Allah ın Varlığına Deliller

ademyakup

Well-known member
ALLAH’ı kim yarattı?
Bu soru da çok sorulan sorulardan biridir.

Ben bu soruyu, Resûl-i Ekrem (S.A.V) in Peygamberliğinin bir alâmeti olarak görüyor ve verdiği gaybî ihbârın tahakkuku karşısında boynumu büküp "Eşhedü enne Muhammed'er-Resulûllah" diyerek şehâdet ediyorum. Evet, Resûl-i Ekrem (S.A.V) Allah'ın şerefli elçisidir. Kıyâmete kadar olup bitecek her şeyi, bir televizyon ekranından görüyor gibi seyretmiş ve söylediği her şeyi dosdoğru söylemiştir. Daha sonra meydana gelecek hâdiseler hakkında verdiği hükümler, söylediği şeyler o kadar isabetlidir ki; yeri geldiği zaman hepsi de aynı aynına doğru çıkmıştır. İşte, bu da onlardan bir tanesidir. Buyurur ki: (Sahabenin aklından böyle bir şey geçmez) `Bir gün gelecek ayağını ayağının üstüne atarak -gurur, kibir, enâniyet içinde ve her meseleyi hâlletmiş gibi- bunu Allah yarattı, şunu Allah yarattı, Allah'ı kimi yarattı?" diyecekler. Ben, bu soru tevcîh edildiği zaman kendi kendime düşündüm ve "Eşhedü enne Muhammed-er Rasulûllah" dedim. Nasıl da görmüşsün ve nasıl da doğru söylüyorsun!... Şu, nefisleri ve enâniyetleıi firavunlaşan, sebeplere ulûhiyet isnad eden ve her şeyi sebepler içinde îzâha kalkışan insanların idrâksizliğini, düşünce sefâletfni bundan daha güzel ifâde mümkün olamazdı...
Asıl mes'eleye gelince, bu da, inkârcılann ortaya attıklan sorulardan biridir. Çok defa, körpe dimağlar, bu türlü soruların altında kalır ve ezilirler. Evet onlar,nâmütenâhîliği anlayamaz; sebeplerin zincirleme uzayıp gitmesini ve böyle bir aldatmacanın bir şey ifâde edip etmemesini katiyyen değerlendiremezler.
Bundan ötürü tereddüde düşer de, zanneder ki; Allah da bir sebepdir; tıpkı herhangi bir sebep gibi... Ve Allah'ı, meydana getiren bir sebep vardır ki, Allah, ona göre müsebbebdir (sonuçtur) . Bu, bir yanlış kanâatın neticesidir. Ve temelinde de Yaratanın bilinmemesi vardır. Allah, müsebbib-ül-esbâbdır ve varlığının evveli yoktur.
Bugüne kadar kelâmcılar, sebeblerin, böyle zincirleme devam edip gidemeyeceğini belli usûllerle ortaya koyarak "Müsebbib'ül-esbâb'' olan Allah'ın varlığını isbâta çalışmışlardır. Onların, bu husustaki düşüncelerinin hülâsasını, bir iki misâlle anlatmakta fâide mülâhaza ediyoruz. Kelâmcılar derler ki: Sebeplerin zincirleme (teselsül) devam edip gideceğini düşünmek, o sebeplerin mâhiyetini bilmemenin ve Yaratıcıdan gaflet etmenin ifâdesidir. Evet, eşyanın sonsuzdan beri süregelen bir kısım sebepler zincirinden ibâret olduğuna ihtimâl vermek doğru değildir. Böyle birşeyi mümkün görüp ihtimâl vermek sırf bir aldanmışlıktır. Meselâ: Yeryüzünün yeşermesi, hava, su ve güneşe bağlı olsun; hava, su güneş de bir kısım madde parçacıklarına; Oksijen, hidrojen, karbon, azot ... vs. gibi.. bu madde parçaları da daha küçüklere ve onlar da kendilerinden küçüklere.. Bunun böyle uzayıp gitmesine ihtimâl vermek ve eşyanın bu yolla îzâh edileceğine inanmak bir aldanma ve muğâlatadır. Hele, bir yerde, bunun karşısına anti-madde, anti-atomla çıkılıyor ve metafizik fiziğe galebe çalıyorsa... Ve hele, ilk ve son bütün sebepler fevkalâde âhenk içinde birer kanun, birer me'mur gibi hareket ediyorlarsa!..
Evet, "Şu şundan, şu şundan, şu da şundan... " demek, herhangi bir meseleyi hâlletmesi şöyle dursun, bilâkis, herşeyi içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Zirâ, böyle bir meseleyi mümkün görmek, tıpkı "Yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan "... düşüncesinin ilelebed sürüp gideceğine ihtimâl verme gibi bir safsataya benzer ki; bunlardan tavuk veya yumurtayı, Kudreti Sonsuz, Ezelî bir Zâta vereceğimiz âna kadar, iddialar hep mesnetsiz sayılır. Aksine, bunlar varlığı kendinden olan Yüce Yaratıcıya isnâd edilince mesele birden aydınlığa kavuşur. Ondan sonra, tek bir hücre olarak yumurtanın yaratılmış olması veya kendi neslini devam ettirmek için tavuğun yaratılmış bulunması ve yumurtanın ondan çıkması arasında fark yoktur.
 

ademyakup

Well-known member
Bunu böyle kabûl etmeyip de "o ondan, o da ondan ". .. demekle hiçbir şeye aydınlık getirilemeyeceği gibi, cevaplandırılan her soruyla beraber birkaç tane de istifham ortaya çıkacaktır. Meselâ: Yağmur, buluta bağlı, bulut, zâit-nâkıs (artreksi) habbeciklere, onlar buharlaşma hâdisesine. o da suların mevcûdiyetine ve nihayet o da suyu meydana getiren unsurlara... Böylece sebepler zinciri, belki birkaç adım daha ilerleyerek devam eder durur; ama durduğu yerde yine "şöyle de olabilir, böyle de" diyerek insan kendini faraziyelerin kucağında hisseder ve onlarla tatmin olmaya çalışır. Bu ise, fevkalâde bir nizam; bir âhenk ve birbiriyle münâsebet içinde, bir hikmet eliyle meydana geldiği sezilen bütün eşyayı çocuk hezeyanlarıyla îzâh etmeye yeltenmekten başka, birde ilimlerin ufkunu ve hedefini karartmak demektir. Oysa ki, her netîce için mutlaka makûl bir sebebe ihtiyaç vardır. Gayr-i makûl ve gayr-i mantıkî sebeplerin uzayıp gitmesi, uzayıp gitmenin kerâmeti olarak ma'kûl hâle geleceğini düşünmek, imkânsızı mümkün görmek gibi bir hezeyandır.
Şimdi bir misâlle bu hususu aydınlatmaya çalışalım. Meselâ: Ben, arka ayakları olmayan bir sandalye üzerinde oturuyorum. Sandalye, düşmemesi için, kendisi gibi bir diğer sandalyeye dayandırılmış, o da bir başkasına... İlâ nihâye devam edip gidiyor. Bu hâl, zaman ve mekânlara sığmayan rakamlarla sürüp gitse de, arka ayakları olan ve yere tam oturan bir mesnede dayandırılmadıktan sonra, işi zincirleme uzatıp durmak, sandalyeye arka ayak olamayacaktır.

