Mesnevi-i Nuriye

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

Aralarında münasebet, muamele, hattâ mükâleme bulunan iki şeyin, birbirine müşabih veya müsavi olmasını istilzam etmez. Meselâ: Yağmurun bir katresi veya semerenin bir çiçeğinin, -küçüklüğüyle beraber- şems ile münasebeti ve muamelesi vardır. Binaenaleyh ey insan! Senin hakaretin, seni Hallak-ı Âlem'in nazar-ı inayetinden setredecek bir sebeb olamaz.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Denizlerde vukua gelen medd ü cezir gibi, evliya arasında da bast-ı zaman,


{(Haşiye): Bast-ı zaman sırrıyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı Mi'rac, bu hakikatın vücudunu isbat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mi'racın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs'ati ve ihatası ve uzunluğu vardır. Çünki Mi'rac yoluyla beka âlemine girdi. Beka âleminin birkaç dakikası, bu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir. Hem bu hakikata binaen bazı evliya bir dakikada bir günlük işi görmüş. Bazıları, bir saatte bir senelik vazifesini yapmış. Bazıları, bir dakikada bir hatme-i Kur'aniyeyi okumuş oldukları gibi, Risale-i Nur'un te'lifinde de bu bast-ı zaman hakikatı çok defa vukua gelmiş.

Ezcümle: Ondokuzuncu Mektub yüzelli sahifedir. Üçyüzden fazla mu'cizatı, kitablara müracaat edilmeden ezber olarak dağ, bağ köşelerinde dört gün zarfında her gün üçer saat meşgul olmakla mecmuu oniki saatte te'lif edilmesi.. Ramazan Risalesi, kırk dakikada te'lif edilmesi.. Yirmisekizinci Söz, yirmi dakikada te'lif edilmesi.. bast-ı zamanın vukuunu isbat etmiştir.
ﻗَﺎﻝَ ﻗَٓﺎﺋِﻞٌ ﻣِﻨْﻬُﻢْ ﻛَﻢْ ﻟَﺒِﺜْﺘُﻢْ ﻗَﺎﻟُﻮﺍ ﻟَﺒِﺜْﻨَﺎ ﻳَﻮْﻣًﺎ ﺍَﻭْ ﺑَﻌْﺾَ ﻳَﻮْﻡٍ âyeti tayy-ı zamanı gösterdiği gibi ﺍِﻥَّ ﻳَﻮْﻣًﺎ ﻋِﻨْﺪَ ﺭَﺑِّﻚَ ﻛَﺎَﻟْﻒِ ﺳَﻨَﺔٍ ﻣِﻤَّﺎ ﺗَﻌُﺪُّﻭﻥَ âyeti de bast-ı zamanı gösterir.}

tayy-ı mekân mes'elesi şöhret bulmuştur. Ezcümle Kitab-ı Yevakit'in rivayetine göre, İmam-ı Şa'ranî bir günde iki buçuk defa kocaman Fütuhat-ı Mekkiye namındaki büyük mecmuayı mütalaa etmiştir. Bu gibi vukuat, istiğrab ile inkâr edilmesin. Zira bu gibi garib mes'eleleri tasdike yaklaştıran misaller pek çoktur. Meselâ rü'yada bir saat zarfında bir senenin geçtiğini ve pek çok işler görüldüğünü görüyorsun. Eğer o saatte o işlere bedel Kur'an okumuş olsa idin, birkaç hatim okumuş olurdun. Bu halet evliya için halet-i yakazada inkişaf eder. Zaman inbisat eder. Mes'ele ruhun dairesine yaklaşır. Ruh zâten zaman ile mukayyed değildir. Ruhu cismaniyetine galib olan evliyanın işleri, fiilleri sür'at-ı ruh mizanıyla cereyan eder.


İ'lem Eyyühel-Aziz!


Bir bürhan ile elde edilen netice-i tevhidi bazı insanlar isti'zam ile dar zihinlerine sıkıştıramazlar veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hale karşı o kat'î, sahih bürhanı reddetmek üzere "Bu neticeyi, bu kadar azametiyle şu bürhan (onu) intac edemez." diye bahaneler ile kabul etmez. O miskin bilmez mi ki, neticenin kayyumu imandır. Bürhan, ancak onu görmek için bir menfezdir veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahâza bürhan bir değildir, bin değildir. Zerrat-ı âlem adedince bürhanlar vardır.

Fesübhanallah! Mülk ve melekût arasındaki hicab ne kadar incedir, aralarındaki mesafe ne kadar büyüktür. Dünya ile âhiret arasındaki yol ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. İlim ile cehil arasındaki hicab ne kadar latif ve ne kadar kalındır. İman ile küfür arasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. İbadetle masiyet arasındaki mesafe ne kadar kısadır. Halbuki araları Cennet ile Nâr'ın araları kadardır. Hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur. Evet hal ile mazi arasında öyle ince bir perde vardır ki, ruhun mazi cihetine geçmesine mani değildir. Cesede nisbeten bitmez bir mesafedir.

Kezalik mülk ile melekût, dünya ile âhiret arasında ehl-i kalb için şeffaf, ehl-i heva için kesif ince bir perde vardır.

Kezalik gece ile gündüz arasında latif bir perde var ki, gözün kapanmasıyla gece olup, açılmasıyla gündüz olduğu gibi; nefsin âlem-i maneviyata gözü kapanırsa ebedî bir gece içinde kalır, gözü maneviyata açılırsa neharı inkişaf eder.

Kezalik Allah'ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gafletle esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehl olur.

Kezalik iman ve tevhid ile bakan, âlemi nurlu görür ve illâ âlemi zulümat içerisinde görecektir.

Kezalik ef'al-i beşer için iki cihet vardır. Eğer niyet ile Allah'ın hesabına olursa, tecelliyata ma'kes, şeffaf, parlak olur. Eğer Allah hesabına olmasa, zulmetli bir manzarayı göstermiş olur.

Kezalik hayatın da iki vechi vardır. Biri siyah, dünyaya bakar. Diğeri şeffaf, âhirete nâzırdır. Nefis, siyah vechin altına girer. Şeffaf veche terettüb eden saadet-i ebediyeyi ister.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

Kâinatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de manen kapalıdır. Cenab-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi açan "Ene" namında bir miftahı insanın eline vermiştir. Fakat, ene de kapısı kapalı bir bilmecedir. Bunun kapısı açılıyorsa kâinatın da kapıları açılıyor.

Evet Cenab-ı Hak insana bir benlik, bir nevi hürriyet vermiştir ki, Cenab-ı Hakk'ın rububiyetine ait evsafı bilmek için mevhum, farazî bir vâhid-i kıyasî yapsın.

Mahiyet-i beşerde pek ince bir ip, insanın vücudunda şuurlu bir kıl, şahsın kitabında bir elif kıymetinde ve miktarında olan "Ene"nin iki vechi vardır. Biri hayra bakar. Bu vecihle yalnız kabil-i feyizdir, fâil değildir. Diğer vechi ise şerre bakar. Bu vecihle kendisini fâil bilir.

Ene'nin mahiyeti mevhumedir, rububiyeti hayalîdir. Vücudu bir şeye hâmil olamaz. Ancak mizan-ül hararet gibi, Vâcib-ül Vücud'un rububiyetine ait sıfât-ı mutlaka-i muhitayı bilmek için bir mizan vazifesini görüyor.

Eğer insan benliğine mizan nazarıyla bakarsa, kâinattan zihnine akıp gelen âfâkî malûmatı kendi malûmatı ile, tasarrufat ve sıfât-ı İlahiyeyi de kendi sıfâtıyla tasdik eder. Yine merciine iade eder. Ve bu sayede
ﻗَﺪْ ﺍَﻓْﻠَﺢَ ﻣَﻦْ ﺯَﻛَّﻴﻬَﺎ daki ﻣَﻦْ şümulüne dâhil olarak bihakkın emaneti îfa etmiş olur. Fakat kendisine müstakil nazarıyla bakmakla kendisini mâlik itikad ederse ﻗَﺪْ ﺧَﺎﺏَ ﻣَﻦْ ﺩَﺳَّﻴﻬَﺎ nın şümulüne dâhil olmakla emanette hıyanet etmiş olur. Zira semavat ve arzın, hamlinden korkarak imtina' ettikleri cihet "Ene"nin bu cihetidir. Çünki dalaletler, şirkler, şerler bu cihetten doğarlar. Eğer vaktiyle o "Ene"nin şiddetli bir terbiye ile başı kırılmaz ise büyür, insanın vücudunu yutar. Eğer milletin de enaniyeti inzimam ederse, Sâni'in emrine karşı mübarezeye çıkar. Tam manasıyla bir şeytan olur. Sonra halkı da kendisine kıyas eder, esbabı da o kıyasa dâhil eder, büyük bir şirke düşer. -El'iyazü billah...-


Mühim bir mes'ele:

"Ene"nin iki vechi vardır. Bir vechini nübüvvet almıştır. Bir vechini de felsefe almıştır.

Birinci vecih, ubudiyet-i mahzaya menşe'dir. Mahiyeti harfiye olup, müstakil değildir. Vücudu tebaî olup, aslî değildir. Mâlikiyeti vehmî olup, hakikî değildir. Vazifesi, Hâlık'ın sıfatını fehmetmek için bir mizan ve bir mikyas olmaktır.

Enbiya (Aleyhimüsselâm) enaniyetin bu vechine bakmakla, mülkü tamamen Allah'a teslim ederek ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde şeriki olmadığına hükmetmişlerdir. Ene'nin bu vechinden Cenab-ı Hak şecere-i tûbâ-i ubudiyeti inbat edip; dal ve budakları kâinat bahçesinde enbiya, evliya, sıddıkîn gibi mübarek semereleri vermiştir.

İkinci vechi alan felsefe, ene'nin vücudunu aslî ve kendisini müstakil ve mâlik-i hakikî olduğunu zu'metmişlerdir. Vazifesi de yalnız hubb-u zâtıyla tekemmül-ü hayattır.

Ene'nin bu siyah yüzünden envaen şirkler, dalaletler çıkmıştır. Ezcümle: Kuvve-i behimiye dalında sanemler doğmuşlardır. Kuvve-i gazabiye gusnundan firavunlar, nemrudlar çıkmıştır. Kuvve-i akliyeden dehriyyun, maddiyyun, felasife çıkmışlardır ki, Vâcib-ül Vücud'a bir mahluk-u vâhidi verir. Bâki kalan mülkünü gayra taksim ederler.

Hülâsa: Ene, haddizâtında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Hâlık'ın evamirine mübarezeye başlar. Küçük âlemde yani insanda ene, büyük insanda yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tagutlardandır.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Hayrat ve hasenatın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucb, riya ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzât hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıta' bulur.

Nasılki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ: Tevazua niyet onu ifsad eder, tekebbüre niyet onu izale eder, feraha niyet onu uçurur, gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkeza kıyas et.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Kâinat bir şeceredir. Anasır onun dallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir. Bu semerelerden en ziyadar, nurlu, ahsen, ekrem, eşref, eltaf Seyyid-ül Enbiya Ve-l Mürselîn, İmam-ül Müttakin, Habib-i Rabb-ül Âlemîn Hazret-i Muhammed'dir.


ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﺍَﻓْﻀَﻞُ ﺍﻟﺼَّﻠَﻮَﺍﺕِ ﻣَﺎﺩَﺍﻣَﺖِ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽُ ﻭَ ﺍﻟﺴَّﻤَﻮَﺍﺕُ
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍِﻟَﻬِﻰ ﺍَﻟﺬُّﻧُﻮﺏُ ﺍَﺧْﺮَﺳَﺘْﻨِﻲ ﻭَ ﻛَﺜْﺮَﺓُ ﺍﻟْﻤَﻌَﺎﺻِٓﻰ ﺍَﺧْﺠَﻠَﺘْﻨِﻰ ﻭَ ﺷِﺪَّﺓُ ﺍﻟْﻐَﻔْﻠَﺔِ ﺍَﺧْﻔَﺘَﺖْ ﺻَﻮْﺗِﻰ ﻓَﺎَﺩُﻕُّ ﺑَﺎﺏَ ﺭَﺣْﻤَﺘِﻚَ ﻭَ ﺍُﻧَﺎﺩِﻯ ﻓِﻰ ﺑَﺎﺏِ ﻣَﻐْﻔِﺮَﺗِﻚَ ﺑِﺼَﻮْﺕِ ﺳَﻴِّﺪِﻯ ﻭَ ﺳَﻨَﺪِﻯ ﺍﻟﺸَّﻴْﺦِ ﻋَﺒْﺪِ ﺍﻟْﻘَﺎﺩِﺭِ ﺍﻟْﮕَﻴْﻠﺎَﻧِﻰ ﻭَ ﻧِﺪَٓﺍﺋِﻪِ ﺍﻟْﻤَﻘْﺒُﻮﻝِ ﺍﻟْﻤَﺎْﻧُﻮﺱِ ﻋِﻨْﺪَ ﺍﻟْﺒَﻮَّﺍﺏِ ﺑِﻴَﺎ ﻣَﻦْ ﻭَﺳِﻌَﺖْ ﺭَﺣْﻤَﺘُﻪُ ﻛُﻞَّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﻳَﺎ ﻣَﻦْ ﺑِﻴَﺪِﻩِ ﻣَﻠَﻜُﻮﺕُ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﻳَﺎ ﻣَﻦْ ﻟﺎَ ﻳَﻀُﺮُّﻩُ ﺷَﻲْﺀٌ ﻭَ ﻟﺎَ ﻳَﻨْﻔَﻌُﻪُ ﺷَﻲْﺀٌ ﻭَ ﻟﺎَﻳَﻐْﻠِﺒُﻪُ ﺷَﻲْﺀٌ ﻭَ ﻟﺎَ ﻳَﻌْﺰُﺏُ ﻋَﻨْﻪُ ﺷَﻲْﺀٌ ﻭَ ﻟﺎَ ﻳَﺆُﺩُﻩُ ﺷَﻲْﺀٌ ﻭَ ﻟﺎَ ﻳَﺴْﺘَﻌِﻴﻦُ ﺑِﺸَﻲْﺀٍ ﻭَ ﻟﺎَ ﻳُﺸْﻐِﻠُﻪُ ﺷَﻲْﺀٌ ﻋَﻦْ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﻟﺎَ ﻳُﺸْﺒِﻬُﻪُ ﺷَﻲْﺀٌ ﻭَ ﻟﺎَ ﻳُﻌْﺠِﺰُﻩُ ﺷَﻲْﺀٌ ﺍِﻏْﻔِﺮْﻟِﻰ ﻛُﻞَّ ﺷَﻲْﺀٍ ﺣَﺘَّﻰ ﻟﺎَ ﺗَﺴْﺌَﻠَﻨِﻰ ﻣِﻦْ ﺷَﻲْﺀٍ ﻳَﺎ ﻣَﻦْ ﻫُﻮَ ﺍَﺧِﺬٌ ﺑِﻨَﺎﺻِﻴَﺔِ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﺑِﻴَﺪِﻩِ ﻣَﻘَﺎﻟِﻴﺪُ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﻳَﺎ ﻣَﻦْ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺎَﻭَّﻝُ ﻗَﺒْﻞَ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَﺍﻟْﺎَﺧِﺮُ ﺑَﻌْﺪَ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﺍﻟﻈَّﺎﻫِﺮُ ﻓَﻮْﻕَ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﺍﻟْﺒَﺎﻃِﻦُ ﺩُﻭﻥَ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﺍﻟْﻘَﺎﻫِﺮُ ﻓَﻮْﻕَ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍِﻏْﻔِﺮْﻟِﻰ ﻛُﻞَّ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍِﻧَّﻚَ ﻋَﻠَﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻗَﺪِﻳﺮٌ ﻭَ ﻳَﺎ ﻋَﻠِﻴﻤًﺎ ﺑِﻜُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﻣُﺤِﻴﻄًﺎ ﺑِﻜُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﺑَﺼِﻴﺮًﺍ ﺑِﻜُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﻳَﺎ ﺷَﻬِﻴﺪًﺍ ﻋَﻠَﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﺭَﻗِﻴﺒًﺎ ﻋَﻠَﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﻟَﻄِﻴﻔًﺎ ﺑِﻜُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﺧَﺒِﻴﺮًﺍ ﺑِﻜُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍِﻏْﻔِﺮْﻟِﻰ ﻛُﻞَّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺬُّﻧُﻮﺏِ ﻭَ ﺍﻟْﺨَﻄِٓﻴﺌَﺎﺕِ ﺣَﺘَّﻰ ﻟﺎَ ﺗَﺴْﺌَﻠَﻨِﻰ ﻋَﻦْ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍِﻧَّﻚَ ﻋَﻠَﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻗَﺪِﻳﺮٌ ﺍَﻟﻠَّﻬُﻢَّ ﺍِﻧِّٓﻰ ﺍَﻋُﻮﺫُ ﺑِﻌِﺰَّﺓِ ﺟَﻠﺎَﻟِﻚَ ﻭَ ﺑِﺠَﻠﺎَﻝِ ﻋِﺰَّﺗِﻚَ ﻭَ ﺑِﻘُﺪْﺭَﺓِ ﺳُﻠْﻄَﺎﻧِﻚَ ﻭَ ﺑِﺴُﻠْﻄَﺎﻥِ ﻗُﺪْﺭَﺗِﻚَ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻘَﻄِﻴﻌَﺔِ ﻭَ ﺍﻟْﺎَﻫْﻮَٓﺍﺀِ ﺍﻟﺮَّﺩِّﻳَّﺔِ ﻳَﺎ ﺟَﺎﺭَ ﺍﻟْﻤُﺴْﺘَﺠِﻴﺮِﻳﻦَ ﺍَﺟِﺮْﻧِﻰ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺸَّﻬَﻮَﺍﺕِ ﺍﻟﺸَّﻴْﻄَﺎﻧِﻴَّﺔِ ﻭَﻃَﻬِّﺮْﻧِﻰ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻘَﺎﺫُﻭﺭَﺍﺕِ ﺍﻟْﺒَﺸَﺮِﻳَّﺔِ ﻭَ ﺻَﻔِّﻨِﻰ ﺑِﺤُﺐِّ ﻧَﺒِﻴِّﻚَ ﻣُﺤَﻤَّﺪٍ ﺻَﻠَّﻰ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﻭَ ﺳَﻠَّﻢَ ﺑِﺎﻟْﻤُﺤَﺒَّﺔِ ﺍﻟﺼِّﺪِّﻳﻘِﻴَّﺔِ ﻣِﻦْ ﺻَﺪَٓﺍﺀِ ﺍﻟْﻐَﻔْﻠَﺔِ ﻭَ ﺍَﻭْﻫَﺎﻡِ ﺍﻟْﺠَﻬْﻞِ ﺣَﺘَّﻰ ﺗَﻔْﻨَﻰ ﺍﻟْﺎَﻧَﺎﻧِﻴَّﺔُ ﻭَ ﻳَﺒْﻘَﻰ ﺍﻟْﻜُﻞُّ ﻟِﻠَّﻪِ ﻭَ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪِ ﻭَ ﺍِﻟَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻏَﺮْﻗًﺎ ﺑِﻨِﻌْﻤَﺔِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻓِﻰ ﺑَﺤْﺮِ ﻣِﻨَّﺔِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻣَﻨْﺼُﻮﺭِﻳﻦَ ﺑِﺴَﻴْﻒِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻣَﺤْﻈُﻮﻇِﻴﻦَ ﺑِﻌِﻨَﺎﻳَﺔِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻣَﺤْﻔُﻮﻇِﻴﻦَ ﺑِﺤِﻤَﺎﻳَﺔِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻋَﻦْ ﻛُﻞِّ ﺷَﺎﻏِﻞٍ ﻳُﺸْﻐِﻞُ ﻋَﻦِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻓَﻴَﺎ ﻧُﻮﺭَ ﺍﻟْﺎَﻧْﻮَﺍﺭِ ﻭَ ﻳَﺎ ﻋَﺎﻟِﻢَ ﺍﻟْﺎَﺳْﺮَﺍﺭِ ﻭَ ﻳَﺎ ﻣُﺪَﺑِّﺮَ ﺍﻟَّﻴْﻞِ ﻭَ ﺍﻟﻨَّﻬَﺎﺭِ ﻳَﺎ ﻣَﻠِﻚُ ﻳَﺎ ﻋَﺰِﻳﺰُ ﻳَﺎ ﻗَﻬَّﺎﺭُ ﻳَﺎ ﺭَﺣِﻴﻢُ ﻳَﺎ ﻭَﺩُﻭﺩُ ﻳَﺎ ﻏَﻔَّﺎﺭُ ﻳَﺎ ﻋَﻠﺎَّﻡَ ﺍﻟْﻐُﻴُﻮﺏِ ﻳَﺎ ﻣُﻘَﻠِّﺐَ ﺍﻟْﻘُﻠُﻮﺏِ ﻭَ ﺍﻟْﺎَﺑْﺼَﺎﺭِ ﻳَﺎ ﺳَﺘَّﺎﺭَ ﺍﻟْﻌُﻴُﻮﺏِ ﻳَﺎ ﻏَﻔَّﺎﺭَ ﺍﻟﺬُّﻧُﻮﺏِ ﺍِﻏْﻔِﺮْﻟِﻰ ﺫُﻧُﻮﺑِﻰ ﻭَﺍﺭْﺣَﻢْ ﻣَﻦْ ﺿَﺎﻗَﺖْ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﺍﻟْﺎَﺳْﺒَﺎﺏُ ﻭَ ﻏُﻠِّﻘَﺖْ ﺩُﻭﻧَﻪُ ﺍﻟْﺎَﺑْﻮَﺍﺏُ ﻭَ ﺗَﻌَﺴَّﺮَ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﺳُﻠُﻮﻙُ ﻃَﺮِﻳﻖِ ﺍَﻫْﻞِ ﺍﻟﺼَّﻮَﺍﺏِ ﻭَﺍﻧَْﺼَﺮَﻣَﺖْ ﺍَﻳَّﺎﻣُﻪُ ﻭَ ﻧَﻔْﺴُﻪُ ﺭَﺍﺗِﻌَﺔٌ ﻓِﻰ ﻣَﻴَﺎﺩِﻳﻦِ ﺍﻟْﻐَﻔْﻠَﺔِ ﻭَ ﺍﻟْﻤَﻌْﺼِﻴَّﺔِ ﻭَ ﺩَﻧِﻰِّ ﺍﻟْﺎِﻛْﺘِﺴَﺎﺏِ ﻓَﻴَﺎ ﻣَﻦْ ﺍِﺫَﺍ ﺩُﻋِﻰَ ﺍَﺟَﺎﺏَ ﻭَ ﻳَﺎ ﺳَﺮِﻳﻊَ ﺍﻟْﺤِﺴَﺎﺏِ ﻭَ ﻳَﺎ ﻛَﺮِﻳﻢُ ﻳَﺎ ﻭَﻫَّﺎﺏُ ﺍِﺭْﺣَﻢْ ﻣَﻦْ ﻋَﻈُﻢَ ﻣَﺮَﺿُﻪُ ﻭَ ﻋَﺰَّ ﺷِﻔَٓﺎﺋُﻪُ ﻭَ ﺿَﻌُﻔَﺖْ ﺣِﻴﻠَﺘُﻪُ ﻭَ ﻗَﻮِﻯَ ﺑَﻠﺎَٓﺋُﻪُ ﻭَ ﺍَﻧْﺖَ ﻣَﻠْﺠَﺌُﻪُ ﻭَ ﺭَﺟَٓﺎﺋُﻪُ ﺍِﻟَﻬِﻰ ﺍِﻟَﻴْﻚَ ﺍَﺭْﻓَﻊُ ﺑَﺜِّﻰ ﻭَ ﺣُﺰْﻧِﻰ ﻭَ ﺷِﻜَﺎﻳَﺘِﻰ ﺍِﻟَﻬِﻰ ﺣُﺠَّﺘِﻰ ﺣَﺎﺟَﺘِﻰ ﻭَ ﻋُﺪَّﺗِﻰ ﻓَﺎﻗَﺘِﻰ ﻭَ ﺍﻧْﻘِﻄَﺎﻉُ ﺣِﻴﻠَﺘِﻰ ﺍِﻟَﻬِﻰ ﻗَﻄْﺮَﺓٌ ﻣِﻦْ ﺑِﺤَﺎﺭِ ﺟُﻮﺩِﻙَ ﺗُﻐْﻨِﻴﻨِﻰ ﻭَ ﺫَﺭَّﺓٌ ﻣِﻦْ ﺗَﻴَّﺎﺭِ ﻋَﻔْﻮِﻙَ ﺗَﻜْﻔِﻴﻨِﻰ ﻳَﺎ ﻭَﺩُﻭﺩُ ﻳَﺎ ﻭَﺩُﻭﺩُ ﻳَﺎ ﻭَﺩُﻭﺩُ ﻳَﺎ ﺫَﺍ ﺍﻟْﻌَﺮْﺵِ ﺍﻟْﻤَﺠِﻴﺪُ ﻳَﺎ ﻣُﺒْﺪِﺉُ ﻳَﺎ ﻣُﻌِﻴﺪُ ﻳَﺎ ﻓَﻌَّﺎﻟﺎً ﻟِﻤَﺎ ﻳُﺮِﻳﺪُ ﺍَﺳْﺌَﻠُﻚَ ﺑِﻨُﻮﺭِ ﻭَﺟْﻬِﻚَ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﻣَـﻠَﺄَ ﺍَﺭْﻛَﺎﻥَ ﻋَﺮْﺷِﻚَ ﻭَ ﺍَﺳْﺌَﻠُﻚَ ﺑِﻘُﺪْﺭَﺗِﻚَ ﺍﻟَّﺘِﻰ ﻗَﺪَﺭْﺕَ ﺑِﻬَﺎ ﻋَﻠَﻰ ﺟَﻤِﻴﻊِ ﺧَﻠْﻘِﻚَ ﻭَ ﺑِﺮَﺣْﻤَﺘِﻚَ ﺍﻟَّﺘِﻰ ﻭَﺳِﻌَﺖْ ﻛُﻞَّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻟﺎَٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّٓ ﺍَﻧْﺖَ ﻳَﺎ ﻣُﻐِﻴﺚُ ﺍَﻏِﺜْﻨَﺎ ﻭَﺍﻏْﻔِﺮْ ﺟَﻤِﻴﻊَ ﺫُﻧُﻮﺑِﻰ ﻭَ ﺳَﻘَﻄَﺎﺕِ ﻟِﺴَﺎﻧِﻰ ﻓِﻰ ﺟَﻤِﻴﻊِ ﻋُﻤْﺮِﻯ ﺑِﺮَﺣْﻤَﺘِﻚَ ﻳَٓﺎ ﺍَﺭْﺣَﻢَ ﺍﻟﺮَّﺍﺣِﻤِﻴﻦَ ﺍَﻣِﻴﻦَ ﻭَ ﺍﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠَّﻪِ ﺭَﺏِّ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻤِﻴ
 

