Sözler

Ahmet.1

Well-known member
BARLA YAYLASI; ÇAM, KATRAN, ARDIÇ, KARAKAVAĞIN BİR MEYVESİDİR
[Makam münasebetiyle buraya alınmış, Onbirinci Mektub'un bir parçasıdır.]

Bir vakit esaretimde dağ başında azametli çam ve katran ve ardıç ağaçlarının heybetnüma suretlerini, hayret-feza vaziyetlerini temaşa ederken pek latif bir rüzgâr esti. O vaziyeti, pek muhteşem ve şirin velvele-âlûd bir zelzele-i raksnüma, bir tesbihat-ı cezbe-edâ suretine çevirdiğinden; eğlence temaşası, nazar-ı ibrete ve sem'-i hikmete döndü. Birden Ahmed-i Cezerî'nin Kürdçe şu fıkrası:
ﻫَﺮْﻛَﺲْ ﺑِﺘَﻤَﺎﺷَﺎﮔَﻪِ ﺣُﺴْﻨَﺎﺗَﻪ ﺯِﻫَﺮْ ﺟَﺎﻯْ ﺗَﺸْﺒِﻴﻪِ ﻧِﮕَﺎﺭَﺍﻥْ ﺑِﺠَﻤَﺎﻟﺎَﺗَﻪ ﺩِﻧَﺎﺯِﻥْ hatırıma geldi. Kalbim, ibret manalarını ifade için şöyle ağladı:


ﻳَﺎ ﺭَﺏْ ﻫَﺮْ ﺣَﻰْ ﺑِﺘَﻤَﺎﺷَﺎﮔَﻪِ ﺻُﻨْﻊِ ﺗُﻮ ﺯِﻫَﺮْﺟَﺎﻯْ ﺑَﺘَﺎﺯِﻯ ٭ ﺯِﻧِﺸِﻴﺐُ ﺍَﺯْ ﻓِﺮَﺍﺯِﻯ ﻣَﺎﻧَﻨْﺪِ ﺩَﻟﺎَّﻟﺎَﻥْ ﺑِﻨِﺪَﺍﺀِ ﺑِﺂﻭَﺍﺯِﻯ ٭ ﺩَﻡْ ﺩَﻡْ ﺯِﺟَﻤَﺎﻝِ ﻧَﻘْﺶِ ﺗُﻮ ﺩَﺭْ ﺭَﻗْﺺْ ﺑَﺎﺯِﻯ ٭ ﺯِﻛَﻤَﺎﻝِ ﺻُﻨْﻊِ ﺗُﻮ ﺧُﻮﺵْ ﺧُﻮﺵْ ﺑِﮕَﺎﺯِﻯ ٭ ﺯِﺷِﻴﺮِﻳﻨِﻰ ﺁﻭَﺍﺯِ ﺧُﻮﺩْ ﻫَﻰْ ﻫَﻰْ ﺩِﻧَﺎﺯِﻯ ٭ ﺍَﺯْﻭَﻯْ ﺭَﻗْﺺَ ﺁﻣَﺪْ ﺟَﺬْﺑَﻪ ﺧَﺎﺯِﻯ ٭ ﺍَﺯْﻳِﻦْ ﺁﺛَﺎﺭِ ﺭَﺣْﻤَﺖْ ﻳَﺎﻓْﺖْ ﻫَﺮْ ﺣَﻰْ ﺩَﺭْﺱِ ﺗَﺴْﺒِﻴﺢُ ﻧَﻤَﺎﺯِﻯ ٭ ﺍِﻳﺴْﺘَﺎﺩَﺳْﺖْ ﻫَﺮْ ﻳَﻜِﻰ ﺑَﺮْ ﺳَﻨْﮓِ ﺑَﺎﻟﺎَ ﺳَﺮْﻓِﺮَﺍﺯِﻯ ٭ ﺩِﺭَﺍﺯْ ﻛَﺮْﺩَﺳْﺖْ ﺩَﺳْﺘْﻬَﺎﺭَﺍ ﺑَﺪَﺭْﮔَﺎﻩِ ﺍِﻟَﻬِﻰ ﻫَﻢْ ﭼُﻮ ﺷَﻬْﺒَﺎﺯِﻯ ٭ ﺑِﺠُﻨْﺒِﻴﺪَﺳْﺖْ ﺯُﻟْﻔْﻬَﺎﺭَﺍ ﺑَﺸَﻮْﻕْ ﺍَﻧْﮕِﻴﺰِ ﺷَﻬْﻨَﺎﺯِﻯ ٭ ﺑَﺒَﺎﻟﺎَ ﻣِﻴﺰَﻧَﻨْﺪْ ﺍَﺯْ ﭘَﺮْﺩَﻩ ﻫَﺎﻯِ ﻫَﺎﻯِ ﻫُﻮﻯِ ﻋِﺸْﻖْ ﺑَﺎﺯِﻯ ٭ ﻣِﻴﺪِﻫَﺪْ ﻫُﻮﺷَﻪ ﮔِﺮِﻳﻨْﻬَﺎﻯِ ﺩَﺭِﻳﻨْﻬَﺎﻯِ ﺯَﻭَﺍﻟِﻰ ﺍَﺯْ ﺣُﺐِّ ﻣَﺠَﺎﺯِﻯ ٭ ﺑَﺮْ ﺳَﺮِ ﻣَﺤْﻤُﻮﺩْﻫَﺎ ﻧَﻐْﻤَﻬَﺎﻯِ ﺣُﺰْﻥْ ﺍَﻧْﮕِﻴﺰِ ﺍَﻳَﺎﺯِﻯ ﻣُﺮْﺩَﻫَﺎﺭَﺍ ﻧَﻐْﻤَﻬَﺎﻯِ ﺍَﺯَﻟِﻰ ﺍَﺯْ ﺣُﺰْﻥْ ﺍَﻧْﮕِﻴﺰِ ﻧَﻮَﺍﺯِﻯ ٭ ﺭُﻭﺣَﻪ ﻣِﻰ ﺁﻳَﺪْ ﺍَﺯُﻭ ﺯَﻣْﺰَﻣَﻪﺀِ ﻧَﺎﺯُ ﻧِﻴَﺎﺯِﻯ ٭ ﻗَﻠْﺐْ ﻣِﻴﺨَﻮﺍﻧَﺪْ ﺍَﺯِﻳﻦْ ﺁﻳَﺎﺗْﻬَﺎ ﺳِﺮِّ ﺗَﻮْﺣِﻴﺪْ ﺯِﻋُﻠُﻮِّ ﻧَﻈْﻢِ ﺍِﻋْﺠَﺎﺯِﻯ ٭ ﻧَﻔْﺲْ ﻣِﻴﺨَﻮﺍﻫَﺪْ ﺩَﺭْ ﺍِﻳﻦْ ﻭَﻟْﻮَﻟَﻬَﺎ ﺯَﻟْﺰَﻟَﻬَﺎ ﺫَﻭْﻕِ ﺑَﺎﻗِﻰ ﺩَﺭْ ﻓَﻨَﺎﻯِ ﺩُﻧْﻴَﺎ ﺑَﺎﺯِﻯ ٭ ﻋَﻘْﻞْ ﻣِﻴﺒِﻴﻨَﺪْ ﺍَﺯِﻳﻦْ ﺯَﻣْﺰَﻣَﻬَﺎ ﺩَﻣْﺪَﻣَﻬَﺎ ﻧَﻈْﻢِ ﺧِﻠْﻘَﺖْ ﻧَﻘْﺶِ ﺣِﻜْﻤَﺖْ ﻛَﻨْﺰِ ﺭَﺍﺯِﻯ ٭ ﺁﺭْﺯُﻭ ﻣِﻴﺪَﺍﺭَﺩْ ﻫَﻮَﺍ ﺍَﺯِﻳﻦْ ﻫَﻤْﻬَﻤَﻬَﺎ ﻫَﻮْﻫَﻮَﻫَﺎ ﻣَﺮْﮒِ ﺧُﻮﺩْ ﺩَﺭْ ﺗَﺮْﻙِ ﺍَﺫْﻭَﺍﻕِ ﻣَﺠَﺎﺯِﻯ ٭ ﺧَﻴَﺎﻝْ ﺑِﻴﻨَﺪْ ﺍَﺯِﻳﻦْ ﺍَﺷْﺠَﺎﺭْ ﻣَﻠﺎَﺋِﻚْ ﺭَﺍ ﺟَﺴَﺪْ ﺁﻣَﺪْ ﺳَﻤَﺎﻭِﻯ ﺑَﺎﻫَﺰَﺍﺭَﺍﻥْ ﻧَﻰْ ٭ ﺍَﺯِﻳﻦْ ﻧَﻴْﻬَﺎ ﺷُﻨِﻴﺪَﺕْ ﻫُﻮﺵْ ﺳِﺘَﺎﻳِﺸْﻬَﺎﻯِ ﺫَﺍﺕِ ﺣَﻰْ ٭ ﻭَﺭَﻗْﻬَﺎﺭَﺍ ﺯَﺑَﺎﻥْ ﺩَﺍﺭَﻧْﺪْ ﻫَﻤَﻪ ﻫُﻮ ﻫُﻮ ﺫِﻛْﺮْ ﺁﺭَﻧْﺪْ ﺑَﺪَﺭْ ﻣَﻌْﻨَﺎﻯِ ﺣَﻰُّ ﺣَﻰْ ٭ ﭼُﻮ ﻟﺎَٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮ ﺑَﺮَﺍﺑَﺮْ ﻣِﻴﺰَﻧَﺪْ ﻫَﺮْ ﺷَﻰْ ٭ ﺩَﻣَﺎﺩَﻡْ ﺟُﻮﻳَﺪَﻧْﺪْ ﻳَﺎ ﺣَﻖْ ﺳَﺮَﺍﺳَﺮْ ﮔُﻮﻳَﺪَﻧْﺪْ ﻳَﺎ ﺣَﻰْ ﺑَﺮَﺍﺑَﺮْ ﻣِﻴﺰَﻧَﻨْﺪْ ﺍَﻟﻠَّﻪْ ٭ ﻓَﻴَﺎ ﺣَﻰُّ ﻳَﺎ ﻗَﻴُّﻮﻡُ ﺑِﺤَﻖِّ ﺍِﺳْﻢِ ﺣَﻰِّ ﻗَﻴُّﻮﻡِ ٭ ﺣَﻴَﺎﺗِﻰ ﺩِﻩْ ﺑَﺎِﻳﻦْ ﻗَﻠْﺐِ ﭘَﺮِﻳﺸَﺎﻥْ ﺭَﺍ ﺍِﺳْﺘِﻘَﺎﻣَﺖْ ﺩِﻩْ ﺑَﺎِﻳﻦْ ﻋَﻘْﻞِ ﻣُﺸَﻮَّﺵْ ﺭَﺍ ﺁﻣِﻴﻦْ
 

Ahmet.1

Well-known member
Barla Yaylası Tepelicede çam, katran, ardıç, karakavak meyvesi hakkında yazılan Farisî beyitlerin manası:

ﻫَﺮْﻛَﺲْ ﺑِﺘَﻤَﺎﺷَﺎﮔَﻪِ ﺣُﺴْﻨَﺎﺗَﻪ ﺯِﻫَﺮْ ﺟَﺎﻯْ ﺗَﺸْﺒِﻴﻪِ ﻧِﮕَﺎﺭَﺍﻥْ ﺑِﺠَﻤَﺎﻟﺎَﺗَﻪ ﺩِﻧَﺎﺯِﻥْ

Hatırıma geldi. Kalbim dahi ibret manalarını ifade için şöyle ağladı:
Yani: Senin temaşageh-i hüsnüne, herkes her yerden koşup gelmiş. Senin cemalinle nazdarlık ediyorlar.

ﻳَﺎ ﺭَﺏْ ﻫَﺮْ ﺣَﻰْ ﺑِﺘَﻤَﺎﺷَﺎﮔَﻪِ ﺻُﻨْﻊِ ﺗُﻮ ﺯِﻫَﺮْﺟَﺎﻯْ ﺑَﺘَﺎﺯِﻯ

Her zîhayat senin temaşageh-i san'atın olan zemin yüzüne her yerden çıkıp bakıyorlar.

ﺯِﻧِﺸِﻴﺐُ ﺍَﺯْ ﻓِﺮَﺍﺯِﻯ ﻣَﺎﻧَﻨْﺪِ ﺩَﻟﺎَّﻟﺎَﻥْ ﺑِﻨِﺪَﺍﺀِ ﺑِﺂﻭَﺍﺯِﻯ
Aşağıdan, yukarıdan dellâllar gibi çıkıp bağırıyorlar.

ﺩَﻡْ ﺩَﻡْ ﺯِﺟَﻤَﺎﻝِ ﻧَﻘْﺶِ ﺗُﻮ ﴿ﻧُﺴْﺨَﻪ: ﺯِﻫَﻮَﺍﻯِ ﺷَﻮْﻕِ ﺗُﻮ﴾ ﺩَﺭْ ﺭَﻗْﺺ ﺑَﺎﺯِﻯ
Senin cemal-i nakşından keyiflenip, o dellâl-misal ağaçlar oynuyorlar.