Bir başka nümûne, meselâ: Önümüzde bir sıfır olduğunu düşünelim. Bu sıfır, solundaki bir rakamla omuz omuza gelmedikten sonra, mücerred sıfırların çoğaltılması katiyyen ona bir değer kazandırmayacaktır. Trilyon defa trilyon sıfırlar peşipeşine sıralansa dahi, kıymet yine sıfır olacaktır. Ne vakit soluna bir rakam konulacak, işte o zaman sıfır da solundaki rakama göre bir kıymet alacaktır. Bu, şunu ifâde etmektedir: Bir şeyin müstakillen varlığı yok ve kendi kendine kâim değilse, kendisi gibi muhtaçların ona varlık bahşetmelerine ve esas olmalarına imkân yoktur. Hep aynı şeye muhtaç ve aynı hususta âciz olanların bir araya gelmesi, ihtiyacı çoğaltma ve aczi arttırmadan başka bir işe yaramaz. Kaldı ki -muhâl farz- sebeplerin müdâhelesi kabul edilse bile, fiziğin sarsılmaz kanunlarından "tenâsüb-ü illiyet" prensibine göre, sebeple netice arasında ma'kûl bir münasebetin bulunması şarttır. Buna göre, meselâ; yer kürenin hayata müsâit hâle gelmesinden, insanın düşünür bir varlık olmasına kadar, her şeye bir sebep bulmak, hem de ma'kûl ve o neticeyi hâsıl etmeye gücü yetebilecek bir sebep bulmak lâzım gelir.
 

ademyakup

Well-known member
Oysa ki, küre-i arzın hâlihazırdaki durumundan; yani, hızı, güneşe olan mesâfesi, atmosfer tabakası, periyodiği, hikmetli meyli; atmosferi teşkil eden gazların ihtivâ ettiği maslahatlar.. gibi hususlardan tutun da, onun toprak ve nebat örtüsüne; denizlere ve onlarda cereyan eden esrarlı kanunlara, rüzgârlar ve onların yüklendikleri vazifelere kadar binlerce, yüzbinlerce hâdise, öyle bir âhenk içinde cereyan etmektedir ki; bütün bunları kör-sağır sebeplere ve serseri tesâdüflere havâle etmek, aklın kendi kendini nakz etmesi ve çürütmesi demektir.
Vâkıa, bu hususta, kelâmcıların "devir ve teselsül" yoluyla bütün sebepleri kesip biçtikten sonra, işi müsebbib'ülesbâb olan Allah'a ulaştınp sonra da herşeye "mümkin"ülvücûd' demelerine karşılık, bütün sebepleıin, bütün illetlerin gidip O'na dayandığı zâta "Vâcib-ül-vücûd" diyerek tevhide menfezler açmışlar ise de, onların elde ettikleri neticeyi daha selâmetli bir yolda elde etmek de mümkündür. Evet, Yüce Yaratıcının her eserinde kendine ait mühürlerin, sikkelerin bulunması, O'nun varlığına bir değil, binlerce delillerdir. himlerin, kâinatın sırlarına ışık tutmaya başladığı günümüzde, her fen kendine has diliyle O'nun varlığını ilân etmekte ve O'nu haykırmaktadır.

Bu mevzûda pek çok kimsenin yazdığı çok kıymetli eserlere iktifâ ederek sadede dönüyorum.
Evet, herşey sonradan var olmuştur. Var edense Allah'tır. Allah, Allah olduğu için, yaratılmamıştır. Yaratılan herşey mahlûk ve muhtaçtır. O ise, varlığı kendinden ve kimseye muhtaç olmayan bir Ganiyy-i ale'1-ıtlak'tır. &127;41 Her şey gidip O'na dayanmakta, bütün karanlıklar îzâh edilemeyecek gibi görünen şeyler, O'nunla aydınlığa kavuşmaktadır. Var eden O, varlığı sürdüren O, çeken O, iten O ve bir hedefe götüren de O'dur. Artık, O'ndan öte bir şey yoktur ki, O'na da bir sebep aransın!..
Bunu da yine bir-iki basit misâlle îzâh etmeye çalışalım: Meselâ; Vücudumu ayaklarım taşıyor, ayâklarımı da zemin. Artık böyle makûl bir taşıyıcı bulduktan sonra bunun ötesinde yeni sebepler aramaya hiç de gerek yoktur. Hem meselâ: Diyelim ki, trenin en arkadaki vagonunu onun önündeki hareket ettiriyor; onu da bir diğeri; onu da bir başkası; nihayet gelip lokomotife dayanınca; o, kendine has gücü, kuvveti, yapısı ve işleyişiyle "kendi kendine hareket ediyor" deriz. Verilen bu misâller. Allah'ın yarattığı eşyadan ve aldanmış akılların yeni yeni sebeplerle lokomotif değiştirmeleri mümkün olacak cinsten misâllerdir. Ne var ki, durmadan, lokomotif değiştirseler bile, tıkanıp kaldıkları noktaya "işte sebeplerin bitişi" deyip suratlarına çarpacağız.
 

ademyakup

Well-known member
Burada zihinleri bulandıran diğer bir mesele de, sınırlı düşünen insanoğlunun, ezel mefhumunu kavrayamayarak, maddeyi ezelî görmesi, daha sonra da, rakamlarla îzâh edilmeyecek bir geçmiş içinde, hiç olmayacak bazı şeylere olabilir ihtimâlini vermesidir.
Bir kere ezel gelmiş zamanın sonu değil, o bir zamansızlıktır. Zamanlar, kentrilyon defa "kentrilyon" seneleriyle, ezel karşısında bir âşire bile olamazlar. Oysa ki, sebeplerin teselsülünde bir esas olan maddenin bir başlangıcının bulunması bugün hemen herkes tarafından bilinip kabûl edilen bir mevzûdur. Elektronların hareketi, çekirdek fiziğindeki sır, devamlı radyasyon neşreden güneşteki esrarlı işleyiş ve termodinamik kanununun kâinat çapındaki geçerliliği, her şeyin bir sonu olacağına dâir yıldızlar cesâmetinde ve güneşler parlaklığında binbir mesajdır. Sonu olan herşeyin bir başlangıcının bulunması ise, üzerinde münâkaşa yapılmayacak kadar açık ve bedîhîdir.