Ahmet.1

Well-known member
Onuncu Risale

ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﻭَﺟَﻌَﻠْﻨَﺎﻫَﺎ ﺭُﺟُﻮﻣًﺎ ﻟِﻠﺸَّﻴَﺎﻃِﻴﻦِ



İ'lem Eyyühel-Aziz!

Şu âyet-i kerimenin yüksek semasına çıkıp sırrını fehmetmek için yedi basamaklı bir merdiven kuruyoruz.

Birinci Basamak: Semavatın, melaike ile tesmiye edilen münasib sâkinleri vardır. Çünki küre-i arzın semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zevilhayat ile dolu olması, semavatın o müzeyyen burçları zevil-idrak ile dolu olmasını tasrih ediyor. Ve keza semavatın bu kadar zînetlerle tezyin edilmesi, behemehal zevil-idrakin takdir ve istihsan ile nazar-ı hayretlerini celbetmek içindir. Çünki hüsn-ü zînet, âşıkların celbi içindir. Yemek ve taam da aç olanlara yapılır. Maahâza ins ve cin o vazifeyi îfaya kâfi değillerdir. Ancak gayr-ı mahdud oraya münasib melaike ve ruhanîler o vazifeyi îfa edebilir.

İkinci basamak: Arzın semavatla alâkası, muamelesi olup aralarında çok büyük irtibat vardır. Evet arza gelen ziya, hararet, bereket vesaire, semavattan geliyor. Arzdan da semaya dualar, ibadetler, ruhlar gidiyor. Demek aralarında cereyan eden ticarî muameleden anlaşılıyor ki; arzın sâkinleri için semaya çıkmaya bir yol vardır ki, enbiya, evliya, ervah cesedlerinden tecerrüd ile semavata uruc ederler.

Üçüncü basamak: Semavatta devam ile cereyan eden sükûn, sükût, nizam, intizam, ıttıraddan hissedildiğine nazaran, semavat ehli, arz sâkinleri gibi değildirler. Evet arzda bulunan nifak, şikak, ihtilaf, ezdadın içtimaı, hayır ve şerrin ihtilatı gibi şeyler, semavatta yoktur. Bu sayede semavatta nizam ve intizamı bozacak bir hal yoktur. Sâkinleri verilen emirlere kemal-i itaatle imtisal ediyorlar.

Dördüncü basamak: Cenab-ı Hakk'ın iktizaları, hükümleri mütegayir bazı esmaları vardır. Meselâ: Bedir gibi bazı gazâlarda Ashab-ı Kiram'a yardım etmek üzere küffar ile muharebe etmek için melaikenin semadan inzalini iktiza eden ismi, melaike ile şeyatîn -yani semavî olan ahyar ile arzî eşrar- arasında muharebenin vukuunu istib'ad değil, iktiza eder. Evet Cenab-ı Hak melaikeye bildirmeksizin şeytanları def' veya ihlâk edebilir. Fakat satvet ve haşmetinin iktizası üzerine bu kabîl mücazatın müstehaklarına ilân ve teşhiri, azametine lâyıktır.

Beşinci basamak: Ruhanîlerin ahyarı, semada bulunduklarından, eşrarı da letafetlerine güvenerek onları takliden iltihak etmek istediklerinde, ehl-i sema, onları şeraretleri için kabul etmeyerek def'ediyorlar. Maahâza, bu gibi manevî mübarezeleri âlem-i şehadete, bilhâssa vazifesi şehadet ve müşahede olan insana ilân ve teşhirine recm-i nücum alâmet ve nişan kılınmıştır.

Altıncı basamak: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, nev'-i beşeri itaate irşad, isyandan zecr ve men'etmek üzere kullandığı üslûb-u âlîsine bak:


ﻳَﺎ ﻣَﻌْﺸَﺮَ ﺍﻟْﺠِﻦِّ ﻭَﺍﻟْﺎِﻧْﺲِ ﺍِﻥِ ﺍﺳْﺘَﻄَﻌْﺘُﻢْ ﺍَﻥْ ﺗَﻨْﻔُﺬُﻭﺍ ﻣِﻦْ ﺍَﻗْﻄَﺎﺭِ ﺍﻟﺴَّﻤَﻮَﺍﺕِ ﻭَﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ﻓَﺎﻧْﻔُﺬُﻭﺍ ﻟﺎَ ﺗَﻨْﻔُﺬُﻭﻥَ ﺍِﻟﺎَّ ﺑِﺴُﻠْﻄَﺎﻥٍ

Yani: "Ey ins ve cin cemaati! Mülkümden hariç bir memlekete çıkıp kurtulmak için semavat ve arzın aktarından çıkmaya kuvvetiniz varsa çıkınız. Amma ancak bir sultanla çıkarsınız."

Kur'an-ı Kerim bu âyet ile pek geniş saltanat-ı rububiyete karşı ins ve cinnin aczlerini ilân zımnında nida ediyor: "Ey insan-ı hakir, sagir, âciz! Ne suretle, şeytanları recmeden melaike ile necimlerin, şemslerin, kamerlerin itaat ettikleri Sultan-ı Ezel'e isyan ediyorsun! Nasıl kocaman yıldızları mermi, kurşun yerinde kullanabilen bir askere sahib olan bir sultana karşı isyan etmeye cesaret ediyorsun!"

Yedinci basamak: Yıldızların pek küçük efradı olduğu gibi, pek büyükleri de vardır. Semanın vechini, yüzünü ziyalandıran her şey yıldızdır. Bu neviden bir kısmı, semaya zînet olmuştur. Bir kısmı da şeytanları recmetmek için semavî mancınıklardır. Semada yapılan bu recm, sema gibi en vâsi dairelerde bile vukua gelen mübareze hâdisesini insanlara göstermekle insanların muti'lerini âsilerle mübarezeye teşvik ile alıştırmaktır.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsanı hayvandan ayıran şeylerden biri, mazi ve müstakbel ile alâkadar olmasıdır. Hayvan bu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrake mâlik değildir. İkincisi, gerek enfüsî, gerek âfâkî, yani dâhilî ve haricî şeylere taalluk eden idraki, küllî ve umumîdir. Üçüncüsü, inşaata lâzım olan mukaddemeleri keşf ve tertib etmektir. Meselâ: Bir evin yapılması için lâzım olan taş, ağaç, çimento misillü lüzumlu mukaddemeleri ihzar ve tertib etmek gibi.

Binaenaleyh insanın en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir. Evvelâ mazi, hal ve istikbal zamanlarında görmüş veya görecek nimetler lisanıyla, sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu in'amlar lisanıyla, sonra mahlukatın yapmakta oldukları tesbihatı şehadet ve müşahede lisanıyla Sâni'i hamd ü sena etmektir.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Cenab-ı Hakk'ın atâ, kaza ve kader namında üç kanunu vardır. Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar. Meselâ: Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kaza demektir. O kararın ibtaliyle hükmü kazadan afvetmek, atâ demektir. Evet yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kaza kanununun kat'iyyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler. Demek atânın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir. Atâ, kaza kanununun şümulünden ihraçtır. Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracdır. Bu hakikate vâkıf olan ârif: "Yâ İlahî! Hasenatım senin atâ'ndandır. Seyyiatım da senin kaza'ndandır. Eğer atâ'n olmasa idi, helâk olurdum." der.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Esma-i hüsnayı tazammun eden bazı fezlekeler ile âyetlere hâtime verilmekte ne gibi bir sır vardır?

Evet Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, bazan âyât-ı kudreti âyetlerde basteder. Sonra içerisinden esmayı çıkarır. Bazan mensucat toplar gibi açar dağıtır. Sonra toplar, esmada tayyeder. Bazan da ef'alini tafsil ettikten sonra isimler ile icmal eder. Bazan da halkın a'malini tehdidane söyler. Sonra rahmete işaret eden isimler ile teselli eder. Bazan da bazı makasıd-ı cüz'iyeyi zikrettikten sonra o makasıdı takrir ve isbat için bürhan olarak kavaid-i külliye hükmünde olan isimleri zikrediyor. Bazan da maddî cüz'iyatı zikreder. Sonra esma-i külliye ile icmal eder ve hâkeza...
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

Acz de aşk gibi Allah'a îsal eden yollardan biridir. Amma acz yolu, aşktan daha kısa ve daha selâmettir.

Ehl-i sülûk, tarîk-ı hafada letaif-i aşere üzerine, tarîk-i cehrde nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmişlerdir. Bu fakir, âciz ise dört hatveden ibaret; hem kısa, hem sehl bir tarîkı, Kur'anın feyzinden istifade etmiştir.

Birinci hatve:
ﻓَﻠﺎَ ﺗُﺰَﻛُّﻮٓﺍ ﺍَﻧْﻔُﺴَﻜُﻢْ âyetinden, İkinci hatveyi: ﻭَﻟﺎَ ﺗَﻜُﻮﻧُﻮﺍ ﻛَﺎﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻧَﺴُﻮﺍ ﺍﻟﻠَّﻪَ ﻓَﺎَﻧْﺴَﻴﻬُﻢْ ﺍَﻧْﻔُﺴَﻬُﻢْ âyetinden; Üçüncü hatveyi: ﻣَٓﺎ ﺍَﺻَﺎﺑَﻚَ ﻣِﻦْ ﺣَﺴَﻨَﺔٍ ﻓَﻤِﻦَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَﻣَٓﺎ ﺍَﺻَﺎﺑَﻚَ ﻣِﻦْ ﺳَﻴِّﺌَﺔٍ ﻓَﻤِﻦْ ﻧَﻔْﺴِﻚَ âyetinden; Dördüncü hatveyi ﻛُﻞُّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻫَﺎﻟِﻚٌ ﺍِﻟﺎَّ ﻭَﺟْﻬَﻪُ âyetinden ahzetmiştir. Bunların izahı:

Birinci Hatve: Evet insan yaratılışında kendi nefsine muhib olarak yaratılmıştır. Hattâ bizzât nefsi kadar bir şeye sevgisi yoktur. Kendisini, ancak Mabuda lâyık senalar ile medhediyor. Nefsini bütün ayıblardan, kusurlardan tenzih etmekle, -haklı olsun haksız olsun- kemal-i şiddetle müdafaa ediyor. Hattâ Cenab-ı Hakk'ı hamd ü sena için kendisinde yaratılan cihazatı, kendi nefsine hamd ü sena için sarfediyor ve
ﻣَﻦِ ﺍﺗَّﺨَﺬَ ﺍِﻟَﻬَﻪُ ﻫَﻮَﻳﻪُ deki ﻣَﻦْ şümulüne dâhil oluyor. Bu mertebede nefsin tezkiyesi, ancak adem-i tezkiyesiyle olur.

