ﻳَﺴْﺘَﺤِﺒُّﻮﻥَ ﺍﻟْﺤَﻴَﻮﺓَ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ "Dünya hayatını severler..." İbrahim Sûresi, 14:3.
bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hâssası şudur ki; hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı bâkiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani kırılacak bir cam parçasını, bâki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş. Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki:
Asr: Yüz yıl.
Hâssa: Özellik.
Hayat-ı dünyeviye: Dünyaya ait hayat, dünyadaki yaşantı.
Hayat-ı bâkiye: Bâki hayat, ölümsüz ve sonsuz hayat (Ahiret hayatı).
Bâki: Ebedî, sonsuz, ölümsüz olan.
Düstur: Umumi kaide, genel kural, temel prensip.
Nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa sair a'zâ vazifelerini kısmen bırakıp onun
imdadına koşar; öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı, zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede dercedilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbab ile yaralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmağa çalışıyor.
Uzv-u insanî: İnsana ait uzuv, insanın organı.
Sair: Diğer, başka.
A'zâ: Bedenin her bir uzvu.
Hırs-ı hayat: Hayat hırsı, yaşamaya aşırı düşkünlük.
Zevk-i hayat: Hayat zevki.
Fıtrat-ı insaniye: İnsanın yaratılıştan gelen yapısı.
Dercedilen: Yerleştirilen, koyulan.
Cihaz-ı insaniye: İnsanın donanımı.
Esbab: Sebepler.
Letaif: Latif duygular.
Sukut: Alçalma, düşme, inme.
Vazife-i hakikiye: Hakiki vazife, gerçek temel görev.
Hem nasılki bir cazibedar, sefihane ve sarhoşane şaşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini ta'til ederek iştirak ediyorlar; öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli fakat cazibeli ve elîm fakat meraklı bir vaziyet almış ki; insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.
Cazibedar: Çekici, beğenilen, hoş.
Sefihane: İslam dinine aykırı zevk ve eğlence hayatına düşkün şekilde.
Mesture: Örtülü.
Cazibe: Çekicilik.
Ta'til: Durdurmak, ara vermek, kesmek.
Hayat-ı içtimaiye: Toplum hayatı.
Nefs-i emmare: Kötü istek ve düşünceleri uyandırıp yapmaya kuvvetli şekilde zorlayan nefis.
Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı umûr-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer'iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder.
Zaruret: Zorunluluk, çaresizlik, şiddetli ihtiyaç.
Umûr-u uhreviye: Ahirete ait işler, öbür dünya ile ilgili işler.
Muvakkaten: Geçici olarak.
Ruhsat-ı şer'iye: İslam dininin müsadesi.
Binaen: Dayanarak.
Helâket: Yıkılma, mahvolma, felaket.
Zarar-ı dünyevî: Dünyaya ait zarar.
Umûr-u diniye: Dine ait işler, dinle ilgili işler.
Evet insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret-i maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celbetmiş ki; edna bir hacat-ı hayatiyeyi, büyük bir mes'ele-i diniyeye tercih ettiriyor. Bu acib asrın bu acib hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın tiryakmisal ilâçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet ederler. Öyle ise, her şeyden evvel onun dairesine girmeli. Sadakatla, tam metanet ve ciddî ihlas ve tam itimad ile ona yapışmak lâzım ki; o acib hastalığın tesirinden kurtulsun.
İnsaniyet: İnsanlık.
Hıfz-ı hayat: Hayatı koruma.
İsrafat: Savurganlıklar, gereksiz boşa harcamalar.
Fakr u zaruret-i maişet: Yoksulluk ve geçim sıkıntısı.
Ziyadeleşmesiyle: Çoğalmasıyla.
Şerait-i hayat: Hayat şartları.
Mütemadiyen: Devamlı olarak.
Ehl-i dalalet: İman ve isâm yolundan sapanlar.
Nazar-ı dikkat: Dikkatli bakış, dikkatle bakıp inceleme.
Edna: En aşağı. En küçük.
Hacat-ı hayatiye: Yaşantı ile ilgili ihtiyaçlar.
Mes'ele-i diniye: Dinle ilgili konu.
Acib: Şaşırtan, hayret uyandıran.
Maraz: Hastalık, dert, illet.
Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan: Anlatma tarzı mucize olan Kur'an.
Tiryakmisal: Çok tesirli ve harika iyileştirici özellikteki ilaç gibi.
Naşir: Neşreden, yayan.
Risale-i Nur: Nur risalesi. Bediüzzaman Said Nursinin(ra) Kur'anın imanla ilgili ayetlerini kaynak alarak imanın bütün şartlarını açıklayıp delillerle ispat ettiği çok değerli eserlerinin hepsine birden verilen isim.
Metin: Sağlam.
Sebatkâr: Yerinden oynamayan, devam eden, kararlı olan.
Sadık: Doğru, tam bağlı, dürüst.
Şakird: Talebe, öğrenci.
Mukavemet: Karşı koyma, dayanma, direnme, karşı gelme.
Sadakat: Gönülden bağlılık.
