NuruAhsen
Sonsuz Temâþâ
ZÜBEYİR AĞABEYİN KÜLLİYATTAN TESBİTLİ BAZI HUSUSİYETLERİ
Zübeyir ağabeyin, metanet, cesaret, azami sadakat, azamî fedakarlık, ciddiyet ve azamî ihlas gibi keyfiyet şartlarını teşkil eden ve nümune-i imtisal olan meziyetlerinden az bir kısmını, -şahısların kanaati olarak değil- Risale-i Nurdan tesbit ederek nazara vereceğiz.
Zübeyir ağabeyin manevî şahsiyetini, yani meslek ve hizmet anlayışını, gayret ve hassasiyetini konuşan, anlatan ve kitaplar neşreden kişiler; O’nun asıl hizmet anlayışına, yani meslek-i Nuriyeyinin düsturlarını koruma gayret ve hassasiyetine ters düşen sıfatlarla O'nu tavsif edemezler.
Zübeyr Ağabeyin zaman zaman muhatabı incitmemek ve maslahat-ı Nuriye için söylediği bazı hususi sözleri vardır. Ki bu tarz ifadeler zemin ve zamana göre doğrudur. Onu tanıtmakta Külliyata yerini bulan ifadeleri ölçü alınmalıdır.
Evvela: Zübeyr Ağabey, Hz. Üstadın zendeka cereyanına baş eğmeyen merdane tavırlarını ısrarla nazara vermiştir. Kendisi de Hz. Üstadın o merdane tavırlarını takib etmiş ve edilmesinin luzumunu esas almıştır.
Çünkü mübareze kanununu, üstün tekâmül kanunu olduğunu Külliyatın çok yerlerinde anlatan Hz.Üstad, ezcümle Lem’alar eserinde diyorki:
“Hâlık-ı Zülcelal kâinatta ezdadı birbirine mezcedip birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi’ bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi mübareze suretine getirip, ondan zıdları birbirinin hududuna geçirip ihtilafat ve tegayyürat meydana getirmekle kâinatı kanun-u tegayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi’ kıldığı için; o şecere-i hilkatın câmi’ bir semeresi olan insan nev’inde o kanun-u mübarezeyi daha acib bir şekle getirip bütün terakkiyat-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizb-üş şeytana bazı cihazat vermiş.” (Lem’alar sh: 80)
Yani ehl-i diyanetle ehl-i nifakın mübarezesi, tekâmül kanunudur. Bu mübarezelerin yapıldığı ve misal aleminde canlı filimlerinin alınıp ebedi alemde ebedi seyredilmek için gaybî alemlerde tesbit ediliyor. Evet, bu hakikat, Şam-ı Şerif kıtası tabir edilen ve esma-i İlahiyenin yani cemalî ve celalî isimlerin tecellilerine medar olup dünyaya gelişin büyük bir hikmetini teşkil eder. Bu hakikat Külliyatta şöyle ifade edilir:
“Küre-i Arz, serseriyane, bâd-i heva azîm bir daireyi çizmiyor. Belki mühim bir şey etrafında dönüyor ve meydan-ı ekberin daire-i muhitasını çiziyor, gösteriyor ve bir meşher-i azîmin etrafında gezip, mahsulât-ı maneviyesini ona devrediyor ki; ileride o meşherde, enzar-ı nâs önünde gösterilecektir.
Demek yirmibeş bin seneye karib bir daire-i muhitanın içinde, rivayete binaen Şam-ı Şerif kıt’ası bir çekirdek hükmünde olarak o daireyi dolduracak bir meydan-ı haşir bastedilecektir. Küre-i Arz’ın bütün manevî mahsulâtı, şimdilik perde-i gayb altında olan o meydanın defterlerine ve elvahlarına gönderiliyor ve ileride meydan açıldığı vakit, sekenesini de yine o meydana dökecek; o manevî mahsulâtları da, gaibden şehadete geçecektir.