ﺯِﻛَﻤَﺎﻝِ ﺻُﻨْﻊِ ﺗُﻮ ﺧُﻮﺵْ ﺧُﻮﺵْ ﺑِﮕَﺎﺯِﻯ
Senin kemal-i san'atından neş'elenip, güzel güzel sadâ veriyorlar.

ﺯِﺷِﻴﺮِﻳﻨِﻰ ﺁﻭَﺍﺯِ ﺧُﻮﺩْ ﻫَﻰْ ﻫَﻰْ ﺩِﻧَﺎﺯِﻯ
Güya sadâlarının tatlılığı, onları da neş'elendirip nazeninane bir naz ettiriyor.

ﺍَﺯْﻭَﻯْ ﺭَﻗْﺼَﻪ ﺁﻣَﺪْ ﺟَﺬْﺑَﻪ ﺧَﺎﺯِﻯ
İşte ondandır ki; şu ağaçlar raksa gelmiş, cezbe istiyorlar.

ﺍَﺯِﻳﻦْ ﺁﺛَﺎﺭِ ﺭَﺣْﻤَﺖْ ﻳَﺎﻓْﺖْ ﻫَﺮْ ﺣَﻰْ ﺩَﺭْﺱِ ﺗَﺴْﺒِﻴﺢُ ﻧَﻤَﺎﺯِﻯ
Şu rahmet-i İlahiyenin âsârıyladır ki; her zîhayat, kendine mahsus tesbih ve namazın dersini alıyorlar.

ﺍِﻳﺴْﺘَﺎﺩَﺳْﺖْ ﻫَﺮْ ﻳَﻜِﻰ ﺑَﺮْ ﺳَﻨْﮓِ ﺑَﺎﻟﺎَ ﺳَﺮْﻓِﺮَﺍﺯِﻯ
Ders aldıktan sonra, herbir ağaç yüksek bir taş üstünde arşa başını kaldırıp durmuşlar.

ﺩِﺭَﺍﺯْ ﻛَﺮْﺩَﺳْﺖْ ﺩَﺳْﺘْﻬَﺎﺭَﺍ ﺑَﺪَﺭْﮔَﺎﻩِ ﺍِﻟَﻬِﻰ ﻫَﻢْ ﭼُﻮ ﺷَﻬْﺒَﺎﺯِﻯ
Herbirisi, yüzler ellerini Şehbaz-ı Kalender {(Haşiye-1): Şehbaz-ı Kalender, meşhur bir kahramandır ki, Şeyh-i Geylanî'nin irşadıyla dergâh-ı İlahîye iltica edip mertebe-i velayete çıkmıştır.} gibi dergâh-ı İlahîye uzatıp muhteşem bir ibadet vaziyetini almışlar.

ﺑِﺠُﻨْﺒِﻴﺪَﺳْﺖْ ﺯُﻟْﻔْﻬَﺎﺭَﺍ ﺑَﺸَﻮْﻕْ ﺍَﻧْﮕِﻴﺰِ ﺷَﻬْﻨَﺎﺯِﻯ
{(Haşiye-2): Şehnaz-ı Çelkezî, kırk örme saç ile meşhur bir dünya güzelidir.}
Oynattırıyorlar zülüfvari küçük dallarını ve onunla, temaşa edenlere de latif şevklerini ve ulvî zevklerini ihtar ediyorlar.

ﺑَﺒَﺎﻟﺎَ ﻣِﻴﺰَﻧَﻨْﺪْ ﺍَﺯْ ﭘَﺮْﺩَﻩ ﻫَﺎﻯِ ﻫَﺎﻯِ ﻫُﻮﻯِ ﻋِﺸْﻖْ ﺑَﺎﺯِﻯ
Aşkın "Hây Hûy" perdelerinden en hassas tellere, damarlara dokunuyor gibi sadâ veriyorlar.
{(Nüsha): Şu nüsha, mezaristandaki ardıç ağacına bakar:
ﺑَﺒَﺎﻟﺎَ ﻣِﻴﺰَﻧَﻨْﺪْ ﺍَﺯْ ﭘَﺮْﺩَﻩ ﻫَﺎﻯِ ﻫَﺎﻯِ ﻫُﻮﻯِ ﭼَﺮْﺥِ ﺑَﺎﺯِﻯ ٭ ﻣُﺮْﺩَﻫَﺎﺭَﺍ ﻧَﻐْﻤَﻬَﺎﻯِ ﺍَﺯَﻟِﻰ ﺍَﺯْ ﺣُﺰْﻥْ ﺍَﻧْﮕِﻴﺰِ ﻧَﻮَﺍﺯِﻯ }

ﻣِﻴﺪِﻫَﺪْ ﻫُﻮﺷَﻪ ﮔِﺮِﻳﻨْﻬَﺎﻯِ ﺩَﺭِﻳﻨْﻬَﺎﻯِ ﺯَﻭَﺍﻟِﻰ ﺍَﺯْ ﺣُﺐِّ ﻣَﺠَﺎﺯِﻯ
Fikre şu vaziyetten şöyle bir mana geliyor: Mecazî muhabbetlerin zeval elemiyle gelen ağlayış, hem derinden derine hazîn bir enîni ihtar ediyorlar.

ﺑَﺮْ ﺳَﺮِ ﻣَﺤْﻤُﻮﺩْﻫَﺎ ﻧَﻐْﻤَﻬَﺎﻯِ ﺣُﺰْﻥْ ﺍَﻧْﮕِﻴﺰِ ﺍَﻳَﺎﺯِﻯ
Mahmudların, yani Sultan Mahmud gibi mahbubundan ayrılmış bütün âşıkların başlarında, hüzün-âlûd mahbublarının nağmesinin tarzını işittiriyorlar.

ﻣُﺮْﺩَﻫَﺎﺭَﺍ ﻧَﻐْﻤَﻬَﺎﻯِ ﺍَﺯَﻟِﻰ ﺍَﺯْ ﺣُﺰْﻥْ ﺍَﻧْﮕِﻴﺰِ ﻧَﻮَﺍﺯِﻯ
Dünyevî sadâların ve sözlerin dinlemesinden kesilmiş olan ölmüşlere; ezelî nağmeleri, hüzün-engiz sadâları işittiriyor gibi bir vazifesi var görünüyorlar.

ﺭُﻭﺣَﻪ ﻣِﻰ ﺁﻳَﺪْ ﺍَﺯُﻭ ﺯَﻣْﺰَﻣَﻪﺀِ ﻧَﺎﺯُ ﻧِﻴَﺎﺯِﻯ
Ruh ise şu vaziyetten şöyle anladı ki: Eşya, tesbihat ile Sâni'-i Zülcelal'in tecelliyat-ı esmasına mukabele edip, bir naz-niyaz zemzemesidir, geliyor.

ﻗَﻠْﺐْ ﻣِﻴﺨَﻮﺍﻧَﺪْ ﺍَﺯِﻳﻦْ ﺁﻳَﺎﺗْﻬَﺎ ﺳِﺮِّ ﺗَﻮْﺣِﻴﺪْ ﺯِﻋُﻠُﻮِّ ﻧَﻈْﻢِ ﺍِﻋْﺠَﺎﺯِﻯ
Kalb ise, şu herbiri birer âyet-i mücesseme hükmünde olan şu ağaçlardan sırr-ı tevhidi, bu i'cazın ulüvv-ü nazmından okuyor. Yani, hilkatlerinde o derece hârika bir intizam, bir san'at, bir hikmet vardır ki: Bütün esbab-ı kâinat birer fâil-i muhtar farzedilse ve toplansalar taklid edemezler.

ﻧَﻔْﺲْ ﻣِﻴﺨَﻮﺍﻫَﺪْ ﺩَﺭْ ﺍِﻳﻦْ ﻭَﻟْﻮَﻟَﻬَﺎ ﺯَﻟْﺰَﻟَﻬَﺎ ﺫَﻭْﻕِ ﺑَﺎﻗِﻰ ﺩَﺭْ ﻓَﻨَﺎﻯِ ﺩُﻧْﻴَﺎ ﺑَﺎﺯِﻯ
Nefis ise, şu vaziyeti gördükçe; bütün rûy-i zemin, velvele-âlûd bir zelzele-i firakta yuvarlanıyor gibi gördü, bir zevk-i bâki aradı. "Dünyaperestliğin terkinde bulacaksın" manasını aldı.

ﻋَﻘْﻞْ ﻣِﻴﺒِﻴﻨَﺪْ ﺍَﺯِﻳﻦْ ﺯَﻣْﺰَﻣَﻬَﺎ ﺩَﻣْﺪَﻣَﻬَﺎ ﻧَﻈْﻢِ ﺧِﻠْﻘَﺖْ ﻧَﻘْﺶِ ﺣِﻜْﻤَﺖْ ﻛَﻨْﺰِ ﺭَﺍﺯِﻯ

Akıl ise, şu zemzeme-i hayvan ve eşcardan ve demdeme-i nebat ve havadan gayet manidar bir intizam-ı hilkat, bir nakş-ı hikmet, bir hazine-i esrar buluyor. Her şey, çok cihetlerle Sâni'-i Zülcelal'i tesbih ettiğini anlıyor.

ﺁﺭْﺯُﻭ ﻣِﻴﺪَﺍﺭَﺩْ ﻫَﻮَﺍ ﺍَﺯِﻳﻦْ ﻫَﻤْﻬَﻤَﻬَﺎ ﻫَﻮْﻫَﻮَﻫَﺎ ﻣَﺮْﮒِ ﺧُﻮﺩْ ﺩَﺭْ ﺗَﺮْﻙِ ﺍَﺫْﻭَﺍﻕِ ﻣَﺠَﺎﺯِﻯ
Heva-yı nefs ise şu hemheme-i hava ve hevheve-i yapraktan öyle bir lezzet alıyor ki, bütün ezvak-ı mecazîyi ona unutturup, o heva-yı nefsin hayatı olan zevk-i mecazîyi terketmekle, bu zevk-i hakikatte ölmek istiyor.

ﺧَﻴَﺎﻝْ ﺑِﻴﻨَﺪْ ﺍَﺯِﻳﻦْ ﺍَﺷْﺠَﺎﺭْ ﻣَﻠﺎَﺋِﻚْ ﺭَﺍ ﺟَﺴَﺪْ ﺁﻣَﺪْ ﺳَﻤَﺎﻭِﻯ ﺑَﺎﻫَﺰَﺍﺭَﺍﻥْ ﻧَﻰْ
Hayal ise, görüyor; güya şu ağaçların müekkel melaikeleri içlerine girip herbir dalında çok neyler takılan ağaçları cesed olarak giymişler. Güya Sultan-ı Sermedî, binler ney sadâsıyla muhteşem bir resm-i küşadda onlara onları giydirmiş ki; o ağaçlar camid, şuursuz cisim gibi değil.. belki gayet şuurkârane manidar vaziyetleri gösteriyorlar.

ﺍَﺯِﻳﻦْ ﻧَﻴْﻬَﺎ ﺷُﻨِﻴﺪَﺕْ ﻫُﻮﺵْ ﺳِﺘَﺎﻳِﺸْﻬَﺎﻯِ ﺫَﺍﺕِ ﺣَﻰْ
İşte o neyler; semavî, ulvî bir musikîden geliyor gibi safi ve müessirdirler. Fikir o neylerden, başta Mevlâna Celaleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârane teşekkiyat-ı firakı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-u Kayyum'a karşı takdim edilen teşekkürat-ı Rahmaniyeyi ve tahmidat-ı Rabbaniyeyi işitiyor.

ﻭَﺭَﻗْﻬَﺎﺭَﺍ ﺯَﺑَﺎﻥْ ﺩَﺍﺭَﻧْﺪْ ﻫَﻤَﻪ ﻫُﻮ ﻫُﻮ ﺫِﻛْﺮْ ﺁﺭَﻧْﺪْ ﺑَﺪَﺭْ ﻣَﻌْﻨَﺎﻯِ ﺣَﻰُّ ﺣَﻰْ
Madem ağaçlar, birer cesed oldu. Bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek herbiri, binler dilleri ile havanın dokunmasıyla "Hu Hu" zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahiyyatıyla Sâni'inin Hayy-u Kayyum olduğunu ilân ediyorlar.

ﭼُﻮ ﻟﺎَٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮ ﺑَﺮَﺍﺑَﺮْ ﻣِﻴﺰَﻧَﺪْ ﻫَﺮْ ﺷَﻰْ
Çünki bütün eşya "Lâ ilahe illa Hu" deyip, kâinatın azîm halka-i zikrinde beraber zikrederek çalışıyorlar.

ﺩَﻣَﺎﺩَﻡْ ﺟُﻮﻳَﺪَﻧْﺪْ ﻳَﺎ ﺣَﻖْ ﺳَﺮَﺍﺳَﺮْ ﮔُﻮﻳَﺪَﻧْﺪْ ﻳَﺎ ﺣَﻰْ ﺑَﺮَﺍﺑَﺮْ ﻣِﻴﺰَﻧَﻨْﺪْ ﺍَﻟﻠَّﻪْ
Vakit be-vakit lisan-ı istidad ile Cenab-ı Hak'tan hukuk-u hayatını "Yâ Hak" deyip hazine-i rahmetten istiyorlar. Baştan başa da hayata mazhariyetleri lisanıyla "Yâ Hayy" ismini zikrediyorlar.