İkinci Hatve: Nefis hizmet zamanında geri kaçar. Ücret vaktinde ileri safa hücum ediyor. Bu mertebede onun tezkiyesi, yaptığı fiili aksetmekle olur. Yani işe, hizmete ileriye sevkedilmeli, ücret tevziinde geriye bırakılmalıdır.

Üçüncü Hatve: Kendi nefsinde, torbasında, kusur, naks, acz, fakr'dan maada bir şeyi bırakmamalıdır. Bütün mehasin, iyilikler, Fâtır-ı Hakîm tarafından in'am edilen nimetler olup hamdi iktiza eder. Fahrı istilzam etmediklerini itikad ve telakki edilmelidir. Bu mertebede onun tezkiyesi; kemalinin adem-i kemalinde, kudretinin aczinde, gınasının fakrında olduğunu bilmekten ibarettir.

Dördüncü Hatve: Kendisi istiklaliyet halinde fâni, hâdis, madum olduğunu ve esma-i İlahiyeye âyinedarlık ettiği halde şahid, meşhud, mevcud olduğunu bilmekten ibarettir. Bu mertebede onun tezkiyesi; vücudunda ademini, ademinde vücudunu bilmekle
ﻟَﻪُ ﺍﻟْﻤُﻠْﻚُ ﻭَﻟَﻪُ ﺍﻟْﺤَﻤْﺪُ yü kendisine vird ittihaz etmektir.

Ve keza Vahdet-ül Vücud ehli, kâinatı nefyetmekle i'dam ediyorlar. Vahdet-üş Şühud halkı ise, bütün mevcudatı, -kürek cezalılar gibi- nisyan zindanında ebedî hapse mahkûm ediyorlar.

Kur'anın ifham ettiği tarîk, kâinatı, mevcudatı hem i'damdan, hem hapisten kurtarır. Esma-i hüsnaya mazhariyetle âyinedarlık etmek gibi vazifelerde istihdam ediyor. Fakat kâinatı, istiklaliyetten ve kendi hesabına çalışmaktan azlediyor.

Ve keza insanın vücudunda birkaç daire vardır. Çünki hem nebatîdir, hem hayvanîdir, hem insanîdir, hem imanî. Tezkiye muamelesi bazan tabaka-i imaniyede olur. Sonra tabaka-i nebatiyeye iner. Bazan da yirmidört saat zarfında her dört tabakada muamele vaki' olur. İnsanı hata ve galata atan, bu dört tabakadaki farkı riayet etmemektir.
ﺧَﻠَﻖَ ﻟَﻨَﺎ ﻣَﺎ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ﺟَﻤِﻴﻌًﺎ ya istinaden insaniyetin mide-i hayvaniye ve nebatiyeye münhasır olduğunun zannıyla galat ediyor. Sonra bütün gayelerin nefsine ait olduğunun hasrıyla galat ediyor. Sonra, her şeyin kıymeti menfaatı nisbetinde olduğunun takdiriyle galat ediyor. Hattâ Zühre yıldızını kokulu bir zühreye mukabil almaz. Çünki kendisine menfaatı dokunmuyor.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

Ubudiyet, sebkat eden nimetin neticesi ve onun fiatıdır. Gelecek bir nimetin mükâfat mukaddemesi ve vesilesi değildir. Meselâ: İnsanın en güzel bir surette yaratılışı, ubudiyeti iktiza eden sâbık bir nimet olduğu ve sonra da, imanın i'tasıyla kendisini sana tarif etmesi, ubudiyeti iktiza eden sâbık nimetlerdir. Evet nasılki midenin i'tasıyla bütün mat'umat i'ta edilmiş gibi telakki ediliyor; hayatın i'tasıyla da, âlem-i şehadet müştemil bulunduğu nimetler ile beraber i'ta edilmiş gibi telakki ediliyor.Ve keza nefs-i insanînin i'tasıyla, bu mide için mülk ve melekût âlemleri nimetler sofrası gibi kılınmıştır. Kezalik imanın i'tasıyla, mezkûr sofralar ile beraber, esma-i hüsnada iddihar edilen defineleri de sofra olarak verilmiş oluyor. Bu gibi ücretleri peşin aldıktan sonra, devam ile hizmete mülazım olmak lâzımdır. Hizmet ve amelden sonra verilen nimetler mahza onun fazlındandır.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Enva'ın efradında, bilhâssa haşerat ve hevam kısmında görünen fevkalâde çoklukta müşahede edilen hârikulâde gayr-ı mütenahî bir cûd u sehavet vardır. Kemal-i ittikan ve intizam ile bütün enva'da bulunan şu kesret-i efrad, tecelliyat-ı İlahiyenin gayr-ı mütenahî olduğuna ve Cenab-ı Hakk'ın mahiyeti her şeye mübayin olduğuna ve bütün eşya onun kudretine nisbeten mütesavi olduğuna sarahaten delalet eder. Evet bu cûd-u icad, Sâni'in vücubundandır. Nevide celalîdir, ferdde cemalîdir.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsanın yaptığı san'atların sühulet ve suubet dereceleri, onun ilim ve cehliyle ölçülür. Ne kadar san'atlarda bilhâssa ince ve latif cihazatta ilmî mehareti çok olursa, o nisbette kolay olur. Cehli nisbetinde de zahmet olur. Binaenaleyh eşyanın hilkatinde sür'at-i mutlaka ile vüs'at-i mutlaka içinde görünen sühulet-i mutlaka, Sâni'in ilmine nihayet olmadığına hads-i kat'î ile delalet eder.


ﻭَﻣَٓﺎ ﺍَﻣْﺮُﻧَٓﺎ ﺍِﻟﺎَّ ﻭَﺍﺣِﺪَﺓٌ ﻛَﻠَﻤْﺢٍ ﺑِﺎﻟْﺒَﺼَﺮِ


İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsanın fıtraten mâlik olduğu câmiiyetin acaibindendir ki: Sâni'-i Hakîm şu küçük cisimde gayr-ı mahdud enva'-ı rahmeti tartmak için gayr-ı ma'dud mizanlar vaz'etmiştir. Ve esma-i hüsnanın gayr-ı mütenahî mahfî definelerini fehmetmek için gayr-ı mahsur cihazat ve âlât yaratmıştır. Meselâ: Mesmuat, mubsırat, me'kulât âlemlerini ihata eden insandaki duygular, Sâni'in sıfât-ı mutlakasını ve geniş şuunatını fehmetmek içindir.

Ve keza hardaleden daha küçük kuvve-i hâfızasında öyle bir latife-i müdrike bırakılmıştır ki; o hardalenin tazammun ettiği geniş âlemde, o latife daimî seyr ü cevelan etmekte ise de sahiline vâsıl olamaz. Maahâza, bazan bu büyük âlem o latifeye o kadar darlaşır ki, âlem o latifenin karnında bir zerre gibi olur. Ve o latifeyi, bütün seyahat meydanlarıyla, mütalaa ettiği kitablarıyla o hardale dahi yutar, yerinde oturur, karnı da ağrımaz. İşte, insanın mütefavit mertebeleri bu sırdan anlaşılır.

Evet bazı insanlar zerrede boğulurlar. Bazısında da dünya boğulur. Bazılar da, kendilerine verilen anahtarlardan birisiyle kesretin en geniş bir âlemini açar, fakat içinde boğulur. Sahil-i vahdet ve tevhide zorla vâsıl olur. Demek, insanın seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. Bir tabakada, insanlara huzur u tevhid pek sühuletle nasîb ü müyesser olur. Bir tabakasına da, gaflet ü evham öyle istila eder ki, kesret içinde garkolmakla tam manasıyla tevhidi unutmuş olur. Sukutu suud, tedenniyi terakki, cehl-i mürekkebi yakîn, uykunun son perdesini intibah zan ve tevehhüm eden bir kısım medenîler ikinci tabakadaki insanlardandır. Onlar, hakaik-i imaniyeyi derketmekte bedevilerin bedevileridir.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

İsm-i Celal, alelekser nevilerde, külliyatta tecelli eder. İsm-i Cemal ise mevcudatın cüz'iyatına tecelli eder. Bu itibarla nevilerdeki cûd-u mutlak, celalin tecellisidir. Cüz'iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri cemalin tecelliyatındandır.

Ve keza celal, vâhidiyetin tecellisinden, cemal dahi ehadiyetin tecellisinden zahir olur. Bazan da cemal, celalden tecelli eder. Evet cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

Basar masnuatı görüp de, basiret Sâni'i görmezse çok garib ve pek çirkin düşer. Çünki o halde Sâni'in manen, kalben görünmemesi, ya basiretin fıkdanındandır veya kalb gözünün kör olmasındandır veya pek dar olduğundan mes'eleyi azametiyle kavramadığındandır. Veya bir hızlan'dır. Ve illâ Sâni'in inkârı, basarın şuhudunu inkârdan daha ziyade münkerdir.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Bir tarlaya zer'edilen bir tohum, manevî bir sur ve bir duvardır. O tarlayı tohum sahibine mal eder. Başkasının tasarrufuna mani olur.

Kezalik küre-i arz tarlasına zer'edilen nebatat, hayvanat tohumları manevî bir sur ve bir seddir ki, şirketi men'ediyor; gayrı, müdahaleden tardeder.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Tabiatları latif, ince ve latif san'atlara meftun bazı insanlar, bilhâssa has bahçelerinde pek güzel hendesevari bir şekilde şekilleri, arkları, havuzları, şadırvanları yaptırmakla bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letafetin, o güzelliğin derecesini göstermek için bazı çirkin kaya, kaba, gayr-ı muntazam -mağara ve dağ heykelleri gibi- şeyleri de ilâve ediyorlar ki, onların çirkinliğiyle, adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, letafeti fazlaca parlasın. Çünki
ﺍِﻧَّﻤَﺎ ﺍﻟْﺎَﺷْﻴَٓﺎﺀُ ﺗُﻌْﺮَﻑُ ﺑِﺎَﺿْﺪَﺍﺩِﻫَﺎ Lâkin müdakkik bir kimse, o ezdadı cem'eden bahçenin manzarasına baktığı zaman anlar ki, o çirkin kaba şeyler kasden yapılmıştır ki; güzellik, intizam, letafet artsın. Zira güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir. Demek bahçenin tam intizamını ikmal eden, o çirkinlerdir. Ve o çirkinlerin adem-i intizamı nisbetinde bahçenin intizamı artar.

Kezalik dünya bahçesinde nizam ve intizamın son sisteminde bulunan mahlukat ve masnuat arasında -hayvanlarda olsun, nebatatta olsun, cemadatta olsun- bazı çirkin, intizamdan hariç şeyler bulunur. Bunların çirkinliği, intizamsızlıkları, dünya bahçesinin güzelliğine, intizamına bir zînet, bir süs olmak üzere Sâni'-i Hakîm tarafından kasden yapılmış olduğunu, pek yüksek, geniş, şâirane bir hayal ile dünyanın o bahçe manzarasını nazar altına alabilen adam görebilir.

Maahâza, o gibi şeyler kasdî olmasaydı, şekillerinde hikmetli tehalüf olmazdı. Evet tehalüfte kasd ve ihtiyar vardır. Her insanın bütün insanlara sîmaca muhalefeti buna delildir.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsanı fıtraten bütün hayvanlara tefevvuk ettiren câmiiyetinin meziyetlerinden biri, zevilhayatın Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyye ve tesbihlerini fehmetmektir. Yani insan kendi kelâmını fehmettiği gibi, iman kulağıyla zevilhayatın da, belki cemadatın da bütün tesbihlerini fehmeder. Demek her şey sağır adam gibi yalnız kendi kelâmını anlar. İnsan ise, bütün mevcudatın lisanlarıyla tekellüm ettikleri esma-i hüsnanın delillerini fehmeder. Binaenaleyh herşeyin kıymeti, kendisine göre cüz'îdir. İnsanın kıymeti ise küllîdir. Demek bir insan, bir ferd iken bir nevi gibi olur.

ﻭَﺍﻟﻠَّﻪُ ﺍَﻋْﻠَﻢُ ﺑِﺎﻟﺼَّﻮَﺍﺏِ


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Zahir ile bâtın arasında müşabehet varsa da, hakikate bakılırsa aralarında büyük uzaklık vardır.