Binâenaleyh her şey, başlangıçta varlığa mazhariyetiyle, Yaradandan bahsettiği gibi, sönüp gitmesiyle de O'nun evvel ve âhiri olmadığına delâlet etmektedir. Zîrâ, başlangıcı olanın bir gün sonunun geleceği tabiî olduğu gibi, evveli olmayanın, âhiri olmayacağı da zarûrîdir. Onun içindir ki bizler madde ve maddeden meydana gelen herşeye, bugün var olsa dahi, yarın yok olacağı nazariyle bakmaktayız. Ancak, kâinatların tedrici olarak eriyip gitmesi, maddenin yavaş yavaş tükenmesi, çoklarını aldatabilecek mâhiyetde ve oldukça âhestedir. Ne var ki, yavaş da olsa, uzun bir geçmişten bu yana gelişip genişleyen dünyalar. birgün büzüleçekile mutlaka silinip gideceklerdir. Evet madde bugün var ise de, bir kısım pozitif neticelerin ışığı altında, başkalaşmaya doğru gittiğinden kimsenin kuşkusu yoktur. Şimdi bunu size, yine bir tren misaliyle anlatmaya çalışalım:
Farz ediniz ki, İzmir'den kalkan bir tren, "50-55" km. ötede bulunan Turgutlu istikametine hareket etti. Hareket esnasında trenin hızı saatte "55" km.dir. Buna göre, trenimiz bu mesâfeyi ancak bir saatte alabilecektir. Bu hızla yarım saat kadar yürüyen tren, yolun geriye kalan kısmında hızını tam yarıya düşürür. Buna göre, yolun henüz katedilmedik "27.5" km.lik mesafesi kalmışdır ki, hızını yarıya düşüren tren bu 27.5 km.nin ancak yansını, yarım saatte alabilecektir. Bu tempoyla hareket eden tren yarım saat gittikten sonra yine hızını yarıya indirdiğini düşünelim; geriye kalan kısmın yarısını da yarım saatte katedebilecektir. Böylece her yarım saatte bir hızını yarıya düşüren tren, âdeta hiç bir zaman Turgutlu'ya ulaşamıyacaktır: 'Aslında mesafeler bitecek ve varılması gerekli olan yere mutlaka varılacaktır. Ancak, bu tempo ile hareket edildiği sürece, insan hiçbir zaman oraya varamayacağını zannedecektir.
 

ademyakup

Well-known member
Bunun gibi, madde de bir çözülme ve inhilâle doğru gitmektedir. Bu birkaç milyon sene sonra dahi olsa mutlaka tahakkuk edecektir. Ve, Varlığı Kendinden olanın dışında herşey fenâ ve zevâl bulup gidecek, sadece O kalacaktır.
Netice, Allah bizzat var ve her şeyin yaratıcısıdır. O'na yaratılmışlık isnâdı, yaratıcıyı yaratılandan ayıramama gibi bir düşünce sefâletidir. Bu türlü ürpertici bir tasavvuru ortaya atan zavallı münkirler, akıllı görüneyim derken, akılla nasıl bir tenâkuza düştüklerinin farkında bile değillerdir. Evet bugün artık, birinin kalkıp maddeye, ezeliyet kesip biçmesi ve Zât-ı Ulûhiyeti inkâr etmesi oldukça garip ve garip olduğu kadar da bağnazca bir iddiadır.

Ne var ki, eşya ve hâdiselere gerektiği gibi nüfuz edemeyen bir kısım materyalistler, maddenin ense köküne inen çözülüp dağılmayı, atomun karşısına dikilen tükenişi, mânâ ve neticeleriyle sezip idrâk edecekleri güne kadar düşüncelerinde hakikatsız, beyanlarında yalancı olmalarına rağmen bir kısım safderûn kimseleri aldatmaya devam edeceklerdir.
İşin doğrusunu, ilmi bütün eşyayı ihâta eden Zât-ı Uluhiyyet bilir.
 

ademyakup

Well-known member
Hayvanlar aleminin en zekisi olan maymunun daktilonun tuşlarına rastgele vurmasıyla güzel bir roman yazması nasıl imkansız ise, bir şiir ahengi içindeki şu kainatın şuursuz tabiat ,kör kuvvetler,akılsız sebepler tarafından yapılmasıda o derece imkansızdır.

Zira yaratılan her eserin ilim pergeliyle ölçülüp ,kudret çekiciyle yapıldığını gösteren sonsuz deliller var. Atomlardan yıldızlara kadar yaratılan her eser en ufak bir cehaleti kabul etmeyecek mükemmelliyettedir.
 

ademyakup

Well-known member
Vücudumuzda bütün organlarımız birbirine münasip olarak yaratılmıştır.İnsan anotomisini inceleyen tıp otoriteleri her organın ideal büyüklükte ve tam münasip yerinde olduğunu söylüyorlar.Vücudumuzun büyüklüğüne göre belli oranda yaratılan başımızın bir kaç kilo daha ağır olması bizi ezici bir baskının altına sokacak ve düşmemesi için ellerimizle tutmak zorunda kalacaktık.Keza ayaklarımız bir kaç metre uzunlukta olsaydı , değil koşmak yürümeyi dahi zor başarabilirdik.