ﻓَﻴَﺎ ﺣَﻰُّ ﻳَﺎ ﻗَﻴُّﻮﻡُ ﺑِﺤَﻖِّ ﺍِﺳْﻢِ ﺣَﻰِّ ﻗَﻴُّﻮﻡِ

ﺣَﻴَﺎﺗِﻰ ﺩِﻩْ ﺑَﺎِﻳﻦْ ﻗَﻠْﺐِ ﭘَﺮِﻳﺸَﺎﻥْ ﺭَﺍ ﺍِﺳْﺘِﻘَﺎﻣَﺖْ ﺩِﻩْ ﺑَﺎِﻳﻦْ ﻋَﻘْﻞِ ﻣُﺸَﻮَّﺵْ ﺭَﺍ ﺁﻣِﻴﻦْ
 

Ahmet.1

Well-known member
[Bir vakit Barla'da Çam Dağı'nda yüksek bir mevkide, gecede semanın yüzüne baktım. Gelecek fıkralar, birden hutur etti. Yıldızların lisan-ı hal ile konuşmalarını hayalen işittim gibi bu yazıldı. Nazım ve şiir bilmediğim için şiir kaidesine girmedi. Tahattur olduğu gibi yazılmış. Dördüncü Mektub ile Otuzikinci Söz'ün Birinci Mevkıfının âhirinden alınmıştır.]


YILDIZLARI KONUŞTURAN BİR YILDIZNAME

Dinle de yıldızları şu hutbe-i şirinine
Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:
"Bir Kadîr-i Zülcelal'in haşmet-i Sultanına
Birer bürhan-ı nur-efşanız vücud-u Sâni'a
Hem vahdete, hem kudrete şahidleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan
Nazenin mu'cizatı çün melek seyranına.
Bu semanın arza bakan, cennete dikkat eden Binler müdakkik gözleriz biz

{(Haşiye): Yani Cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezraacığı olan zeminin yüzünde hadsiz mu'cizat-ı kudret teşhir edildiğinden; semavat âlemindeki melaikeler o mu'cizatı, o hârikaları temaşa ettikleri gibi, ecram-ı semaviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi, güya melaikeler gibi zemin yüzündeki nazenin masnuatı gördükçe Cennet âlemine bakıyorlar. O muvakkat hârikaları bâki bir surette Cennet'te dahi müşahede ediyorlar gibi bir zemine, bir Cennet'e bakıyorlar. Yani o iki âleme nezaretleri var demektir.}

Tûbâ-i hilkatten semavat şıkkına, hep kehkeşan ağsanına
Bir Cemil-i Zülcelal'in, dest-i hikmetle takılmış pek güzel meyveleriyiz biz.
Şu semavat ehline birer mescid-i seyyar, birer hane-i devvar, birer ulvî âşiyane,
Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar, birer tayyareleriz biz.
Bir Kadîr-i Zülkemal'in, bir Hakîm-i Zülcelal'in birer mu'cize-i kudret, birer hârika-i san'at-ı hâlıkane,
Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.
Böyle yüzbin dil ile yüzbin bürhan gösteririz, işittiririz insan olan insana.
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, hem işitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz.
Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize müsahharız. Müsebbihiz, zikrederiz abîdane.
Kehkeşanın halka-i kübrasına mensub birer meczublarız biz." dediklerini hayalen dinledim.
 

Ahmet.1

Well-known member
Onsekizinci Söz
(Bu sözün iki makamı var. İkinci Makamı daha yazılmamıştır. Birinci Makamı üç noktadır.)


BİRİNCİ NOKTA:


ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﻟﺎَ ﺗَﺤْﺴَﺒَﻦَّ ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻳَﻔْﺮَﺣُﻮﻥَ ﺑِﻤَٓﺎ ﺍَﺗَﻮْﺍ ﻭَﻳُﺤِﺒُّﻮﻥَ ﺍَﻥْ ﻳُﺤْﻤَﺪُﻭﺍ ﺑِﻤَﺎ ﻟَﻢْ ﻳَﻔْﻌَﻠُﻮﺍ ﻓَﻠﺎَ ﺗَﺤْﺴَﺒَﻨَّﻬُﻢْ ﺑِﻤَﻔَﺎﺯَﺓٍ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻌَﺬَﺍﺏِ ﻭَﻟَﻬُﻢْ ﻋَﺬَﺍﺏٌ ﺍَﻟِﻴﻢٌ



Nefs-i emmareme bir sille-i te'dib:

Ey fahre meftun, şöhrete mübtela, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dava ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var.

Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz'-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkis ediyorsun, gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun.

Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacalettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedamettir. Senin kemalin hodbinlik değil, hüdabinliktedir.

Evet sen benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yani fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var: O da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir surette kabul etmemenizden şerre sebeb olmanızdır.

Hem siz birer perde yaratılmışsınız. Tâ güzelliği görülmeyen zahirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlahiyenin tenzihine vesile olasınız. Halbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir suret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz. Demek nefisperest, tabiatperest gayet ahmak, gayet zalimdir.

Hem deme ki: "Ben mazharım. Güzele mazhar ise, güzelleşir." Zira, temessül etmediğinden mazhar değil, memer olursun.

Hem deme ki: "Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var." Hâyır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi. {(Haşiye): Hakikaten ben de bu münazarada Yeni Said, nefsini bu derece ilzam ve iskât etmesini çok beğendim ve "Bin Bârekâllah" dedim.}


İKİNCİ NOKTA:


ﺍَﺣْﺴَﻦَ ﻛُﻞَّ ﺷَﻲْﺀٍ ﺧَﻠَﻘَﻪُ âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:

Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet kâinattaki herşey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zahirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:

Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebatatın tebessümleri saklanmış ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazîn firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı celaliye-i Sübhaniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tazibinden muhafaza etmek için nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin taze güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok manevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemasız kalan birçok istidad çekirdekleri, zahirî çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılablar ve küllî tahavvüller, birer manevî yağmurdur.

Fakat insan, hem zahirperest, hem hodgâm olduğundan zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki eşyanın insana aid gayesi bir ise, Sâni'inin esmasına aid binlerdir. Meselâ: Kudret-i Fâtıranın büyük mu'cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, manasız telakki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ: Atmaca kuşu serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Meselâ: Kar'ı, pek bâridane ve tatsız telakki ederler. Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.

Hem insan hodgâmlık ve zahirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilaf-ı edeb zanneder. Meselâ âlet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fakat şu perde-i hacalet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, san'ata ve gayat-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacalet ona hiç temas etmez.

İşte menba-ı edeb olan Kur'an-ı Hakîm'in bazı tabiratı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasılki bize görünen çirkin mahlukların ve hâdiselerin zahirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san'at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâni'ine bakar ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar ve pek çok zahirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir.


ÜÇÜNCÜ NOKTA:

ﺍِﻥْ ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺗُﺤِﺒُّﻮﻥَ ﺍﻟﻠَّﻪَ ﻓَﺎﺗَّﺒِﻌُﻮﻧِﻰ ﻳُﺤْﺒِﺒْﻜُﻢُ ﺍﻟﻠَّﻪُ

Madem kâinatta hüsn-ü san'at, bilmüşahede vardır ve kat'îdir. Elbette risalet-i Ahmediye (A.S.M.), şuhud derecesinde bir kat'iyyetle sübutu lâzım gelir. Zira şu güzel masnuattaki hüsn-ü san'at ve zînet-i suret gösteriyor ki: Onların san'atkârında ehemmiyetli bir irade-i tahsin ve kuvvetli bir taleb-i tezyin vardır. Ve şu irade ve taleb ise; o Sâni'de, ulvî bir muhabbet ve masnu'larında izhar ettiği kemalât-ı san'atına karşı kudsî bir rağbet var olduğunu gösteriyor. Ve şu muhabbet ve rağbet ise, masnuat içinde en münevver ve mükemmel ferd olan insana daha ziyade müteveccih olup temerküz etmek ister.

İnsan ise, şecere-i hilkatin zîşuur meyvesidir. Meyve ise, en cem'iyetli ve en uzak ve en ziyade nazarı âmm ve şuuru küllî bir cüz'üdür. Nazarı âmm ve şuuru küllî zât ise, o San'atkâr-ı Zülcemal'e muhatab olup görüşen ve küllî şuurunu ve âmm nazarını tamamen Sâni'in perestişliğine ve san'atının istihsanına ve nimetinin şükrüne sarfeden en yüksek, en parlak bir ferd olabilir.

Şimdi iki levha, iki daire görünüyor:

Biri, Gayet muhteşem, muntazam bir daire-i rububiyet ve gayet musanna', murassa' bir levha-i san'at...

Diğeri, Gayet münevver, müzehher bir daire-i ubudiyet ve gayet vâsi', câmi' bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman vardır ki, ikinci daire bütün kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder.

İşte o Sâni'in bütün makasıd-ı san'atperveranesine hizmet eden o daire reisinin ne derece o Sâni' ile münasebettar ve onun nazarında ne kadar mahbub ve makbul olduğu bilbedahe anlaşılır.

Acaba hiç akıl kabul eder mi ki: Şu güzel masnuatın bu derece san'atperver, hattâ ağzın her çeşit tadını nazara alan in'amperver san'atkârı, Arş ve Ferşi çınlattıracak bir velvele-i istihsan ve takdir içinde, berr ve bahri cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran ve tekbir ile perestişkârane ona müteveccih olan en güzel masnuuna karşı lâkayd kalsın ve onunla konuşmasın ve alâkadarane onu resul yapıp, güzel vaziyetinin başkalara da sirayet etmesini istemesin?

Kellâ! Konuşmamak ve onu resul yapmamak mümkün değil.


ﺍِﻥَّ ﺍﻟﺪِّﻳﻦَ ﻋِﻨْﺪَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟْﺎِﺳْﻠﺎَﻡُ ٭ ﻣُﺤَﻤَّﺪٌ ﺭَﺳُﻮﻝُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻣَﻌَﻪُ
 
Son düzenleme:

Ahmet.1

Well-known member
[FİRKATLİ VE GURBETLİ BİR ESARETTE, FECİR VAKTİNDE AĞLAYAN BİR KALBİN AĞLAYAN AĞLAMALARIDIR]

Seherlerde eser bâd-ı tecelli Uyan ey gözlerim vakt-i seherde
İnayet hah zidergâh-ı İlahî Seherdir ehl-i zenbin tövbegâhı
Uyan ey kalbim vakt-i fecirde Bikün tövbe, bicû gufran zidergâh-ı İlahî

ﺳَﺤَﺮْ ﺣَﺸْﺮِﻳﺴْﺖْ ﺩَﺭُﻭ ﻫُﺸْﻴَﺎﺭْ ﺩَﺭْ ﺗَﺴْﺒِﻴﺢْ ﻫَﻤَﻪ ﺷَﻰْ

ﺑَﺨَﻮﺍﺏِ ﻏَﻔْﻠَﺖْ ﺳَﺮْﺳَﻢْ ﻧَﻔْﺴَﻢْ ﺣَﺘَّﻰ ﻛَﻰْ
ﻋُﻤْﺮْ ﻋَﺼْﺮِﻳﺴْﺖْ ﺳَﻔَﺮْ ﺑَﺎﻗَﺒْﺮْ ﻣِﻰ ﺑَﺎﻳَﺪْ ﺯِﻫَﺮْ ﺣَﻰْ
ﺑِﺒَﺮْﺧِﻴﺰْ ﻧَﻤَﺎﺯِﻯ ﭼُﻮ ﻧِﻴَﺎﺯِﻯ ﮔُﻮ ﺑِﻜُﻦْ ﺁﻭَﺍﺯِﻯ ﭼُﻮﻥْ ﻧَﻰْ
ﺑَﮕُﻮ ﻳَﺎ ﺭَﺏْ ﭘَﺸِﻴﻤَﺎﻧَﻢْ ﺧَﺠِﻴﻠَﻢْ ﺷَﺮْﻣْﺴَﺎﺭَﻡْ ﺍَﺯْ ﮔُﻨَﺎﻩْ ﺑِﻰ ﺷُﻤَﺎﺭَﻡْ ﭘَﺮِﻳﺸَﺎﻧَﻢْ ﺫَﻟِﻴﻠَﻢْ ﺍَﺷْﻚْ ﺑَﺎﺭَﻡْ ﺍَﺯْ ﺣَﻴَﺎﺕْ ﺑِﻰ ﻗَﺮَﺍﺭَﻡْ ﻏَﺮِﻳﺒَﻢْ ﺑِﻰ ﻛَﺴَﻢْ ﺿَﻌِﻴﻔَﻢْ ﻧَﺎﺗُﻮَﺍﻧَﻢْ ﻋَﻠِﻴﻠَﻢْ ﻋَﺎﺟِﺰَﻡْ ﺍِﺧْﺘِﻴَﺎﺭَﻡْ ﺑِﻰ ﺍِﺧْﺘِﻴَﺎﺭَﻡْ ﺍﻟْﺎَﻣَﺎﻥْ ﮔُﻮﻳَﻢْ ﻋَﻔُﻮْ ﺟُﻮﻳَﻢْ ﻣَﺪَﺩْ ﺧَﻮﺍﻫَﻢْ ﺯِﺩَﺭْﮔَﺎﻫَﺖْ ﺍِﻟَﻬِﻰ
 

Ahmet.1

Well-known member
Ondokuzuncu Söz
Risalet-i Ahmediye'ye Dairdir

ﻭَ ﻣَﺎ ﻣَﺪَﺣْﺖُ ﻣُﺤَﻤَّﺪًﺍ ﺑِﻤَﻘَﺎﻟَﺘِﻰ ٭ ﻭَ ﻟَﻜِﻦْ ﻣَﺪَﺣْﺖُ ﻣَﻘَﺎﻟَﺘِﻰ ﺑِﻤُﺤَﻤَّﺪٍ ﻉ.ﺹ.ﻡ

Evet şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediyedir.