Meselâ: Âmiyane olan tevhid-i zahirî, hiçbir şeyi Allah'ın gayrisine isnad etmemekten ibarettir. Böyle bir nefiy, sehl ve basittir. Ehl-i hakikatın hakikî tevhidleri ise, her şeyi Cenab-ı Hakk'a isnad etmekle beraber her şeyin üstünde bulunan mührünü, sikkesini görüp okumaktan ibarettir. Bu, huzuru isbat, gafleti nefyeder.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Hayat-ı dünyeviyeye kasden ve bizzât teveccüh edip bağlanan kâfirin, imhal-i ikabında ve bilakis terakkiyat-ı maddiyede muvaffakıyetindeki hikmet nedir?

Evet o kâfir, kendi terkibiyle, sıfatıyla Cenab-ı Hak'ça nev'-i beşere takdir edilen nimetlerin tezahürüne -şuuru olmaksızın- hizmet ediyor. Ve güzel masnuat-ı İlahiyenin mehasinini bilâ-şuur tanzim ediyor. Ve kuvveden fiile çıkartmakla garabet-i san'at-ı İlahiyeye nazarları celbediyor. Ne faide ki farkında değildir. Demek o kâfir, saat gibi kendi yaptığı amelden haberi yok. Amma vakitleri bildirmek gibi nev'-i beşere pek büyük bir hizmeti vardır. Bu sırra binaen dünyada mükâfatını görür.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir.

Evet Kur'andan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum.

Seri-üs seyr olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîkı ihsan etmek, rahmet-i hâkimenin şânındandır.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsanı gaflete düşürtmekle Allah'a ubudiyetine mani olan, cüz'î nazarını cüz'î şeylere hasretmektir.

Evet cüz'iyat içerisine düşüp cüz'îlere hasr-ı nazar eden, o cüz'î şeylerin esbabdan sudûruna ihtimal verebilir. Amma başını kaldırıp nev'e ve umuma baktığı zaman, edna bir cüz'înin en büyük bir sebebden sudûruna cevaz veremez. Meselâ: Cüz'î rızkını bazı esbaba isnad edebilir. Fakat menşe-i rızık olan arzın, kış mevsiminde kupkuru, kıraç olduğuna, bahar mevsiminde rızk ile dolu olduğuna baktığı vakit, arzı ihya etmekle bütün zevilhayatın rızıklarını veren Allah'dan maada kendi rızkını verecek bir şey bulunmadığına kanaatı hasıl olur.

Ve keza evindeki küçük bir ışığı veya kalbinde bulunan küçük bir nuru bazı esbaba isnad edebilirsin. Amma o ışığın, şemsin ziyasıyla, o nurun da Menba'-ul Envâr'ın nuruyla muttasıl olduğuna vâkıf olduğun zaman anlarsın ki; kalıbını ışıklandıran, kalbini tenvir eden ancak leyl ü neharı birbirine kalbeden Fâtır-ı Hakîm'dir.

Ve keza senin vücudunun zuhur ve vuzuhca Hâlık'ın vücuduna nisbeti, Hâlık'ın vücuduna delalet edenlerin nisbeti gibidir. Çünki sen bir vecihle kendi vücuduna delalet ediyorsun. Amma Hâlıkın vücuduna, bütün mevcudat, bütün zerratıyla delalet ediyor. Öyle ise onun vücudu senin vücudundan, âlemin zerratı adedince zuhur dereceleri vardır.

Ve keza seni nefsini sevmeye sevkeden esbab:

1- Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir,
2- Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir,
3- İnsana en karib -yakın- nefistir, diyorsun.

Pekâlâ. Fakat o fâni lezzetlere mukabil, lezaiz-i bâkiyeyi veren Hâlık'ı daha ziyade ubudiyetle sevmek lâzım değil midir? Nefis vücuda merkez olduğundan muhabbete lâyık ise, o vücudu icad eden ve o vücudun kayyumu olan Hâlık, daha fazla muhabbete, ubudiyete müstehak olmaz mı? Nefsin maden-i menfaat ve en yakın olduğu, sebeb-i muhabbet olursa; bütün hayırlar, rızıklar elinde bulunan ve o nefsi yaratan Nâfi', Bâki ve daha karib olan, daha ziyade muhabbete lâyık değil midir?

Binaenaleyh bütün mevcudata inkısam eden muhabbetleri cem' ve muhabbetin ile beraber mahbub-u hakikî olan Fâtır-ı Hakîm'e ihda etmek lâzımdır.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Senin önünde çok korkunç büyük mes'eleler vardır ki, insanı ihtiyata, ihtimama mecbur eder.

Birisi: Ölümdür ki, insanı dünyadan ve bütün sevgililerinden ayıran bir ayrılmaktır.

İkincisi: Dehşetli korkulu ebed memleketine yolculuktur.

Üçüncüsü: Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, acz-i mutlak gibi elîm elemlere maruz kalmaktır.

Öyle ise, bu gaflet ü nisyan nedir? Devekuşu gibi başını nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki Allah seni görmesin. Veya sen Onu görmeyesin. Ne vakte kadar zâilat-ı fâniyeye ihtimam ve bâkiyat-ı daimeden tegafül edeceksin?


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Cenab-ı Hakk'a hamdler, şükürler olsun ki; mesail-i nahviyeden "isim" ile "harf" arasındaki manevî fark ile çok mühim mes'eleleri bana öğretmiştir. Şöyle ki:

Harf, gayrın manasını izah için bir âlet, bir hâdim olduğu gibi; şu mevcudat da, esma-i hüsnanın tecelliyatını izhar, ifham, izah için bir takım İlahî mektublardır ki, içlerinde yazılı delail, berahin, havarık mu'cize-i kudrettir. Mevcudat bu vecihle nazara alınması; ilim, iman, hikmettir. Şayet isim gibi müstakil ve maksud-u bizzât cihetiyle bakılırsa, küfran ve cehl-i mürekkeb olur.

Ve keza mesail-i mantıkiyeden "küllî" ile "küll" arasındaki fark ile, rububiyete dair çok mes'eleleri öğrenmiş bulunuyorum. Cemal ile Ehadiyet
ﻛُﻠِّﻰٌّ ﺫُﻭ ﺟُﺰْﺋِﻴَّﺎﺕٍ şümulüne dâhildir. Celal ve Vâhidiyet ﻛُﻞٌّ ﺫُﻭ ﺍَﺟْﺰَٓﺍﺀٍ ünvanına dâhildir.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Dünya, âlem-i âhirete bir fihriste hükmündedir. Bu fihristede âlem-i âhiretin mühim mes'elelerine olan işaretlerden biri, cismanî olan rızıklardaki lezzetlerdir. Bu fâni, rezil, zelil dünyada bu kadar nimetleri ihsas ve ifaza etmek için insanın vücudunda yaratılan havâss, hissiyat, cihazat, a'zâ gibi âlât ve edevatından anlaşılır ki, âlem-i âhirette de
ﺗَﺠْﺮِﻯ ﻣِﻦْ ﺗَﺤْﺘِﻬَﺎ ﺍﻟْﺎَﻧْﻬَﺎﺭُ kasırların altında, ebediyete lâyık cismanî ziyafetler olacaktır.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsanın havf ve muhabbeti halka teveccüh ettiği takdirde, havf bir bela, bir elem olur. Muhabbet bir musibet gibi olur. Zira o korktuğun adam, ya sana merhamet etmez veya senin istirhamlarını işitmez. Muhabbet ettiğin şahıs da, ya seni tanımaz veya muhabbetine tenezzül etmez.

Binaenaleyh havfın ile muhabbetini dünya ve dünya insanlarından çevir. Fâtır-ı Hakîme tevcih et ki, havfın Onun merhamet kucağına -çocuğun anne kucağına kaçtığı gibi- leziz bir tezellül olsun. Muhabbetin de saadet-i ebediyeye vesile olsun.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Sen şecere-i hilkatin ya bir semeresi veya bir çekirdeğisin. Cismin itibariyle küçük, âciz, zaîf bir cüzsün. Lâkin Sâni'-i Hakîm lütfuyla, latif san'atıyla seni cüzlükten küllüğe çıkartmıştır.

Evet cismine verilen hayat sayesinde, geniş duyguların ile âlem-i şehadet üzerinde cevelan etmekle filcümle cüz'iyet kaydından kurtulmuşsun. Ve keza insaniyet i'tasıyla bilkuvve "küll" hükmündesin. Ve keza iman ve İslâmiyet ihsanıyla bilkuvve "küllî" olmuşsun. Ve keza marifet ve muhabbetin in'amıyla muhit bir nur olmuşsun.

Binaenaleyh dünyaya ve cismanî lezaize meyledersen, âciz, zelil bir cüz'î olursun. Eğer cihazatını insaniyet-i kübra denilen İslâmiyet hesabına sarfedersen, bir küllî ve bir küll olursun.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Bu kadar elîm firak ve ayrılıklara maruz kalmakla çektiğin elemlerin sebebi ve kabahati sendedir. Çünki o muhabbetleri gayr yerinde sarfediyorsun. Eğer o muhabbetleri cem' edip Vâhid-i Ehad'e tevcih ve Onun hesabıyla, izniyle sarfedersen, bütün mahbubların ile beraber bir anda birleşip sevinçlere, memnuniyetlere mazhar olacaksın.

Evet bir sultana intisab eden bir adam, o sultanın, her şeyle alâkadar, her mekânda herkesle muhaberesi, alâkası zımnında, o adam da bir cihette, bir derece alâkadar olabilir.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Meselâ: Kamerin ahvaline veya istikbalin hakikatine dair i'ta-i malûmat eden adama, bütün mâmelekini ona feda etmeye hazırsın. Amma kamer daire-i mülkünde bir arı hükmünde olan Hâlıktan haber getiren ve ezel, ebede, hayat-ı ebediyeye, hakaik-i esasiyeye, azîm mes'elelere dair malûmat i'ta eden ve seni manevî perişaniyetlerden, dalaletlerden kurtarıp kesretten vahdete doğru yol gösteren ve hayat-ı ebediyeye imanla mâ-ül hayatı sana içirtmekle firak ve ayrılmak ateşlerinden kurtaran; ve Hâlıkın marziyatını, metalibini tarif eden ve Sultan-ı Ezel, Ebed'in muhaberesine tercümanlık yapan Resul-i Rahman'ı dinlemeye ve o Muhbir-i Sadık'a iman ile teslim olmaya mani olan nefsin heva ve hevesini terketmiyorsun!..


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Görüyoruz ki: Sâni'-i Hakîm, kemal-i hikmetiyle pek âdi şeylerden pek hârika mu'cize-i mensucat yapıyor. Ve keza abesiyet ve israfa mahal bırakılmamak üzere, bir ferdi envaen vazifeler ile tavzif ediyor. Hattâ insanın başında, insanın muvazzaf olduğu vazifeleri görmek için her vazifeye göre birer tırnak kadar maddî bir şeyin bulunması îcabetseydi, bir başın Cebel-i Tur büyüklüğünde olması lâzım gelirdi ki, ashab-ı vezaife yer olsun.

Ve keza lisan sair vezaifiyle beraber erzak hazinesine ve kudretin matbahında pişirilen bütün taamlara müfettiştir. Ve bütün taamların tatlarını yakîn eden, bilen bir ehl-i vukuftur.

İşte bu faaliyet-i hakîmiyeden anlaşılıyor ki; zamanın seyliyle beraber gelip geçen eşya-yı seyyaleden ve geçen günlerden, senelerden, asırlardan, leyl ve neharın takallübü ile pek çok mensucat-ı gaybiye ve uhreviye yapılmaktadır. Evet âlemin fihristesi hükmünde olan insan fabrikasında dokunan mensucat o hakikatı tenvir eder. Öyle ise, bu fâni dünyada mevt, fena, devair-i gaybiyede safi bir bekaya intikal ederek bâki kalır. Evet rivayetlerde vardır ki; insanın ömür dakikaları insana avdet ederler. Ya gafletle muzlim olarak gelirler veya hasenat-ı muzie ile avdet ederler.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

Görüyoruz ki: Sâni'-i Hakîm'in, efrad ve cüz'iyatın tasvirinde büyük büyük tefennünleri vardır. Evet hayvanların pek büyük ve pek küçükleri olduğu gibi; kuşlarda, balıklarda, meleklerde ve sair ecramda, âlemlerde dahi pek küçük ve pek büyük ferdleri vardır. Cenab-ı Hakk'ın şu tefennünde takib ettiği hikmet:

1- Tefekkür ve irşad için bir lütuf, bir teshilattır.
2- Kudret mektubları okunup fehmetmekte bir kolaylıktır.
3- Kudretin kemalini izhar etmektir.
4- Celalî ve cemalî her iki nevi san'atı ibraz etmektir.