Sineğin kanadındaki akıl almaz denge, kainatta sinek kanadı kadar dengesizliğin olmadığını gösterir.Tül gibi incecik kanatların biraz daha büyük olması halinde sinek,kanadını taşıyamayacak;küçük olması durumunda ise kanatlar,sineği taşıyamayacaktı.Kanatlardan biri büyük diğeri küçük olsaydı yalpayarak uçacaktı.Bu son derece mahiyet isteyen hassas ölçü ,Sonsuz ilim ve kudret sahibi Zatın Kainattaki en ufak canlılara kadar herşeyi son derece dengeli yarattığını gösterir.
 

ademyakup

Well-known member
Kudret Kalemi

Eğer insan vücudu sonsuz kudret ve ilim sahibi bir Zatın kalemiyle yazılmış bir mektup olmazsa,sebeplerin oluşturduğu bir canlı ise ,o vakit insan vücudundaki hücrelerden binlerce ayrı ayrı cihazlara kadar herbiri için farklı bir kalıp gerekir.Mesela cümleleri birbiriyle uyumlu güzel bir romanın eğer,bir yazarın kalemnden çıktığını kabul etmeyip tesadüfen harflerin ardarda gelmesiyle oluştuğunu düşünürsek vaziyet içinden çıkılmaz bir hal alır.Dünyada hiç bir kitap böyle akılsız biri tarafından yazılmamıştır.

Eğer gayet intizamlı,ölçülü ,sanatlı,hikmetli şu mevcudat ; nihayetsiz kudret ve hikmet sahibi bir Zata havale edilmeyip tabiata havale edilse; lazım gelirki tabiat her bir parça toprakta,Avrupanın bütün matbaalarıve fabrikaları adedince makineleri ve matbaaları bulundursun..ta o parça toprak ,menşe ve tezgah olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetişmelerine ve teşkillerine medar olabilsin.Çünkü çiçekler için saksılık vazifesini gören bir kase toprak içine,tohumları sırayla atılan bütün çiçeklerin birbirinden çok ayrı olan şekil ,renk ,kokularını teşkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti açıkça görülüyor.

Eğer sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Zata verilmezse o vakit o kasedeki toprakta ,herbir çiçek için manevi,ayrı,tabi bir makinesi bulunmazsa bu hal vucuda gelemez.Çünkü tohumlar ise nutfeler ve yumurtalar gibi,maddeleri birdir.Yani oksijen,hidrojen,karbon ve azotun intizamsız,şekilsiz hamur gibi yoğurulmasından ibaret olmakla beraber,hava,su,ısı ve ışık dahi,her biri basit ve şuursuz ve her şeye karşı sel gibi aynı tarzda gittiğinden ,o hadsiz çiçeklerin teşkilleri ayrı ayrı ve gayet muntazam ve sanatlı olarak o topraktan çıkması apaçık gerektiriyor ki ; o kasede bulunan toprakta manen Avrupa kadar ,manevi ve küçük küçük ölçülerde matbaaları ve fabrikaları bulunsun.Ta ki, bukadar hayattar kumaşları ve binler ayrı ayrı nakışlı mensucatları dokuyabilsin
 

ademyakup

Well-known member
Simetrik Mimari

Simetriklik sanatta zirve noktadadır.Hayranı olduğumuz en büyük sanatkarlar dahi tam simetrik bir eser yapamıyorlar.Bir ayakkabıcı 2 ayakkabıyı tıpatıp benzetemiyor,bir heykeltraş sağ kolu sol kol uzunluğunda yapamıyor, bir ressam iki kulağı simetrik olarak çizemiyor.Çok az dahi olsa hata yapıyorlar.

Halbuki Cenabı Hak sonsuz ilim ve kudretiyle emsalsiz mükemmelliyette birbirinden güzel simetrik eserler yaratıyor.Kelebeğin,tavus kuşunun bir kanadındaki rengarenk nakışlar diğer kanadına aynen nakşdilmiş, akvaryum balıklarının sırtının iki tarafıda harikulade motiflerle bezenmiştir.Sanki aralarına ayna konulmuş gibi mükemmel motifler ayrı ayrı desenler iki tarafada simetrik olarak nakşedilmiştir.Gözlerimizin ayaklarımızın,ellerimizin simetrik olmadığını varsaysak,simetrikliğin ne kadar önemli bir hadise olduğunu anlarız.

Bazende idari olarak asimetrik eserler yaratılıyor.Kendi vucudumuzdada bunu görmek mümkün.Sol tarafımıza kalp takılmasına rağmen.sağımızda olmaması gibi...

Yine yengeçlerinbir türünün kıskaçlarıasimetrik yapıda olması,Allahın tabiatı monoton yaratmadığını gösterir.

Varlıkların bazen simetik bazende asimetrik yaratılması,eşya ve hadiselerehükmeden Zat'ın ilim ve hikmetle icraat yaptığını gösterir.


Kardeşlerim bu şeylerin herbiri tesadüf olablirmi!!!!!!!

Şu acip âlemin elbette bir müdebbiri ve şu muntazam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu musannâ sarayın bir ustası vardır. Biz çalışmalıyız, onu tanımalıyız. Çünkü, anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren odur. Onu tanımazsak kim bize medet verecek? Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dinlemedikleri şu âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz? (Sözler sh: 279)


Bir saray gibi şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin tek bir ustası vardır. Ve o usta, herşeyi idare eden yalnız odur. Hiçbir cihetle noksaniyeti yoktur. Bize görünmeyen o usta, bizi ve herşeyi görür ve sözlerini işitir. Bütün işleri mucize ve harikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahlûklar onun memurlarıdır.
(Sözler sh: 280)
 

ademyakup

Well-known member
Allahın varlığına delil en büyük delillerden biride akıl dır.
Biriside ruhdur.

Hele biriside şefkatdir.

bu tür duyguları ve hisleri kim bize vermişse bütün insanlara da veren O'dur.
O'ndan başkası olamaz.
 

ademyakup

Well-known member
Aziz, sıddık kardeşlerim ve Nur şakirtlerinin küçük pehlivanları,

Asa-yı Musa ahirlerinde, bazı nüshalarında mübarekler pehlivanı büyük ruhlu Küçük Ali namında bir kardeşimizin sualine karşı verdiğim bir cevap var. Onu okuyunuz ki, o zata bazı muterizler Risâle-i Nur’un kıymetini bir derece kırmak için demişler: “Herkes Allah’ı bilir. Adi bir adam, bir veli gibi Allah’a iman eder” diye, Nurların pek yüksek ve pek çok kıymettar ve gayet lüzumlu tahşidâtını ziyade göstermek istemişler.