"ONDÖRT REŞEHAT"ı tazammun eden Ondördüncü Lem'anın


BİRİNCİ REŞHASI:

Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var. Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini onüç lem'a ile arabî Nur Risalesinden Onüçüncü dersten işittik. Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. Birisi de Kur'an-ı Azîmüşşan'dır. Şimdi şu ikinci bürhan-ı nâtıkî olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'ı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

Evet, o bürhanın şahs-ı manevîsine bak:

Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber... O bürhan-ı bahir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri... Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki; herbir davasını, mu'cizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira o,
ﻟﺎَٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪُ der, dava eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icma' ile manen "SADAKTE VE BİL-HAKKI NATAKTE" derler.

Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsız imzalarla teyid edilen bir müddeaya parmak karıştırsın.


İKİNCİ REŞHA:

O nurani bürhan-ı tevhid, nasılki iki cenahın icma' ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve İncil gibi Kütüb-ü Semaviyenin {(Haşiye): Hüseyin-i Cisrî "Risale-i Hamîdiye"sinde yüzondört işaratı, o kitablardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihat varmış.} yüzler işaratı ve irhasatın binler rumuzatı ve hâtiflerin meşhur beşaratı ve kâhinlerin mütevatir şehadatı ve şakk-ı Kamer gibi binler mu'cizatının delalatı ve şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemaldeki ahlâk-ı hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yı galiyesini ve kemal-i emniyetini ve kuvvet-i imanını ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvası, fevkalâde ubudiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti; davasında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi aşikâre gösteriyor.


ÜÇÜNCÜ REŞHA:

Eğer istersen gel Asr-ı Saadet'e, Ceziret-ül Arab'a gideriz. Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyaret ederiz. İşte bak:

Hüsn-ü sîret ve cemal-i suret ile mümtaz bir zâtı görüyoruz ki; elinde mu'ciznüma bir kitab, lisanında hakaik-aşina bir hitab, bütün benî-Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlem olan muamma-i acibanesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlakını fetih ve keşfederek, bütün mevcudattan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkil ve müdhiş sual-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suallerine mukni, makbul cevab verir.


DÖRDÜNCÜ REŞHA:

Bak! Öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki: Eğer onun o nurani daire-i hakikat-ı irşadından hariç bir surette kâinata baksan; elbette kâinatın şeklini bir matemhane-i umumî hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebi, belki düşman ve camidatı dehşetli cenazeler ve bütün zevil-hayatı zeval ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.

Şimdi bak: Onun neşrettiği nur ile o matemhane-i umumî, şevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkılab etti. O ecnebi, düşman mevcudat, birer dost ve kardeş şekline girdi. O camidat-ı meyyite-i samite; birer munis memur, birer müsahhar hizmetkâr vaziyetini aldı ve o ağlayıcı ve şekva edici kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir suretine girdi.


BEŞİNCİ REŞHA:

Hem o nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüat, tebeddülat, tegayyürat manasızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp birer mektubat-ı Rabbaniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer meraya-yı esma-i İlahiye ve âlem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedaniye mertebesine çıktılar.

Hem insanı bütün hayvanatın madûnuna düşüren hadsiz za'f u aczi, fakr u ihtiyacatı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı, o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanat, bütün mahlukat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akıl ile niyaz ile nazenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halife-i zemin olur.

Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. Evet elbette böyle bedî' bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.
 

Ahmet.1

Well-known member
ALTINCI REŞHA:

İşte o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihayenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı rububiyetin mehasininin dellâlı, seyircisi ve künuz-u esma-i İlahiyenin keşşafı, göstericisi olduğundan; böyle baksan -yani ubudiyeti cihetiyle- onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurani bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan, -yani risaleti cihetiyle- bir bürhan-ı Hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün.

İşte bak nasıl berk-i hâtıf gibi onun nuru, şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun hediye-i hidayetini kabul edip hırz-ı can etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki; böyle bir zâtın bütün davalarının esası olan "Lâ ilahe illallah"ı, bütün meratibiyle beraber kabul etmesin?


YEDİNCİ REŞHA:

İşte bak: Şu cezire-i vasiada vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inadcı muhtelif akvamı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyanelerini def'aten kal' u ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile techiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak! Değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu.


SEKİZİNCİ REŞHA:

Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir. Halbuki bak bu zât, büyük ve çok âdetleri; hem inadcı, mutaassıb büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref'edip yerlerine öyle secaya-yı âliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz' ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok hârika icraatı yapıyor.

İşte şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziret-ül Arab'ı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler. Yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?
 

Ahmet.1

Well-known member
DOKUZUNCU REŞHA:

Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir mes'elede, münazaralı bir davada hicabsız, pervasız; küçük, fakat hacaletâver bir yalanı, düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telaş göstermeden söyleyemez.

Şimdi bak bu zâta; pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük mes'elelerde, pek büyük davada, pek büyük bir serbestiyetle, bilâ-perva, bilâ-tereddüd, bilâ-hicab, telaşsız, samimî bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedid, ulvî bir surette söylediği sözlerinde hiç hilaf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ!

ﺍِﻥْ ﻫُﻮَ ﺍِﻟﺎَّ ﻭَﺣْﻰٌ ﻳُﻮﺣَﻰ

Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnidir. Hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki, hakikat görünsün aldatsın?


ONUNCU REŞHA:

İşte bak: Ne kadar merak-âver, ne kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakaikı gösterir ve mesaili isbat eder. Bilirsin ki: En ziyade insanı tahrik eden meraktır. Hattâ eğer sana denilse: "Yarı ömrünü, yarı malını versen; Kamer'den ve Müşteri'den biri gelir, Kamer'de ve Müşteri'de ne var ne yok, ahvalini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek." Merakın varsa vereceksin.

Halbuki şu zât, öyle bir Sultan'ın ahbarını söylüyor ki: Memleketinde Kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında döner. O Arz olan o pervane ise, bir lâmba etrafında pervaz eder. Ve o Güneş olan lâmba ise, o Sultan'ın binler menzillerinden bir misafirhanesinde binler misbahlar içinde bir lâmbasıdır.

Hem öyle acaib bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkılabdan haber veriyor ki: Binler Küre-i Arz bomba olsa patlasalar, o kadar acib olmaz. Bak! Onun lisanında
ﺍِﺫَﺍ ﺍﻟﺸَّﻤْﺲُ ﻛُﻮِّﺭَﺕْ ٭ ﺍِﺫَﺍ ﺍﻟﺴَّﻤَٓﺎﺀُ ﺍﻧْﻔَﻄَﺮَﺕْ ٭ ﺍَﻟْﻘَﺎﺭِﻋَﺔُ gibi sureleri işit...

Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki: Şu dünyevî istikbal, ona nisbeten bir katre serab hükmündedir. Hem öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber veriyor ki; bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i zâilin, bir şems-i sermede nisbeti gibidir.


ONBİRİNCİ REŞHA:

Böyle acib ve muamma-âlûd şu kâinatın perde-i zahiriyesi altında elbette ve elbette böyle acaib bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu'ciznüma bir zât lâzımdır.

Hem bu zâtın gidişatından görünüyor ki; o görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor.

Hem bizi nimetleriyle perverde eden şu Semavat ve Arzın İlahı bizden ne istiyor, marziyatı nedir, pek sağlam olarak bize ders veriyor.

Hem bunlar gibi daha pekçok merak-âver, lüzumlu hakaikı ders veren bu zâta karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken; ekser insanlara ne olmuş ki sağır olup, kör olmuşlar, belki divane olmuşlar ki; bu hakkı görmüyorlar, bu hakikatı işitmiyorlar, anlamıyorlar?
 

Ahmet.1

Well-known member
ONİKİNCİ REŞHA:

İşte şu zât, şu mevcudat Hâlıkının vahdaniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sadık olduğu gibi; haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı katı'ı, bir delil-i satı'ıdır. Belki nasılki o zât; hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Öyle de; duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır. Haşir mes'elesinde geçen şu sırrı, makam münasebetiyle tekrar ederiz:

İşte bak: O zât öyle bir salât-ı kübrada dua ediyor ki: Güya şu cezire, belki Arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder.

Bak, hem öyle bir cemaat-ı uzmada niyaz ediyor ki: Güya benî-Âdemin zaman-ı Âdem'den asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî kâmil insanlar, ona ittiba ile iktida edip duasına âmîn diyorlar.

Hem bak, öyle bir hacet-i âmme için dua ediyor ki: Değil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat, niyazına "Evet yâ Rabbena ver, biz dahi istiyoruz" deyip iştirak ediyorlar.

Hem öyle fakirane, öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukârane niyaz ediyor ki; bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.

Bak! Hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için dua ediyor ki: İnsanı ve âlemi, belki bütün mahlukatı esfel-i safilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan a'lâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekaya, ulvî vazifeye çıkarıyor.

Bak! Hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdadkârane ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile istiyor, yalvarıyor ki: Güya bütün mevcudata ve semavata ve arşa işittirip, vecde getirip duasına "Âmîn Allahümme âmîn" dedirtiyor.

Bak! Hem öyle Semi', Kerim bir Kadîr'den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm'den hacetini istiyor ki: Bilmüşahede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hacetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünki istediğini, -velev lisan-ı hal ile olsun- verir. Ve öyle bir suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ki, şübhe bırakmaz bu terbiye ve tedbir öyle bir Semi' ve Basîr ve öyle bir Kerim ve Rahîm'e hastır.


ONÜÇÜNCÜ REŞHA:

Acaba bütün efazıl-ı beni-Âdemi arkasına alıp, Arz üstünde durup, Arş-ı A'zama müteveccihen el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev'-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-i kâinat ne istiyor?

Bak dinle: Saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, lika istiyor, Cennet istiyor. Hem meraya-yı mevcudatta ahkâmını ve cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor. Hattâ eğer rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi hesabsız o matlubun esbab-ı mûcibesi olmasa idi; şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennet'in binasına sebebiyet verecekti.

Evet nasılki onun risaleti şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi. Öyle de, onun ubudiyeti dahi öteki dârın açılmasına sebebdir. Acaba ehl-i akıl ve tahkika
ﻟَﻴْﺲَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎِﻣْﻜَﺎﻥِ ﺍَﺑْﺪَﻉُ ﻣِﻤَّﺎ ﻛَﺎﻥَ dediren şu meşhud intizam-ı faik, şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san'at ve misilsiz cemal-i rububiyet; hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki: En cüz'î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfa etsin... En ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ!. Yüzbin defa hâşâ! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.

Yahu ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa yüz sene şu zamanda, şu cezirede kalsak, yine o zâtın garaib-i icraatını ve acaib-i vezaifini, yüzden birisine tamamen ihata edip temaşasında doyamayız. Şimdi gel! Üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak nasıl her asır, o Şems-i Hidayet'ten aldıkları feyz ile çiçek açmışlar! Ebu Hanife, Şafiî, Bayezid-i Bistamî, Şah-ı Geylanî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.

Meşhudatımızın tafsilâtını başka vakte ta'lik edip, o mu'ciznüma ve hidayet-eda'ya bir kısım kat'î mu'cizatına işaret eden bir salavat getirmeliyiz:


ﻋَﻠَﻰ ﻣَﻦْ ﺍُﻧْﺰِﻝَ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﺍﻟْﻔُﺮْﻗَﺎﻥُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻌَﺮْﺵِ ﺍﻟْﻌَﻈِﻴﻢِ ﺳَﻴِّﺪِﻧَﺎ ﻣُﺤَﻤَّﺪٍ ﺍَﻟْﻒُ ﺍَﻟْﻒِ ﺻَﻠﺎَﺓٍ ﻭَ ﺍَﻟْﻒُ ﺍَﻟْﻒِ ﺳَﻠﺎَﻡٍ ﺑِﻌَﺪَﺩِ ﺣَﺴَﻨَﺎﺕِ ﺍُﻣَّﺘِﻪِ ٭ ﻋَﻠَﻰ ﻣَﻦْ ﺑَﺸَّﺮَ ﺑِﺮِﺳَﺎﻟَﺘِﻪِ ﺍﻟﺘَّﻮْﺭَﻳﺔُ ﻭَ ﺍﻟْﺎِﻧْﺠِﻴﻞُ ﻭَ ﺍﻟﺰَّﺑُﻮﺭُ ٭ ﻭَ ﺑَﺸَّﺮَ ﺑِﻨُﺒُﻮَّﺗِﻪِ ﺍﻟْﺎِﺭْﻫَﺎﺻَﺎﺕُ ﻭَ ﻫَﻮَﺍﺗِﻒُ ﺍﻟْﺠِﻦِّ ﻭَ ﺍَﻭْﻟِﻴَٓﺎﺀُ ﺍﻟْﺎِﻧْﺲِ ﻭَ ﻛَﻮَﺍﻫِﻦُ ﺍﻟْﺒَﺸَﺮِ ٭ ﻭَ ﺍﻧْﺸَﻖَّ ﺑِﺎِﺷَﺎﺭَﺗِﻪِ ﺍﻟْﻘَﻤَﺮُ ٭ ﺳَﻴِّﺪِﻧَﺎ ﻣُﺤَﻤَّﺪٍ ﺍَﻟْﻒُ ﺍَﻟْﻒِ ﺻَﻠﺎَﺓٍ ﻭَ ﺳَﻠﺎَﻡٍ ﺑِﻌَﺪَﺩِ ﺍَﻧْﻔَﺎﺱِ ﺍُﻣَّﺘِﻪِ ٭ ﻋَﻠَﻰ ﻣَﻦْ ﺟَٓﺎﺋَﺖْ ﻟِﺪَﻋْﻮَﺗِﻪِ ﺍﻟﺸَّﺠَﺮُ ﻭَ ﻧَﺰَﻝَ ﺳُﺮْﻋَﺔً ﺑِﺪُﻋَٓﺎﺋِﻪِ ﺍﻟْﻤَﻄَﺮُ ﻭَ ﺍَﻇَﻠَّﺘْﻪُ ﺍﻟْﻐَﻤَﺎﻣَﺔُ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﺤَﺮِّ ﻭَ ﺷَﺒَﻊَ ﻣِﻦْ ﺻَﺎﻉٍ ﻣِﻦْ ﻃَﻌَﺎﻣِﻪِ ﻣِﺄَﺕٌ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﺒَﺸَﺮِ ﻭَ ﻧَﺒَﻊَ ﺍﻟْﻤَٓﺎﺀُ ﻣِﻦْ ﺑَﻴْﻦِ ﺍَﺻَﺎﺑِﻌِﻪِ ﺛَﻠﺎَﺙَ ﻣَﺮَّﺍﺕٍ ﻛَﺎﻟْﻜَﻮْﺛَﺮِ ﻭَ ﺍَﻧْﻄَﻖَ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﻟَﻪُ ﺍﻟﻀَّﺐَّ ﻭَ ﺍﻟﻈَّﺒْﻰَ ﻭَ ﺍﻟْﺠِﺬْﻉَ ﻭَ ﺍﻟﺬِّﺭَﺍﻉَ ﻭَ ﺍﻟْﺠَﻤَﻞَ ﻭَ ﺍﻟْﺠَﺒَﻞَ ﻭَ ﺍﻟْﺤَﺠَﺮَ ﻭَ ﺍﻟْﻤَﺪَﺭَ ﺻَﺎﺣِﺐِ ﺍﻟْﻤِﻌْﺮَﺍﺝِ ﻭَ ﻣَﺎﺯَﺍﻍَ ﺍﻟْﺒَﺼَﺮُ ٭ ﺳَﻴِّﺪِﻧَﺎ ﻭَ ﺷَﻔِﻴﻌِﻨَﺎ ﻣُﺤَﻤَّﺪٍ ﺍَﻟْﻒُ ﺍَﻟْﻒِ ﺻَﻠﺎَﺓٍ ﻭَ ﺳَﻠﺎَﻡٍ ﺑِﻌَﺪَﺩِ ﻛُﻞِّ ﺍﻟْﺤُﺮُﻭﻑِ ﺍﻟْﻤُﺘَﺸَﻜِّﻠَﺔِ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻜَﻠِﻤَﺎﺕِ ﺍﻟْﻤُﺘَﻤَﺜِّﻠَﺔِ ﺑِﺎِﺫْﻥِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﻓِﻰ ﻣَﺮَﺍﻳَﺎ ﺗَﻤَﻮُّﺟَﺎﺕِ ﺍﻟْﻬَﻮَٓﺍﺀِ ﻋِﻨْﺪَ ﻗِﺮَﺍﺋَﺔِ ﻛُﻞِّ ﻛَﻠِﻤَﺔٍ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻘُﺮْﺍَﻥِ ﻣِﻦْ ﻛُﻞِّ ﻗَﺎﺭِﺀٍ ﻣِﻦْ ﺍَﻭَّﻝِ ﺍﻟﻨُّﺰُﻭﻝِ ﺍِﻟَٓﻰ ﺍَﺧِﺮِ ﺍﻟﺰَّﻣَﺎﻥِ ﻭَ ﺍﻏْﻔِﺮْﻟَﻨَﺎ ﻭَ ﺍﺭْﺣَﻤْﻨَﺎ ﻳَٓﺎ ﺍِﻟَﻬَﻨَﺎ ﺑِﻜُﻞِّ ﺻَﻠﺎَﺓٍ ﻣِﻨْﻬَﺎ ﺍَﻣِﻴﻦَ

[Şuaat-ı Marifet-ün Nebi namındaki Türkçe bir risalede ve Ondokuzuncu Mektub'da ve şu sözde icmalen işaret ettiğimiz delail-i nübüvvet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) beyan etmişim. Hem onda Kur'an-ı Hakîm'in vücuh-u i'cazı icmalen zikredilmiş. Yine "Lemaat" namında Türkçe bir risalede ve Yirmibeşinci Söz'de Kur'anın kırk vecihle mu'cize olduğunu icmalen beyan ve kırk vücuh-u i'cazına işaret etmişim. O kırk vecihte, yalnız nazımda olan belâgatı, "İşarat-ül İ'caz" namındaki bir tefsir-i arabîde kırk sahife içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın varsa şu üç kitaba müracaat edebilirsin.]
 

Ahmet.1

Well-known member
ONDÖRDÜNCÜ REŞHA:

Mahzen-i mu'cizat ve mu'cize-i kübra olan Kur'an-ı Hakîm; nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ile vahdaniyet-i İlahiyeyi, o derece kat'î isbat ediyor ki, başka bürhana hacet bırakmıyor. Biz de onun tarifine ve medar-ı tenkid olmuş bir-iki lem'a-i i'cazına işaret ederiz.

İşte Rabbimizi bize tarif eden Kur'an-ı Hakîm; şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi... Şu sahaif-i Arz ve Semada müstetir künuz-u esma-i İlahiyenin keşşafı... Şu sutur-u hâdisatın altında muzmer hakaikın miftahı... Şu âlem-i şehadet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliyenin hazinesi... Şu âlem-i maneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi... Avalim-i uhreviyenin haritası... Zât ve sıfât ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı nâtıkı, tercüman-ı sâtı'ı... Şu âlem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikîsi, mürşid ve hâdîsi... Hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat, hem bir kitab-ı dua ve ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir ve marifet gibi; bütün hacat-ı maneviyesine karşı birer kitab ve bütün muhtelif ehl-i mesalik ve meşarib olan evliya ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkikînin (her birinin) meşreblerine lâyık birer risale ibraz eden bir "Kütübhane-i Mukaddese"dir.

Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratındaki lem'a-i i'caza bak ki: Kur'an hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı davet olduğundan içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblağdır. Ehl-i kusurun zannı gibi değil... Zira zikrin şe'ni; tekrar ile tenvirdir. Duanın şe'ni; terdad ile takrirdir. Emir ve davetin şe'ni; tekrar ile te'kiddir.

Hem herkes her vakit bütün Kur'anı okumağa muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur'aniye ekser uzun surelerde derc edilerek her bir sure bir küçük Kur'an hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, Tevhid ve Haşir ve Kıssa-i Musa gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş.

Hem cismanî ihtiyaç gibi, manevî hacat dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur. (Cisme hava, ruha hû gibi). Bazısına her saat (Bismillah gibi) ve hâkeza... Demek tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder.

Hem Kur'an müessistir. Bir Din-i Mübin'in esasıdır ve şu âlem-i İslâmiyet'in temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi değiştirip, muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevabdır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te'kid için terdad lâzımdır. Teyid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır.

Hem, öyle mesail-i azîme ve hakaik-i dakikadan bahsediyor ki: Umumun kalblerinde yerleştirmek için çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzımdır.

Bununla beraber sureten tekrardır, fakat manen herbir âyetin çok manaları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakatı vardır. Herbir makamda ayrı bir mana ve faide ve maksadlar için zikrediliyor.

Hem Kur'anın, mesail-i kevniyenin bazısında ibham ve icmali ise; irşadî bir lem'a-i i'cazdır. Ehl-i ilhadın tevehhüm ettikleri gibi medar-ı tenkid olamaz ve sebeb-i kusur değildir.

Eğer desen: "Acaba neden Kur'an-ı Hakîm felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesaili mücmel bırakır, bazısını nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i zahiranede söylüyor?

Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatın yolunu şaşırmış onun için... Hem, geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki: Kur'an-ı Hakîm, şu kâinattan bahsediyor; tâ, zât ve sıfât ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek mevcudata kendileri için değil, belki mûcidleri için bakıyor. Hem umuma hitab ediyor. İlm-i hikmet ise, mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne hitab ediyor. Öyle ise mademki Kur'an-ı Hakîm, mevcudatı delil yapıyor, bürhan yapıyor. Delil zahirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem mademki Kur'an-ı Mürşid, bütün tabakat-ı beşere hitab eder. Kesretli tabaka ise, tabaka-i avamdır. Elbette irşad ister ki; lüzumsuz şeyleri ibham ile icmal etsin ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin ve mugalatalara düşürmemek için zahirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz belki zararlı bir surette tağyir etmemektir.

Meselâ Güneşe der: "Döner bir siracdır, bir lâmbadır." Zira Güneşten, Güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zenbereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Sâni'in âyine-i marifeti olduğundan bahsediyor.

Evet der:
ﺍَﻟﺸَّﻤْﺲُ ﺗَﺠْﺮِﻯ "Güneş döner." Bu döner tabiriyle; kış yaz, gece gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sâni'i ifham eder. İşte bu dönmek hakikatı ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meşhud olan intizama tesir etmez.

Hem der:
ﻭَﺟَﻌَﻠْﻨَﺎ ﺍﻟﺸَّﻤْﺲَ ﺳِﺮَﺍﺟًﺎ Şu sirac tabiriyle, âlemi bir kasır suretinde, içinde olan eşya ise; insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat'umat ve levazımat olduğunu ve Güneş dahi müsahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile rahmet ve ihsan-ı Hâlıkı ifham eder.

Şimdi bak şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak diyor ki: "Güneş, bir kitle-i azîme-i mayia-yi nariyedir. Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp, cesameti bu kadar, mahiyeti böyledir şöyledir." Muvahhiş bir dehşetten, müdhiş bir hayretten başka, ruha bir kemal-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur'an gibi etmiyor. Buna kıyasen bâtınen kof, zahiren mutantan felsefî mes'elelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i surîsine aldanıp, Kur'anın gayet mu'ciznüma beyanına karşı hürmetsizlik etme!..


ﺍَﻟﻠَّﻬُﻢَّ ﺍﺟْﻌَﻞِ ﺍﻟْﻘُﺮْﺍَﻥَ ﺷِﻔَٓﺎﺀً ﻟَﻨَﺎ ﻭَ ﻟِﻜَﺎﺗِﺒِﻪِ ﻭَ ﺍَﻣْﺜَﺎﻟِﻪِ ﻣِﻦْ ﻛُﻞِّ ﺩَٓﺍﺀٍ ﻭَ ﻣُﻮﻧِﺴًﺎ ﻟَﻨَﺎ ﻭَ ﻟَﻬُﻢْ ﻓِﻰ ﺣَﻴَﺎﺗِﻨَﺎ ﻭَ ﺑَﻌْﺪَ ﻣَﻮْﺗِﻨَﺎ ﻭَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ ﻗَﺮِﻳﻨًﺎ ﻭَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻘَﺒْﺮِ ﻣُﻮﻧِﺴًﺎ ﻭَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻘِﻴَﺎﻣَﺔِ ﺷَﻔِﻴﻌًﺎ ﻭَ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﺼِّﺮَﺍﻁِ ﻧُﻮﺭًﺍ ﻭَ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻨَّﺎﺭِ ﺳِﺘْﺮًﺍ ﻭَ ﺣِﺠَﺎﺑًﺎ ﻭَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺠَﻨَّﺔِ ﺭَﻓِﻴﻘًﺎ ﻭَ ﺍِﻟَﻰ ﺍﻟْﺨَﻴْﺮَﺍﺕِ ﻛُﻠِّﻬَﺎ ﺩَﻟِﻴﻠﺎً ﻭَ ﺍِﻣَﺎﻣًﺎ ﺑِﻔَﻀْﻠِﻚَ ﻭَ ﺟُﻮﺩِﻙَ ﻭَ ﻛَﺮَﻣِﻚَ ﻭَ ﺭَﺣْﻤَﺘِﻚَ ﻳَﺎ ﺍَﻛْﺮَﻡَ ﺍﻟْﺎَﻛْﺮَﻣِﻴﻦَ ﻭَ ﻳَﺎ ﺍَﺭْﺣَﻢَ ﺍﻟﺮَّﺍﺣِﻤِﻴﻦَ ﺍَﻣِﻴﻦَ ٭ ﺍَﻟﻠَّﻬُﻢَّ ﺻَﻞِّ ﻭَ ﺳَﻠِّﻢْ ﻋَﻠَﻰ ﻣَﻦْ ﺍُﻧْﺰِﻝَ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﺍﻟْﻔُﺮْﻗَﺎﻥُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ ﻭَ ﻋَﻠَٓﻰ ﺍَﻟِﻪِ ﻭَ ﺻَﺤْﺒِﻪِٓ ﺍَﺟْﻤَﻌِﻴﻦَ ﺍَﻣِﻴﻦَ ﺍَﻣِﻴﻦَ


İHTAR: Arabî Risale-tün Nur'da Ondördüncü Reşha'nın Altı Katresi, bahusus Dördüncü Katre'nin Altı Nüktesi; Kur'an-ı Hakîm'in kırk kadar enva'-ı i'cazından onbeşini beyan eder. Ona iktifaen burada ihtisar ettik. İstersen ona müracaat et, bir hazine-i mu'cizat bulursun.
 