Evet Küre-i Arz bir tarla, bir çeşme, bir ölçek hükmünde olarak o meydan-ı ekberi dolduracak kadar mahsulât vermiş ve onu istiab edecek mahlukat ondan akmış ve onu imlâ edecek masnuat ondan çıkmış. Demek Küre-i Arz bir çekirdek ve meydan-ı haşir, içindekilerle beraber bir ağaçtır, bir sünbüldür ve bir mahzendir. Evet nasılki nuranî bir nokta, sür’at-i hareketiyle nuranî bir hat olur veya bir daire olur. Öyle de: Küre-i Arz sür’atli, hikmetli hareketiyle bir daire-i vücudun temessülüne ve o daire-i vücud mahsulâtıyla beraber, bir meydan-ı haşr-i ekberin teşekkülüne medardır.” M:38
Keza yine Hz. Üstad diyor:
“Isparta vilayeti, eski zamanın Şam-ı Şerifinin mübarekiyeti ve âlem-i İslâmın medrese-i umumîsi olan Mısır’ın Câmi-ül Ezher’i mübarekiyeti nev’inden, kuvvet-i imaniye ve salabet-i diniye cihetinde bir mübarekiyet makamını Risale-i Nur vasıtasıyla kazanarak; bu vilayette, imanın kuvveti lâkaydlığa ve ibadetin iştiyakı sefahete hâkim olmasını ve umum vilayetlerin fevkınde bir meziyet-i dindaraneyi Risale-i Nur bu vilayete kazandırdığından, elbette bu vilayetteki umum insanlar, hattâ faraza dinsizi de olsa, beni ve Risale-i Nur’u müdafaaya mecburdur.” L:169
Evet, Isparta, Süfyaniyet ve Mehdiyet cereyanları arasındaki mübareze sahnesini başlatmış ve üstün kemalat ve mübarekiyetini kazanmıştır.
Şimdi bu ara fasıldan sonra esas mevzumuza devam ediyoruz. “Evet Hazret-i Üstad, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin Sünnet-i Seniyesine tam iktida etmiştir.
Bediüzzaman’ın bu hali de, bütün İslâm mücahidlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani, cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber yapıyor; birini yapıp, diğerini ihmal etmiyor. Cebbar ve zalim din düşmanlarının plânıyla hapishanelere sevk edilip, tecrid-i mutlakta ve gayet soğuk bir odada bırakılması ve şiddetli soğukların ve hastalıkların ızdırabları ve titremeleri ve ihtiyarlığın tâkatsızlıkları içinde bulunması dahi, te’lifata noksanlık vermemiştir.” Ko:25
Yani Hz. Üstad a’zamî metaneti fiilen gösterip nümüne-i imtisal olmuştur. Onun hakiki talebeleri de iktidarlarınca aynı yoldan yürüyüp cennette ebedi seyredilecek mübareza ve manevi cihad şerefini kazanmışlardır. Evet bu şiddetli tecavüz ve tazyikat olmadan, ahirette o ebedi şeref sahneleri tahakkuk etmez.
Hz. Üstad bu hakikatı bir rivayete müstenid şöyle beyan eder:
“ ¬اَشَدُّ الْبَلاَءِ عَلَى اْلاَنْبِيَاءِ ثُمَّ اْلاَوْلِيَاءِ sırriyle, Enbiyanın vârisi olanların türlü türlü belâlara uğramaları, hikmet-i İlâhiyye iktizasından olmasiyle, o zümre-i mübareke gibi, Üstadımız dahi nice belâlara hedef olmuştur.” T:328
Evet “Kur’an ve iman hizmeti için Bediüzzaman’ın haysiyetini, şerefini, ruhunu, nefsini, hayatını feda ettiği; maruz kaldığı o kadar şedid zulüm ve işkencelere ve giriftar edildiği çok musibet ve belalara karşı gösterdiği son derece sabır, tahammül ve itidal, birer şahid-i sadık hükmündedirler.
