Fihriste-i Mektûbat

//Fihriste-i Mektûbat

BİRİNCİ MEKTUB

Dört sualin cevabıdır.

BİRİNCİ SUAL: Hazret-i Hızır’ın hayatı hakkında ve o münasebetle hayatın beş mertebesini gayet güzel ve mukni’ bir tarzda beyan eder.

İKİNCİ SUAL: اَلَّذِى خَلَقَ اْلمَوْتَ وَاْلحَيَوةَ âyetindeki mevti, nimet suretinde ve mahlûk olduğunun sırrını gayet güzel bir surette isbat eder ki, mevt dahi hayat gibi bir nimet ve hayat gibi mahlûktur.

mektubat

ÜÇÜNCÜ SUAL: “Cehennem nerededir?” cevabında, gayet makul bir surette yerini beyan eder ve gösterir. Cehennem-i Suğra ve Kübra’yı tefrik edip, fennî bir tarzda ve mantıkî bir surette isbat etmekle beraber; âhirette gayet muhteşem ve parlak bir surette azamet ve rububiyet-i İlâhiyenin bir sırr-ı azîmini ve Cehennem-i Kübra’nın bir hikmet-i hilkatini gösterdiği gibi; Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatin iki meyvesi ve silsile-i kâinatın iki neticesi ve seyl-i şuûnatın ve mahsulât-ı maneviye-i Arziyenin iki mahzeni, lütuf ve kahrın iki tecelligâhı olduğunu gösterir.

DÖRDÜNCÜ SUAL’in cevabında; mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılab ettiği gibi, koca dünyaya karşı insanın aşk-ı mecazîsi dahi, sırr-ı îman ile makbul bir aşk-ı hakikîye inkılab edebildiğini gayet güzel ve mukni’ bir surette isbat eder.

İKİNCİ MEKTUB

Bu zamanda zaruret olmadan, irşad-ı nâsa ve neşr-i dine çalışanların, sadakaları ve hediyeleri kabul etmemeleri lâzım geldiğinin sırrını dört sebeble beyan eder. اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّهِ âyeti ile اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ âyeti gibi insanlardan istiğna hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, mümkün olduğu kadar istiğna ve kanaatla hareket etmezse; hem ehl-i dalaletin ittihamına hedef olur, hem izzet-i ilmiyeyi muhafaza edemez. Hem salahat ve neşr-i din gibi umûr-u uhreviyeye mukabil hediyeleri almak, âhiret meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.

ÜÇÜNCÜ MEKTUB

فَلاَ اُقْسِمُ بِاْلخُنَّسِ *َاْلجَوَارِ الْكُنَّسِ kaseminde ve yeminindeki ulvî bir nur-u i’cazîyi ve وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ âyetinin teşbihindeki parlak bir lem’a-i i’caziyeyi ve هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا âyetinde, Küre-i Arzı, feza-yı kâinatta yüzen bir sefine-i Rabbaniye olduğunu gösteren parlak bir hakikatı tasvir ederek, Küre-i Arz’dan Cehennem’e göçmek için ehl-i dalaletin seyahatini ve bütün eşya birtek zâta isnad edilse, vücub derecesinde sühulet ve kolaylık olduğunu; eşyanın icadı müteaddid esbablara isnad edilse, imtina’ derecesinde bir suubet ve müşkilât olduğunu gayet güzel ve mukni’ ve muhtasar bir surette beyaniyla iki nükte-i mühimme-i i’caziyeyi tefsir eder.

DÖRDÜNCÜ MEKTUB

وَمَنْ يُؤْتَ اْلحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا âyetinin bir sırrı, Risale-i Nur hakkında tecelli ettiğini beyan eder.

Hem:

“Der Tarîk-ı Nakşibendî lâzım âmed çâr terk:

Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk”

düsturuna mukabil, acz-mendî tarîkında pek mühim bir düsturu beyan eder.

Hem اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا âyetinin bir sırrını; şiire benzer fakat şiir olmayan, muntazam fakat manzum olmayan, gayet parlak fakat hayal olmayan, yıldızları konuşturan bir yıldızname ile tefsir eder.

BEŞİNCİ MEKTUB

Şeriatın bir hâdimi ve bir vesilesi olan tarîkata mensub bazı zâtların, tarîkata fazla ehemmiyet verip ona kanaat ederek hakaik-i imaniyenin neşrinde tenbellik ve lâkaydlık gösterdikleri münasebetiyle yazılmış. Ve velayetin üç kısmını beyan edip, en mühim tarîkat olan velayet-i kübra, sırr-ı verasetle Sünnet-i Seniyeye ittiba’ ve neşr-i hakaik-i îmaniyede ihtimam olduğunu isbat eder. Ve tarîkatların en mühim gayesi ve faidesi ve müntehası olan inkişaf-ı hakaik-i îmaniye, Risale-i Nur ile dahi olabildiğini ve Risale-i Nur’un eczaları o vazifeyi, tarîkat gibi fakat daha kısa bir zamanda gördüğünü gösteriyor.

ALTINCI MEKTUB

حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ

âyetlerinin bir sırrını, birbiri içinde hissedilmiş beş nevi hazîn gurbetler zulmetinde nur-u îman ve feyz-i Kur’an ve lütf-u Rahman’dan gelen bir nur-u tesellinin beyanıyla o sırrı tefsir ediyor. Bu mektub en katı kalbi de ağlattıracak derecede rikkatlidir. Ve en me’yus ve mükedder kalbi dahi ferahlandıracak derecede nurludur.

YEDİNCİ MEKTUB

Münafıkların ittihamından, beraet-i Nebeviye hakkında gelen

مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلكِنْ رَسُولَ اللّهِ وَ خَاتَمَ النَّبِيِّينَ * فَلَمَّا قَضَى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَرًا زَوَّجْنَاكَهَا لِكَىْ لاَ يَكُونُ عَلَى اْلمُؤْمِنِينَ حَرَجٌ فِى اَزْوَاجِ اَدْعِيَائِهِمْ

âyetlerinin mühim bir sırrını tefsir ediyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın kesret-i izdivacı nefsanî olmadığını; belki akval ve ef’ali gibi, ahval ve etvarından tezahür eden ahkâm-ı şeriata vasıta olmak için hususî dairesinde ziyade şakirdleri bulunmasıdır. Ve Hazret-i Zeyneb’i tezevvücü, sırf bir emr-i İlahî ve kader-i Rabbanî ile olduğunu beyan ediyor. Eski zaman münafıkları gibi, yeni zaman zındıklarının tenkidlerini kat’î bir surette kırıyor.

SEKİZİNCİ MEKTUB

فَاللّهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ diyen Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm’a karşı hissiyatı aşk olmadığını, belki ulvî bir mertebe-i şefkat olduğunu ve şefkat aşktan çok yüksek ve keskin bulunduğunu ve ism-i Rahman ve ism-i Rahîm’in vesilesi şefkattir diye beyan ederek بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ in güzel bir sırrını, فَاللّهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ in parlak bir nüktesini tefsir ediyor.

DOKUZUNCU MEKTUB

Kerâmet ve ikram ve inayet ve istidraca dair mühim bir kaideyi beyan eder. Kerametin izharı zarar olduğu gibi, ikramın izharı şükür olduğunu ve en selâmetli keramet ise, bilmediği halde mazhar olmak olduğunu ve hakikî keramet ise, kendi nefsine değil belki Rabbine itimadını ziyadeleştiren olduğunu, yoksa istidrac olduğunu; hem hayat-ı dünyeviyeyi bahtiyarane geçirmenin çaresi, âhiret için verilen hissiyat-ı şedideyi dünyanın fâni umûruna sarf etmemek olduğunu ve aşkın mecazî ve hakikî iki nev’i olduğu gibi; hırs ve inad ve endişe-i istikbal gibi hissiyat-ı şedidenin dahi, mecazî ve hakikî olarak ikişer kısmı bulunduğunu; mecazîleri gayet zararlı ve sû’-i ahlâka menşe’ ve hakikîleri gayet nâfi’ ve hüsn-ü ahlâka medar olduğunu isbat eder.

Hem İslâm ve îmanın mühim bir farkını beyan eder. Yani: İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve iltizamdır; îman ise, hakkı iz’an ve tasdiktir. Yirmi sene evvel dinsiz bir müslüman bulunduğu gibi, şimdi de gayr-ı müslim mü’min dahi bulunur gibi göründüğünü gösterir.

Hem Risale-i Nur eczaları ne derece şiddetli bir surette İslâmiyete tarafgirlik hissini verdiğini ve erkân-ı îmaniyeyi ne derece kuvvetli ve kat’î isbat ettiğini beyan eder.

ONUNCU MEKTUB

İki sualin cevabıdır.

BİRİNCİSİ:

وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ * وَ كُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ

âyetlerinin bir sırrını tefsir eder. “İmam-ı Mübin”, “Kitab-ı Mübin” neden ibaret olduğunu beyan eder.

İKİNCİ SUAL: “Meydan-ı Haşir nerededir?” cevabında, gayet makul ve mühim ve parlak bir cevab veriyor.

ONBİRİNCİ MEKTUB

Dört ayrı ayrı mebhastır. Bu dört mes’ele birbirinden uzak olduğundan, bu mektub perişan görünüyor. Bu perişan mektub münasebetiyle kardeşlerime ihtar ediyorum ki:

Bu küçük mektubları hususî bir surette, hususî bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektublar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lâzımgeldi. Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun değiliz! İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden çok uzak dört mes’eleden ibarettir. Hem müşevveş, hem perişandır. Fakat şâirlerin ve ehl-i aşkın, zülf-ü perişanîyi sevdikleri ve istihsan ettikleri nev’inden, bu mektub da -zülf-ü perişan tarzında- soğuk tasannu’ karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmış.

BU MEKTUBUN BİRİNCİ MEBHASI

اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا âyetinin bir sırrını tefsir ile, vesvese-i şeytana mübtela olan adamlara mühim bir ilâç ve merhemdir.

İKİNCİ MES’ELE

Barla Yaylası, Tepelice, çam, katran, karakavağın bir meyvesi olup, Sözler Mecmuasına yazıldığı için buraya yazılmamıştır.

ÜÇÜNCÜ VE DÖRDÜNCÜ MES’ELELERİ

İ’caz-ı Kur’ana karşı medeniyetin aczini gösteren yüzer misallerden iki misaldir. Kur’ana muhalif olan hukuk-u medeniyet ne kadar haksız olduğunu isbat eden iki nümunedir.

Birinci Misal: فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ Mahz-ı adalet olan hükm-ü Kur’anî, kıza nısıf veriyor. Medeniyet, irsiyet hususunda kızın hakkında fazla hak vermekle büyük haksızlık etmiş ve merhamete muhtaç kıza zulmetmiş olduğunu kat’î bir surette isbat ediyor.

İkinci Misal: َفِلاُمِّهِ السُّدُسُ âyetinin bir sırrına dairdir ki, mimsiz medeniyet nasıl kıza hakkından fazla hak verdiğinden haksızlık etmiş; öyle de, valide hakkında hakkını kesmekle daha ziyade haksızlık ettiğini ve en muhterem bir hakikat olan validelik şefkatine karşı dehşetli bir haksızlık ve vahşetli bir hürmetsizlik ve cinayetli bir hakaret ve arş-ı rahmeti titreten bir küfran-ı nimet ve hayat-ı içtimaiyenin tiryak gibi bir rabıta-i şefkatine bir zehir katmak hükmünde bir hata olduğunu isbat eder.

ONİKİNCİ MEKTUB

Mütefennin bazı dostların münakaşa ettikleri üç mes’eleye dair üç suallerine muhtasar üç cevabdır.

BİRİNCİ SUAL: “Hazret-i Âdem’in Cennet’ten ihracı ve bir kısım Benî-Âdemin Cehennem’e idhali hikmeti nedir?” sualine, gayet kat’î bir cevab veriyor.