Maahâza, pek ince yazıları herkes okuyamaz ve pek büyük şeyler de nazar-ı ihataya alınamaz. İşte irşadı teshil ve tamim için bir kısmını küçük harfler ile, bir kısmını da büyük harflerle yazmakla irşadın iktizası yerine getirilmiştir.

Amma şeytanın talebesi olan nefs-i emmare, cismin küçüklüğünü san'atın küçüklüğüne atf etmekle, esbabdan sudûrunu tecviz ediyor. Ve pek büyük cisimler dahi hikmet ile yaratılmamış iddiasında bulunarak bir nevi abesiyete isnad ediyor.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Gerek cûdda, gerek rızıkta ifrat derecesinde mebzuliyet vardır. Bu ise, hikmetten uzak, abesiyete yakın görünür. Evet eğer yaratılan şey bir gaye için yaratılıyorsa hakkın var; amma gayeler pek çoktur. Binaenaleyh bir gayeye nazaran abesiyet hissedilse bile, gayelerin mecmuuna nazaran ayn-ı hikmet ve ayn-ı adalettir.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsanın san'atıyla Hâlıkın san'atı arasındaki fark: İnsan kendi san'atının arkasında görünebilir, amma Hâlık'ın masnuu arkasında yetmişbin perde vardır. Fakat, Hâlıkın bütün masnuatı def'aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuranîler kalır.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Hayvanattan olsun nebatattan olsun tevellüd ile tenasül şümulüne dâhil olan her ferd vech-i arzı istila ve tasallut etmek niyetindedir ki, arzı kendisine ve zürriyetine has ve hâlis bir mescid yapmakla Fâtır-ı Hakîm'in esma-i hüsnasını izhar ile Hâlıkına gayr-ı mütenahî bir ibadette bulunsun.

Evet kuşların, balıkların, karıncaların yumurtalarında, eşcar ve sebzevatın semeratında ve o semeratın tohumlarındaki ifrat derecesini bulan kesret o vaziyeti tenvir eder. Lâkin âlem-i şehadetin darlığına ve müstakbel ibadetlerin Allâm-ül Guyub'un ilminde mevcud olduğuna binaen, niyetten fiile henüz çıkmayan onların ibadetleri kabul edilmiştir.


İ'lem Eyyühel-Aziz!


Kur'an-ı Kerim, bazan bir şeyin müteaddid gayelerinden insanlara ait bir gayeyi zikre tahsis eder. Bu ihtar içindir, inhisar için değildir. Yani, o şeyin gayeleri, zikredilen gayeye münhasır değildir. Ancak o şeyin nizam ve intizam ve sair faydalarına insanın nazar-ı dikkatini celbetmek için insanlara raci' o faideyi zikrediyor.

Meselâ:


ﻭَﺍﻟْﻘَﻤَﺮَ ﻗَﺪَّﺭْﻧَﺎﻩُ ﻣَﻨَﺎﺯِﻝَ ٭ ﻟِﺘَﻌْﻠَﻤُﻮﺍ ﻋَﺪَﺩَ ﺍﻟﺴِّﻨِﻴﻦَ ﻭَﺍﻟْﺤِﺴَﺎﺏَ

âyet-i kerime ile zikredilen faide, takdir-i kamerin binlerce faidelerinden biridir. Yoksa, takdir-i kamer bu faideye münhasır değildir. Yani, kamer yalnız bu gaye için değildir. Bu gaye onun gayelerinden biridir.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Cenab-ı Hakk'a mahsus taklidi mümkün olmayan en bahir tevhid sikke ve mühürlerinden biri, gayr-ı ma'dud muhtelif eşyayı basit bir şeyden halketmektir. Evet pek basit olan şu topraktan binlerce enva', muhtelif nebatat, gayr-ı mütenahî bir kudret ile, bir ilim ile, pek büyük bir ittikan, bir sühuletle yaratılmakta olduğu tevhidin öyle bir bürhanıdır ki; hem taklidi, hem tenkidi imkân haricidir.


İ'lem Eyyühel-Aziz!


Hayat-ı insaniyenin vezaifinden biri de kendi cüz'î sıfatlarını şuunatını, Hâlıkın küllî sıfatlarını, şuunatını fehmetmek için bir mikyas yapmaktır. Amma, âlem-i âhirette haşirdeki şuunat-ı azîmesini ve kıyamette emvatın ihyasıyla ahval-i umumiyesini fehmetmek için, ancak güz mevsiminin kıyametiyle baharların haşri, haşir ve kıyamet-i kübrada Hâlık'ın şuunatına mikyas olabilir.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

Müslümanları lehviyat-ı nevmiye mesabesinde olan dünya hayatına davet etmekle, Cenab-ı Hakk'ın helâl ettiği tayyibat dairesinden, haram ettiği habisat mezbelesine teşvik eden adamın meseli öyle bir sarhoşa benzer ki: Parçalayıcı arslan ile, ünsiyetli ehlî atı birbirinden tefrik edemiyor. Sehpa ağacı ile jimnastik ağacını birbirinden ayıramıyor. Kanlı yarayı kırmızı gülden temyiz edemediği halde, kendisini mürşid bilerek irşad ve nasihata çıkıyor. Esna-yı irşadda bir adama rastgelir. Zavallı adamın arka tarafında korkunç bir arslan duruyor. Ön tarafında da sehpa ağacı kurulduğu gibi, her iki yanında da dehşetli yaralar var. Fakat adamcağızın elinde iki ilâç vardır. Ve lisanıyla kalbinde iki tılsım vardır. Onları istimal ederse şifayab olur. Ve o arslan, ata inkılab eder; burak gibi bineği olur. O sehpa ağacı da; daima teceddüd etmekte olan ahval-i âlemi, seyyal manzaraları seyretmeğe âlet ve vasıta olur.

O sarhoş herif, o zavallı adamcağıza diyor:

"Yahu nedir o ilâçları, tılsımları saklıyorsun? Onları at keyfine bak."

Adamcağız: "Yok baba! Bu ilâçlar ve tılsımların hıfz ve himayelerindeyim. Onlardan almakta olduğum haz, lezzet, keyif bana kâfidir. Fakat o arslan gibi parçalayıcı ölümü öldürebilirsen ve sehpayı kırmakla kabir ağzını kapatabilirsen ve hayatımın maruz kaldığı fena ve zeval yaralarını bir hayat-ı bâkiyeye tebdil etmekle tedavi edebilirsen, pekâlâ seninle beraber dans oynayalım. Ve illâ gözümün önünden def'ol git. Sen ancak kendin gibi sarhoşları kandırabilirsin. Ben sarhoş değilim. Dünyanıza, keyfinize ihtiyacım yok. Çünki
ﺣَﺴْﺒُﻨَﺎ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﻭَﻧِﻌْﻢَ ﺍﻟْﻮَﻛِﻴﻞُ ٭ ﻧِﻌْﻢَ ﺍﻟْﻤَﻮْﻟَﻰ ﻭَﻧِﻌْﻢَ ﺍﻟﻨَّﺼِﻴﺮُ bana yeter."


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Felsefe talebesiyle medeniyet tilmizleri, müslümanları ecnebi âdetlerine ittiba ile şeair-i İslâmiyeyi terk etmeye davet ettiklerinde, Kur'an Nurcuları böylece müdafaada bulunurlar:

"Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, şeairi de kaldırınız. Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız.

Bakınız arkamızda pençelerini açmış hücuma hazır ecel arslanı tehdid ediyor. Eğer iman kulağıyla Kur'anın sadâsını dinleyecek olursan o ecel arslanı bir burak olur. Bizleri rahmet-i Rahmana ulaştıracaktır. Ve illâ o ecel, yırtıcı bir hayvan gibi bizleri parçalar. Bâtıl itikadınız gibi, ebedî bir firak ile dağıtacaktır.

Ve keza önümüzde i'dam sehpaları kurulmuştur. Eğer iman îkanla Kur'anın irşadını dinlersen, o sehba ağaçlarından, sefine-i Nuh gibi sahil-i selâmete, yani âlem-i âhirete ulaştırıcı bir sefine yapılacaktır.

Ve keza sağ yanımızda fakr yarası, solda da acz, za'f cerihası vardır. Eğer Kur'anın ilâçlarıyla tedavi edersen, fakrımız rahmet-i Rahmanın ziyafetine şevk u iştiyaka inkılab edecektir. Acz ve za'fımız da Kadîr-i Mutlak'ın dergâh-ı izzetine iltica için bir davet tezkeresi gibi olur.

Ve keza bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz. O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzak lâzımdır. Güvendiğimiz akıl ve ilimden ümid yok. Ancak Kur'an'ın güneşinden, Rahman'ın hazinesinden tedarik edilebilir. Eğer bizleri bu seferden geri bırakacak bir çareniz varsa, pekâlâ. Ve illâ sükût ediniz!

Kur'anı dinleyelim bakalım ne emrediyor:


ﻓَﻠﺎَ ﺗَﻐُﺮَّﻧَّﻜُﻢُ ﺍﻟْﺤَﻴَﻮﺓُ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ ﻭَﻟﺎَﻳَﻐُﺮَّﻧَّﻜُﻢْ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟْﻐَﺮُﻭﺭُ

Hülâsa: Ayık olan sana tâbi olmaz. Ancak siyaset şarabıyla veya şöhret hırsıyla veya rikkat-ı cinsiye ile veya felsefenin dalaleti ile veya medeniyetin sefahetiyle sarhoş olanlar senin meşreb ve mesleğine tâbi olurlar. Fakat insanın başına indirilen darbeler ve yüzüne vurulan tokatlar, onun sarhoşluğunu izale ile ayıltacaktır.

Ve keza insan hayvan gibi yalnız zaman-ı hal ile mübtela ve meşgul değildir. Belki müstakbelin korkusu ve mazinin hüzün ve kederi ile hâl elemlerine maruzdur. Fakat kendisini şakî, dâll, ahmaklardan addetmeyen adam, Kur'anın şu beşaretini dinlesin:


ﺍَﻟﺎَٓ ﺍِﻥَّ ﺍَﻭْﻟِﻴَٓﺎﺀَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻟﺎَ ﺧَﻮْﻑٌ ﻋَﻠَﻴْﻬِﻢْ ﻭَﻟﺎَ ﻫُﻢْ ﻳَﺤْﺰَﻧُﻮﻥَ ٭ ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ ﺍَﻣَﻨُﻮﺍ ﻭَﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﻳَﺘَّﻘُﻮﻥَ ٭ ﻟَﻬُﻢُ ﺍﻟْﺒُﺸْﺮَﻯ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺤَﻴَﻮﺓِ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ ﻭَﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺧِﺮَﺓِ ﻟﺎَ ﺗَﺒْﺪِﻳﻞَ ﻟِﻜَﻠِﻤَﺎﺕِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺫَﻟِﻚَ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻔَﻮْﺯُ ﺍﻟْﻌَﻈِﻴﻢُ
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﻭَ ﺍﻟﺘِّﻴﻦِ ﻭَ ﺍﻟﺰَّﻳْﺘُﻮﻥِ ٭ ﻭَ ﻃُﻮﺭِ ﺳِﻴﻨِﻴﻦَ
ilâ âhiri Sure...

İ'lem Eyyühel-Aziz!

Her bir masnu'da tahakkuk eden kemal-i san'at, Sâni'in her mekânda ve her masnuun yanında bulunmasına delalet ettiği gibi; hiçbir mekânda ve hiçbir masnuun yanında bulunmamasına da delalet eder.

Ve keza insan, her bir şeye muhtaç olduğu cihetle her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin hazinesi yanında olan Zât-ı Akdesden maada kimseye ibadet edemez.

Ve keza insan vücud, icad, hayır, ef'al cihetiyle pek küçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan edna, örümcekten daha zaîftir. Fakat adem, tahrib, şer, infial cihetiyle semavat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ: Hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet meselâ küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür.

Ve keza insanın bir cihetle kıl kadar bir ihtiyarı, zerre kadar bir iktidarı, şua kadar bir hayatı, dakika kadar bir ömrü, cüz'î bir cüz kadar mevcudiyeti varsa da, diğer cihetle hadsiz bir acz ve fakrı da vardır. Kadîr-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlakın tecelliyatına geniş bir ma'kes olur.

Ve keza insan hayat-ı dünyeviye cihetiyle bir çekirdek olup, pek büyük semere ve sünbüller vermek için kendisine tevdi edilen cihazatı, bazı maddeleri elde etmek için tavuk gibi toprakları, gübreleri, necisleri eşmeye sarfeder, faidesiz tefessüh eder. Ve hayat-ı maneviye cihetiyle emelleri ebede kadar uzanan bir şecere-i bâkiyedir.