Metanet: Sağlamlık, kararlılık.
İtimad: Güvenmek.
bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hâssası şudur ki; hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı bâkiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani kırılacak bir cam parçasını, bâki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş. Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki:
Asr: Yüz yıl.
Hâssa: Özellik.
Hayat-ı dünyeviye: Dünyaya ait hayat, dünyadaki yaşantı.
Hayat-ı bâkiye: Bâki hayat, ölümsüz ve sonsuz hayat (Ahiret hayatı).
Bâki: Ebedî, sonsuz, ölümsüz olan.
Düstur: Umumi kaide, genel kural, temel prensip.
Nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa sair a'zâ vazifelerini kısmen bırakıp onun
imdadına koşar; öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı, zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede dercedilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbab ile yaralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmağa çalışıyor.
Uzv-u insanî: İnsana ait uzuv, insanın organı.
Sair: Diğer, başka.
A'zâ: Bedenin her bir uzvu.
Hırs-ı hayat: Hayat hırsı, yaşamaya aşırı düşkünlük.
Zevk-i hayat: Hayat zevki.
Fıtrat-ı insaniye: İnsanın yaratılıştan gelen yapısı.
Dercedilen: Yerleştirilen, koyulan.
Cihaz-ı insaniye: İnsanın donanımı.
Esbab: Sebepler.
Letaif: Latif duygular.
Sukut: Alçalma, düşme, inme.
Vazife-i hakikiye: Hakiki vazife, gerçek temel görev.
Hem nasılki bir cazibedar, sefihane ve sarhoşane şaşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini ta'til ederek iştirak ediyorlar; öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli fakat cazibeli ve elîm fakat meraklı bir vaziyet almış ki; insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.
Cazibedar: Çekici, beğenilen, hoş.
Sefihane: İslam dinine aykırı zevk ve eğlence hayatına düşkün şekilde.
Mesture: Örtülü.
Cazibe: Çekicilik.
Ta'til: Durdurmak, ara vermek, kesmek.
Hayat-ı içtimaiye: Toplum hayatı.
Nefs-i emmare: Kötü istek ve düşünceleri uyandırıp yapmaya kuvvetli şekilde zorlayan nefis.
Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı umûr-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer'iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder.
Zaruret: Zorunluluk, çaresizlik, şiddetli ihtiyaç.
Umûr-u uhreviye: Ahirete ait işler, öbür dünya ile ilgili işler.
Muvakkaten: Geçici olarak.
Ruhsat-ı şer'iye: İslam dininin müsadesi.
Binaen: Dayanarak.
Helâket: Yıkılma, mahvolma, felaket.
Zarar-ı dünyevî: Dünyaya ait zarar.
Umûr-u diniye: Dine ait işler, dinle ilgili işler.
Evet insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret-i maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celbetmiş ki; edna bir hacat-ı hayatiyeyi, büyük bir mes'ele-i diniyeye tercih ettiriyor. Bu acib asrın bu acib hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın tiryakmisal ilâçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet ederler. Öyle ise, her şeyden evvel onun dairesine girmeli. Sadakatla, tam metanet ve ciddî ihlas ve tam itimad ile ona yapışmak lâzım ki; o acib hastalığın tesirinden kurtulsun.
İnsaniyet: İnsanlık.
Hıfz-ı hayat: Hayatı koruma.
İsrafat: Savurganlıklar, gereksiz boşa harcamalar.
Fakr u zaruret-i maişet: Yoksulluk ve geçim sıkıntısı.
Ziyadeleşmesiyle: Çoğalmasıyla.
Şerait-i hayat: Hayat şartları.
Mütemadiyen: Devamlı olarak.
Ehl-i dalalet: İman ve isâm yolundan sapanlar.
Nazar-ı dikkat: Dikkatli bakış, dikkatle bakıp inceleme.
Edna: En aşağı. En küçük.
Hacat-ı hayatiye: Yaşantı ile ilgili ihtiyaçlar.
Mes'ele-i diniye: Dinle ilgili konu.
Acib: Şaşırtan, hayret uyandıran.
Maraz: Hastalık, dert, illet.
Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan: Anlatma tarzı mucize olan Kur'an.
Tiryakmisal: Çok tesirli ve harika iyileştirici özellikteki ilaç gibi.
Naşir: Neşreden, yayan.
Risale-i Nur: Nur risalesi. Bediüzzaman Said Nursinin(ra) Kur'anın imanla ilgili ayetlerini kaynak alarak imanın bütün şartlarını açıklayıp delillerle ispat ettiği çok değerli eserlerinin hepsine birden verilen isim.
Metin: Sağlam.
Sebatkâr: Yerinden oynamayan, devam eden, kararlı olan.
Sadık: Doğru, tam bağlı, dürüst.
Şakird: Talebe, öğrenci.
Mukavemet: Karşı koyma, dayanma, direnme, karşı gelme.
Sadakat: Gönülden bağlılık.
Metanet: Sağlamlık, kararlılık.
İtimad: Güvenmek.
Said Nursi
Son düzenleme: