Mesnevi-i Nuriye

Ahmet.1

Well-known member
Nükte

Arkadaş!
ﻧَﻌْﺒُﺪُ deki "nun"un ifade ettiği cem' ve cemaat, fikri ve kalbi ayık olan musallînin nazarında sath-ı arzı bir mescid şekline getirir. Ve bütün mü'minlerden teşekkül etmiş, şarktan garba kadar dizilmiş safları hâvi o cemaat-ı kübra içinde namaz kıldığını ihtar ettirir.

Ve keza
ﻟﺎَٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪُ olan kelime-i zikriyeyi bir insan vird-i zeban ettiği zaman, zamanı bir halka-i zikir tahayyül etmekle o halkanın sağ tarafı olan mazi cihetinde enbiyanın, sol tarafı olan istikbal cihetinde de evliyanın oturup cemaatle zikrettiklerini ve kendisi de o cemaat-ı uzma içinde bulunarak şu kubbe-i minayı dolduran yüksek İlahî ve tatlı sadâlarına iştirak ettiğini tahayyül etsin. Kuvve-i hayaliyesi daha keskin olanlar da kâinat mescidinde bütün masnuatın teşkil ettikleri halka-i zikirlerine girsin, şu fezayı velvelelendiren o sadâları dinlesin.
 

Ahmet.1

Well-known member
Nokta

Cenab-ı Hakk'ın masivasına yapılan muhabbet iki çeşit olur. Birisi, yukarıdan aşağıya nâzil olur. Diğeri, aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:

Bir insan en evvel muhabbetini Allah'a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah'ın sevdiği herşeyi sever ve mahlukata taksim ettiği muhabbeti, Allah'a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.

İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah'ı sevmeğe vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazan da kavî bir esbaba rast gelir. Onun muhabbetini mana-yı ismiyle tamamen cezbeder, helâkete sebeb olur. Şayet Allah'a vâsıl olsa da, vusulü nâkıs olur...
 

Ahmet.1

Well-known member
Nükte

ﻭَﻣَﺎ ﻣِﻦْ ﺩَٓﺍﺑَّﺔٍ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ﺍِﻟﺎَّ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺭِﺯْﻗُﻬَﺎ âyet-i kerimesiyle, rızk taahhüd altına alınmıştır. Fakat, rızk dediğimiz iki kısımdır: Hakikî rızk, mecazî rızk. Yani zarurî var, gayr-ı zarurî var.

Âyetle taahhüd altına alınan, zarurî kısmıdır. Evet hayatı koruyacak derecede gıda veriliyor. Cisim ve bedenin semizliği ve za'fiyeti, rızkın çok ve az olduğuna bakmaz. Denizin balıklarıyla karanın patlıcanları şahiddir. Mecazî olan rızk ise, âyetin taahhüdü altında değildir. Ancak sa'y ve kesbe bağlıdır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Nokta

Arkadaş! Masum bir insana veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı esbab ve hikmetler vardır. Yalnız meşiet-i İlahiyenin düsturlarını hâvi şeriat-ı fıtriye ahkâmı, aklın vücuduna tâbi değildir ki, aklı olmayan bir şeye tatbik edilmesin. O şeriatın hikmetleri kalb, his, istidada bakar. Bunlardan husule gelen fiillere, o şeriatın hükümleri tatbik ile tecziye edilir. Meselâ: Bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse, şeriat-ı fıtriyenin ahkâmından olan hiss-i şefkate muhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten dolayı, düşüp başı kırılırsa müstehak olur. Çünki bu musibet, o muhalefete cezadır. Veya dişi bir kaplan, öz evlâdlarına olan şiddet-i şefkat ve himayeyi nazara almayarak, zavallı ceylanın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapar. Sonra bir avcı tarafından öldürülür. İşte hiss-i şefkat ve himayeye muhalefet ettiğinden, ceylana yaptığı aynı musibete maruz kalır.

İhtar:
Kaplan gibi hayvanların helâl rızıkları, ölü hayvanlardır. Sağ hayvanları öldürüp rızık yapmak, şeriat-ı fıtriyece haramdır.
 

Ahmet.1

Well-known member
İTİZAR

Arkadaş! Bu risale, Kur'anın bazı âyâtını şuhudî bir tarzda beyan eden bir nevi tefsirdir. Ve hâvi olduğu mesail, Furkan-ı Hakîm'in cennetlerinden koparılmış bir takım gül ve çiçekleridir. Fakat ibaresindeki işkal ve îcazdan tevahhuş edip, mütalaasından vazgeçme... Mütalaasına tekrar ile devam edilirse, me'luf ve me'nus bir şekil alır.

Kezalik nefsin temerrüdünden de korkma. Çünki benim nefs-i emmarem bu risalenin satvetine dayanamıyarak inkıyada mecbur olduğu gibi, şeytanım da
ﺍَﻳْﻦَ ﺍﻟْﻤَﻔَﺮُّ diye bağırdı. Sizin nefis ve şeytanlarınız benim nefis ve şeytanımdan daha âsi, daha tâgi, daha şakî değiller.

Kezalik Birinci Bâb'da tevhidin beyanı için zikredilen delillerde vaki' olan tekrarları, faidesiz zannetme. Hususî makamlarda, ihtiyaca binaen zikredilmişlerdir. Evet hatt-ı harbde siperde oturup müdafaa eden bir nefer, etrafında bulunan boş siperlere gitmeyip, bulunduğu siper içinde diğer bir pencereyi açması elbette bir ihtiyaca binaendir.

Kezalik bu risalelerin ibarelerindeki işkal ve iğlakın, keyf için ihtiyarımdan çıkmış olduğunu zannetme. Çünki bu risale, dehşetli bir zamanda, nefsimin hücumuna karşı yapılan âni ve irticalî bir münakaşadır. Kelimeleri, o müdhiş mücadele esnasında zihnimin eline geçen dikenli kelimelerdir. O ateşle nurun karıştıkları bir hengâmda, başım dönmeğe başlıyordu. Kâh yerde, kâh gökte, kâh minarenin dibinde, kâh minarenin şerefesinde kendimi görüyordum. Çünki takib ettiğim yol, akıl ile kalb arasında yeni açılan berzahî bir yoldur. Akıldan kalbe, kalbden akıla inip çıkmaktan bîzar olmuştum. Bunun için, bir nur bulduğum zaman, hemen üstüne bir kelime bırakıyordum. Fakat o nurların üstüne bıraktığım kelime taşları, delalet için değildi. Ancak kaybolmamak için birer nişan ve birer alâmet olarak bırakırdım. Sonra baktım ki, o zulmetler içinde bana yardım eden o nurlar, Kur'an güneşinden ilham edilen misbah ve kandillerdi.


ﺍَﻟﻠَّﻬُﻢَّ ﺍﺟْﻌَﻞِ ﺍﻟْﻘُﺮْﺍَﻥَ ﻧُﻮﺭًﺍ ﻟِﻌُﻘُﻮﻟِﻨَﺎ ﻭَ ﻗُﻠُﻮﺑِﻨَﺎ ﻭَ ﺍَﺭْﻭَﺍﺣِﻨَﺎ ﻭَ ﻣُﺮْﺷِﺪًﺍ ﻟِﺎَﻧْﻔُﺴِﻨَﺎ ﺍَﻣِﻴﻦَ ﺍَﻣِﻴﻦَ ﺍَﻣِﻴﻦَ
 

Ahmet.1

Well-known member
Katre'nin Zeyli

ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠَّﻪِ ﺭَﺏِّ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻤِﻴﻦَ ﻭَﺍﻟﺼَّﻠﺎَﺓُ ﻭَﺍﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻰ ﺳَﻴِّﺪِﻧَﺎ ﻣُﺤَﻤَّﺪٍ ﻭَﻋَﻠَٓﻰ ﺍَﻟِﻪِ ﻭَﺻَﺤْﺒِﻪِٓ ﺍَﺟْﻤَﻌِﻴﻦَ



Remz

Arkadaş! Vaktin evvelinde, Kâ'be'yi hayalen nazara almakla namaz kılmak mendubdur ki, birbirine giren daireler gibi Beyt'in etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyt'i ihata ettikleri gibi, en uzak safların da âlem-i İslâmı ihata etmiş olduğunu hayal ile görsün. Ve o saflara girmekle, o cemaat-ı uzmaya dâhil olsun ki, o cemaatın icma ve tevatürü, onun namazda söylediği her davaya ve her bir sözüne bir hüccet ve bir bürhan olsun.

Meselâ: Namaz kılan
ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠَّﻪِ dediği zaman, sanki o cemaat-ı uzmayı teşkil eden bütün mü'minler "Evet doğru söyledin" diye onun o sözünü tasdik ediyorlar. Ve bu tasdikler, hücum eden evham ve vesveselere karşı manevî bir kalkan vazifesini görür. Ve aynı zamanda, bütün hâsseleri, latifeleri, duyguları o namazdan zevk ve hisselerini alırlar. Yalnız musallînin Kâ'be'ye olan şu hayalî nazarı, kasdî değil tebaî bir şuurdan ibaret bulunmalıdır.

İhtar: Sath-ı Arz mescidini mütehalif ve muntazam harekâtıyla tezyin eden o cemaat-ı uzmanın, satırları andıran saflarının o güzel manzarası muhafaza edilmek üzere, âlem-i misal sahifesinde kalem-i kader ile, İlahî bir fotoğrafla tersim ve terkim edilmekte olduğu ihtimal ve imkândan halî değildir.



Remz

Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Herbir sünnet veya bir hadd-i şer'î, zulmetli dalalet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda insan, zerre-miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse; şeytanlara mel'ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır.

Ve keza o sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semaya çıkmak hamakatında bulunan Firavun gibi bir firavun olur...
 

Ahmet.1

Well-known member
Remz

Arkadaş! Nefiste öyle dehşetli bir nokta ve açılmaz bir ukde var ki, zıdları birbirinden tevlid eder. Ve aleyhte olan her bir şeyi lehte zanneder.

Meselâ güneşin eli sana yetişir, ziyasıyla başını okşar. Fakat senin elin ona yetişemez ve senin keyfin üzerine hareket etmez. Demek şemsin sana karşı iki ciheti vardır: Biri kurb, diğeri bu'd. Eğer senin ondan baîd olduğun cihetle "O bana tesir edemez" ve onun sana karib olduğu cihetle "Ona tesir edebilirim" desen, cehlini ilân etmiş olursun.

Kezalik Hâlık ile nefis arasında da bir kurb ve bu'd vardır. Kurb Hâlıkındır, bu'd nefsindir. Eğer nefis uzaklığı cihetiyle enaniyet ile Hâlıka bakıp, "Bana tesir edemez" diye bir ahmaklıkta bulunursa dalalete düşer. Ve keza nefis mükâfatı gördüğü zaman "Keşke ben de öyle yapaydım, böyle olaydım" der. Mücazatın şiddetini de gördüğü vakit, teâmî ve inkâr ile kendisini teselli eder.

Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'ali sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahid tutmamıştır. İmam-ı Rabbanî'nin (R.A.) dediği gibi: "Melikin atiyyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir."


Remz

Arkadaş! Bilhâssa muztar olanların dualarının büyük bir tesiri vardır. Bazan o gibi duaların hürmetine, en büyük bir şey en küçük bir şeye müsahhar ve muti' olur.

Evet kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir masumun duası hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar.

Demek dualara cevab veren Zât, bütün mahlukata hâkimdir. Öyle ise, bütün mahlukata dahi Hâlıktır.


Remz

Kardeşlerim! Nefsin en mühim bir hastalığı da şudur ki; küllü cüz'de, büyüğü küçükte görmek istiyor. Göremediği takdirde red ve inkâr eder.

Meselâ: Küçük bir kabarcıkta, güneşin tamamıyla tecelliyatını ister. Bunu göremediği için, o kabarcıktaki cilvenin güneşten olduğunu inkâr eder. Halbuki şemsin vahdeti, tecelliyatının da vahdetini istilzam etmez.

Ve keza delalet etmek tazammun etmeği iktiza etmez. Meselâ: Kabarcıktaki güneşin cilvesi güneşin vücuduna delalet eder, fakat güneşi tazammun edemez, yani içine alamaz.

Ve keza bir şeyi bir şeyle tavsif edenin, o şeyle muttasıf olması lâzım gelmez. Meselâ, şeffaf bir zerre, şemsi tavsif eder, fakat şems olamaz. Bal arısı Sâni'-i Hakîm'i vasıflandırır, amma Sâni' olamaz...


Remz

Arkadaş! Küfür yolunda yürümek, buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikelidir.

İman yolu ise, suda, havada, ziyada yürümek ve yüzmek gibi pek kolay ve zahmetsizdir.

Meselâ: Bir insan, gövdesinin cihat-ı sittesini güneşlendirmek istediği zaman, ya bir Mevlevî gibi dönerek gövdesinin her tarafını güneşe karşı getirir veya güneşi o mesafe-i baîdeden celb ile gövdesinin etrafında döndürecektir. Birinci şık, tevhidin kolaylığına misaldir. İkincisi de, küfrün zahmetlerine misaldir.

Sual: Şirk bu kadar zahmetli olduğu halde ne için kâfirler kabul ediyorlar?

Cevab: Kasden ve bizzât kimse küfrü kabul etmez. Yalnız şirk heva-i nefislerine yapışır. Onlar da içine düşer; mülevves, pis olurlar. Ondan çıkması müşkilleşir.

İman ise, kasden ve bizzât takib ve kabul edilmekle kalbin içine bırakılır.


Remz

Arkadaş! Bir kelime-i vâhidenin işitilmesinde, bir adam, bin adam birdir. Yaratılış hususunda da -Kudret-i Ezeliyeye nisbeten- bir şey, bin şey birdir. Nev' ile ferd arasında fark yoktur.


Remz

Arkadaş! Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve manevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur'anın hârikulâde haiz olduğu câmiiyet ve vüs'at ile beraber, tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı müraat ve okşamalar, bilhâssa en büyük tabakayı teşkil eden avam-ı nâsın fehmini okşayarak, tevcih-i hitab esnasında yaptığı tenezzülât, Kur'anın kemal-i belâgatına delil ve bahir bir bürhan olduğu halde, hasta olan nefislerin dalaletine sebeb olmuştur. Çünki zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. İnsanlar fikirce, hisce, zekâca, gabavetçe bir değildir. Kur'an mürşiddir, irşad umumî oluyor. Bunun için, Kur'an'ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, muhatabların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur. Hakikat-ı hal bu merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeşitlerini Kur'anın herbir ifadesinde aramak hata olduğu gibi; muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadıyla mütekellime bakan elbette dalalete düşer.
 

Ahmet.1

Well-known member
Remz

Arkadaş! Dünyanın üç vechi vardır:

Birisi: Âhirete bakar. Çünki onun mezraasıdır.

İkincisi: Esma-i hüsnaya bakar. Çünki onların mekteb ve tezgâhlarıdır.

Üçüncüsü: Kasden ve bizzât kendi kendine bakar. Bu vecihle insanların hevesatına, keyiflerine ve bu fâni hayatın tekâlifine medar olur.

Nur-u imanla dünyanın evvelki iki vechine bakmak, manevî bir cennet gibi olur. Üçüncü vecih ise, dünyanın fena yüzüdür ki zâtî ve ehemmiyetli bir kıymeti yoktur...


Remz

Arkadaş! İnsanın vücudu, bedeni, emval-i mîriyeden bir neferin elinde bulunan bir hayvan gibidir. O nefer, o hayvanı beslemeğe ve hizmetine mükellef olduğu gibi, insan da o vücudu beslemeğe mükelleftir.

Aziz kardeşlerim! Burada bana bu sözü söylettiren, nefsimle olan bir münakaşamdır. Şöyle ki:

Mehasiniyle mağrur olan nefsime dedim ki:

- Sen bir şeye mâlik değilsin, nedir bu gururun?

Dedi ki:

- Madem mâlik değilim, ben de hizmetini görmem.

Dedim ki:

- Yahu bu sineğe bak! Gayet küçücük zarif elleriyle kanatlarını, gözlerini siler süpürür. Her işini görür. sen de lâakal onun kadar vücuduna hizmet etmelisin, diye ikna ettim.

Takdis ederiz o zâtı ki, bu sineğe nezafeti ilhamen öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onun ile nefsimi ikna ve ilzam ederim.


Remz

İnsanı dalaletlere sürükleyen cihetlerden biri de şudur ki:

İsm-i Zahir ile ism-i Bâtın'ın hükümleri ayrı ayrı oluyor; bunları birbirine karıştırıp merci'lerini kaybetmek mahzurludur.

Kezalik kudretin levazımı ile hikmetin levazımı bir değildir. Birisine ait levazımatı ötekisinden taleb etmek hatadır.

Ve keza daire-i esbabın iktizası ile daire-i itikad ve tevhid'in iktizası bir değildir. Onu bundan istememeli.

Ve keza kudretin taallukatı ayrı, vücudun cilveleri veya sair sıfatın tecelliyatı ayrıdır. Birbirine iltibas edilmemeli. Meselâ: Dünyada vücudun tedricîdir. Berzahî âyinelerde âni ve def'îdir. Çünki icad ile tecelli arasında fark vardır.


Remz

Arkadaş! İslâmiyet, bütün insanlara bir nur, bir rahmettir. Kâfirler bile onun rahmetinden istifade etmişlerdir. Çünki İslâmiyet'in telkinatıyla küfr-ü mutlak, inkâr-ı mutlak; şek ve tereddüde inkılab etmiştir. O telkinatın kâfirlerde de yaptığı in'ikas ve tesirat sayesinde, kâfirlerin, hayat-ı ebediye hakkında ümidleri vardır. Bu sayede, dünya lezzetleri ve saadeti onlarca tamamıyla zehirlenmez. Bütün bütün o lezzetler elemlere inkılab etmez. Yalnız tereddüdleri vardır. Tereddüd ise, her iki tarafa baktırır. Deve kuşu gibi, tam manasıyla ne kuş olur ve ne de deve olur. Ortada kalarak her iki tarafın zahmetinden kurtulur.
 

Ahmet.1

Well-known member
Remz

Arkadaş! Nefis, tenbellik saikasıyla vazife-i ubudiyetini terk ettiğinden tesettür etmek istiyor. Yani, onu görecek bir rakibin gözü altında bulunmasını istemiyor. Bunun için bir Hâlıkın, bir Mâlikin bulunmamasını temenni eder. Sonra mülahaza eder. Sonra tasavvur eder. Nihayet, ademini, yok olduğunu itikad etmekle dinden çıkar. Halbuki, kazandığı o hürriyetler, adem-i mes'uliyetler altında ne gibi zehirler, yılanlar, elîm elemler bulunduğunu bilmiş olsa derhal tövbe ile vazifesine avdet eder.


Remz

Arkadaş! Her bir insanın bir nokta-i istinadı bulunduğuna nazaran, istinad noktalarının tefavütüne göre insanların yapabileceği işler de tefavüt eder. Meselâ: Büyük bir sultana istinadı olan bir nefer, bir şahın yapamadığı bir işi yapar. Çünki nokta-i istinadı şahtan büyüktür.

Evet kudret-i ezeliye tarafından memur edilen baûda yani sivrisineğin Nemrud'a olan galebesi; ve bir çekirdeğin "Fâlik-ul Habbi Ve-n Neva" tarafından verilen izin ve kuvvete binaen koca bir ağacın cihazatını, malzemesini tazammun etmesi, yani içine alması bu hakikatı tenvir eden bir hakikattır.


Remz

Arkadaş! "Katre" namındaki eserimde Kur'an'dan ilhamen takib ettiğim yol ile ehl-i nazar ve felsefenin takib ettikleri yol arasındaki fark şudur:

Kur'andan tavr-ı kalbe ilham edilen Asâ-yı Musa gibi, manevî bir asâ ihsan edilmiştir. Bu asâ ile, kitab-ı kâinatın herhangi bir zerresine vurulursa, derhal mâ-i hayat çıkar. Çünki müessir ancak eserde görünebilir.

Manevî asansör hükmünde olan murakabeler ile mâ-i hayatı bulmak pek müşkildir. Vesaite lüzum gösteren ehl-i nazar ise, etraf-ı âlemi arşa kadar gezmeleri lâzımdır. Ve o uzun mesafede hücum eden vesveselere, vehimlere, şeytanlara mağlub olup caddeden çıkmamak için, pekçok bürhanlar, alâmetler, nişanlar lâzımdır ki yolu şaşırtmasınlar.

Kur'an ise, bize asâ-yı Musa gibi bir hakikat vermiştir ki; nerede olsam, hattâ taş üzerinde de bulunsam, asâyı vuruyorum, mâ-i hayat fışkırıyor. Âlemin haricine giderek uzun seferlere ve su borularının kırılmaması ve parçalanmaması için muhafazaya muhtaç olmuyorum. Evet
ﻭَ ﻓِﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻟَﻪُ ﺍَﻳَﺔٌ ﺗَﺪُﻝُّ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻧَّﻪُ ﻭَﺍﺣِﺪٌ beytiyle, bu hakikat hakikatıyla tebarüz eder.

{(*):İhtar: Kur'anın delaletiyle bulduğum yola gitmek isteyen için ve ona o yolu güzelce tarif etmek için, "Risale-i Nur Külliyatı" güzel bir tarifçidir}
 

Ahmet.1

Well-known member
Remz

Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük vücudunda zerre-miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mani' bir hicab olur.

Evet müşahedemle sabittir ki; kat'î, yakînî bürhanlar ile deliller dolu olan büyük bir kal'ada, küçük bir taşta bir za'fiyet görünürse, o kör olası nefis o kal'ayı tamamen inkâr eder. Altını üstüne çevirir. İşte nefsin cehaleti, hamakati, bu gibi insafsızca tahribattan anlaşılır.


Remz

Ey insan! Senin vücudunun sahasında yapılan fiiller ve işlerden senin yed-i ihtiyarında bulunan, ancak binde bir nisbetindedir. Bâki kalan Mâlik-ül Mülk'e aittir. Binaenaleyh kendi kuvvetine göre yük al. Yoksa altında ezilirsin. Kıl kadar bir şuur ile, büyük taşları kaldırmak teşebbüsünde bulunma. Mâlikinin izni olmaksızın, O'nun mülküne el uzatma. Binaenaleyh gafletle, kendi hesabına bir iş yaptığın zaman, haddini tecavüz etme. Eğer Mâlikin hesabına olursa istediğin şeyi al ve yap. Fakat izin ve meşiet ve emri dairesinde olmak şartıyla. İzin ve meşietini de şeriatından öğrenirsin.


Remz

Ey şan ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al.

Şöhret ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar. O bela ve musibete düşersen
ﺍِﻧَّﺎ ﻟِﻠَّﻪِ ﻭَﺍِﻧَّﺎ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺭَﺍﺟِﻌُﻮﻥَ de, o beladan kurtul...
 

Ahmet.1

Well-known member
Hubab

(Kur'an-ı Hakîm'in ummanından)

ﺧُﺪَﺍﻯِ ﭘُﺮْ ﻛَﺮَﻡْ ﺧُﻮﺩْ ﻣُﻠْﻚِ ﺧُﻮﺩْ ﺭَﺍ ﻣِﻰ ﺧَﺮَﺩْ ﺍَﺯْ ﺗُﻮ ﺑَﺮَﺍﻯِ ﺗُﻮ ﻧِﮕَﻪْ ﺩَﺍﺭَﺩْ ﺑَﻬَﺎﻯِ ﺑِﻰ ﮔِﺮَﺍﻥْ ﺩَﺍﺩَﻩ

ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ

ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠَّﻪِ ﺭَﺏِّ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻤِﻴﻦَ ﻭَﺍﻟﺼَّﻠﺎَﺓُ ﻭَﺍﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻰ ﺳَﻴِّﺪِﻧَﺎ ﻣُﺤَﻤَّﺪٍ ﻭَﻋَﻠَٓﻰ ﺍَﻟِﻪِ ﻭَﺻَﺤْﺒِﻪِٓ ﺍَﺟْﻤَﻌِﻴﻦَ



İ'lem ey zikreden ve namaz kılan kardeş!

ﺍَﺷْﻬَﺪُ ﺍَﻥْ ﻟﺎَٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪُ ve ﻣُﺤَﻤَّﺪٌ ﺭَﺳُﻮﻝُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ve ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠَّﻪِ gibi mübarek kelimeler ile ilân ettiğin bir hüküm ve iddia ettiğin bir dava ve işhad ettiğin bir itikad, lisanından çıkar-çıkmaz milyonlarca mü'minlerin tasdik ve şehadetlerine iktiran eder.

Ve keza İslâmiyetin hak ve hakikat olduğuna ve hükümlerinin doğru ve sadık olduklarına delalet eden bütün deliller, şahidler, bürhanlar, senin o davanın ve itikadının hak olduğuna delalet ederler.

Ve keza söylediğin o mübarek ve mukaddes kelâmlara pek büyük yümünler, feyizler ve berekât-ı İlahiye terettüb eder.

Ve keza cumhur-u mü'minîn ve muvahhidînin o kelimat-ı mübarekeden kalben zevkettikleri mâ-i hayatı ve şarab-ı cenneti, sen de o mukaddes maşrapalardan içersin...


İ'lem!

Kavaid-i usûliyedendir ki: Bir mes'ele hakkında isbat edenin sözü nefyedenin sözüne müreccahtır. Çünki isbat edenin yardımcıları var, sözünde kuvvet olur. Nefyedenin yardımcısı olmadığından tek kalır, sözünde kuvvet yoktur. Hattâ bin adam bir şeyi nefyederse, bir adam gibidir. Bin adam da isbat ederse, isbat edenlerin her birisi bin olur. Çünki hepsi bir şeye bakıyorlar. Ve bir noktaya parmak bastıklarından birbirini takviye ediyorlar. Nefyedenlerde birbirini takviye etmek yoktur, her birisi tek kalır.

Meselâ: Bin pencereden bir yıldızı görüp isbat eden bin adamın her birisi ötekisine yardımcı olur, sözünü takviye eder. Çünki o bin adam, parmakla işaret eder gibi, o şeyi isbat ediyorlar. Nefyedenler öyle değildir. Çünki nefy için sebeb lâzımdır. Sebebler de ayrı ayrı olur. Meselâ: Birisi "Gözümde za'fiyet var, göremedim", ötekisi "Evimizde pencere yok", ötekisi "Soğuktan başımı kaldırıp bakamadım" der. Ve hâkeza... Her birisi nefyine, müddeasına ayrı bir sebeb gösterdiğinden, kendisince yıldızın bulunmaması, nefs-ül emirde de yıldızın bulunmamasına delalet etmez ki birbirine yardımcı olsun.

Binaenaleyh bir mes'ele-i imaniyenin nefyi hakkında ehl-i dalaletin ittifakları haber-i vâhid hükmündedir, tesiri yoktur. Amma ehl-i hidayetin mesail-i imaniyede olan sözleri, her birisi ötekisine yardımcıdır, takviye eder...
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz! (=Ey aziz kardeşim bil ki!)

Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz'ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ: Bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzım ise, bir semerenin vücuduna da lâzımdır. Öyle ise, semerenin Hâlıkı, şecerenin de Hâlıkı o oluyor. Hattâ arzın ve şecere-i hilkatin de Hâlıkı, o Hâlık olacaktır.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

İki tarafı birbirinden gayet uzak bir mes'ele var ki, her bir tarafı bir çekirdek gibi sünbül vermiş; ağaç olmuş, dal budak salmış. Böyle bir mes'ele üzerine, şükûk ve evhamın konmaması lâzımdır. Çünki bir çekirdek diğer bir çekirdekle, çekirdek olarak toprak altında kaldıkları müddetçe iltibas edilebilir. Amma ağaç olduktan, meyve verdikten sonra şek edersen, bütün meyveler senin aleyhinde şehadet ederler. Eğer bu başka bir çekirdektir diye tevehhüm etsen, o ağacın bütün meyveleri seni tekzib ederler. Elma ağacına inkılab etmiş bir çekirdeği, hanzale ağacının çekirdeği farzetmek sana müyesser olmaz. Ancak tevehhümle veya bütün elmaların hanzaleye tebdil edilmiş olmasıyla mümkündür ki, bu da muhaldir.

Binaenaleyh nübüvvet öyle bir çekirdektir ki: İslâmiyet şeceresi bütün semeratıyla, çiçekleriyle o çekirdekten çıkmıştır. Kur'an dahi, seyyar yıldızları ismar eden şems gibi, İslâmiyetin onbir rüknünü intac etmiştir. Acaba, bu cihanbaha semerelere bakıp gördükten sonra, çekirdeğinde şübhe ve tereddüd yeri kalır mı? Hâşâ...
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semalarda tayarana başlar. Âfâk-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemalâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şübhe yoktur. Binaenaleyh tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (A.S.M.) bidayet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazar ile bakan bir adam şahsiyet-i maneviyesini idrak edemez ve derece-i kıymetine vâsıl olamaz. Ancak bidayet-i hayatına ve levazım-ı beşeriyetine ve ahval-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (A.S.M.) çıkmıştır. Ve feyz-i İlahî ile sulanmış ve fazl-ı Rabbanî ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh Nebiyy-i Zîşan'ın (A.S.M.) mebde-i hayatına ait ahval-i suriyesinden zaîf bir şey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı.

Maahâza mebde-i hayatına şek ve şübhe ile bakan adam herhalde masdar ile mazhar, menba' ile makes, zâtî ile tecelli aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şübheye düşer. Evet Nebiyy-i Zîşan (A.S.M.) tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar ve makestir; masdar ve menba' değildir. Çünki o zât yalnız âbiddir ve ibadetçe herkesten ileridir. Demek bu kadar görünen terakkiyat, kemalât onun zâtî malı değildir. Ancak hariçten verilen Rahman-ı Rahîm'in tecellileridir. Evvelce beyan edildiği gibi, hiçbir şey, bir zerreye bile, mana-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mana-yı harfiyle semanın yıldızlarına mazhar olur. Yalnız gaflet ile o zerrenin masdar olduğu zannıyla bakıldığından, san'at-ı İlahiyeyi tagutî bir tabiata malederler.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

Dualar, tevhid ve ibadetin esrarına nümunedir. Tevhid ve ibadette lâzım olduğu gibi, dua eden kimse de, "Kalbinde dolaşan arzu ve isteklerini Cenab-ı Hak işitir" deyip, kàdir olduğuna itikad etmelidir. Bu itikad, Allah'ın her şeyi bilir ve herşeye kàdir olduğunu istilzam eder.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Şu âlemi ziyalandıran şemsin, bir sineğin gözüne tecelli ile girip ışıklandırması mümkündür. Ve ateşten bir kıvılcımın gözüne girip tenvir etmesi imkân haricidir. Çünki gözü patlatır.

Kezalik bir zerre, Şems-i Ezelî'nin tecellisine mazhar olur. Fakat Müessir-i Hakikî'ye zarf olamaz...


İ'lem ey mağrur, mütekebbir, mütemerrid nefis!

Sen öyle bir za'fiyet, acz, fakirlik, miskinlik gibi hallere mahalsin ki, ciğerine yapışan ve çok defa büyülttükten sonra ancak görülebilen bir mikroba mukavemet edemezsin; seni yere serer, öldürür...


