işler. Bir taraftan da dersanedeki talebelerle ilgilenirdi. 62- 63’lerden sonra talebe dersaneleri olmaya başladı. Ondan evvel de bir iki tane vardı ama yaygın bir şekilde 62-63’lerde olmaya başlamıştı. Bir taraftan o talebelerin yetiştirilmesiyle de ilgileniyordu. Sadece yetiştirilmesi de değil; çünkü Anadolu’dan gelmiş, fakir, evi yok, okuyabilecek parası yok, şimdiki gibi burs imkânları vesâire yoktu talebelerin. Zübeyir Ağabey bütün bunların iâşesi, ibatesi, yetiştirilmesi vb. şeylerin hepsi ile meşgul olurdu.
Zübeyir Ağabeyin önemli bir özelliği daha vardı; buna üslûb-u hakim veya lisan-ı hikmet de denir. “Sen şunu yap, sen bunu yap” demez, sadece akla kapı açar, ihtiyarı elden almazdı. “Şöyle yapılsa iyi olur veya böyle bir yapan olsa ne güzel hizmet olur” falan tarzından dolaylı olarak söylerdi. Zübeyir Ağabeyin en önemli özelliklerinden birisi de budur. Bundan daha önemli birşey, Zübeyir Ağabey lisan-ı hâl ile örnek olurdu.
* Bununla ilgili bir örnek verebilir misiniz?
Meselâ Süleymaniye’de alt kata gelir, eline süpürgeyi alır, bulaşık yıkamaya, odayı süpürmeye, tuvaleti ve banyoyu temizlemeye başlardı. Dersanede kalan bizden yaşlı ağabeyler veya biz, Zübeyir Ağabeyin elinden süpürgeyi, öteki bulaşık bezini falan alıp “Biz yapalım ağabey” derdik. O da “Yok kardeşim” derdi. Ondan sonra zaman zaman: “Ruh, cennet-âsâ kardeşim” derdi. Yani “Ben bu işten çok memnunum, sanki cennnette gibiyim” filan tarzında ifadelerde bulunur, fakat bizim ısrarımız üzerine sonra bize verirdi. Aslında bunun mânâsı “Siz böyle yapın” demektir.
Çeşit çeşit hastalığı vardı ve bir hastalığının ilacı diğer hastalığına zarardı. Uykusuzluk çekerdi Zübeyir Ağabey. Üstad Hazretlerine hizmet ederken uzun yıllar sabaha kadar kapıda nöbet tuttuğu için uyku hapı v.s. kullanmış. Dolayısı ile bunun getirdiği bir takım şeyler, uzun sene çile ve meşakkatin getirdiği, çocukluğundan tevarüs eden bir takım rahatsızlıkları vardı Zübeyir Ağabeyin... Bunlardan daha önemlisi, hastalığının bir mânevî paratoner olması idi. Büyük zatlar öyledir. Ümmetin bütün sıkıntısı, meşakkati bunların üzerinde tecellî eder! Bunlar ayağa kalkamaz! Üstadın hastalığı da böyledir. Zübeyir Ağabeyin de... Zübeyir Ağabey o hasta vaziyetinde bile kat’î sûrette feragattan, fedakârlıktan, hamiyetten, gayretten vesâir şeylerden geri durmazdı. Sözlü telkinlerde bulunmaktan ziyade birinci planda lisan-ı hâli vardı hep.
* Zübeyir Ağabeyin çocuklarla iletişimi nasıldı?
Zübeyir Ağabey insanlarla kabiliyetlerine, istidatlarına, kapasitelerine göre konuşurdu. Öyle her şeyi herkesle konuşmazdı. Zübeyir Ağabeyi basma kalıp telâkkiyle anlamak mümkün değil, hikmet nokta-i nazarından bakarsanız daha iyi anlarsınız. En azından ben öyle düşünüyorum.
Zaman içerisinde Risâle-i Nur’a intisap eden veya İstanbul’a çoluk çocuğu ile bir şekilde gelen aileler çoğalmaya başladı. Onların çocuklarına bizden biraz daha farklı muâmele gösteriyordu gibi geliyor bana.
* Neden?