İKİNCİ SUAL: “Şeytanların ve şerlerin halk ve îcadı, şer değil mi, çirkin değil mi? Cemil-i Mutlak ve Rahîm-i Alelıtlak’ın cemâl-i rahmeti nasıl müsaade etmiş?” sualine karşı gayet kat’î bir surette cevab veriyor.

ÜÇÜNCÜ SUAL: “Masum insanlara ve hayvanlara musibet ve belaları musallat etmek, zulüm değil mi? Âdil-i Mutlak’ın adaleti nasıl müsaade ediyor?” diye sualin cevabında gayet mukni’ ve kat’î bir tarzda cevab veriyor.

ONÜÇÜNCÜ MEKTUB

Ehl-i dünya ve ehl-i siyasetin bana ettikleri zulüm ve tazyik karşısındaki sükût ve tahammülümü merak eden çok kardeşlerimin müteaddid suallerine karşı, Eski Said lisanıyla ve Yeni Said’in kalbiyle verilmiş ibretli ve merak-aver bir cevabdır. Esası şudur ki: Hâlık-ı Rahîm’in rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar; eğer yâr değilse, herşey kalbe bârdır, herkes de düşmandır. Felillahilhamd rahmet-i İlâhiye yâr olduğu için; ehl-i dünyanın bana ettikleri enva’-ı zulmü, o rahmet-i İlâhiye enva’-ı rahmete çevirmiştir.

Serbestlik vesikası almak ve kanunsuz tazyikattan kurtulmak için adem-i müracaatımın bir-iki mühim sebebini beyan eder. Hülâsası: Zalim insanların mahkûmu değilim; belki ben, âdil kaderin mahkûmuyum, ona müracaat ediyorum. Hem haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dava etmek, bir nevi haksızlıktır ve hakka karşı bir nevi hürmetsizliktir. Hem dünya siyasetinden sırr-ı içtinabımın sebebini, mühim bir hakikatla beyan ediyor.

ONDÖRDÜNCÜ MEKTUB

Te’lif edilmemiştir.

ONBEŞİNCİ MEKTUB

Altı mühim suale, altı ehemmiyetli cevabdır.

BİRİNCİ SUAL: “Sahabeler, velilerden büyük oldukları halde; Sahabenin içindeki fitneyi çeviren müfsidleri neden nazar-ı velayetle keşfedemediler? Tâ, dört Hulefa-yı Râşidînden üçünün şehadetleriyle neticelendi?” İki mühim makamla cevab veriliyor.

İKİNCİ SUAL: “Hazret-i Ali’nin (R.A.) zamanındaki muharebelerin mahiyeti nedir? O harpte ölen ve öldürenlere ne nam verilir?” Gayet mühim ve merak-âver bir cevab verilmiş.

ÜÇÜNCÜ SUAL: Âl-i Beytin başına gelen feci ve gaddarane muamelenin hikmeti nedir?” Gayet mühim bir cevab veriliyor.

DÖRDÜNCÜ SUAL: “Âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) nüzulü ve Deccal’ı öldürmesi ve insanlar umumiyetle din-i hakkı kabul etmesi ve kıyamet vaktinde Allah Allah diyenler bulunmaması rivayet ediliyor. Böyle umumiyetle îmana geldikten sonra nasıl küfre gidilir?” Suallerine karşı, merak-âver ve hakikî bir mühim cevab veriliyor.

BEŞİNCİ SUAL: “Kıyametin hâdisatından ervah-ı bâkiye müteessir olacaklar mı?” cevabında, mühim bir hakikat beyan ediliyor.

ALTINCI SUAL: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ âyetinin hükmü; âhirete, Cennet’e ve Cehennem’e ve ehillerine şümulü var mı, yok mu? cevabında, gayet mühim ve merak-âver ve kuvvetli bir cevab verilir. Bu risaledeki sualleri merak edenlere bu risale bir iksir-i azamdır.

ONALTINCI MEKTUB

اَلَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اِيمَانًا وَ قَالُوا حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetinin bir sırrını, başıma gelen bir hâdise münasebetiyle “Beş Nokta” ile tefsir ediyor.