Ahmet.1

Well-known member
Yirminci Söz
[İki Makamdır]

Birinci Makam
ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ

ﻭَﺍِﺫْ ﻗُﻠْﻨَﺎ ﻟِﻠْﻤَﻠَٓﺌِﻜَﺔِ ﺍﺳْﺠُﺪُﻭﺍ ﻟِﺎَﺩَﻡَ ﻓَﺴَﺠَﺪُٓﻭﺍ ﺍِﻟﺎَّٓ ﺍِﺑْﻠِﻴﺲَ ٭ ﺍِﻥَّ ﺍﻟﻠَّﻪَ ﻳَﺎْﻣُﺮُﻛُﻢْ ﺍَﻥْ ﺗَﺬْﺑَﺤُﻮﺍ ﺑَﻘَﺮَﺓً ٭ ﺛُﻢَّ ﻗَﺴَﺖْ ﻗُﻠُﻮﺑُﻜُﻢْ ﻣِﻦْ ﺑَﻌْﺪِ ﺫَﻟِﻚَ ﻓَﻬِﻰَ ﻛَﺎﻟْﺤِﺠَﺎﺭَﺓِ ﺍَﻭْ ﺍَﺷَﺪُّ ﻗَﺴْﻮَﺓً ٭

Bir gün şu âyetleri okurken İblis'in ilkaatına karşı Kur'an-ı Hakîm'in feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sureti şudur:

Dedi ki: "Dersiniz: Kur'an mu'cizedir. Hem nihayetsiz belâgattadır. Hem, umuma her vakitte hidayettir. Halbuki, şöyle bazı hâdisat-ı cüz'iyeyi tarihvari bir surette musırrane tekrar etmekte ne mana var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz'iyeyi, o kadar mühim tavsifat ile böyle zikretmek, hattâ o sure-i azîmeye de El-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de Âdem'e secde olan hâdise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir imandan sonra teslim ve iz'an edilebilir. Halbuki Kur'an, umum ehl-i akla ders veriyor. Çok yerlerde
ﺍَﻓَﻠﺎَ ﻳَﻌْﻘِﻠُﻮﻥَ der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bazı hâlât-ı tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?"

İlham olunan nüktelerin sureti şudur:


Birinci Nükte:

Kur'an-ı Hakîm'de çok hâdisat-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasılki,
ﻋَﻠَّﻢَ ﺍَﺩَﻡَ ﺍﻟْﺎَﺳْﻤَٓﺎﺀَ ﻛُﻠَّﻬَﺎ Hazret-i Âdem'in melaikelere karşı kabiliyet-i hilafet için bir mu'cizesi olan talim-i esmadır ki, bir hâdise-i cüz'iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki:

Nev'-i beşere câmiiyet-i istidad cihetiyle talim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın enva'ına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın şuunat ve evsafına şamil kesretli maarifin talimidir ki; nev'-i beşere değil yalnız melaikelere, belki semavat ve arz ve dağlara karşı emanet-i kübrayı haml davasında bir rüchaniyet vermiş. Ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i manevîsi olduğunu Kur'an ifham ettiği misillü; melaikelerin Âdem'e secdesiyle beraber, Şeytan'ın secde etmemesi olan hâdise-i cüz'iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor. Şöyle ki:

Kur'an, şahs-ı Âdem'e melaikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytan'ın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle; nev'-i beşere kâinatın ekser maddî enva'ları ve o enva'ın manevî mümessilleri ve müekkelleri müsahhar olduklarını ve nev'-i beşerin hâsselerinin bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev'in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevkeden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev'-i beşerin tarîk-i kemalâtında ne büyük bir engel, ne müdhiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan bir tek Âdem'le (A.S.) cüz'î hâdiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev'-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.


İkinci Nükte:

Mısır Kıt'ası, kumistan olan Sahra-yı Kebir'in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek'in feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felahat ve ziraatı ahalisinde pek mergub bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraatı kudsiye ve vasıta-i ziraat olan "bakar"ı ve sevri mukaddes, belki mabud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakara ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda Benî-İsrail dahi, o kıt'ada neş'et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, İcl mes'elesinden anlaşılıyor.

İşte Kur'an-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidadlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile ifham ediyor.

İşte şu hâdise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu ulvî bir i'caz ile beyan eder.

Buna kıyasen bil ki: Kur'an-ı Hakîm'de bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok surelerde zikr ve tekrar edilen Kıssa-i Musa'nın yedi cümlelerine misal olarak Lemaat'ta İ'caz-ı Kur'an Risalesinde o cüz'î cümlelerin herbir cüz'ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyan etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et.
 

Ahmet.1

Well-known member
Üçüncü Nükte:

ﺛُﻢَّ ﻗَﺴَﺖْ ﻗُﻠُﻮﺑُﻜُﻢْ ﻣِﻦْ ﺑَﻌْﺪِ ﺫَﻟِﻚَ ﻓَﻬِﻰَ ﻛَﺎﻟْﺤِﺠَﺎﺭَﺓِ ﺍَﻭْ ﺍَﺷَﺪُّ ﻗَﺴْﻮَﺓً ﻭَﺍِﻥَّ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﺤِﺠَﺎﺭَﺓِ ﻟَﻤَﺎ ﻳَﺘَﻔَﺠَّﺮُ ﻣِﻨْﻪُ ﺍﻟْﺎَﻧْﻬَﺎﺭُ ﻭَﺍِﻥَّ ﻣِﻨْﻬَﺎ ﻟَﻤَﺎ ﻳَﺸَّﻘَّﻖُ ﻓَﻴَﺨْﺮُﺝُ ﻣِﻨْﻪُ ﺍﻟْﻤَٓﺎﺀُ ﻭَﺍِﻥَّ ﻣِﻨْﻬَﺎ ﻟَﻤَﺎ ﻳَﻬْﺒِﻂُ ﻣِﻦْ ﺧَﺸْﻴَﺔِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَﻣَﺎ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﺑِﻐَﺎﻓِﻞٍ ﻋَﻤَّﺎ ﺗَﻌْﻤَﻠُﻮﻥَ

Şu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: "Herkese malûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini, en mühim ve büyük mes'eleler suretinde bahis ve beyanda ne mana var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?"

Şu vesveseye karşı feyz-i Kur'andan şöyle bir nükte ilham edildi:

Evet, münasebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mana ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur'anın îcaz-ı mu'cizi ve lütf-u irşadıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş. Evet i'caz-ı Kur'anın bir esası olan îcaz, hem hidayet-i Kur'anın bir nuru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki: Kur'anın muhatabları içinde ekseriyeti teşkil eden avama karşı küllî hakikatları ve derin ve umumî düsturları, me'luf ve cüz'î suretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumî avama karşı, muazzam hakikatların yalnız uçları ve basit bir sureti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında hârikulâde olan tasarrufat-ı İlahiye, icmalen gösterilsin. İşte bu sırra binaendir ki, Kur'an-ı Hakîm şu âyetle diyor:

Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Sizlere ne olmuş ki: Kalbleriniz taştan daha camid ve daha ziyade katılaşmıştır. Zira görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek camid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar evamir-i İlahiyeye karşı muti' ve müsahhar ve icraat-ı Rabbaniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufat-ı İlahiye ne derece sühuletle cereyan ediyor. Öyle de; taht-ez zemin ve o sert, sağır taşlarda o derece sühulet ve intizam ile, hattâ damarlara karşı kanın cevelanı gibi muntazam su cedvelleri

{(Haşiye): Evet, zemin denilen muhteşem ve seyyar sarayın temel taşı olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelal tarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyan etmek, ancak Kur'an'a yakışır.

İşte birinci vazifesi: Toprağın, kudret-i Rabbaniye ile nebatata analık edip yetiştirdiği gibi, kudret-i İlahiye ile taş dahi toprağa dâyelik edip yetiştiriyor.

İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deveran-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelanına hizmetidir.

Üçüncü vazife-i fıtriyesi: Çeşmelerin ve ırmakların, uyûn ve enharın muntazam bir mizan ile zuhur ve devamlarına hazinedarlık etmektir. Evet taşlar, bütün kuvvetiyle ve ağızlarının dolusuyla akıttıkları âb-ı hayat suretinde, delail-i vahdaniyeti zemin yüzüne yazıp serpiyor.}

ve su damarları, kemal-i hikmetle o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebatat ve ağaçların dallarının sühuletle suret-i intişarı gibi; o derece sühuletle köklerin nazik damarları, yer altındaki taşlarda mümanaat görmeyerek evamir-i İlahî ile muntazaman intişar ettiğini Kur'an işaret ediyor ve geniş bir hakikatı, şu âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasavetli kalblere bu manayı veriyor ve remzen diyor:

Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Za'f u acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir zâtın evamirine karşı o kalb kasavetle mukavemet ediyor. Halbuki o koca sert taşların tabaka-i muazzaması, o zâtın evamiri önünde kemal-i inkıyadla karanlıkta nazik vazifelerini mükemmel îfa ediyorlar. İtaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, âb-ı hayatla beraber sair medar-ı hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelal'in dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuat-ı muntazama ve şu hikmetli ve inayetli tasarrufat-ı İlahiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inayet-i İlahiye tecelli ediyor. Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evamir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve memur-u İlahî olan o latif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âşık gibi, o latif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.

Hem
ﻭَﺍِﻥَّ ﻣِﻨْﻬَﺎ ﻟَﻤَﺎ ﻳَﻬْﺒِﻂُ ﻣِﻦْ ﺧَﺸْﻴَﺔِ ﺍﻟﻠَّﻪِile şöyle bir hakikat-ı muazzamanın ucunu gösteriyor ki: "Taleb-i Rü'yet" hâdisesinde, meşhur dağın tecelli ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi; umum rûy-i zeminde aslı sudan incimad etmiş âdeta yekpare taşlardan ibaret olan ekser dağların zelzele veya bazı hâdisat-ı arziye suretinde tecelliyat-ı celaliye ile o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyat-ı celaliyenin zuhuruyla taşlar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp toprağa kalbolup, nebatata menşe' olur. Diğer bir kısmı taş kalarak, yuvarlanıp derelere, ovalara dağılıp, sekene-i zeminin meskeni gibi birçok işlerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî bazı hikem ve menafi' için kudret ve hikmet-i İlahiyeye secde-i itaat ederek, desatir-i hikmet-i Sübhaniyeye emirber şeklini alıyorlar.

Elbette o haşyetten, o yüksek mevkii terkedip mütevaziane aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebeb olmak beyhude olmayıp, başıboş değil ve tesadüfî dahi olmadığını, belki bir Hakîm-i Kadîr'in tasarrufat-ı hakîmanesiyle, o intizamsızlık içinde zahir nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmane bulunduğuna delil ise; o taşlara müteallik faideler, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaatıyla münakkaş ve müzeyyen olan gömleklerin kemal-i intizamı ve hüsn-ü san'atı; kat'î, şübhesiz şehadet eder.

İşte şu üç âyetin, hikmet nokta-i nazarında ne kadar kıymetdar olduğunu gördünüz. Şimdi bakınız Kur'anın letafet-i beyanına ve i'caz-ı belâgatına; nasıl şu zikrolunan büyük ve geniş ve ehemmiyetli hakikatların uçlarını üç fıkra içinde üç vakıa-yı meşhure ve meşhude ile gösteriyor ve medar-ı ibret üç hâdise-i uhrayı hatırlatmakla latif bir irşad yapar, mukavemetsûz bir zecreder.

Meselâ: İkinci fıkrada der:
ﻭَﺍِﻥَّ ﻣِﻨْﻬَﺎ ﻟَﻤَﺎ ﻳَﺸَّﻘَّﻖُ ﻓَﻴَﺨْﺮُﺝُ ﻣِﻨْﻪُ ﺍﻟْﻤَٓﺎﺀُ

Şu fıkra ile Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ın asâsına karşı kemal-i şevk ile inşikak edip oniki gözünden oniki çeşme akıtan taşa işaret etmekle, şöyle bir manayı ifham ediyor ve manen diyor: Ey Benî-İsrail! Bir tek mu'cize-i Musa'ya (A.S.) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır. Ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu'cizat-ı Museviyeye (A.S.) karşı temerrüd ederek ağlamayıp, gözünüz cümud ve kalbiniz katılık ediyor.

Hem üçüncü fıkrada der:
ﻭَﺍِﻥَّ ﻣِﻨْﻬَﺎ ﻟَﻤَﺎ ﻳَﻬْﺒِﻂُ ﻣِﻦْ ﺧَﺸْﻴَﺔِ ﺍﻟﻠَّﻪِ

Şu fıkra ile Tûr-i Sina'daki münacat-ı Museviyede (A.S.) vuku bulan tecelliye-i celaliye heybetinden koca dağ parçalanıp dağılması ve o haşyetten taşların etrafa yuvarlanması olan vakıa-yı meşhureyi ihtar ile şöyle bir manayı ders veriyor ki:

Ey Kavm-i Musa (A.S.)! Nasıl, Allah'tan korkmuyorsunuz? Halbuki taşlardan ibaret olan dağlar, onun haşyetinden ezilip dağılıyor ve sizden ahz-ı misak için üstünüzde Cebel-i Tûr'u tuttuğunu, hem taleb-i rü'yet hâdisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle onun haşyetinden titremeyip, kalbinizi katılık ve kasavette bulunduruyorsunuz?

Hem birinci fıkrada diyor:
ﻭَﺍِﻥَّ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﺤِﺠَﺎﺭَﺓِ ﻟَﻤَﺎ ﻳَﺘَﻔَﺠَّﺮُ ﻣِﻨْﻪُ ﺍﻟْﺎَﻧْﻬَﺎﺭُ

Bu fıkra ile dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanüma ve mu'cizevari bir surette mazhar ve müsahhar olduğunu ifham eder ve onunla böyle bir manayı müteyakkız kalblere veriyor ki:

Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünki farazâ o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür'atli ve kesretli cereyanlarına müvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarıfa karşı galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi vâridat olamaz. Demek ki, şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.

İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için hadîste rivayet ediliyor ki: "O üç nehrin herbirine Cennet'ten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler." Hem bir rivayette denilmiş ki: "Şu üç nehrin menbaları Cennet'tendir." Şu rivayetin hakikatı şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kabil değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarıf ile vâridatın müvazenesi devam eder.

İşte Kur'an-ı Hakîm, şu manayı ihtar ile şöyle bir ders veriyor ki, der: Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Kalb katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zât-ı Zülcelal'in evamirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedî'nin ziya-yı marifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısır'ınızı Cennet suretine çeviren Nil-i Mübarek gibi koca nehirleri, âdi camid taşların ağızlarından akıtıp mu'cizat-ı kudretini, şevahid-i vahdaniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek, cin ve insin kulûb ve ukûlüne isale ediyor. Hem hissiz, camid bazı taşları böyle acib bir tarzda

{(Haşiye): Nil-i Mübarek, Cebel-i Kamer'den çıktığı gibi, Dicle'nin en mühim bir şubesi, Van Vilayetinden Müküs nahiyesinde bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat'ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mayiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyeden olan
ﺳُﺒْﺤَﺎﻥَ ﻣَﻦْ ﺑَﺴَﻂَ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽَ ﻋَﻠَﻰ ﻣَٓﺎﺀٍ ﺟَﻤَﺪْ
kat'î delalet ediyor ki: Asl-ı hilkat-i arz şöyledir ki:

Su gibi bir madde, emr-i İlahî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlahî ile toprak olur. Tesbihteki Arz lafzı, toprak demektir. Demek o su, çok yumuşaktır; üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder.
}

mu'cizat-ı kudretine mazhar etmesi; Güneşin ziyası Güneşi gösterdiği gibi, o Fâtır-ı Zülcelal'i gösterdiği halde, nasıl onun o nur-u marifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?

İşte şu üç hakikate nasıl bir belâgat giydirilmiş gör. Ve belâgat-ı irşadiyeye dikkat et. Acaba hangi kasavet ve katılık vardır ki, böyle hararetli şu belâgat-ı irşada karşı dayanabilsin, ezilmesin?

İşte baştan buraya kadar anladınsa, Kur'an-ı Hakîm'in irşadî bir lem'a-i i'cazını gör, Allah'a şükret.


ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ ﻟﺎَ ﻋِﻠْﻢَ ﻟَﻨَﺎ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﺎ ﻋَﻠَّﻤْﺘَﻨَﺎ ﺍِﻧَّﻚَ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﻌَﻠِﻴﻢُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢ

ﺍَﻟﻠَّﻬُﻢَّ ﻓَﻬِّﻤْﻨَﺎ ﺍَﺳْﺮَﺍﺭَ ﺍﻟْﻘُﺮْﺍَﻥِ ﻛَﻤَﺎ ﺗُﺤِﺐُّ ﻭَ ﺗَﺮْﺿَﻰ ﻭَ ﻭَﻓِّﻘْﻨَﺎ ﻟِﺨِﺪْﻣَﺘِﻪِ ﺍَﻣِﻴﻦَ ﺑِﺮَﺣْﻤَﺘِﻚَ ﻳَﺎ ﺍَﺭْﺣَﻢَ ﺍﻟﺮَّﺍﺣِﻤِﻴﻦَ
ﺍَﻟﻠَّﻬُﻢَّ ﺻَﻞِّ ﻭَ ﺳَﻠِّﻢْ ﻋَﻠَﻰ ﻣَﻦْ ﺍُﻧْﺰِﻝَ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﺍﻟْﻘُﺮْﺍَﻥُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ ﻭَ ﻋَﻠَٓﻰ ﺍَﻟِﻪِ ﻭَ ﺻَﺤْﺒِﻪِ ﺍَﺟْﻤَﻌِﻴﻦَ
 

Ahmet.1

Well-known member
Yirminci Söz'ün İkinci Makamı
[Mu'cizat-ı Enbiya yüzünde parlayan bir lem'a-i i'caz-ı Kur'an]

Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.

ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ

ﻭَﻟﺎَ ﺭَﻃْﺐٍ ﻭَﻟﺎَ ﻳَﺎﺑِﺲٍٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻓِﻰ ﻛِﺘَﺎﺏٍ ﻣُﺒِﻴﻦٍٍ

Ondört sene evvel, (şimdi otuz seneden geçti) şu âyetin bir sırrına dair İşarat-ül İ'caz namındaki tefsirimde arabiyy-ül ibare bir bahis yazmıştım. Şimdi arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenab-ı Hakk'ın tevfikine itimaden ve Kur'anın feyzine istinaden diyorum ki:

Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur'andan ibarettir. Yaş ve kuru, herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ana münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor.

Ezcümle: Beşerin san'at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havarik-ı san'at ve garaib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette umum nev'-i beşere hitab eden Kur'an-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet bırakmamış. İki cihet ile onlara da işaret etmiştir:

*Birinci cihet: Mu'cizat-ı Enbiya suretiyle...

*İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:

ﻗُﺘِﻞَ ﺍَﺻْﺤَﺎﺏُ ﺍﻟْﺎُﺧْﺪُﻭﺩِ ٭ ﺍَﻟﻨَّﺎﺭِ ﺫَﺍﺕِ ﺍﻟْﻮَﻗُﻮﺩِ ٭ ﺍِﺫْ ﻫُﻢْ ﻋَﻠَﻴْﻬَﺎ ﻗُﻌُﻮﺩٌ ٭ ﻭَﻫُﻢْ ﻋَﻠَﻰ ﻣَﺎ ﻳَﻔْﻌَﻠُﻮﻥَ ﺑِﺎﻟْﻤُﺆْﻣِﻨِﻴﻦَ ﺷُﻬُﻮﺩٌ ٭ ﻭَﻣَﺎ ﻧَﻘَﻤُﻮﺍ ﻣِﻨْﻬُﻢْ ﺍِﻟﺎَّٓ ﺍَﻥْ ﻳُﺆْﻣِﻨُﻮﺍ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟْﻌَﺰِﻳﺰِ ﺍﻟْﺤَﻤِﻴﺪِ ٭

Keza:

ﻓِﻰ ﺍﻟْﻔُﻠْﻚِ ﺍﻟْﻤَﺸْﺤُﻮﻥِ ٭ ﻭَﺧَﻠَﻘْﻨَﺎ ﻟَﻬُﻢْ ﻣِﻦْ ﻣِﺜْﻠِﻪِ ﻣَﺎ ﻳَﺮْﻛَﺒُﻮﻥَ

{(Haşiye-1): Şu cümle işaret ediyor ki: Şimendiferdir. Âlem-i İslâm'ı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâm'ı mağlub etmiştir.} gibi âyetlerle şimendifere işaret ettiği gibi,

ﺍَﻟﻠَّﻪُ ﻧُﻮﺭُ ﺍﻟﺴَّﻤَﻮَﺍﺕِ ﻭَﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ﻣَﺜَﻞُ ﻧُﻮﺭِﻩِ ﻛَﻤِﺸْﻜَﺎﺓٍ ﻓِﻴﻬَﺎ ﻣِﺼْﺒَﺎﺡٌ ﺍَﻟْﻤِﺼْﺒَﺎﺡُ ﻓِﻰ ﺯُﺟَﺎﺟَﺔٍ ﺍَﻟﺰُّﺟَﺎﺟَﺔُ ﻛَﺎَﻧَّﻬَﺎ ﻛَﻮْﻛَﺐٌ ﺩُﺭِّﻯٌّ ﻳُﻮﻗَﺪُ ﻣِﻦْ ﺷَﺠَﺮَﺓٍ ﻣُﺒَﺎﺭَﻛَﺔٍ ﺯَﻳْﺘُﻮﻧَﺔٍ

{(Haşiye-2):
ﻳَﻜَﺎﺩُ ﺯَﻳْﺘُﻬَﺎ ﻳُﻀِٓﻰﺀُ ﻭَﻟَﻮْ ﻟَﻢْ ﺗَﻤْﺴَﺴْﻪُ ﻧَﺎﺭٌ ﻧُﻮﺭٌ ﻋَﻠَﻰ ﻧُﻮﺭٍ cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.}

ﻟﺎَ ﺷَﺮْﻗِﻴَّﺔٍ ﻭَﻟﺎَ ﻏَﺮْﺑِﻴَّﺔٍ ﻳَﻜَﺎﺩُ ﺯَﻳْﺘُﻬَﺎ ﻳُﻀِٓﻰﺀُ ﻭَﻟَﻮْ ﻟَﻢْ ﺗَﻤْﺴَﺴْﻪُ ﻧَﺎﺭٌ ﻧُﻮﺭٌ ﻋَﻠَﻰ ﻧُﻮﺭٍ ﻳَﻬْﺪِﻯ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﻟِﻨُﻮﺭِﻩِ ﻣَﻦْ ﻳَﺸَٓﺎﺀُ

âyeti, pek çok envâra, esrara işaretle beraber elektriğe dahi remz ediyor. Şu ikinci kısım, hem çok zâtlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan; şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifa edip o kapıyı açmayacağım.

Birinci kısım ise, mu'cizat-ı Enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz.
 

Ahmet.1

Well-known member
Mukaddeme:

İşte Kur'an-ı Hakîm; enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı maneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi; yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi o enbiyanın herbirisinin eline bazı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor.

İşte enbiyaların manevî kemalâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi; onların nazirelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki: Manevî kemalât gibi maddî kemalâtı ve hârikaları dahi en evvel mu'cize eli nev'-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine.. ve Hazret-i Yusuf'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saatı en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate latif bir işarettir ki: San'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (Aleyhisselâm), saatçılar Hazret-i Yusuf'u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (Aleyhisselâm).

Evet madem Kur'anın herbir âyeti, çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâgat ittifak etmişler. Öyle ise Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın en parlak âyetleri olan mu'cizat-ı Enbiya âyetleri; birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar çok maânî-i irşadiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu'cizat-ı Enbiyayı zikretmesiyle fen ve san'at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayatına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevkediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvalinin âyinesidir. Şimdi misal olarak o çok vasi' menba'dan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz:

Meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın bir mu'cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden:
ﻭَ ﻟِﺴُﻠَﻴْﻤَﻦَ ﺍﻟﺮِّﻳﺢَ ﻏُﺪُﻭُّﻫَﺎ ﺷَﻬْﺮٌ ﻭَﺭَﻭَﺍﺣُﻬَﺎ ﺷَﻬْﺮٌ
âyeti; "Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat'etmiştir" der. İşte bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat'etsin. Öyle ise ey beşer! Madem sana yol açıktır. Bu mertebeye yetiş ve yanaş!

Cenab-ı Hak, şu âyetin lisanıyla manen diyor: "Ey insan! Bir abdim, heva-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bazı kavanin-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz."
 

Ahmet.1

Well-known member
Hem Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ın bir mu'cizesini beyan eden:
ﻓَﻘُﻠْﻨَﺎ ﺍﺿْﺮِﺏْ ﺑِﻌَﺼَﺎﻙَ ﺍﻟْﺤَﺠَﺮَ ﻓَﺎﻧْﻔَﺠَﺮَﺕْ ﻣِﻨْﻪُ ﺍﺛْﻨَﺘَﺎ ﻋَﺸْﺮَﺓَ ﻋَﻴْﻨًﺎ ilâ âhir... Bu âyet işaret ediyor ki: Zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit âletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celbedilebilir. İşte şu âyet, bu mana ile beşere der ki: "Rahmetin en latif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi çalış bul!"