Şimdi, İstanbul’da, daha dehşetli bir fikirde, anarşi fikirli küfr-ü mutlaka düşmüş bir kısım münafıklar, Risâle-i Nur gibi, ekmek ve suya ihtiyaç derecesinde herkes muhtaç olduğu imani hakikatlerine ihtiyacı düşürmek desisesiyle diyorlar ki: Her millet, herkes Allah’ı bilir. Onu, daha yeni ders almaya ihtiyacımız çok yok” diye mukabele etmek istiyorlar.

Halbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinatı ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şerîki olmadığına ve Lâilâheillallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek—hâşâ—hadsiz şerikleri hükmünde esbabı mercî tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki manevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.

Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.

Evet, kainatta hiçbir zişuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlık-ı Zülcelâl’i inkâr edemez... Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır.

Fakat Ona iman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşanın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir. Her neyse...

Evlâtlarım, ehemmiyetli bir hadise size bu uzun meseleyi kısaca beyan etmeye sebep oldu. Şimdilik sizlere Risâle-i Nur’un ehemmiyetli şakirtleri nazarıyla bakıyorum. Mustafa Oruç, çok talihlidir ki, kendi sisteminde ve ruhunda ve ciddiyetinde, az bir zamanda sizleri buldu. Bir iken on Mustafa oldu.

Said Nursî
Emirdağ Lâhikası, s. 177
 

ademyakup

Well-known member
Bir Kar Kristalinin Oluşumu

birkarkristilainnoluumuqw3.gif


kar1wj0.jpg
kar2fl2.jpg


kar3av6.jpg
kar4bn5.jpg


kar5kf2.jpg
kar6hj2.jpg


kar7ny7.jpg
kar8dy1.jpg


kar10qd9.jpg




Allahuekber!!!
 

ademyakup

Well-known member
Allah’ın özü ve nitelikleri nelerdir?

Allah, yarattığı şeylerden; onların hakikisinden ve izâfîsinden tamamen başkadır. Kaldı ki, insan, şu sınırlı âlemde hep, sınırlı düşünür, sınırlı görür, sınırlı duyar.
Evet, insanın bu âlemde gördüğü şeyler, milyonda beş nisbetindedir. Duyduğu şeyler de o kadar. Meselâ o, sâniyede 40 defa ihtizaz (titreşim) yapan bir sesi duymaz. Binleri aşan ihtizâzı da duymaz. Öyle ise insanın, sesleri duyup alması sınırlıdır. Bu da, ancak milyonda çok küçük nisbetde bir şeydir. O'nun görüş ve duyuş sahası da çok dardır. Bu kadar sınırlı gören, duyan, bilen bir insanın "Allah için görülmüyor? Nasıldır?" demesi -hâşâ!- O'na kemmiyet ve keyfiyet izâfe ederek, O'nun üzerinde düşünmesi, dolayısıyla da haddini bilmemesi demektir. Sen nesin ve neyi biliyorsun ki, Allah'ı da bilesin!.. Allah kemmiyet ve keyfiyetten münezzehtir ve senin nâkıs kıstaslarınla ölçülmeyecek kadar muâllâdır. n) Sen ışık hızıyla trilyon sene ötelere gitsen ve trilyonlar senelik öteleri görsen, sonra gördüğün bu kâinatları üst üste yığsan; bunlar, O'nun varlığına nisbetle mikroskobik birşey bile olamaz. Bizler daha Antartika kıtasını bilemezken, bütün kevn-ü mekânları evirip çeviren Allah'ın -hâşâ- ve kellâ- "nitelik" ve "niceliği" hakkında nereden bilgimiz olacak!! Allah, Allah olduğu için, O'nun tâbiriyle "nitelik" ve "nicelik"ten de mukaddes ve münezzehtir. O, bizim, her türlü tasavvurlarımızın ötesinde, ötelerin de ötesindedir...F.Gülen.
 

ademyakup

Well-known member
Kelâmcı: "Aklına her ne gelirse, Allah ondan başkadır" der. Tasavvufçu ise: "Aklına ne gelirse, onun verâsının ve verâsının verâsındadır. Ve sen, dâima seni saran perdelerle âdetâ bir fanus içindesin..."
Descartes der ki: "İnsan, herşeyi ile sınırlıdır. Sınırlı olan birşey, sınırsızı düşünemez."Allah ise, varlığı sınırsızdır; nâmütenâhidir. Binâenaleyh, sınırlı düşünen insanoğlu O'nu ihâta edemez.
Alman edibi Goethe: "Seni binbir isminle anıyorlar, ey Mevcûd-u Meçhûl! Biri değil, seni binlerce isminle ansam, yine de seni senâ etmiş sayılamam. Çünkü sen, hertürlü tavsifin verâsındasın" sözüyle, bu mevcûd-u meçhûlu anlatır bize...
Mütefekkirler, Allah'ı mevcut, fakat idrâk edilmez bir mevcut olarak mütalâa ederler. Allah, insanın kavrayabileceği, bilebileceği şeylerden değildir. Göz, O'nu göremez, kulak O'nu işitemez. Öyle ise, sen, O'nun hakkında sadece Nebîlerin ta'limine uyup öylece inanmalısın!..
Allah nasıl bilinir ki: O vücudun da, ilmin de ilk mebdei, ilk illetidir. Varlığımız, O'nun varlığının nurunun gölgesi; ilmimiz, O'nun muhît olan ilm-i İlâhîsinin bir şemmesidir. Evet, bir seviyede, Allah'ı bilmenin ve irfan sahibi olmanın yolu vardır: Ne var ki bu yol, eşyayı bilme yolundan bütün bütün başkadır... Yanlış yolla O'nu tanımağa kalkanlar, nefislerinin gururunu kıramamış, iç müşâhedenin ne olduğunu duyamamış, tadamamış bir kısım talihsizlerdir ki; "Allah i aradım da bulamadım" hezeyânıyla fen ve felsefe nâmına dalâletlerini izhâr ederler.
Allah öyle bir Allah'tır ki, gerek enfüsî ve gerekse âfâkî, kalb ve ruhun mi'racında seyr-i rûhî ve kalbî varlığını ve varlığının zarûrî olduğunu gösterir ve ruhumuzun derinliklerinde kendini bize hissettirir. İşte bütün ilimlerimizin kökü olan bu vicdânî duygu, bizdeki sınırlı ilimlerin, şuurların, akılların, fikirlerin hepsinden daha kuvvetlidir. Böyle iken, biz çok defa vücudumuzdan ve bu iç sezişten zuhul ederiz de hata ve dalâletlere düşeriz.
Kâinat, bunu hatırlatıcı bin dil ve bin teldir. Kur'ân, belâğatlı lisaniyle en büyük hatırlatıcı, Peygamberimiz ise en mükemmel bir tebliğcisidir.
"Sığmam dedi hak, arz-u semâya Kenzen bilindi, dil ma'deninden",
 

