S- Diyorsun ki teklif, saadet içindir. Halbuki ekser nâsın şekavetine sebeb, tekliftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?
C- Cenab-ı Hak verdiği cüz'-i ihtiyarî ile ef'al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeğe insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedîa olarak ekilen gayr-ı mütenahî tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı.
Evet nev'-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkîh eden yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tekliftir; hayat veren, peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemalât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı.
Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi nev'in saadetine de sebeb olmuştur.
Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarı ile küfrü kabul ve tekâlif-i İlahiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ızdıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir.
S- İnsanlardan büyük bir kısmın şekaveti meydanda iken, yalnız küçük bir kısmın saadeti nasıl nev'in saadetine sebeb olur ki, "Şeriat rahmettir" diyorsunuz. Halbuki nev'in saadeti, ya bütün efradın veya kısm-ı ekserîsinin saadetiyle olabilir?
C- Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad etse, bu tavuk, yumurta nev'ine hizmet etmiş olur. Çünki bir civciv, bin yumurtanın annesi olabilir.
Veya yüz tane çekirdek toprağa ekilse ve su ile sulanıp bilâhere yirmisi neşv ü nema bulup hurma ağacı olsa ve sekseni çürüyüp mahvolsa, yirmi çekirdeğin sünbüllenip ağaç olmasına sebeb olan su, elbette çekirdek nev'ine hizmet etmiş olur.
Veyahud bir maden ateşte eritilse, beşte biri altun, mütebâkisi toprak çıksa; elbette ateş, o madenin kemaline, saadetine sebeb olur.
Binaenaleyh teklif de insanların beşte birini kurtarsa, o beşte birin saadet-i nev'iyeye sebeb ve âmil olduğuna kat'iyyetle hükmedilebilir.
Maahâza yüksek hissiyat ile güzel ahlâkın neşv ü neması, ancak mücahede ve içtihadla olur. Evet sağ el, daima çalıştığı için, sol elden daha kuvvetlidir. Ve bir hükûmet, mücahede ettikçe cesareti artar, terkettiği zaman cesareti azalır ve binnetice cesaret de, hükûmet de söner, mahvolur.
Ve keza her şeyin ve her işin tekâmülü, zıdlarının mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Meselâ hidayetin tekâmülüne dalalet yardım ettiği gibi, imanın tekâmülüne de küfür yardım eder. Çünki küfür ve dalaletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü'minin imanı ve hidayeti, birden bine çıkar. Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. Ve bu iki cihet itibariyle teklif, saadet-i nev'iyenin yegâne âmilidir.
ﻭَﻣَﺎ ﻳُﻀِﻞُّ ﺑِﻪِٓ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟْﻔَﺎﺳِﻘِﻴﻦَ : Bu cümlenin mâkabliyle münasebeti:
Evet Kur'an-ı Kerim ﻳُﻀِﻞُّ ﺑِﻪِ ﻛَﺜِﻴﺮًﺍ cümlesinde dalalete atılanlar kimler olduğunu beyan etmeyip mübhem bıraktığından, sâmi' korktu. "Acaba o dalalete atılanlar kimlerdir? Sebeb nedir? Kur'anın nurundan zulmet nasıl geliyor?" diye sorduğu bu üç sual, şu cümle ile cevablandırılmıştır ki: "Onlar, fâsıklardır. Dalalete atılmaları, fısklarının cezasıdır. Fısk sebebiyle, fâsıklar hakkında nur nâra, ziya zulmete inkılab eder." Evet şemsin ziyasıyla, pis maddeler taaffün eder, kokar, berbad olur.
ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻳَﻨْﻘُﻀُﻮﻥَ ﻋَﻬْﺪَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻣِﻦْ ﺑَﻌْﺪِ ﻣِﻴﺜَﺎﻗِﻪِ ﻭَ ﻳَﻘْﻄَﻌُﻮﻥَ ﻣَٓﺎ ﺍَﻣَﺮَ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﺑِﻪِٓ ﺍَﻥْ ﻳُﻮﺻَﻞَ ﻭَ ﻳُﻔْﺴِﺪُﻭﻥَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ
Bu cümlenin evvelki cümle ile vech-i nazmı:
Evet bu cümle ile fısk, şerh ve beyan edilmiştir. Şöyle ki:
Fısk; haktan udûl, ayrılmak, hadden tecavüz, hayat-ı ebediyeden çıkıp terketmektir. Fıskın menşei; kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i şeheviye denilen üç kuvvetin ifrat ve tefritinden neş'et eder.
Evet ifrat veya tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani sahife-i âlemde yaratılan delail, uhûd-u İlahiye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ı Hak'la fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur.
Ve keza ifrat ve tefrit hayat-ı nefsiye ve ruhiyenin maraz ve hastalığını intac eden esbabdandır. Buna fıskın birinci sıfatı olan ﻳَﻨْﻘُﻀُﻮﻥَ ﻋَﻬْﺪَ ﺍﻟﻠَّﻪِ cümlesiyle işaret edilmiştir.
Ve keza ifrat ve tefrit, hayat-ı içtimaiyeye karşı isyan ateşini yakan iki âmildir. Evet bu âmiller hayat-ı içtimaiyeyi nizam ve intizam altına alan rabıtaları, kanunları keser atar. Evet şehvet veya gazab haddini aşarsa, ırz ve namuslar pay-mal olur, masumlar mahvolur. Buna da, fıskın ikinci sıfatı olan ﻭَ ﻳَﻘْﻄَﻌُﻮﻥَ ﻣَٓﺎ ﺍَﻣَﺮَ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﺑِﻪِٓ ﺍَﻥْ ﻳُﻮﺻَﻞَ cümlesiyle işaret edilmiştir.
Ve keza dünya nizamının bozulmasını intac edip fesad ve ihtilâle sebebiyet veren iki ihtilâlcidirler. Buna dahi, fıskın üçüncü sıfatı olan ﻭَ ﻳُﻔْﺴِﺪُﻭﻥَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ cümlesiyle işaret edilmiştir.
Evet fâsık olan kimsenin kuvve-i akliye ve fikriyesi itidali kaybedip safsatalara düşerse, itikadata ait rabıtaları kesmekle, hayat-ı ebediyesini yırtar atar.
Ve keza kuvve-i gazabiyesi hadd-i vasatı tecavüz ederse, hayat-ı içtimaiyenin hem yüzünü, hem astarını yırtar, altüst eder.
Ve keza kuvve-i şeheviyesi haddi aşarsa heva-i nefse tâbi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye zâil olur, kendisi berbad olacağı gibi başkalarını da berbad edecektir. Bu itibarla fâsıklar hem nev'inin zararına, hem Arz'ın fesadına çalışmış olur.
ﺍُﻭﻟَٓﺌِﻚَ ﻫُﻢُ ﺍﻟْﺨَﺎﺳِﺮُﻭﻥَ : Bu cümle, evvelki cümlenin neticesi ve aynı zamanda te'kididir. Şöyle ki:
Evvelki cümlede ahdi bozmak, sıla-i rahmi kesmek, Arz'da fesad yapmak gibi fâsıkın cinayetlerini korkunç bir şekilde söyledikten sonra, bu cümlede evvelki tehdid ve korkuyu te'kid için, fâsıkın cinayetlerinin netice ve cezasını şöyle beyan etmiştir: O fâsıklar, âhiretlerini verip dünyayı aldıkları gibi, hidayeti dalaletle tebdil eden kafasız adamlardır.
Şimdi üçüncü vazifeye geldik. Yani bu âyetin ihtiva ettiği cümlelerin heyetlerinden bahsedeceğiz:
Evvelâ bunu bilmek lâzımdır ki, Kur'an-ı Kerim'in âyetleri ve âyetlerin cümleleri ve cümlelerin heyetleri; sâniye, dakika, saatleri sayan saatin milleri gibidirler. Millerin her ikincisi birincisine yardım ettiği gibi, bir âyet bir maksadı takib ettiği zaman, cümleleri de o maksadın etrafında dolaşırlar; cümlelerin heyetleri dahi, cümlelerin izini takib ediyorlar. Vaziyetleri öyle bir noktaya gelir ki; halleri, lisan-ı hal ile şu beyti okuyor:
ﻋِﺒَﺎﺭَﺍﺗُﻨَﺎ ﺷَﺘَّﻰ ﻭَ ﺣُﺴْﻨُﻚَ ﻭَﺍﺣِﺪٌ ﻭَ ﻛُﻞٌّ ﺍِﻟَﻰ ﺫَﺍﻙَ ﺍﻟْﺠَﻤَﺎﻝِ ﻳُﺸِﻴﺮُ
Yani: "Söylediğimiz sözler ayrı ayrı ise de, senin hüsnün birdir. Bütün sözlerimiz, o hüsn-ü cemale işaret ediyorlar."
Bunun içindir ki, Kur'an-ı Kerim'in selaseti ve yüksek belâgatı ve nakşındaki inceliği tabaka-i i'caza vâsıl olmuştur.
ﺍِﻥَّ ﺍﻟﻠَّﻪَ ﻟﺎَ ﻳَﺴْﺘَﺤْﻴِٓﻰ ﺍَﻥْ ﻳَﻀْﺮِﺏَ ﻣَﺜَﻠﺎً ﻣَﺎ ﺑَﻌُﻮﺿَﺔً ﻓَﻤَﺎ ﻓَﻮْﻗَﻬَﺎ Bu cümledeki kelimelerin nüktelerinden bahsedeceğiz:
ﺍِﻥَّ kelimesi, hem hükmün hakikata bağlı olduğuna, hem hükümde vaki' olan tereddüd ve inkârların def'ine delalet eder. Öyle ise bu ﺍِﻥَّ , âyetin başında zikredilen müteselsil tereddüdlere işarettir.
ﺍَﻟﻠَّﻪ kelimesi, bundan önce zikredilen Cenab-ı Hak ile mümkinat arasında yaptıkları kıyastaki hatayı, zihnin gözüne sokuyor. Yani "Nasıl Allah diyorsunuz ve nasıl Allah'ı mümkinata kıyas ediyorsunuz, Allah ünvanını taşıyan zât, mümkinata kıyas edilebilir mi?"
S- ﻟﺎَ ﻳَﺴْﺘَﺤْﻴِﻰ Hayâ, nefsin sıkılmasıyla yüzde peyda olan kızartıdan ibaret olduğundan, Cenab-ı Hak hakkında bu kelimenin kullanılması muhaldir; muhali nefyetmekte faide yoktur. Binaenaleyh ﻟﺎَ ﻳَﺴْﺘَﺤْﻴِﻰ yerinde ﻟﺎَ ﻳَﺘْﺮُﻙُ denilmiş olsaydı, muhaliyete mahal kalmazdı?
C- Baûda ile yapılan temsili iktiza eden ve hüsnünü takdir eden hikmet, belâgat vesaire gibi esbaba karşı temsili terketmek isteyen, hayâdan maada tek bir esbab yoktur. Hayâ da Cenab-ı Hak hakkında muhaldir. Öyle ise o temsili terketmeye aslâ sebeb bulunmadığına işareten, ﻟﺎَ ﻳَﺴْﺘَﺤْﻴِﻰ kelimesi ﻟﺎَ ﻳَﺘْﺮُﻙُ kelimesine tercih edilmiştir. Çünki ﻟﺎَ ﻳَﺘْﺮُﻙُ kelimesi, bu manayı ifade edemez. Yahut ﻳَﺴْﺘَﺤْﻴِﻰ nin zikri, onların ahmakçasına söyledikleri ﺍَﻣَﺎ ﻳَﺴْﺘَﺤْﻴِﻰ ﺭَﺏُّ ﻣُﺤَﻤَّﺪٍ ﺍَﻥْ ﻳُﻤَﺜِّﻞَ ﺑِﻬَﺬِﻩِ ﺍﻟْﻤُﺤَﻘَّﺮَﺍﺕِ yani "Muhammed'in Rabbi bu hakir şeylerden temsil getirmeye hayâ etmez mi?" diye söyledikleri sözlerindeki ﻳَﺴْﺘَﺤْﻴِﻰ kelimesine müşakelet ve müşabehet içindir.
Kur'an-ı Kerim belâgatça kıymetli olan ﻣُﺸَﺎﻛَﻠَﺔً ﻓِﻰ ﺍﻟﺼُّﺤْﺒَﺔِ üslûbuna binaen, onların kullandıklarıﻳَﺴْﺘَﺤْﻴِﻰ kelimesini aynen kullanmıştır. Onların bu sözlerine müşakelet ve müşabehet nokta-i nazarından ﺍَﻥْ ﻳَﻀْﺮِﺏَ yerinde ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻤَﺜَﻞِ ﺍﻟْﺤَﻘِﻴﺮِ denilmesi, müşabeheti saklamak için daha münasib olurdu. Fakat bu münasebetin nazara alınmaması, latif bir üslûba işarettir ki: Temsiller, mühür veya imzalar gibi tasdik ve isbat içindir. Nasılki yazılan bir şey mühürlenmekle tasdik edilmiş olur; aynen bunun gibi, söylenilen bir söz de bir misal ile tasdik ve isbat edilmiş olur.
Yahut ﺍَﻥْ ﻳَﻀْﺮِﺏَ ile paranın darbına îma edilmiştir. Yani temsillerin darbı ve darb-ı meseller, sikkenin darbı kadar kelâma kıymet veriyor. Yani nasılki sikke; gümüş ve altuna kıymet veriyor, darb-ı meseller de kelâmlara o nisbette kıymet ve itibar veriyor. Ve bu işaretle, vehimleri def'etmek için temsillerin güzel bir vasıta olduklarına ve temsillerin bid'a olmayıp belâgat sahasında işlek ve güzel bir cadde olduğuna îma edilmiştir.
Evet durub-u emsal, malûm kaidelerdendir. Daha kısa ve muhtasar olan ﺿَﺮْﺏ masdarı üzerine ﺍَﻥْ ﻳَﻀْﺮِﺏَ nin fiil sîgasıyla tercihan zikredilmesi, itirazlarının menşei bizzât temsil olmayıp, baûdanın hakareti olduğuna işarettir. Çünki temsiller haddizâtında kıymetli olup, itirazlara mahal değildirler. Ziraﺍَﻥْ ﻳَﻀْﺮِﺏَ fiildir. Fiil, müstakil ve sabit olmadığından, sanki latiftir. Mütekellimin kasdı onda durmuyor, mef'ule geçiyor. Masdar olan "darb" ise isimdir. İsim, müstakil ve sabit olduğu için sanki kesiftir. Mütekellimin kasdını cezbedip, mef'ule vermemesi ihtimali vardır. Binaenaleyh ﺍِﻥَّ ﺍﻟﻠَّﻪَ ﻟﺎَ ﻳَﺴْﺘَﺤْﻴِﻰ ﺿَﺮْﺏَ ﺍﻟْﺒَﻌُﻮﺿَﺔِ ﻣَﺜَﻠﺎً denilmiş olsaydı; istihya mahalli, "darb" olurdu. Halbuki istihyanın mahalli, "baûda"dır.
ﻣَﺜَﻠﺎً : Bundan murad, temsilin hâsiyeti olan aklî bir şeyi, hissî bir şeyle ve aslı olmayan mevhum birşeyi muhakkak ve mevcud olan bir şeyle ve gaib olan birşeyi, hazır bir şeyle tasvir etmektir.
ﻣَﺜَﻠﺎً deki tenkirden anlaşılır ki, burada medar-ı nazar, bizzât meselin zâtıdır, sıfatları değildir. Sıfatları ise makamın iktizasına veya mümessel-i lehin haline havale edilmiştir.
ﻣَﺎ tamimi ifade ettiğinden, kaidenin umumî olduğuna işarettir ki, cevab yalnız onların itiraz ettikleri şeye münhasır kalmasın.
ﺑَﻌُﻮﺿَﺔً : Pek çok küçük ve hakir şeyler ve hayvanlar bulunduğu halde baûdanın tahsisi, ind-el bülega temsil için istimali çok olduğuna binaendir.
ﻓَﻤَﺎ ﻓَﻮْﻗَﻬَﺎ Yani: Kıymet ve belâgatça baûdanın (sinek) mâfevki veya küçüklükte baûdanın madûnu veyahud hem kıymette hem küçüklükte baûdanın madûnu olan şeyler. Fakat ﻣَﺎ ﻓَﻮْﻗَﻬَﺎtabiri, küçük şeyin belâgatça daha garib, hilkatçe daha acib olduğuna işarettir.
ﻓَﺎَﻣَّﺎ ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﺍَﻣَﻨُﻮﺍ ﻓَﻴَﻌْﻠَﻤُﻮﻥَ ﺍَﻧَّﻪُ ﺍﻟْﺤَﻖُّ ﻣِﻦْ ﺭَﺑِّﻬِﻢْ ﻭَ ﺍَﻣَّﺎ ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻛَﻔَﺮُﻭﺍ ﻓَﻴَﻘُﻮﻟُﻮﻥَ ﻣَﺎﺫَٓﺍ ﺍَﺭَﺍﺩَ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﺑِﻬَﺬَﺍ ﻣَﺜَﻠﺎً
Bu cümlenin evvelki cümleden teferru' ve teşa'ub ettiğini ifade eden ﻑ , bu cümleyi her iki şıkkıyla intac eden zımnî ve gizli bir delile işarettir. Tasviri şöyle olsa gerektir:
Cenab-ı Hak, temsili terketmez. Zira belâgatın iktiza ettiği bir temsildir. Belâgatın iktiza ettiği şey terkedilmez. Öyle ise Cenab-ı Hak bu temsili terketmez.
Binaenaleyh insafı olan, o temsilin belig, hak ve Allah'tan olduğunu bilir. İnad ile bakan adam ise hikmetini bilmez, tereddüde düşer, sorar, sual eder, en nihayet istihkar ile inkâra girer.