BİRİNCİ NOKTA:

Hak ve hakikat olan hizmet-i Kur’aniye, şimdiki zamanda çoğu yalancılıktan ibaret ve bid’a ve dalalet olan siyasetten beni kat’iyen men’ettiğine dairdir.

İKİNCİ NOKTA:

Hayat-ı ebediyeye ciddî çalışmak ve zararsız ve müstakim yol ile Kur’ana hizmet etmek, elbette dağdağa-i siyasetten çekilmeyi iktiza ettiğinden, ehl-i dünyanın hata ve harekâtlarını hoş görmek değil, belki kalblerimizi bulandırmamak için bakmamaktayız.

ÜÇÜNCÜ NOKTA:

Başıma gelen ağır tazyikat ve musibetlere karşı tahammülümün mühim bir sebebini iki vakıa ile beyan eder.

DÖRDÜNCÜ NOKTA:

Ehl-i dünyanın evhamlı suallerine karşı cevabdır. O cevabda bilmecburiye hizmet-i Kur’aniyeye ait bir keramet olarak hakkımızda göz ile görülen ve hiçbir cihette inkâr edilemeyen birkaç inayet-i İlâhiyeyi beyan ediyor.

BEŞİNCİ NOKTA:

Ehl-i dünyanın katmerli bir zulüm ile bana teklif ettikleri bid’akârane kaidelerine karşı, onları tam susturacak bir cevabdır.

BU ONALTINCI MEKTUBUN ZEYLİ

Zalim ehl-i dünyanın ve mülhidlerin dünyalarından ve siyasetlerinden bütün bütün çekildiğim halde, kendi hainliklerinden habbeyi kubbe yaparak hakkımda gösterdikleri evham ve telaşa karşı Eski Said lisanıyla, izzet-i ilmiyeyi muhafaza noktasında ağızlarına şiddetli bir tokat vurarak, başlarındaki evhamı uçurur.

ONYEDİNCİ MEKTUB

Has bir kardeşime yazılmış küçük bir ta’ziyenamedir. Çendan bu mektub sureten küçüktür; fakat faidesi büyük olup, ona karşı ihtiyaç umumîdir. Hadd-i bülûğa ermeden çocukları vefat eden peder ve validelere mühim bir müjdedir. Bu ta’ziye ile en me’yus ve mükedder bir kalb, hakikî bir teselli ve ferah bulur. Küçük olarak vefat eden çocuklar, âlem-i bekada ebedî sevimli çocuk olarak kalıp, peder ve validelerinin kucaklarına verilmesi, وِلْدَانٌ مُخَلّدُونَ sırrıyla, ebedî medar-ı sürurları olduklarını isbat eder.

ONSEKİZİNCİ MEKTUB

Üç mes’ele-i mühimmedir.

BİRİNCİSİ:

Muhakkikîn-i evliyanın keşf ile hak gördüğü ve büyük mikyasta müşahede ettikleri hâdiseler, âlem-i şehadette bazan hilaf-ı vâki ve bazan küçük bir mikyasta tezahür etmesinin sırrını, şirin ve güzel bir temsil ile beyan eder.

İKİNCİ MES’ELESİ:

Vahdet-ül Vücud meşrebine dair gayet mühim bir hakikat ve güzel bir îzahtır. Vahdet-ül Vücuddan dem vuran ve o mes’eleyi merak eden, bu İkinci Mes’eleyi dikkatle okumalı. Çünki bu Vahdet-ül Vücud mes’elesi, medar-ı iltibas olmuş mühim bir meşrebdir. Ve ehl-i hakikatın medar-ı ihtilafı olmuş bir acib meslektir. Bu İkinci Mes’ele, onun mahiyetini gösterir ve isbat eder ki; o meşreb, ehl-i sahvın meşrebi değil, hem en yüksek değil! Ve ehl-i sahv olan Sahabe ve Sıddıkîn ve veresenin meşrebleri; Vahdet-ül Vücud meşrebinden daha yüksek, daha selâmetli, daha makbul olduğunu isbat eder.