ademyakup

Well-known member
Allah hakkında, biz bize öğretilenden başkasını bilemeyiz. Akıl, bu sahada bir şey söyleyemez. Bu mevzûda aklın yapacağı şey, vahyin rehberliğini kabulden ibarettir. Bunu şöyle bir misâlle anlaşılır hâle getirebiliriz:
Meselâ; bizler bir çatı altında oturuyoruz. Bir aralık kapının vurulduğunu duyduk. Evet, hakikaten kapı vuruluyordu. İçimizden bazıları, kapının vurulmasından anlaşılanı aşarak, bir kısım mütâlâalarda bulunmaya başladılar: "Efendim kapıyı vuran şöyle bir zâttır, böyle bir zâttır" ilh... Biz, buna tasavvur diyoruz. Bir diğer grup ise, böyle bir meselede, aklın tasavvur etmeye mecâli yoktur. Akla düşen şey, kapının vurulmasıyla arka tarafta birinin bulunduğunu tasdîk; fakat kim olduğunu belirleme hususunu, kapıyı vurmak suretiyle kendini bize tanıttırmak isteyen zâta bırakmak olacaktır. Biz buna teakkul akletme, anlama diyoruz.
Bu misâli, mevzuumuza şöylece tatbik edebiliriz: Biz Allah'ı (C.C) eserlerinden isimlerine, isimlerinden sıfatlarına, sıfatlarından tecelli-i zât'a yükselerek tanımağa çalışırız.
Yânî, eserlerinde tecelliden isimleriyle tecelli etmesine geçerek kâinatı dolaşır, sıfatların tecelli ufkuna ulaşır; gaybdan şuhûda yükseliriz ve müşahede zevkimiz arttıkça, tecelli-i zât için sermest ve bîhûş çırpınıp dururuz. Gâh cemâl ve şefkât esintileriyle inbisât eder ve neşeleniriz; gâh celâl, mehâbet ve korku içinde ra'şedâr olup ürpeririz.
Görülüyor ki Zât-ı Bârî hakkında, bizim "ma’rûfumuz" ve "malûmumuz" ölçüsü içinde bir şey diyemiyoruz. O'nun, bilinmesini, kendine has lisan ve lehçesi içinde, şehâdet ve gayb âleminin birleşme noktası olan vicdâna bırakıyoruz. Evet, Allah isimleriyle ma'lûm, sıfatlarıyla muhât, zâtıyla mevcuttur; Hz. Sıddîk'ın ifâdesiyle: O'nu idrâk, idrâkten acz ifâdesi içindedir. Veya en büyük Tarifçiye isnad edilen bir sözdeki itirafla, "Seni hakkıyla bilemedik ey Ma i-ûf" ölçüsüyle bir ma'rûf ve malûm'dur.
Kur'ân-ı Kerim'in, O'nun ef âli ve icraatına dâir verdiği tariflerde ise, O'nu ef âl ve sıfatlarıyla bir Ma'bûd-u Mutlak tanır; kemâl sıfatlarla bilinebileceğine kalben yükselir, cemâlde (sonsuz güzellik kaynağı) olan kemâlini (mutlak eksiksizlik ve kusursuzluğunu) görürüz.
Öyle ise, ahd u peymânımızı bir kere daha yenileyerek, şöyle diyebiliriz: Ey Ma'bûd-u Mutlak!... Seni hakkıyla bilemediğimiz muhakkak; ama bizlere şah damarlarından daha yakın olduğu ve normo âlemdeki bu yakınlığın içinde, bütün bir semâvatı kitap sayfaları gibi açıp kapamadaki azametini, sineğin gözü ile güneş manzûmesi arasında va'zettiğin şürimsi âhengi, rûhumuza bir nurlu yol kabul ederek, binlerce, yüzbinlerce menzilde sana ait eserlerle zâtını tanıyor, tecellilerinle bütünleşiyor ve itmi'nana eriyoruz.F.Gülen
 

ademyakup

Well-known member
Allah kelimesi ile tanrı kelimesi arasında nasıl bir fark vardır?
Bizim eski atalarımız müslüman olmadan önce yaratıcı bir zâta inanıyorlardı. Belki kendilerine göre, değişik tanrıları da vardı. Ama onlar daha çok kendi lehçeleri ile "Tengri" dedikleri zaman, zât-ı ulûhiyeti kasdediyorlardı. Bu kelime sonra biraz daha incelik kazandı ve tanrı şeklini aldı ki, aslında mabud demektir ve Arapçadaki "İlâh"ın, Fransızcadaki "Diyo"nun, Farsçadaki "Hudâ"nın karşılığı olan bir kelimedir. Ama hiçbir zaman, Cenab-ı Hakk'ın bütün Esmâ-i Hüsnâsını câmî, İsm-i Zât olan Allah kelimesinin karşılığı değildir. Allah dendiği an,bütün kâinatta tecelli eden isimleriyle bir Zât-ı Ecell-i A'lâ akla gelir. Allah kelimesiyle anlaşılan budur. Yani O, Ma'bud-u Mutlak, Hâlık-ı Mutlak, Maksûd-u Mutlak, Rezzâk-ı Mutlak, Bâri-i Mutlak, Cemîl-i Mutlak'tır. İlh... Esmâ-i Hüsnâ'yı (2) câmî Allah kelimesinde böyle umumi bir mânâ anlaşılır. Ve, bu îtibarla da Allah'ın (C.C) ism-i hâssıdır. Allah dendiği an bu Ma'bud-u Mutlak anlaşılır ve Vâcib-ül Vücûd akla gelir. Ama, tanrı dendiği zamân Yunanlının aklına Zeus gelir. Mısırlının Apis Boğası ve Hintlinin aklına da kendi inekleri... Demek tanrı kelimesiyle yerli-yersiz ma'but kelimesinin akla gelmesine karşılık, Lafz-i Celâle olan Allah kelimesi Vâcibül Vücûd'un ism-i hâssı olarak sadece o Esmâ-i Hüsnâ sahibi Zât-ı Zülcelâl-i akla getirir. Onun için bir insan, tanrı demekle Allah yerinde kullanırsa, maksadını anlatamaz ve hata etmiş olur. Tanrı, ilâh kelimesi yerinde Hudâ, Diyo ve God yerinde kullanılabilir; fakat Allah yerinde değil.. AIlah, Cenâb-ı Hakk'ın Zâtının has ismidir. Onun için "LÂ İLÂHE İLLALLAH" diyoruz; fakat "Lâ Allah'a illallah" demiyoruz. Evvelâ ilâhlar, tanrılar ne varsa hepsi nefyediliyor, sonra da isbatta, Ma'bud-u Mutlak, getiriliyor ve sadece Allah vardır, deniliyor.
Mevlid yazarı Süleyman Çelebi, bu hususu çok güzel tefrik ederek "Birdir Allah ondan artık tanrı yok" deyip, her iki kelimenin yerini de tayin ve tesbit etmiştir.
Buna binâen bir insanın ağzından tanrı kelimesi çıktığında, hemen reaksiyon göstermemeli, o adamın maksadına bakmalı, Allah yerinde o mânâyı kullanmışsa tatlıca îkâz etmeli. Aksine, tehevvür gösterilmemeli. Hele günümüzde katiyyen!..
F.Gülen.
 