Bediüzzaman Kur’an, iman, İslâmiyet hizmeti için, dünyevî rahatlıklarını feda etmiş, dünyevî şahsî servetler edinmemiş, zühd ve takva ve riyazet, iktisad ve kanaatla ömür geçirmiştir …
Bediüzzaman’ın Risale-i Nur davasında öyle bir itminanı, öyle bir sıdk ve sadakatı, öyle bir sebat ve metaneti, öyle bir ihlası vardır ki: Din düşmanlarının o kadar şiddetli zulüm ve istibdadları, o kadar hücum ve tazyikatları ve bunlarla beraber maddî yokluklar içinde bulunması, davasından vazgeçirememiş ve küçük bir tereddüd dahi ika’ edememiştir.” Ko:26
“Hunhar din düşmanlarının, dünyevî satvet ve şevketleri, Bediüzzaman’ı kat’iyyen atalete düşürtememiştir. “Vazifem Kur’ana hizmettir. Galib etmek, mağlub etmek Cenab-ı Hakk’a aittir.” diye iman ederek, bir an bile faaliyetten geri kalmamıştır. Evet Hazret-i Üstad, öyle bir himmet-i azîmeye mâliktir ki; ona icra edilen müdhiş mezalim, bu himmetin mukabilinde tesirsiz kalmağa mahkûm olmuştur.” Ko:35
“Üstad, hususî hayatında mütevazi, vazife başında vakurdur. Tevazu ve mahviyette nümune-i misal olacak bir mertebededir. Bu mevzuda der ki: “Bir nefer nöbette iken, baş kumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben Kur’anın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, Hak budur derim, başımı eğmem.” Ko:36
“Risale-i Nur nifak ve şikakı, tefrikayı, fitne ve fesadı kaldırıp; kardeşliği, uhuvvet-i diniyeyi, tesanüd ve teavünü yerleştirir. Risale-i Nur mesleğinin bir esası da budur. Risale-i Nur gurur ve kibir ve hodfüruşluk ve zillet gibi ahlâk-ı seyyieden kurtararak, tevazu’ ve mahviyet ve izzet ve vakar gibi güzel ahlâklara sahib kılar.” Ko:42
Yukarda anlatılan ve bütün Külliyatta nazara verilen bir şahs-ı manevinin varlığı Risale-i Nurda bir esasdır. Guruplara ayrılıp şahs-ı maneviyi dağıtmayı nifak cereyanı istiyor. Kitabda sarahatla anlatılan düsturlara muhalefet edilmedikçe tesanüdü muhafaza etmek lazımdır. Esas teşkil etmeyen meselelerde ihtilafa gidilmemelidir.
Üstadın vefatından sonra bir merkeze bedel çok merkezlerde hizmet faaliyetinin yapılacağı ifadesinin maalesef hizmetin grup grup olmak manasında olarak yapılan sinsi telkinler neticesinde böyle yanlış anlaşılmıştır.
Halbuki çeşitli merkezlerde yapılacak hizmet faaliyetinin gaye ve Esasat-ı Nuriye cihetinde farklı anlayışlar olamaz. Halbuki talimat-ı Nuriye dairesinde, hem de gaye ve esaslarda kitabta anlatıldığı gibi olmak şartiyle bütün bu merkezler birbirine irtibatlı ve mütesanid bir şahs-ı manevî teşkil etme durumunda olmaları mecburiyeti var. Külliyatta bu mana esas alınır.
Ezcümle Risale-i Nurda şu esaslar nazara veriliyor:
“Cenab-ı Hakk’ın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymetdar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksim-ül mesaî kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.
… Risale-i Nur’un talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz.” K:89
Zübeyir ağabeyin, metanet, cesaret, azami sadakat, azamî fedakarlık, ciddiyet ve azamî ihlas gibi keyfiyet şartlarını teşkil eden ve nümune-i imtisal olan meziyetlerinden az bir kısmını, -şahısların kanaati olarak değil- Risale-i Nurdan tesbit ederek nazara vereceğiz.
Zübeyir ağabeyin manevî şahsiyetini, yani meslek ve hizmet anlayışını, gayret ve hassasiyetini konuşan, anlatan ve kitaplar neşreden kişiler; O’nun asıl hizmet anlayışına, yani meslek-i Nuriyeyinin düsturlarını koruma gayret ve hassasiyetine ters düşen sıfatlarla O'nu tavsif edemezler.
Zübeyr Ağabeyin zaman zaman muhatabı incitmemek ve maslahat-ı Nuriye için söylediği bazı hususi sözleri vardır. Ki bu tarz ifadeler zemin ve zamana göre doğrudur. Onu tanıtmakta Külliyata yerini bulan ifadeleri ölçü alınmalıdır.
Evvela: Zübeyr Ağabey, Hz. Üstadın zendeka cereyanına baş eğmeyen merdane tavırlarını ısrarla nazara vermiştir. Kendisi de Hz. Üstadın o merdane tavırlarını takib etmiş ve edilmesinin luzumunu esas almıştır.