Cenab-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: "Ey insan! Madem bana itimad eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki: Her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavanin-i rahmetime istinad etsen; şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir âleti elde edebilirsin, haydi et!"

İşte beşer terakkiyatının mühimlerinden birisi; bir âletin icadıdır ki: Ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri, nihayat ve gayat-ı hududunu çizmiştir. Nasılki evvelki âyet, şimdiki hal-i hazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.


Hem meselâ: Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın bir mu'cizesine dair:
ﻭَﺍُﺑْﺮِﺉُ ﺍﻟْﺎَﻛْﻤَﻪَ ﻭَﺍﻟْﺎَﺑْﺮَﺹَ ﻭَﺍُﺣْﻴِﻰ ﺍﻟْﻤَﻮْﺗَﻰ ﺑِﺎِﺫْﻥِ ﺍﻟﻠَّﻪِ Kur'an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san'at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: "En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me'yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür."

Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: "Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî dertlerin dermanı; biri de, maddî dertlerin ilâcı... İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun."

İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.
 

Ahmet.1

Well-known member
Hem meselâ Hazret-i Davud Aleyhisselâm hakkında: ﻭَﺍَﻟَﻨَّﺎ ﻟَﻪُ ﺍﻟْﺤَﺪِﻳﺪَ ٭ ﻭَﺍَﺗَﻴْﻨَﺎﻩُ ﺍﻟْﺤِﻜْﻤَﺔَ ﻭَﻓَﺼْﻞَ ﺍﻟْﺨِﻄَﺎﺏِ Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm hakkında: ﻭَﺍَﺳَﻠْﻨَﺎ ﻟَﻪُ ﻋَﻴْﻦَ ﺍﻟْﻘِﻄْﺮِ âyetleri işaret ediyorlar ki: Telyin-i hadîd, en büyük bir nimet-i İlahiyedir ki; büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor.

Evet telyin-i hadîd, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühası eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki: "Büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu'cize suretinde, büyük bir nimet olarak; telyin-i hadîddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır." Madem bir resule, hem halife yani hem manevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san'at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san'ata dahi tergib işareti var.

Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor: "Ey benî-Âdem! Evamir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki: Herşeyi kemal-i vuzuh ile fasledip hakikatını gösteriyor ve eline de öyle bir san'at verdim ki; elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evamir-i tekviniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san'at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz."

İşte beşerin san'at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi; telyin-i hadîd iledir ve izabe-i nühas iledir. Âyette nühas, "kıtr" ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev'-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatın ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tenbellerine şiddetle ihtar ediyor...
 

Ahmet.1

Well-known member
Hem meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm taht-ı Belkîs'i yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: "Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim" olan hâdise-i hârikaya delalet eden şu âyet: ﻗَﺎﻝَ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﻋِﻨْﺪَﻩُ ﻋِﻠْﻢٌ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏِ ﺍَﻧَﺎ ﺍَﺗِﻴﻚَ ﺑِﻪِ ﻗَﺒْﻞَ ﺍَﻥْ ﻳَﺮْﺗَﺪَّ ﺍِﻟَﻴْﻚَ ﻃَﺮْﻓُﻚَ ﻓَﻠَﻤَّﺎ ﺭَﺍَﻩُ ﻣُﺴْﺘَﻘِﺮًّﺍ ﻋِﻨْﺪَﻩُ ilâ âhir... İşaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür.

Hem vaki'dir ki; risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzât zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek; bir mu'cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir.

Demek, Cenab-ı Hakk'a itimad edip Süleyman Aleyhisselâm'ın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak'tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etse; ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen'de iken, Şam'da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir.

İşte uzak mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor: "Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz; Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünki bir hâkim-i adalet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes'uliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir."

Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: "Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tâmme yapmak için; ahval ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla veriyorum ve madem herbir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev'an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.
ﻫُﻮَ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﺟَﻌَﻞَ ﻟَﻜُﻢُ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽَ ﺫَﻟُﻮﻟﺎً ﻓَﺎﻣْﺸُﻮﺍ ﻓِﻰ ﻣَﻨَﺎﻛِﺒِﻬَﺎ ﻭَﻛُﻠُﻮﺍ ﻣِﻦْ ﺭِﺯْﻗِﻪِ ﻭَﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺍﻟﻨُّﺸُﻮﺭُ deki ferman-ı Rahmanîyi dinleyiniz."

İşte beşerin nazik san'atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayet hududunu şu âyet, remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.
 

Ahmet.1

Well-known member
Hem meselâ: Yine Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip, şerlerini men' ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler: ﻣُﻘَﺮَّﻧِﻴﻦَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺻْﻔَﺎﺩِ ilâ âhir... ﻭَﻣِﻦَ ﺍﻟﺸَّﻴَﺎﻃِﻴﻦِ ﻣَﻦْ ﻳَﻐُﻮﺻُﻮﻥَ ﻟَﻪُ ﻭَﻳَﻌْﻤَﻠُﻮﻥَ ﻋَﻤَﻠﺎً ﺩُﻭﻥَ ﺫَﻟِﻚَ ilâ âhir... âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra, zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenab-ı Hakk'ın evamirine müsahhar olan bir abdine, onları müsahhar etmiştir.

Cenab-ı Hak manen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: "Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime müsahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana müsahhar olabilirler."

İşte beşerin, san'at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve manevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habiseye müsahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur'aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.

Hem temessül-ü ervaha işaret eden, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın ifritleri celb ve teshirine dair âyetler, hem
ﻓَﺎَﺭْﺳَﻠْﻨَٓﺎ ﺍِﻟَﻴْﻬَﺎ ﺭُﻭﺣَﻨَﺎ ﻓَﺘَﻤَﺜَّﻞَ ﻟَﻬَﺎ ﺑَﺸَﺮًﺍ ﺳَﻮِﻳًّﺎ misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber celb-i ervaha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervah-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara, o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden manevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san'at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.
 

Ahmet.1

Well-known member
Hem meselâ: Hazret-i Davud Aleyhisselâm'ın mu'cizelerine dair ﺍِﻧَّﺎ ﺳَﺨَّﺮْﻧَﺎ ﺍﻟْﺠِﺒَﺎﻝَ ﻣَﻌَﻪُ ﻳُﺴَﺒِّﺤْﻦَ ﺑِﺎﻟْﻌَﺸِﻰِّ ﻭَﺍﻟْﺎِﺷْﺮَﺍﻕِ ٭ ﻳَﺎ ﺟِﺒَﺎﻝُ ﺍَﻭِّﺑِﻰ ﻣَﻌَﻪُ ﻭَﺍﻟﻄَّﻴْﺮَ ﻭَﺍَﻟَﻨَّﺎ ﻟَﻪُ ﺍﻟْﺤَﺪِﻳﺪَ ve ﻋُﻠِّﻤْﻨَﺎ ﻣَﻨْﻄِﻖَ ﺍﻟﻄَّﻴْﺮِ âyetler delalet ediyor ki: Cenab-ı Hak, Hazret-i Davud Aleyhisselâm'ın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki: Dağları vecde getirip birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi bir serzâkirin etrafında ufkî halka tutup; bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat mıdır?

Evet hakikattır. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle papağan gibi konuşabilir. Çünki aks-i sadâ vasıtasıyla dağın önünde sen "Elhamdülillah" de. Dağ da aynen senin gibi "Elhamdülillah" diyecek. Madem bu kabiliyeti, Cenab-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette o kabiliyet, inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.

İşte Hazret-i Davud Aleyhisselâm'a risaletiyle beraber hilafet-i rûy-i zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu'cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki; çok büyük dağlar birer nefer, birer şakird, birer mürid gibi Hazret-i Davud'a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelal'e tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Davud Aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar ediyorlardı. Nasılki şimdi vesait-i muhabere ve vesail-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle haşmetli bir kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda "Allahü Ekber" dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenab-ı Hakk'ın haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır.

Bununla beraber her cebelin bir şahs-ı manevîsi bulunduğunu ve ona münasib birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aks-i sadâ sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelal'e tesbihatları vardır.
ﻭَﺍﻟﻄَّﻴْﺮَ ﻣَﺤْﺸُﻮﺭَﺓً ٭ ﻋُﻠِّﻤْﻨَﺎ ﻣَﻨْﻄِﻖَ ﺍﻟﻄَّﻴْﺮِ cümleleriyle Hazret-i Davud ve Süleyman Aleyhimesselâm'a, kuşlar enva'ının lisanlarını, hem istidadlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını, onlara Cenab-ı Hakk'ın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar.

Evet madem hakikattır. Madem rûy-i zemin, bir sofra-i Rahman'dır. İnsanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana müsahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasılki en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlahî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyet-i beşeriyenin mehasinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidad dili bilinirse, çok taifeleri var ki; karındaşları hayvanat-ı ehliye gibi, birer mühim işde istihdam edilebilirler.

Meselâ: Çekirge âfetinin istilasına karşı; çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi camidatı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek; en münteha hududunu şu âyet çiziyor. En uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.

İşte Cenab-ı Hak şu âyetlerin lisan-ı remziyle manen diyor ki: Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için, mülkümdeki muazzam mahlukatı ona müsahhar edip konuşturuyorum ve cünudumdan ve hayvanatımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrayı tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlukatın da dizginleri kimin elinde ise, ona râm olmanız lâzımdır. Tâ onun mülkündeki mahluklar da size râm olabilsin. Ve onların dizginleri elinde olan zâtın namına elde edebilseniz ve istidadlarınıza lâyık makama çıksanız...

Madem hakikat böyledir. Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektub postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel; en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i masumaneye çalış ki, dağlar sana Davudvari birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamat-ı zikriye kulağına gelsin ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acaib-ül mahlukat mahiyetini göstersin ve ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymanî gibi birer munis arkadaş veya muti' birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemalâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.
 

Ahmet.1

Well-known member
Hem meselâ: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın bir mu'cizesi hakkında olan ﻗُﻠْﻨَﺎ ﻳَﺎ ﻧَﺎﺭُ ﻛُﻮﻧِﻰ ﺑَﺮْﺩًﺍ ﻭَﺳَﻠﺎَﻣًﺎ ﻋَﻠَٓﻰ ﺍِﺑْﺮَﺍﻫِﻴﻢَ âyetinde üç işaret-i latife var:

Birincisi: Ateş dahi, sair esbab-ı tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla, körükörüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki; Hazret-i İbrahim'i (Aleyhisselâm) yakmadı ve ona, yakma emrediliyor.

İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, bürudetiyle ihrak eder. Yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenab-ı Hak,
ﺳَﻠﺎَﻣًﺎ {(Haşiye): Bir tefsir diyor: ﺳَﻠﺎَﻣًﺎ demese idi, bürudetiyle ihrak edecekti.} lafzıyla bürudete diyor ki: "Sen de hararet gibi bürudetinle ihrak etme." Demek, o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip, manen bürudetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecatına ve umum enva'ına câmi' olan Cehennem içinde, elbette "Zemherir"in bulunması zarurîdir.

Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men'edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü; dünyevî ateşinin dahi tesirini men'edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünki Cenab-ı Hak, İsm-i Hakîm iktizasıyla; bu dünya dâr-ül hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise Hazret-i İbrahim'in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim'i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor.

İşte bu işaretin remziyle manen şu âyet diyor ki: "Ey Millet-i İbrahim! İbrahimvari olunuz. Tâ maddî ve manevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip, cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi; Cenab-ı Hakk'ın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var. Onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz."

İşte beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır ki, bir maddeyi bulmuş ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil bak ne kadar ulvî, latif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak "Hanifen Müslimen" tezgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.

Hem meselâ:
ﻭَﻋَﻠَّﻢَ ﺍَﺩَﻡَ ﺍﻟْﺎَﺳْﻤَٓﺎﺀَ ﻛُﻠَّﻬَﺎ "Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın dava-yı hilafet-i kübrada mu'cize-i kübrası, talim-i esmadır" diyor. İşte sair enbiyanın mu'cizeleri, birer hususî hârika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fatihası olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın mu'cizesi umum kemalât ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine sarahate yakın işaret ediyor.

Cenab-ı Hak (Celle Celalühü), manen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: "Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, melaikelere karşı hilafet davasında rüchaniyetine hüccet olarak, bütün esmayı talim ettiğimden, siz dahi madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız. Bütün esmayı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrada, bütün mahlukata karşı, rüchaniyetinize liyakatınızı göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlukat üstünde en yüksek makamata gitmek ve zemin gibi büyük mahlukatlar size müsahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.

Fakat sizin pederiniz bir defa şeytana aldandı, cennet gibi bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından, tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be-vakit başınızı kaldırıp esma-i hüsnama dikkat ederek, o semavata uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemalâtınızın menbaları ve hakikatları olan esma-i Rabbaniyeme çıkasınız ve o esmanın dûrbîniyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız."
 
Üst