ademyakup

Well-known member
Bir eczahanedeki ilaçlar, o ilaçlan meydana getiren maddele*rin her birisinden çok ince bir hesapla,bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden alınarak yapılır. Eğer, birinden bir iki dirhem fazla veya noksan alınsa o ilaç hususiyetini kaybeder, belki zehir olur.
Hiç mümkün müdür ki, o ilaçlan meydana getiren maddeler, garip bir tesadüfle, içinde bulundukları şişelerin devrilmesi ile oluşsun. Her birinden belli bir miktar aksın. Zerre kadar idraki olan bir insan 'Bu fikri kabul etmem/ diyecektir.
işte o ilaçlar ve eczahane, maksatlı, bilgili, serveti olan bir eczacıya şahitlik ettiği gibi, bu dünya eczahanesi de, o eczahane-den ne kadar büyük ve mükemmelse, o kadar kendi eczacısını tanıttırır, sevdirir, hayran bırakır. "Kör, sağır, hudutsuz, sel gibi akan unsurlann, tabiatın ve sebeplerin işidir." diyen adam, "O ilaçlar ve ambalajlar şişelerin devrilmesi ile olmuş." diyen adamdan daha ahmaktır.
 

ademyakup

Well-known member
En mükemmel cevherler kullanılarak muhteşem bir saray yapılır. 0 cevherlerden bir kısmı sadece Çin'de, diğer kısmı Endülüs'te, bir kısmı Yemen'de, bir kısmı Sibirya'da ve hakeza dünyanın değişik yerlerinde bulunur. Bina yapılırken, aynı gün içerisinde dünyanın şarkından, garbından, şimalinden, cenubundan o cevherler ve kıymetli taşlar kolayca getirilse, katiyen anlaşılır ki o sarayın sahibi bütün dünyaya sözü geçen mucizekâr bir hakimdir.
işte, her bir hayvan, öyle İlâhî bir saraydır. Özellikle insan, o saraylann en güzeli ve o kasırlann en hayranlık uyandıranıdır. Ve bu insan denilen sarayın cevherlerinin bir kısmı ruhlar âleminden, bir kısmı misal âleminden ve Levhî Mahfuzdan, bir kısmı hava âleminden, nur âleminden, unsurlar âleminden geldiği gibi, ihtiyaçlan ebede kadar uzanmış, emelleri göklerin ve yerin her menzil ve tabakasına yayılmış, ilgi ve irtibatı dünya ve ahirete dağılmıştır.
Madem insanın mahiyeti böyledir, onu yapan ancak, dünya ve ahirete birer menzil, yere ve göğe birer sayfa, ezel ve ebede dün ve yarın gibi hükmeden bir Zat olabilir. Öyleyse insanın mabudu, kurtancısı yere ve göğe hükmeden, dünya ve ahiretin dizginlerini elinde tutan 0 Zat olabilir. (17.Lem'a 14.Nota l.Remiz)
 

ademyakup

Well-known member
Harika ve emsalsiz bir tavus kuşu farz edelim. 0 kuş, gayet büyük, ziynetli, şarktan garba bir anda uçabilen, şimalden cenuba kadar geniş kanatlı, her bir tüyü dâhiyane nakışlı ve sanatlıdır, iki adam, akıl ve kalp kanatlan ile o kuşun yüksek mertebelerine uçmak isterler.
Birisi, tavus kuşunun haline, harikulade nakışlı tüylerine bakar. Çok sever. İnce tefekkürü kısmen bırakıp, aşka ve şevke tutunur. Fakat görür ki, o sevdiği nakışlar her gün değişip, kaybolur. O adam, kendini teselli etmek için, 'Bir nakkaşın nakşı ve sanatıdır/ demesi gerekirken, "Bu tavus kuşunun ruhu o kadar yüksektir ki, onun sanatkarı onun içindedir. Bu görünen o ruhun icadı değil, zahiri vücudu ve cilvesidir. 0 vücudun yüksekliğinden her dakikada başka bir güzellik görünür" der. Diğer adam: "Bu mizanlı nakışlar bir iradenin ve kastın eseridir, iradesiz cilve, tercihsiz görünme olmaz. Evet, tavusun mahiyeti güzeldir, fakat faili ile kesinlikle aynı değildir. Bu yaldızlı kanatlan yazan katip, onun içinde olamaz. 0 nakışlar, onun kaleminin ucu ile yazılmıştır." der.
Evet, kâinat denilen misali tavusun ziynetleri, o tavusu yaratanın yaldızlı birer mektubudur
 