Çünkü mübareze kanununu, üstün tekâmül kanunu olduğunu Külliyatın çok yerlerinde anlatan Hz.Üstad, ezcümle Lem’alar eserinde diyorki:
“Hâlık-ı Zülcelal kâinatta ezdadı birbirine mezcedip birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi’ bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi mübareze suretine getirip, ondan zıdları birbirinin hududuna geçirip ihtilafat ve tegayyürat meydana getirmekle kâinatı kanun-u tegayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi’ kıldığı için; o şecere-i hilkatın câmi’ bir semeresi olan insan nev’inde o kanun-u mübarezeyi daha acib bir şekle getirip bütün terakkiyat-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizb-üş şeytana bazı cihazat vermiş.” (Lem’alar sh: 80)
Yani ehl-i diyanetle ehl-i nifakın mübarezesi, tekâmül kanunudur. Bu mübarezelerin yapıldığı ve misal aleminde canlı filimlerinin alınıp ebedi alemde ebedi seyredilmek için gaybî alemlerde tesbit ediliyor. Evet, bu hakikat, Şam-ı Şerif kıtası tabir edilen ve esma-i İlahiyenin yani cemalî ve celalî isimlerin tecellilerine medar olup dünyaya gelişin büyük bir hikmetini teşkil eder. Bu hakikat Külliyatta şöyle ifade edilir:
“Küre-i Arz, serseriyane, bâd-i heva azîm bir daireyi çizmiyor. Belki mühim bir şey etrafında dönüyor ve meydan-ı ekberin daire-i muhitasını çiziyor, gösteriyor ve bir meşher-i azîmin etrafında gezip, mahsulât-ı maneviyesini ona devrediyor ki; ileride o meşherde, enzar-ı nâs önünde gösterilecektir.
Demek yirmibeş bin seneye karib bir daire-i muhitanın içinde, rivayete binaen Şam-ı Şerif kıt’ası bir çekirdek hükmünde olarak o daireyi dolduracak bir meydan-ı haşir bastedilecektir. Küre-i Arz’ın bütün manevî mahsulâtı, şimdilik perde-i gayb altında olan o meydanın defterlerine ve elvahlarına gönderiliyor ve ileride meydan açıldığı vakit, sekenesini de yine o meydana dökecek; o manevî mahsulâtları da, gaibden şehadete geçecektir.
Evet Küre-i Arz bir tarla, bir çeşme, bir ölçek hükmünde olarak o meydan-ı ekberi dolduracak kadar mahsulât vermiş ve onu istiab edecek mahlukat ondan akmış ve onu imlâ edecek masnuat ondan çıkmış. Demek Küre-i Arz bir çekirdek ve meydan-ı haşir, içindekilerle beraber bir ağaçtır, bir sünbüldür ve bir mahzendir. Evet nasılki nuranî bir nokta, sür’at-i hareketiyle nuranî bir hat olur veya bir daire olur. Öyle de: Küre-i Arz sür’atli, hikmetli hareketiyle bir daire-i vücudun temessülüne ve o daire-i vücud mahsulâtıyla beraber, bir meydan-ı haşr-i ekberin teşekkülüne medardır.” M:38
Keza yine Hz. Üstad diyor:
“Isparta vilayeti, eski zamanın Şam-ı Şerifinin mübarekiyeti ve âlem-i İslâmın medrese-i umumîsi olan Mısır’ın Câmi-ül Ezher’i mübarekiyeti nev’inden, kuvvet-i imaniye ve salabet-i diniye cihetinde bir mübarekiyet makamını Risale-i Nur vasıtasıyla kazanarak; bu vilayette, imanın kuvveti lâkaydlığa ve ibadetin iştiyakı sefahete hâkim olmasını ve umum vilayetlerin fevkınde bir meziyet-i dindaraneyi Risale-i Nur bu vilayete kazandırdığından, elbette bu vilayetteki umum insanlar, hattâ faraza dinsizi de olsa, beni ve Risale-i Nur’u müdafaaya mecburdur.” L:169
Evet, Isparta, Süfyaniyet ve Mehdiyet cereyanları arasındaki mübareze sahnesini başlatmış ve üstün kemalat ve mübarekiyetini kazanmıştır.
Şimdi bu ara fasıldan sonra esas mevzumuza devam ediyoruz. “Evet Hazret-i Üstad, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin Sünnet-i Seniyesine tam iktida etmiştir.
Bediüzzaman’ın bu hali de, bütün İslâm mücahidlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani, cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber yapıyor; birini yapıp, diğerini ihmal etmiyor. Cebbar ve zalim din düşmanlarının plânıyla hapishanelere sevk edilip, tecrid-i mutlakta ve gayet soğuk bir odada bırakılması ve şiddetli soğukların ve hastalıkların ızdırabları ve titremeleri ve ihtiyarlığın tâkatsızlıkları içinde bulunması dahi, te’lifata noksanlık vermemiştir.” Ko:25
Yani Hz. Üstad a’zamî metaneti fiilen gösterip nümüne-i imtisal olmuştur. Onun hakiki talebeleri de iktidarlarınca aynı yoldan yürüyüp cennette ebedi seyredilecek mübareza ve manevi cihad şerefini kazanmışlardır. Evet bu şiddetli tecavüz ve tazyikat olmadan, ahirette o ebedi şeref sahneleri tahakkuk etmez.