Sebebi şu: Onları Risâle-i Nur’a yönlendirip, Risâle-i Nur hizmetlerinde istihdam edilmelerini arzu ediyordu. Biz zaten öyle idik. Ama diğer kardeşlerle, arkadaşlarla—bugün çoğu 45-50 yaşını geçmiş insanlar olabilir—onlara vecize ezberletmek tarzından ilgilenirdi, sonrasında da bu vecizeleri ders esnasında onlara okuturdu. Meselâ Süleymaniye dersanesinin sahibi merhum Abdurrahman Tan’ın oğlu Eyüp kardeşimize 25 kuruş vererek vecizeyi ezberletirdi. Herbir vecizeye bir para vererek ezberletirdi. Bu, Üstad Hazretlerinde de böyle imiş. İster 7-8 yaşında bir çocuk olsun, ister 70 yaşında yaşlı bir zat olsun, ister yaşıtı olsun ciddiye alır, bir muhatap gözü ile bakardı onlara...
* Zübeyir Ağabey genç denebilecek bir yaşta Allah’ın rahmetine kavuştu. Yaşı genç idi, ama sair ağabeylerin de kendisine “Ağabey” diye hitap ettiğini hatıralardan okuyoruz...
Zübeyir Ağabey vefat ettiğinde 51 yaşında idi, ama sanki asırlık bir çınar gibi duruyordu... Demek ki ondaki o şehâmet-i imaniye ve İslâmiye ve o azamet-i mâneviye onu öyle gösteriyordu. Çünkü herkes, Tahirî Ağabey ve yaşlılar da dahil olmak üzere, Zübeyir Ağabeye sevgiden ziyade saygı gösteriyordu. Sanki insanlar hürmet göstermeye mecburmuş gibi hissederlerdi, böyle bir hâli vardı Zübeyir Ağabeyin. Böyle bir şey talep etmiyordu hâşâ, ama yaşantısı, durumu, Risâle-i Nur’a ettiği hizmeti, Üstad’a bağlılığı, hadiselere vukufiyeti vesâiresi böyle icap ettiriyordu.
İşte meselâ herhangi bir kardeşe vecize ezberlettirir, ama nasıl ezberlettirir... Yer tahta bile olsa, geldiği zaman hemen diz üstü çöker, onu da diz üstü çöktürür; tam karşısına, dizlerini birleştirir, ondan sonra, “İman-iman, hem nurdur-hem nurdur, hem kuvvettir-hem kuvvettir. Evet-evet, hakiki-hakiki...” bu şekilde karşılıklı okutarak 3-5 defa tekrarlattırırdı. Ertesi gün bir daha… Ezberleyince 25 kuruş veya 50 kuruş—o günün parası ile—verirdi. Böylelikle çocukları vecize ezberlemeye teşvik ederdi. Bir de her konuştuğunda “Kardaşım” diye hitap ederdi. “Evlâdım, oğlum” değil, koskoca erişkin bir insan gibi onu ciddiye alırdı. Normalde insanlar, meselâ “Hey! Gel buraya bakayım, git bakkala iki ekmek al” şeklinde hitap ederken; Zübeyir Ağabey, meselâ “Eyüp kardaşım, nasılsın?” vb. hal hatır sorar, büyük bir insanmış gibi hitap ederdi. Karşıdaki de, bu durum karşısında kendine biraz çekidüzen verir ve söyleneni yerine getirirdi. Ben böyle birşeyi, bir Üstad’dan duydum, bir de Zübeyir Ağabey’den.
Zübeyir Ağabey farklı idi, küçüklerle böyle muhatap olurdu. Ezberlettirdiği 3-5 vecizeyi de, dersin bir yerinde Fatihayı çekmeden evvel “Eyüp kardaşımız da veya Muhsin kardaşımız da o öğrendiklerini okusun! Devam et kardaşım devam et, o öğrendiklerini oku!” diyerek okuturdu. Ondan sonra da Fatiha çekilirdi. Tabiî çocuklarında, o kadar kalabalığın içinde kendinden yaşça büyük o insanlar içerisinde ezberledikleri bir vecizeyi okudukları zaman, hem hitabetlerinde, hem ciddiyetlerinde gelişmeler oluyordu. Bugünkü anlamda alkışlar almıyorlardı, ama “maşallah”lar alıyorlardı. Bu maşallahlar, o gibi insanları çok yetiştirmiştir.