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Hardale ile tabir edilen, bir darı habbesi hükmünde olan kuvve-i hâfızanın ihata ettiği meydanda gezintiler yapılırken o kadar büyük bir sahraya inkılab eder ki, gezmekle bitmez bir şekil alır. Acaba o hardalenin içindeki meydanı bitiremeyen, o hardalenin dairesini ne suretle bitirecektir? Aklın nazarında hardalenin vaziyeti böyle ise, aklın gezdiği daire nasıldır? Aklı da dünyayı yutar. Fesübhanallah! Cenab-ı Hak hardaleyi, akıl için dünya ve dünyayı da akıl için bir hardale gibi yapmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsanların en büyük zulümlerinden biri de şudur ki: Büyük bir cemaatin mesaîsine terettüb eden hasenatı intac eden semeratı, bir şahsa isnad ve ona malederler. Bu zulümde bir şirk-i hafî vardır. Çünki bir cemaatin cüz'-i ihtiyarîsiyle kesbettikleri mahsulâtı bir şahsa atfetmek, o şahsın icad derecesinde hârikulâde bir kudrete mâlik olduğuna delalet eder. Hattâ eski Yunanîlerin ve Vesenîlerin ilaheleri, böyle zalimane tasavvurat-ı şeytaniyenin mahsulüdür.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Zikreden adamın feyz-i İlahîyi celbeden muhtelif latifeleri vardır. Bir kısmı, kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir.
ﻣِﻦْ ﺣَﻴْﺚُ ﻟﺎَ ﻳَﺸْﻌُﺮُ husule gelir. Binaenaleyh gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâlî değildir.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Cenab-ı Hak, insanı pek acib bir terkibde halketmiştir. Kesret içinde vahdeti, terkib içinde besateti, cemaat içinde ferdiyeti vardır. İhtiva ettiği a'zâ, havâss ve letaifin her birisi için müstakil lezzetler, elemler olduğu gibi; aralarında görülen sür'at-i teavün ve imdaddan anlaşıldığı üzere, her birisi arkadaşlarının lezzet, elem ve teessüratından da hisse alıyorlar. Bu hilkat sayesinde, insan eğer ubudiyet yoluna giderse; bütün lezzet, nimet, kemalât nevilerinin bir kısımlarına mazhar olmaya şâyandır. Ve keza eğer enaniyet yolunu takib ederse, çeşit çeşit elem ve azablara da mahal olmaya müstehaktır.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

Kelime-i Tevhid'in tekrar ile zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbublardan yüzünü çevirtmektir. Maahâza, zâkir olan zâtta bulunan hâsse ve latifelerin ayrı ayrı tevhidleri olduğuna işaret olduğu gibi; onların da onlara münasib şerikleriyle olan alâkalarını kesmek içindir.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsanın bir akrabasına (meselâ) okuduğu bir Fatiha-i Şerife'den hasıl olan sevabda istifade etmekte, bir ile bin müsavidir. Nasıl ki ağızdan çıkan bir lafzın işitilmesinde, bir cemaat ile bir ferd bir olur. Çünki latif şeyler matbaa gibidir. Basılan bir kelimeden bin kelime çıkar.

Ve keza nuranî şeylerde vahdet ile beraber tekessür olduğuna, yani bir nuranî şeyde bin sevab bulunduğuna bir işarettir...


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Nebiyy-i Zîşan'ın (A.S.M.) Makam-ı Mahmud'u İlahî bir maide ve Rabbanî bir sofra hükmündedir. Evet tevzi' edilen lütuflar, feyizler, nimetler o sofradan akıyor. Resul-i Zîşan'a (A.S.M.) okunan salavat-ı şerife, o sofraya edilen davete icabettir.

Ve keza salavat-ı şerifeyi getiren adam Zât-ı Peygamberîyi (A.S.M.) bir sıfatla tavsif ettiği zaman, o sıfatın nereye taalluk ettiğini düşünsün ki, tekrar be tekrar salavat getirmeye müşevviki olsun.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem ey din âlimi!
{(*): Ehemmiyetlidir.}

Ücretim az, ilmime rağbet yok, diye mahzun olma. Çünki mükâfat-ı dünyeviye ihtiyaca bakar, kıymet-i zâtiyeye bakmaz. Meziyet-i zâtiye ise mükâfat-ı uhreviyeye nâzırdır. Öyle ise, zâtî olan meziyetini mükâfat-ı uhreviyeye sakla, birkaç kuruşluk dünya metaına satma.


İ'lem ey hitabet-i umumiye sıfatı ile gazete lisanıyla konferans veren muharrir!

Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeair-i İslâmiyeye zıd ve muhalif olan herzeler ile İslâmiyeti lekelendirmeğe kat'iyyen hakkın yoktur.

Seni kim tevkil etmiştir? Fetvayı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalaletini neşr ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme. Dalaletini kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü'minînin kabul etmediği bir şeyin gazete ile ilânı, milleti dalalete davettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!..
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

Kâfirlerin, müslümanlara ve ehl-i Kur'ana düşman olmaları küfrün iktizasındandır. Çünki küfür imana zıddır. Maahâza Kur'an, kâfirleri ve âba ve ecdadlarını i'dam-ı ebedî ile mahkûm etmiştir.

Binaenaleyh müslümanlar ile ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan kâfirlere muhabbet boşa gidiyor. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz. Onlardan meded beklenilemez. Ancak
ﺣَﺴْﺒُﻨَﺎ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﻭَﻧِﻌْﻢَ ﺍﻟْﻮَﻛِﻴﻞُ diye Cenab-ı Hakk'a iltica etmek lâzımdır.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

Kâfirlerin medeniyeti ile mü'minlerin medeniyeti arasındaki fark:

Birincisi:

Medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs içi pis, sureti me'nus sîreti ma'kûs bir şeytandır.

İkincisi:

Bâtını nur, zahiri rahmet, içi muhabbet, dışı uhuvvet, sureti muavenet, sîreti şefkat, cazibedar bir melektir.

Evet mü'min olan kimse, iman ve tevhid iktizasıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlukatı, bilhâssa insanları, bilhâssa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünki iman bütün mü'minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor.

Küfür ise, öyle bir bürudettir ki, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır. Ve bütün eşyada bir nevi' ecnebilik tohumunu ekiyor. Ve her şeyi her şeye düşman yapıyor.