Hz. Üstad bu hakikatı bir rivayete müstenid şöyle beyan eder:
“ ¬اَشَدُّ الْبَلاَءِ عَلَى اْلاَنْبِيَاءِ ثُمَّ اْلاَوْلِيَاءِ sırriyle, Enbiyanın vârisi olanların türlü türlü belâlara uğramaları, hikmet-i İlâhiyye iktizasından olmasiyle, o zümre-i mübareke gibi, Üstadımız dahi nice belâlara hedef olmuştur.” T:328
Evet “Kur’an ve iman hizmeti için Bediüzzaman’ın haysiyetini, şerefini, ruhunu, nefsini, hayatını feda ettiği; maruz kaldığı o kadar şedid zulüm ve işkencelere ve giriftar edildiği çok musibet ve belalara karşı gösterdiği son derece sabır, tahammül ve itidal, birer şahid-i sadık hükmündedirler.
Bediüzzaman Kur’an, iman, İslâmiyet hizmeti için, dünyevî rahatlıklarını feda etmiş, dünyevî şahsî servetler edinmemiş, zühd ve takva ve riyazet, iktisad ve kanaatla ömür geçirmiştir …
Bediüzzaman’ın Risale-i Nur davasında öyle bir itminanı, öyle bir sıdk ve sadakatı, öyle bir sebat ve metaneti, öyle bir ihlası vardır ki: Din düşmanlarının o kadar şiddetli zulüm ve istibdadları, o kadar hücum ve tazyikatları ve bunlarla beraber maddî yokluklar içinde bulunması, davasından vazgeçirememiş ve küçük bir tereddüd dahi ika’ edememiştir.” Ko:26
“Hunhar din düşmanlarının, dünyevî satvet ve şevketleri, Bediüzzaman’ı kat’iyyen atalete düşürtememiştir. “Vazifem Kur’ana hizmettir. Galib etmek, mağlub etmek Cenab-ı Hakk’a aittir.” diye iman ederek, bir an bile faaliyetten geri kalmamıştır. Evet Hazret-i Üstad, öyle bir himmet-i azîmeye mâliktir ki; ona icra edilen müdhiş mezalim, bu himmetin mukabilinde tesirsiz kalmağa mahkûm olmuştur.” Ko:35
“Üstad, hususî hayatında mütevazi, vazife başında vakurdur. Tevazu ve mahviyette nümune-i misal olacak bir mertebededir. Bu mevzuda der ki: “Bir nefer nöbette iken, baş kumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben Kur’anın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, Hak budur derim, başımı eğmem.” Ko:36
“Risale-i Nur nifak ve şikakı, tefrikayı, fitne ve fesadı kaldırıp; kardeşliği, uhuvvet-i diniyeyi, tesanüd ve teavünü yerleştirir. Risale-i Nur mesleğinin bir esası da budur. Risale-i Nur gurur ve kibir ve hodfüruşluk ve zillet gibi ahlâk-ı seyyieden kurtararak, tevazu’ ve mahviyet ve izzet ve vakar gibi güzel ahlâklara sahib kılar.” Ko:42
Yukarda anlatılan ve bütün Külliyatta nazara verilen bir şahs-ı manevinin varlığı Risale-i Nurda bir esasdır. Guruplara ayrılıp şahs-ı maneviyi dağıtmayı nifak cereyanı istiyor. Kitabda sarahatla anlatılan düsturlara muhalefet edilmedikçe tesanüdü muhafaza etmek lazımdır. Esas teşkil etmeyen meselelerde ihtilafa gidilmemelidir.
Üstadın vefatından sonra bir merkeze bedel çok merkezlerde hizmet faaliyetinin yapılacağı ifadesinin maalesef hizmetin grup grup olmak manasında olarak yapılan sinsi telkinler neticesinde böyle yanlış anlaşılmıştır.
Halbuki çeşitli merkezlerde yapılacak hizmet faaliyetinin gaye ve Esasat-ı Nuriye cihetinde farklı anlayışlar olamaz. Halbuki talimat-ı Nuriye dairesinde, hem de gaye ve esaslarda kitabta anlatıldığı gibi olmak şartiyle bütün bu merkezler birbirine irtibatlı ve mütesanid bir şahs-ı manevî teşkil etme durumunda olmaları mecburiyeti var. Külliyatta bu mana esas alınır.
Ezcümle Risale-i Nurda şu esaslar nazara veriliyor:
“Cenab-ı Hakk’ın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymetdar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksim-ül mesaî kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.
… Risale-i Nur’un talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz.” K:89