Ve keza insan fiil ve sa'yi cihetiyle zaîf bir hayvan olup daire-i sa'yi pek dardır. İnfial, sual, dua cihetiyle Rahman-ı Rahîm'in aziz bir misafiridir. Dairesi hayal kadar geniştir.

Ve keza insanın hayat-ı hayvaniyeden aldığı lezzet bir serçe kuşunun lezzeti kadar değildir. Çünki insanda hüzün, keder, korku var, onda yoktur. Fakat cihazat, hissiyat, duygular, istidadlar itibariyle hayvanların en a'lâsından fazla lezzet alır. İnsanın şu vaziyetine dikkat edilirse anlaşılır ki: Bu kadar cihazat, bu hayat için olmayıp, ancak bir hayat-ı bâkiye için kendisine verilmiştir.

Ve keza insan saltanat-ı rububiyetin mehasinine nâzır ve esma-i kudsiyenin cilvelerine dellâl ve kalem-i kudretle yazılan mektubat-ı İlahiyeyi mütalaa ile mütefekkir olduğu cihetle, eşref-i mahlukat ve halife-i arz olmuştur.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﻳَٓﺎ ﺍَﻳُّﻬَﺎ ﺍﻟﻨَّﺎﺱُ ﺍَﻧْﺘُﻢُ ﺍﻟْﻔُﻘَﺮَٓﺍﺀُ ﺍِﻟَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪِ

İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsandaki kusur sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacına da nihayet yoktur. İnsana tevdi edilen açlık ile nimetlerin lezzetleri tebarüz ettiği gibi; insandaki kusur, kemalât-ı Sübhaniye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr, gına-i rahmetin derecelerine bir mikyastır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyasına bir mizandır. İnsandaki tenevvü-ü hacat, enva'-ı niam ve ihsanatına bir merdivendir. Öyle ise fıtratından gaye ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergâh-ı izzetine kusurlarına "Estağfirullah" ve "Sübhanallah" ile ilân etmektir.

* * *

ﺍِﻥَّ ﺍﻟْﺎَﺑْﺮَﺍﺭَ ﻟَﻔِﻰ ﻧَﻌِﻴﻢٍ ٭ ﻭَﺍِﻥَّ ﺍﻟْﻔُﺠَّﺎﺭَ ﻟَﻔِﻰ ﺟَﺤِﻴﻢٍ

İ'lem Eyyühel-Aziz!

Her bir insan için hayat seferinde iki yol vardır. Bu iki yolun uzunluğu kısalığı birdir. Amma birisinde ehl-i şuhud ve ehl-i vukufun şehadet ve tasdikleriyle onda dokuz menfaat ihtimali var. İkinci yolda mes'ele ma'kusedir. Onda dokuz zarar ihtimali vardır. İkinci yol ile gidenin ne silâhı var, ne zahîresi. Tabiî yolda pek çok korkulara maruz kalacağı gibi ihtiyaçlarını def' için çoklara minnet altında kalır. Fakat birinci yola sülûk edenin, hem silâhı, hem erzakı beraberdir. Pek serbestane gider. Birinci yol Kur'an yoludur, ikinci yol ise dalalet yoludur.

Evet ehl-i şuhudun, ehl-i vukufun tasdik ve şehadetleriyle sabittir ki, iman yümnüyle yürüyen emn ü eman içindedir. Ve bilâhere merkez-i hükûmete ulaştığında onda dokuzu büyük mükâfatlara mazhar olacaklardır. Fakat, dalalet zulümatı içinde yürüyenler esna-yı seferde korkudan, açlıktan her şeye ve herkese tezellül ettikten sonra, mahall-i hükûmete vâsıl olduğunda onda dokuzu ya i'dam veya ebedî hapse mahkûm olacaklardır. Binaenaleyh aklı olan, zararlı bir şeyi, dünyevî, edna bir hıffet için tercih etmez.

Ehl-i şuhud dediğimizden maksad, evliyaullahtır. Zira velayet sahibi, avamın itikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor. Kur'an yolu ile gidenlerin silâh ve zahîreleri ise; Kadîr-i Mutlak'a, Ganiyy-i Kerim'e olan tevekkül onları temin eder. Zira tevekkül, istinad ve istimdad noktalarını tazammun ediyor. Bu noktalar da kelime-i tevhidi istilzam ediyor. Kelime-i tevhid de namazı iktiza ediyor. Namaz dahi ubudiyetin esas bir rüknüdür. Ubudiyeti emreden tekliftir. Mükellefiyetini îfa edenin, mükellefiyet müddetince, mükellefiyet-i askeriye gibi yemekleri, libasları ve sair hayat lâzımeleri hazine-i Rahmandan verilir. Mükellefiyet-i askeriye iki buçuk senedir. Amma mükellefiyet-i ubudiyet, müddet-i ömürdür.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﻭَﻣَﺎ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟْﺤَﻴَﻮﺓُ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَٓﺎ ﺍِﻟﺎَّ ﻟَﻬْﻮٌ ﻭَﻟَﻌِﺐٌ ﻭَﺍِﻥَّ ﺍﻟﺪَّﺍﺭَ ﺍﻟْﺎَﺧِﺮَﺓَ ﻟَﻬِﻰَ ﺍﻟْﺤَﻴَﻮَﺍﻥُ

İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlik-ül Mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye sarfediyor. Halbuki, o levazımattan lâakal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bâkiyeye sarfetmek gerektir.

Acaba birkaç memleketi gezmek için hükûmetten yirmidört lira harcırah alan bir memur, ilk dâhil olduğu memlekette yirmiüç lirayı sarfederse, öteki yerlerde ne yapacaktır? Hükûmete ne cevab verecektir? Böyle yapan kendisine akıllı diyebilir mi?

Binaenaleyh Cenab-ı Hak her iki hayat levazımatını elde etmek için yirmidört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmiüç saat kısa ve fâni olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saatı da beş namaza ve bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarfetmek lâzımdır ki dünyada paşa, âhirette geda olmasın!


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Gafil olan insan, kendi vazifesini terkeder, Allah'ın vazifesiyle meşgul olur.

Evet insan, gafletten dolayı iktidarı dâhilinde kolay olan ubudiyet vazifesinin terkiyle, zaîf kalbiyle rububiyet vazife-i sakîlesinin altına girer, altında ezilir. Ve aynı zamanda bütün istirahatını kaybetmekle âsi, şakî, hâin adamların partisine dâhil olur.

Evet insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır. Askerlik vazifesi talim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükûmetin vazifesi ise, erzakını, libasını, silâhını vermektir. Binaenaleyh erzakını temin için askerliğe ait vazifesini terk edip ticaretle -meselâ- iştigal eden bir asker, şakî ve hâin olur. Bu itibarla insanın Allah'a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır. Amma gerek nefsine, gerek evlâd ve taallukatına hayat malzemesini tedarik etmek Allah'ın vazifesidir. Evet madem hayatı veren odur. O hayatı koruyacak levazımatı da o verecektir. Yalnız, hükûmetin asker için ofislerde cem'ettiği erzakı askerlere taşıttırdığı, temizlettirdiği, öğüttürdüğü, pişirttirdiği gibi, Cenab-ı Hak da hayat için lâzım olan levazımatı küre-i arz ofisinde yaratıp cem'ettikten sonra, o erzakın toplanmasını ve sair ahvalini insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet, bir eğlence olsun ve atalet, betalet azabından kurtulsun.

Ey insan! Rahm-ı maderde iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir. Baksana! Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva'-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor? Senin ağzına getirip sokacak değil ya! Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah insaf versin!

Hülâsa: Allah'ı ittiham etmekle işini terk edip Allah'ın işine karışma ki nankör âsiler defterine kaydolmayasın.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍُﺩْﻋُﻮﻧِٓﻰ ﺍَﺳْﺘَﺠِﺐْ ﻟَﻜُﻢْ

İ'lem Eyyühel-Aziz!

Bazı dualar icabete iktiran etmez, diye iddiada bulunma. Çünki dua bir ibadettir. İbadetin semeresi âhirette görünür. Dünyevî maksadlar ise, namaz vakitleri gibi, dualar ibadeti için birer vakittirler. Duaların semeresi değillerdir. Meselâ: Şemsin tutulması küsuf namazına, yağmursuzluk yağmur namazına birer vakittir.

Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü, bazı hususî dualara vakittir. Bu vakitler bâki kaldıkça, o namazlar, o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevî maksadlar hasıl olursa, zâten nurun alâ nur. Ve illâ, icabet duaya iktiran etmedi, diyemezsin. Ancak, henüz vakit inkıza etmemiş, duaya devam lâzımdır, diyebilirsin. Çünki o maksadlar duaların mukaddemesidir, neticesi değillerdir.

Cenab-ı Hakk'ın duaların icabetine va'detmesi ise, icabet ayn-ı kabul değildir. Yani, icabet kabulü istilzam etmez. Duaya her halde cevab verilir. Cevabsız bırakılmaz.

Matluba olan is'af ise, Mücîbin hikmetine tâbidir. Meselâ: Doktoru çağırdığın zaman, herhalde: "Ne istersin" diye cevab verir. Fakat: "Bu yemeği veya bu ilâcı bana ver" dediğin vakit, bazan verir, bazan hastalığına, mizacına mülayim olmadığından vermez.

Adem-i kabul esbabından biri de, duayı ibadet kasdıyla yapmayıp, matlubun tahsiline tahsis ettiğinden aks-ül amel olur. O dua ibadetinde ihlas kırılır, makbul olmaz.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnkılablar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılabat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin; isimleri mütenevvi olur. Meselâ uyku âlemi, yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılab bir değildir. Pek çok ve büyük inkılablar olacağından, köprüsü de pek garib, acib olması lâzım gelir.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsanın ba'de-l mevt Hâlık-ı Rahman ve Rahîm'e rücuu hakkında ilânat yapan şu
ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﻣَﺮْﺟِﻌُﻜُﻢْ ٭ ﻭَ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺗُﺮْﺟَﻌُﻮﻥَ ٭ ﻭَ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺍﻟْﻤَﺼِﻴﺮُ ٭ ﻭَ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﻣَﺎَﺏِ gibi âyetlerde büyük bir beşaret ve teselli olduğu gibi, ehl-i isyana da büyük tehdidleri îma vardır.

Evet bu âyetlerin sarahatine göre: Ölüm; zeval, firak, adem kapısı ve zulümat kuyusu olmayıp; ancak Sultan-ı Ezel ve Ebed'in huzuruna girmek için bir medhaldir. Bu beşaretin işaretiyle kalb adem-i mutlak korkusundan, eleminden kurtulur.

Evet küfrün tazammun ettiği cehennem-i maneviyeye bak!
ﺍَﻧَﺎ ﻋِﻨْﺪَ ﻇَﻦِّ ﻋَﺒْﺪِﻯ ﺑِﻰ Hadîs-i Kudsîsi sırrınca, Cenab-ı Hak kâfirin zan ve itikadını daimî bir azab-ı elîme kalbeder. Sonra, iman ve yakîn ile, Cenab-ı Hakk'ın likasından sonra, rızasından sonra, rü'yetinden sonra mü'minler için hasıl olan lezzetlerin derecelerine bak! Hattâ cehennem-i cismanî, ârif olan mü'min için, âsiye kâfirin cehennem-i manevîsine nisbeten cennet gibidir.

Arkadaş! Âlem-i bekaya delalet eden berahinden maada, arkasında saflar teşkil edip dualarına bir ağızdan "Âmîn! Âmîn!" söyleyen enbiya, evliya, sıddıkîn imamları, Mahbub-u Ezelî'nin Habib-i Ekremi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın tazarruatı, duaları, âlem-i bekada insanın bekasına pek büyük bürhan ve kâfi bir vesiledir. Çünki; kâinatı serapa istila eden şu hüsünler, güzellikler, cemaller, kemaller; o Habib'in tazarruatını işitmemek veya kabul etmemek kadar çirkin, kabih, kusur, naks addedilecek bir şeye müsaade eder mi? Cenab-ı Hak bütün nekaisten, çirkin şeylerden münezzeh, müberra değil midir? Elbette münezzehtir.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Cenab-ı Hakk'ın verdiği nimetleri söyleyip ilân ve tahdis-i nimet etmek, bazan gurura ve kibre incirar eder. Tevazu kasdıyla da o nimetleri ketmetmek iyi değildir. Binaenaleyh ifrat ve tefritten kurtulmak için istikamet mizanına müracaat edilmeli. Şöyle ki:

Her bir nimetin iki vechi vardır. Bir vechi insana aittir ki insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebeb olur. Mûcib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakikî'yi unutur. En-nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür. İkinci vechi ise, in'am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilân, in'amını ifşa, esmasına şehadet eder. Binaenaleyh tevazu, ancak birinci vecihle tevazu olabilir. Ve illâ küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi, ikinci vecihle manevî bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmumdur.

Tevazu ile tahdis-i nimet şöylece bir içtimaları var: Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama başka bir adam "Ne kadar güzel oldun." dediğine karşı "Güzellik paltonundur." dediği zaman, tevazu ile tahdis-i nimeti cem'etmiş olur.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!

Ücret alındığı zaman veya mükâfat tevzi edildiği vakit, rekabet, kıskançlık mikrobu oynamaya başlar. Fakat iş zamanında, hizmet vaktinde o mikrobun haberi olmuyor. Hattâ tenbel olan adam çalışkanı sever. Zaîf olan kavîyi takdir ve tahsin eder. Fakat çalışmasını ister ki, iş hafif olsun, zahmetten kurtulsun.

Dünya da umûr-u diniyeye ve a'mal-i âhirete iş ve hizmet için kurulmuş bir fabrika olduğu cihetle ve o fabrika içerisinde işlenen ve yapılan ibadetlerin semeresi öteki âlemde göründüğüne nazaran ibadetlerde rekabet edilmemelidir. Olduğu takdirde ihlası kaybolur. Ve o rekabeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri gibi dünyevî bir mükâfatı düşünür. Zavallı düşünmüyor ki, o düşünce ile amelini adem-i ihlas ile ibtal eder. Çünki sevab i'tasında ve ücret aldığında, nâsı Rabb-i Nâs'a şerik yapar ve halkın nefretlerine hedef olur.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

Keramet ile istidrac manen birbirine mübayindir. Zira keramet, mu'cize gibi Allah'ın fiilidir. Ve o keramet sahibi de kerametin Allah'tan olduğunu bilir ve Allah'ın kendisine hâmi ve rakib olduğunu da bilir. Tevekkül ü yakîni de fazlalaşır. Lâkin bazan Allah'ın izniyle kerametlerine şuuru olur, bazan olmaz. Evlâ ve eslemi de bu kısımdır.

İstidrac ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garib fiilleri izhar etmekten ibarettir. Fakat bu istidrac sahibi, nefsine istinad ve iktidarına isnad etmekle enaniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki
ﺍِﻧَّﻤَٓﺎ ﺍُﻭﺗِﻴﺘُﻪُ ﻋَﻠَﻰ ﻋِﻠْﻢٍ okumaya başlar. Lâkin o inkişaf, tasfiye-i nefs ve tenevvür-ü kalb neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidrac ile ehl-i keramet arasında tabaka-i ûlâda fark yoktur. Tam manasıyla fenaya mazhar olanlar ise, onlara da Allah'ın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve onlar da, o eşyayı fena fillah olan havâslarıyla görürler. Bunun istidracdan farkı pek zahirdir. Zira zahire çıkan bâtınlarının nuraniyeti, müraîlerin zulümatıyla iltibas olmaz.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﻭَ ﺍِﻥْ ﻣِﻦْ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻳُﺴَﺒِّﺢُ ﺑِﺤَﻤْﺪِﻩِ

İ'lem Eyyühel-Aziz!

Tesbihat, ibadat, gayr-ı mahdud enva'larıyla her şeyde vardır. Fakat, her şeyin kendi tesbihat ve ibadetini bütün vecihlerini daima bilip şuur edinmesi lâzım değildir. Çünki husul huzuru istilzam etmez. Tesbih ve ibadet edenler, yalnız yaptıkları amelin mahsus bir tesbih veya sıfatı malûm bir ibadet olduğunu bilirlerse kâfidir. Zâten Mabud-u Mutlak'ın ilmi kâfidir. İnsandan maada mahlukatta teklif olmadığından, onlara niyet lâzım değildir. Ve keza amellerinin sıfatını bilmek de lâzım değildir.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsan-ı mü'minin kıymeti, ihtiva ettiği san'at-ı âliye ile esma-i hüsnadan in'ikas eden cilvelerin nakışları nisbetindedir.

İnsan-ı kâfirin kıymeti ise, et, kemikten ibaret fâni ve sâkıt maddesinin kıymetiyle ölçülür.

Kezalik bu âlem de, eğer Kur'anın tarif ettiği gibi mana-yı harfiyle, yani Cenab-ı Hakk'ın azametine bir âlet nazarıyla bakılırsa, o nisbette kıymetdar olur. Eğer felsefenin dediği gibi, mana-yı ismiyle yani hiçbir fâil, Hâlık ile bağlı olmayıp müstakill-i bizzât nazarıyla bakılırsa, kıymeti camid, mütegayyir maddesinde münhasır kalır.

Kur'andan istifade edilen ilmin felsefe ilminden ne derece yüksek olduğu, şu misal ile tebarüz eder:
ﻭَﺟَﻌَﻞَ ﺍﻟﺸَّﻤْﺲَ ﺳِﺮَﺍﺟًﺎ Bu hükm-ü Kur'anî esma-i hüsnanın cilvelerine bakmak için bir pencere açıyor. Şöyle ki:

Ey insan! Bu şems, azametiyle beraber size müsahhardır. Meskenlerinize nur veriyor. Yemeklerinizi hararetiyle pişirtiyor. Sizin öyle Azîm, Rahîm bir Mâlikiniz var ki, bu şems onun bir lâmbası olup misafirhanesinde sâkin misafirlerini ziyalandırıyor.

Felsefenin hikmetince, şems büyük bir ateştir, yerinde dönüyor. arz ile seyyarat, ondan uçan parçalardır. Cazibe ile şemse merbut kalarak medarlarında hareket ediyorlar.


İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsanın Cenab-ı Hak'tan hiçbir hakkı taleb etmeye hakkı yoktur. Bilakis daima ona şükretmeye medyundur. Çünki mülk onundur. İnsan onun memluküdür.
 

Ahmet.1

Well-known member
MU'CİZE-İ KÜBRADAN BİRKAÇ KATREYİ TAZAMMUN EDEN
ONDÖRDÜNCÜ REŞHA

BİRİNCİ KATRE:

Nübüvvet-i Ahmediye'yi (A.S.M.) isbat eden deliller ne ta'dad ve ne tahdid edilemez. Ehl-i tahkik ve yüksek insanlarca, beyanları hakkında yapılan tasnifler pek çoktur. Acz ve kusurum ile "Şuaat" adlı eserimde o şemsin bazı şuaları beyan edildiği gibi, "Lemaat" adlı ikinci bir eserimde Kur'anın i'caz dereceleri, kırka iblağ edilmiştir. Ve o vücuh-u i'cazdan belâgat-ı nazmiyeye ait bir vecih de, "İşarat-ül İ'caz" nam eserimde beyan edilmiştir. İştihası olanlara o üç kitabı tavsiye ediyorum.


İKİNCİ KATRE:


Geçen derslerden anlaşıldığı üzere Hâlık-ı arz ve semavatın, nev'-i beşerin ıslah ve terbiyesi için inzal ettiği Kur'anın pek çok vazife ve makamları vardır.

Evet Kur'an kâinatın bir tercüme-i ezeliyesidir. Ve kâinatın kendi lisanlarıyla okudukları âyât-ı tekviniyenin tercümanıdır. Ve şu kitab-ı âlemin tefsiri olduğu gibi; arz, semavat sahifelerinde müstetir esma-i hüsnanın definelerini keşşaftır. Ve şu âlem-i şehadete âlem-i gaybdan bir lisandır. Ve âlem-i İslâmın güneşi olduğu gibi, âlem-i âhiretin de haritasıdır. Ve Cenab-ı Hakk'ın zâtına, sıfâtına, esmasına, şuunatına bir bürhan ve bir tercümandır. Ve keza nev'-i beşerin şeriat kitabı, hikmet kitabı, dua kitabı, davet kitabı, ibadet kitabı, emir kitabı, zikir kitabı, fikir kitabı olmakla, zahiren bir kitab şeklinde ise de, ihtiva ettiği fünun ve ulûm cihetiyle binlerce kitab hükmündedir.
 

Ahmet.1

Well-known member
ÜÇÜNCÜ KATRE:

Tekrarat-ı Kur'aniyedeki i'cazın bir lem'asını beyan zımnında "Altı Nokta"dan ibarettir.

Birinci Nokta: Kur'an bir zikir kitabı, bir dua kitabı, bir davet kitabı olduğuna nazaran, surelerinde vukua gelen tekrar, belâgatça ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir. Çünki zikir ve duadan maksad sevabdır ve merhamet-i İlahiyeyi celbetmektir. Malûmdur ki, bu gibi hususlarda fazlasıyla tekrar lâzımdır ki, o nisbette sevab kazanılsın ve merhamet celbedilsin. Hem de zikrin tekrarı kalbi tenvir eder. Duanın tekrarı bir takrirdir. Davet dahi, tekrarı nisbetinde tesiri, te'kidi vardır.

İkinci Nokta: Kur'an bütün beşerin tabakatına hitab ve deva olduğu için, zeki-gabî, takî-şakî, zâhid gayr-ı zâhid, bütün insan tabakaları şu hitab-ı İlahiyeye mazhar ve bu eczahane-i Rahmaniyeden ilâç almaya hakları vardır. Halbuki Kur'anı tamamen ve daima okumak herkese müyesser değildir. Bunun için, lüzumlu olan maksadlar, hüccetler bilhâssa uzun surelerde tekrar edilmiştir ki her bir sure hemen hemen bir küçük Kur'an hükmünde olsun ki herkes sühuletle istediği vakit istediği sureyi okumakla tam Kur'anın sevabını kazanabilsin. Evet
ﻭَﻟَﻘَﺪْ ﻳَﺴَّﺮْﻧَﺎ ﺍﻟْﻘُﺮْﺍَﻥَ ﻟِﻠﺬِّﻛْﺮِ olan âyet-i kerime bu hakikatı isbat ediyor.

Üçüncü Nokta: Cismanî ihtiyaçlar vakitlerin ihtilaflarıyla tebeddül eder. Noksan ve fazlalaşır. Meselâ: Havaya olan ihtiyaç her anda var. Suya olan ihtiyaç, midenin harareti zamanlarında olur. Gıdaya olan hacet, her günde olur. Ziyaya olan ihtiyaç, alelekser haftada bir defa lâzımdır. Ve hâkeza...

Kezalik manevî ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefavittir. Her anda "Allah" kelimesine ihtiyaç vardır. Her vakit "Besmele"ye her saatte "Lâ ilahe illallah"a ihtiyaç vardır. Ve hâkeza...

Binaenaleyh; âyetlerin, kelimelerin tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri geliyor. Ve keza o gibi hükümlere olan ihtiyacın şiddetine işarettir.

Dördüncü Nokta: Bilirsiniz ki; Kur'an bu metin din-i azîmin esasatını ve İslâmiyetin erkânını tesis ettiği gibi, içtimaat-ı beşeriyeyi tebdil eden bir kitabdır. Malûmdur ki: Müessis olan zât, vaz'ettiği esasları güzelce yerleştirmek için tekrarlara çok ihtiyacı olur. Evet tekrar edilen şey sabit kalır, takarrur eder, unutulmaz.

Ve keza Kur'an, beşerin muhtelif tabakalarından kàlî veya halî yapılan suallere lâzım olan cevabları veren umumî bir mürşid-i mücîbdir. Malûm ya, sual tekerrür ederse cevab da tekerrür eder.

Beşinci Nokta: Bilirsiniz ki, Kur'an pek büyük mes'elelerden bahseder. Ve kalbleri iman ve tasdike davet eder. Ve çok ince hakikatlerden bahis açar. Akılları; marifete, dikkate tahrik eder. Binaenaleyh o mesailin, o ince hakaikın, kalblerde, efkârda tesbit ve takriri için suver-i muhtelifede türlü türlü üslûblarla tekrara ihtiyaç vardır.

Altıncı Nokta: Bilirsiniz ki, her âyet için bir zahir var, bir bâtın var; bir had var, bir muttala' var. Ve her bir kıssa için çok vecihler, hükümler, faideler, maksadlar vardır. Binaenaleyh muayyen bir âyet her yerde öbür münasib bir vecih için, bir faide için zikredilebilir. Bu itibarla, zahiren tekrar görünse bile hakikatte tekrar değildir.
 
Üst