ÜÇÜNCÜ MES’ELESİ:

Tılsım-ı kâinatın üç muamma-yı mühimmesinden birisinin halline muhtasar bir işarettir ki: O muammalardan birisi Yirmidokuzuncu Söz’de, ikincisi Otuzuncu Söz’de, bu üçüncüsü ise Yirmidördüncü Mektub’da Kur’an-ı Hakîm’in sırrıyla tamamıyla keşfedilmiş ve o muamma açılmıştır.

ONDOKUZUNCU MEKTUB

Mu’cizat-ı Ahmediyeye (A.S.M.) dairdir. Üçyüzden fazla mu’cizatı beyan eder. Bu risale, Risalet-i Ahmediyenin (A.S.M.) mu’cizesini beyan ettiği gibi, kendisi de o mu’cizenin bir kerametidir ki, üç-dört nev’ ile hârika olmuştur.

Birincisi: Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüzelli sahifeden(Hâşiye) fazla olduğu halde, kitablara müracaat edilmeden ezber olarak dağ ve bağ köşelerinde, üç-dört gün zarfında, her günde iki-üç saat çalışmak şartıyla mecmuu oniki saatte te’lif edilmesi hârika bir vakıadır ki, bu risaledeki mu’cizat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) bir şu’le-i kerâmeti olmuştur.

İkincisi: Şu risale, uzunluğuyla beraber ne yazması usanç verir ve ne de okuması halâvetini kaybeder. Tenbel ehl-i kalemi öyle bir şevk u gayrete getirdi ki; bu sıkıntılı ve usançlı zamanda, bir sene zarfında civarımızda yetmiş adede yakın nüshaları yazıldı. O mu’cize-i risaletin bir kerameti olduğunu, muttali olanlara kanaat verdi.

Üçüncüsü: Acemi ve tevafuktan haberi yok ve bize daha tevafuk tezahür etmeden evvel yazdıkları nüshalarda, lafz-ı “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm” kelimesi bütün risalelerde ve lafz-ı “Kur’an”, beşinci parçasında öyle bir tarzda tevafuk (Hâşiye*) etmeleri göründü ki; zerre mikdar insafı olan tesadüfe veremez. Kim görmüş ise, kat’î hükmediyor ki: “Bu sırr-ı gaybîdir, mu’cizat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) bir kerametidir.”

Şu risalenin başındaki esaslar çok mühimdirler.

Hem şu risaledeki ehadîs hemen umumen eimme-i hadîsçe makbul ve sahih olmakla beraber, en kat’î hâdisat-ı risaleti beyan ediyorlar.

O risalenin bütün mezayasını söylemek lâzımgelse, o risale kadar bir eser yazmak lâzım geldiğinden, müştak olanları onu bir kerre okumasına havale ediyoruz.

__________________________________

(Hâşiye): Asıl nüshasına göredir.

(Hâşiye*): Asıl nüshasına göredir.

ONDOKUZUNCU MEKTUBUN BEŞİNCİ VE ALTINCI NÜKTELERİNİN FİHRİSTESİDİR:

