Herşeyimiz bize Allah tarafından emanet olarak verilmiş. Emanetini yüklendiğimiz bedenizmiden, manevi his ve duygularımıza, sorumluluğunu üstlendiğimiz kişilere kadar herşey bize verilmiş emanetler. Geçici bir ömürle onların sorumluluğunu üstlenmişiz. Haliyle mal-mülk sahibi biz olmadığımıza göre, o varlıklarımızı Sahibinin rızası doğrultusunda kullanmak icap eder. Asıl mal-mülk sahibi de bunların nasıl kullanılması gerektiğini, hangi şekilde kullanılırsa zarar vereceğini, hangi şekilde kullanılırsa menfaat sağlayacağını Peygamberleri ve kitapları ve onlara tabi olan müfessirler aracılığıyla bizlere bildirmiş.
İnsan fıtraten iktisadla, israf olmayanla huzur bulur dünyada bile. Fıtratımızda israf yoktur. Allah bizim varlığımızda en ufak bir israfta bulunmamış. Zira O HakÎmdir, abes iş yapmaz. Bütün mevcudiyetimiz bir mizan ve denge içinde yaratılmış. Biz fıtrata aykırı davrandığımızda yani israfı alışkanlık edindiğimizde daha bu dünyada onun cezalarını çekmeye başlıyoruz. Mesela zamanda israfa çok uyumayı misal verebiliriz. Çok uyumak insan sağlığına menfi bir etkendir. Yine çok ve malayani konuşmak konuşmada ölçüsüzlüğe sebep olduğundan dilinin cezasını daha bu dünyada çekmeye vesiledir. Çok yemek yemek, mide rahatsızlıklarıyla ceza çekmeye vesiledir. Üstad hazretleri Altıncı Söz'de orta yolu ve olması gerekeni şu misallerle çiziyor. Ve yine burada olması gerekenin dışında kullanımın, o cihazatın kıymetini ne kadar düşüreceğinden de bahsediyor. Yani israf hem tıbben ve manen bu dünyada zarar olduğu gibi; ebedi olarak o cihazlardan yoksun olmayı ve istifade edememeyi de netice verebiliyor. Çünkü israf şükrün zıddırı. Şükür ise kulluğun en birinci sebeplerindendir. Şükür Risalelesine bakılabilir.
"Meselâ göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyirle şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve Onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mucizât-ı san’at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.
Meselâ dildeki kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.
İşte, ey akıl, dikkat et! Meş’um bir alet nerede, kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvad nerede, kütüphane-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil, iyi tat! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazine-i hassa-i rahmet nâzırı nerede?
Ve daha bunlar gibi başka aletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü’min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvafık bir mahiyet kesb eder. Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü’min imanıyla Hâlıkının emanetini Onun namına ve izni dairesinde istimal etmesidir. Ve kâfir hıyanet edip nefs-i emmâre hesabına çalıştırmasıdır."