Hülâsa: Mü'min, insaflı olduğu için Allah'tan olduğunu tasdik eder. Kâfir olan adam inadcı olduğundan, "Bunda ne faide var?" der.
ﺍَﻣَّﺎ : Bu ﺍَﻣَّﺎ şart edatıdır. Dâhil olduğu her iki cümleyi birincisi melzum, ikincisi lâzım; veya evvelkisi şart, ötekisi meşrut olmak üzere, ikincisini birinci ile bağlar.
Evet bu ﺍَﻣَّﺎ, iki cümle arasında lüzumu tesis etmek için vaz'edilmiştir. Binaenaleyh burada ﻓَﻴَﻌْﻠَﻤُﻮﻥَ ﺍَﻧَّﻪُ ﺍﻟْﺤَﻖُّ cümlesinin ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ ﺍَﻣَﻨُﻮﺍ cümlesine lâzım ve zarurî olduğuna delalet eder. Yani imanı olanın şe'ni, onun hak olduğunu bilmektir.
Kendisinden daha kısa olan ﺍَﻟْﻤُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ kelimesine bedel ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ ﺍَﻣَﻨُﻮﺍ denilmesi, onun hak olduğunu bilmek iman sebebiyle olduğuna ve keza onun hak olduğunu bilmek iman olduğuna işarettir.
Belâgat nokta-i nazarından makama daha münasib olan ﺍَﻧَّﻪُ ﺍﻟْﺒَﻠِﻴﻎُ cümlesine tercihan ﺍَﻧَّﻪُ ﺍﻟْﺤَﻖُّ denilmesi, onların itirazlarından kasdettikleri son neticeye işarettir. Çünki onların maksadları, Allah'tan olduğunu nefyetmektir.
ﺍَﻧَّﻪُ ﺍﻟْﺤَﻖُّ : hakkaniyetin o temsile hasredilmesinden anlaşılır ki, takbih edilmeyip istihsan edilen yalnız baûda temsilidir. Baûdanın gayrısı ve baûdadan daha iyisi, ayıblardan hâlî olsa bile, belâgatça baûdanın yerini tutamaz. Çünki yalnız ayıblardan selâmet, kemale delil olamaz.
ﻣِﻦْ ﺭَﺑِّﻬِﻢْ : O temsilin, Rablarından nâzil olduğunu ifade eden bu kayıd, onlar itirazlarına hedef ittihaz ettikleri, o temsilin nüzulü olduğuna işarettir.
ﻭَ ﺍَﻣَّﺎ ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻛَﻔَﺮُﻭﺍ : Bu ﺍَﻣَّﺎ evvelki ﺍَﻣَّﺎ gibi mâkabllerindeki icmali tafsil etmekle, tahkik ve te'kidi ifade ediyor.
ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻛَﻔَﺮُﻭﺍ nun ﺍَﻟْﻜَﺎﻓِﺮُﻭﻥَ kelimesine tercihan zikredilmesi, onların bu inkârı, kalblerinde rüsuh peyda eden küfürden neş'et ettiğine ve onun için onları yine küfre götürdüğüne işarettir.
Evvelki cümledeki ﻳَﻌْﻠَﻤُﻮﻥَ nin mutabakatı için burada ﻓَﻠﺎَ ﻳَﻌْﻠَﻤُﻮﻥَ denmesi münasib iken, onun yerine zikredilen ﻓَﻴَﻘُﻮﻟُﻮﻥَ îcaz ve ihtisar için mukadder olan hallerden kinayedir. Takdir-i kelâm: "Küfrü olan adam, hakikatı bilmez, tereddüde düşer, inkâra girer, istifham şeklinde istihkar eder, hakir görür." Ve keza kendileri dalalette oldukları gibi, ağızlarıyla halkı da dalalete sürüklediklerine işarettir.
ﻳُﻀِﻞُّ ﺑِﻪِ ﻛَﺜِﻴﺮًﺍ ﻭَ ﻳَﻬْﺪِﻯ ﺑِﻪِ ﻛَﺜِﻴﺮًﺍ : Bu cümleden evvelki cümlede ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ ﺍَﻣَﻨُﻮﺍ mukaddem olduğuna nazaran, burada ona münasib olan ﻳَﻬْﺪِﻯ ﺑِﻪِ nin takdimi lâzım iken, ﻳُﻀِﻞُّ ﺑِﻪِ takdim edilmiştir. Çünki bu kelâmdan maksad, inkâr edenlerin itirazlarını reddetmektir. Buna binaen ﻳُﻀِﻞُّ ﺑِﻪِ kesb-i ehemmiyet ettiğinden, takdim hakkını kazanmıştı