Evet hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet varsa da, muvakkattır. Ve ezelî, ebedî iftirak ve firak ile muttasıl ve mahduddur. Amma kâfirlerin medeniyetinde görülen mehasin ve yüksek terakkiyat-ı sanayi, (bunlar) tamamen medeniyet-i İslâmiyeden, Kur'anın irşadatından, edyan-ı semaviyeden in'ikas ve iktibas edildiği "Lemaat" ile "Sünuhat" eserlerimde istenildiği gibi izah ve isbat edilmiştir.


ﺭَﺍﺟِﻌْﻬُﻤَﺎ ﺗَﺮَﻯ ﺍَﻣْﺮًﺍ ﻋَﻈِﻴﻤًﺎ ﻏَﻔَﻞَ ﻋَﻨْﻪُ ﺍﻟﻨَّﺎﺱُ
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem!

Mesail-i diniyeden olan içtihad kapısı açıktır. Fakat, şu zamanda oraya girmeğe altı mani vardır:

Birincisi: Nasılki kışta fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapılar açmak hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasılki büyük bir selin hücumunda tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesiledir. Öyle de: Şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecanibin istilası ânında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengâmında, içtihad nâmıyla kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp duvarlarında muharriblerin girmesine vesile olacak olan delikler açmak, İslâmiyete cinayettir.

İkincisi: Dinin zaruriyatı ki içtihad onlara giremez. Çünki kat'î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler; şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti onların ikamesine ve ihyasına sarfetmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve hâlisanesiyle bütün zamanların hacatına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp, heveskârane yeni içtihadlar yapmak; bid'atkârane bir hıyanettir.

Üçüncüsü: Her zamanın insanlarınca, kıymetli addedilerek efkârı celbeden cazibedar bir meta mergubdur. Meselâ: Bu zamanda en rağbetli, en iftiharlı, siyasetle iştigal ve dünya hayatını temin etmektir. Selef-i sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub meta, Hâlık-ı Semavat ve Arz'ın marziyatlarını ve bizden arzularını kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur'an ile kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak ve vesailini elde etmek idi. Bu itibarla, o zamanlarda bütün fikirler, kalbler, ruhlar marziyat-ı İlahiyeyi bilmek ve öğrenmeğe müteveccih idi. Bunun için, istidad ve iktidarı olanlar o zamanlarda vukua gelen bütün ahval ve vukuat ve muhaverattan ders almakla, içtihadlara zemin teşkil eden yüksek istidadlar vücuda gelirdi. Şimdi ise, fikir ve kalblerin teşettütü, inayet ve himmetlerin za'fiyeti, insanların siyaset ve felsefeye ibtilâ ve rağbetleri yüzünden, bütün istidadlar fünun-u hazıra ve hayat-ı dünyeviyeye müteveccihtir. Ahkâm-ı diniyeye sarfedilecek müstakim bir içtihad yoktur.

Dördüncüsü: İçtihad kapısından İslâmiyete girip mesailini genişlendirmeğe meyleden adamın maksadı, zaruriyata imtisal ile takva ve kemale mazhariyet ise güzeldir. Amma zaruriyatı terk ve hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı uhreviyeye tercih eden adam ise, onun içtihada meyli, meyl-üt tahribdir. Tekliften çıkıp kaçmak için bir yol bulmaktır.

Beşincisi: Her şeyin, her hükmün vücuda gelmesi bir illete binaen olduğu gibi, bir maslahata dahi tâbi'dir. Fakat maslahat, illet değildir. Ancak tercih edici bir hikmettir.

Bu zamanın efkârı, bizzât saadet-i dünyaya müteveccihtir. Şeriatın nazarı ise, bizzât saadet-i uhreviyeye müteveccih olup, bittabi dünyaya da nâzırdır. Çünki dünya âhirete vesiledir.

Umumî bir beliyye olan ve nâsın ona mübtela olduğu çok işler vardır ki zaruriyattan olmuştur. O gibi işler sû'-i ihtiyar ile gayr-ı meşru meyillerden doğmuş olduklarından, mahzuratı ibahe eden zaruriyattan değildir. Ve ruhsat ve müsaade-i şer'iyenin şümulüne dâhil olamazlar. Meselâ: Bir adam sû'-i ihtiyarıyla haram bir tarzda kendini sarhoş etse, hal-i sekirde yaptığı tasarrufatta mazur olamaz. Bu zamanda bu gibi içtihadlar, semavî değil ancak arzî içtihadlardır. Bu gibi içtihadlar ile Hâlık-ı Semavat ve Arz'ın hükümlerinde yapılan tasarrufat merduddur. Meselâ: Bazı gafiller, hutbenin Türkçe okunmasını istihsan ediyorlar ki, halkın bilhâssa siyasî ahvalden haberleri olsun. Halbuki bu gibi ahval-i siyasiye yalandan, hileden, şeytanî fikirlerden hâlî değildir. Hutbe makamı ise, ahkâm-ı İlahiyenin tebliği için ittihaz edilmiş bir makamdır.

Sual: Avam-ı nâs Arabîden haberdar değildir, fehmedemez?

Cevab: Avam-ı nâs, zaruriyat ve müsellemat-ı diniyeye muhtaçtır. Ve hutbe makamı da bu gibi hükümlerin tebliği içindir. Bu hükümler kisve-i Arabiye içinde tafsilen değilse de icmalen avam-ı nâsa malûm ve maruftur. Maahâza lisan-ı Arabda bulunan şehamet, yükseklik, meziyet, satvet diğer lisanlarda yoktur...
 
Üst