ademyakup

Well-known member
Henüz yirmi yaşında bile değildim. Haruniye'nin meşhur kaplıcasına gidiyordum. O zamanlar, her şoför, bu dağlık arazinin kıvrım kıvrım yollarına girmeye cesaret edemiyordu. Biz bir kamyonet bulduk ve birkaç aile yataklarımızı ve diğer eşyalarımızı yerleştirip üzerlerine kurulduk. Bir süre sonra yeşilin her tonunun muhteşem bir güzellikle sergilendiği dağ yollarındaydık. Ağustos böceklerinin monoton nağmelerini dinleyerek pırıl pırıl, capcanlı çamların arasında arkamızda bir toz bulutu bırakarak ağır ağır tırmanıyorduk. Allah'tan ki karşımızdan başka araba gelmiyordu. Çünkü yolun bazı yerleri iki arabanın sığamayacağı kadar dardı. Hattâ bazı virajlarda, kamyonet tekerinden fırlayan taşlar, atlaya zıplaya derenin dibini buluyordu. Nihayet zorlana zorlana uzun yokuşu bitirmiş olan arabamız, düze çıkmıştı. Biraz sonra da iniş başlayacaktı. Ben çok sevdiğim bu manzaranın ve dolayısıyla da yolculuğumuzun hiç bitmemesini istiyor, temiz dağ serinliğini doyasıya ciğerlerime çekiyordum. Bu arada gözüme enteresan bir şey ilişti. Hayret içindeydim, bir daha baktım, bir daha, bir daha ve şöyle haykırmaktan kendimi alamadım:
- Aman Allahım, çama bakınız! Sipsivri bir kayanın tepesinde kök salmış, bir avuç toprak bile yok."
Ben böyle sesli düşünürken, karşımda oturan yaşlıca adam, biraz da benim hayretime kızgın olarak sordu:
- Ne var bunda? Çoktur buralarda böyle ağaçlar..."
- Ne var olur mu? Şu Allah'ın kudretine bakınız! Koskocaman bir kayanın zirvesinde pırıl pırıl ve bakımlı bir güzelim çam ağacını yaratmış..."
-Hadi canım sende! Bunun Allah'la ve O'nun kudretiyle ne ilişkisi var?"
- Peki ama, nasıl olur başka türlü? Kim o çamı o en olmayacak yerde bitirmiş olabilir?"
- Hiç kimse evlât... Niçin illâ da biri yaratmış olsun yani? Bunlar hep geri ve ilkel düşüncelerdir."
- Ama Allah o çamı orada yaratıp yetiştirmediyse, kim yaptı bu işi?"
-Meselâ şöyle düşün: Bir kuş, ağzında bir çam tohumu ile uçarken, tam bu kayanın üzerine gelince, ağzından düşürmüştür. Düşen tohum da kayanın bir kırık tarafına takılıp kalır ve oradaki toprağa kök salar. Sonra da kayanın altına giren kökleriyle böyle gelişip serpilir."
- Olay sizin dediğiniz gibiyse bile, bütün bunları yapıp yaratan yok mu?"
- Yok tabiî... Yaratıcı diye bir şeye inanmak, bu devirde çok ayıptır.
- Yaşınız başınızla bunu nasıl söylersiniz? Ben size bu konuda birçok misal söyleyebilirim."
Bu şekilde devam eden konuşmamız hemen münakaşaya döndü ve tabiî seslerimiz de yükseldi. Adam bağırdıkça ben de sesimi yükseltiyordum. Bizi sessiz dinleyen diğer yolcular da zaman zaman münakaşaya katılıyorlardı. Fakat halinden okumuş bir kimse olduğu sezilen bu yaşlıca adamdan başka hiç kimse, Allah'ı inkâr etmiyordu. Ama bir an önce de münakaşayı bitirmemizi ve susmamızı istiyorlardı.
Bu sırada araba yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Derken belki yüz metre aşağılarda ip gibi uzayıp giden Ceyhan nehrine kadar tekerleklerden fırlayıp giden taşlar, bizi şaşkına çevirdi. Bir an sessizlikle herkes birbirine bakışırken, şoför başını uzatıp, "Fren patladı!" dedi. Sağ yanımız yokuş aşağı çamlarla kaplı bir bayırdı. Bu yokuşun sonunda Ceyhan nehrinin kayalara çarptıkça köpüklenen suları görünüyordu. Sol taraf ise, yalçın kayalıklarla kaplı bir yamaçtı. Birkaç saniyelik şaşkınlık geçer geçmez, herkes çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Kimisi şehâdet getiriyor, kimisi besmele çekiyor, kimisi de "Allah" diye bağırıyor, kendince dualar edip yalvarıyordu. Allah'a inanmadığını söyleyen yaşlı zat da, adetâ kendinden geçmiş, "Allahım!..." deyip duruyordu.
Ama bu durum, fazla sürmedi. Çünkü, bizim bütün şaşkınlığımız ve hayretimiz arasında araba yavaşlamaya başladı ve biraz sonra kenara yanaşıp durdu. Durur durmaz da her kafadan bir ses yükselmeye başladı:
- Yahu bu ne biçim iş?"
- Hani fren patlamıştı?"
- Ödümüz patladı!"
- Şaka mıydı yoksa?.."
Şoför yerinden çıkıp yanımıza yaklaştı ve benim biraz önce münakaşa ettiğim yaşlıca adama dönerek dedi ki:
-Sen utanmıyor musun, Allah yoktur demeye? Biraz önce yoktur dedin, sonra da fren patladı sanınca, herkesten fazla Allah diye bağırdın. Yoksa, niçin O'nu yardımına çağırıyorsun?"
Sonra da bize dönerek: - Kusura bakmayın, fren miren patlamadı. Ben münakaşanızı duyunca, şu adama bir ders vermek istedim," diyerek tekrar direksiyona geçti.
Araba yürüdüğünde sadece Ağustos böceklerinin sesleri vardı. Herkes susmuş; yaşlıca adam ise, yüzü kıpkırmızı, düşüncelere dalmıştı... Kaplıcaya gelip de eşyalarımızı indirdiğimiz zaman bana yaklaşarak:
- Oğlum, senden özür dilerim; bunca yıldır inanmadığımı sandığım Allah'a meğer ben inanıyormuşum da haberim yokmuş... Bunu öğrenmeme sebeb oldun. Şoför efendi, sana da çok teşekkür ederim, bana inancımın farkına varacak imkânı sağladın," dedi.
Vehbi Vakkasoğlu, (Öğretmenin Not Defteri - 4'ten)
 
Üst