Bu nükteler, umûr-u gaybiyeye dair hadîslerin bir kaçını zikretmiştir. Hem Hazret-i Hasan (R.A.) ile Hazret-i Muaviye’nin (R.A.) muharebe ve musalahasını; hem Hazret-i Ali (R.A.) ile Hazret-i Zübeyr’in (R.A.) muharebe edeceğini; hem ezvac-ı tahiratın içinden birisinin mühim bir fitnenin başına geçeceğini; hem Hazret-i Ali’nin (R.A.) katlini haber vermiş. Hem Hazret-i Hüseyin’in (R.A.) Kerbelâ’da katlini; hem Zâtından (A.S.M.) sonra Âl-i Beyti, katl ve nefye maruz kalacaklarını; hem Hazret-i Ali’nin (R.A.) hilafetinin te’hirini; hem hilafet ne için Âl-i Beyt-i Nebevî’de takarrur etmediğini; hem asr-ı saadetin başına gelen o dehşetli fitnenin hikmetini; hem ehl-i İslâm, umum devletlere galebe çalacaklarını; hem Hazret-i Ebu Bekir (R.A.) ve Hazret-i Ömer’in (R.A.) mahiyet-i hilafetlerini; hem müşrik Kureyş reislerinin nerede katlolunacaklarını; hem bir ay uzun mesafede Mûte Harbi’nden aynen haber verdiğini; hem Hazret-i Hasan’ın (R.A.) hilafetini; hem Hazret-i Osman’ın (R.A.) Kur’an okurken şehid olacağını; hem Devlet-i Abbasiyeyi; hem Cengiz ve Hülâgu’yu; hem İran’ın fethini; hem Habeş Melikinin cenaze namazını, vefatından haberi olmadan aynı vakitte kıldığını bildirir. Hem Hazret-i Fatıma’nın (R.A.) vefatını; hem Ebu Zerr’in (R.A.) yalnız bir dağda vefat edeceğini; hem Ümm-ü Haram’ın Kıbrıs’ta vefat edeceğini; hem yüzbin adamı öldüren Haccac-ı Zalim’i; hem İstanbul’un fethini; hem İmam-ı Ebu Hanife’yi (R.A.) hem İmam-ı Şafiî’yi (R.A.) hem ümmetinin yetmişüç fırka olacağını; hem Kaderiye Taifesini, hem Râfızîleri; hem Hazret-i Ali’nin (R.A.) yüzünden insanlar iki kısım olacaklarını; hem Fars ve Rum kızlarını; hem Hayber Kal’asının fethini; hem Hazret-i Ali (R.A.) ile Muaviye’nin harbini; hem Hazret-i Ömer (R.A.) sağ kaldıkça fitnelerin zuhur etmeyeceğini; hem Sehl İbn-i Amr’ın (R.A.) mühim bir vazifesini; hem Kisra’nın oğlu babasını öldürdüğünü aynı dakikada haber verdiğini; hem Hâtıb’ın, Kureyş’e gizli mektub yazdığını; hem Ebu Leheb’in oğlu Utbe’yi bir arslanın parçalamasına ettiği bedduasının kabul olup aynen çıktığını; hem Bilâl-i Habeşî’nin (R.A.) ezan okuduğu zaman, Kureyşîlerin gizli tenkid ettiklerini aynen haber verdiğini; hem Hazret-i Abbas (R.A.) iman etmeden evvel onun gizli parasından haber verdiğini; hem Hazret-i Peygamber’e (A.S.M.) bir yahudinin sihir ettiğini; hem Sahabe meclisinde birinin irtidad edeceğini; hem Hazret-i Peygamber’in (A.S.M.) katlini niyet edenlerin îman ettiklerini; hem müşriklerin Kâ’be duvarındaki yazılarını kurtların yediğini ve yalnız o yazılar içindeki Allah isimlerini yemediklerini; hem Beyt-ül Makdis’in fethinde büyük bir tâun çıkacağını; hem Yezid ve Velid gibi şerir reisleri haber verdiğini; hem “Bundan sonra onlar bize değil, biz onlara hücum edeceğiz” diye haber verdiğini ve bunlar gibi çok ihbarat-ı gaybiye bu iki nüktede beyan edilmiştir.

MU’CİZAT-I AHMEDİYENİN BİRİNCİ ZEYLİ:

يس وَالْقُرْآنِ اْلحَكِيمِ اِنَّكَ َلمِنَ اْلمُرْسَلِينَ âyetinin mealinde yüzer âyâtın en mühim hakikatları olan Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) “Ondört Reşha” namıyla ondört kat’î ve parlak ve muhkem bürhanlarla tefsir ve isbat ediyor. Ve en muannid hasmı dahi ilzam eder. Güneş gibi risalet-i Ahmediyeyi izhar ediyor.

ŞAKK-I KAMER MU’CİZESİNE DAİR:

Şu risale, Şakk-ı Kamer mu’cizesine bu zaman feylesoflarının ettikleri itirazlarını “Beş Nokta” ile gayet kat’î bir surette reddedip inşikak-ı Kamer’in vukuuna hiçbir mani bulunmadığını gösterir. Ve âhirinde de beş icma’ ile şakk-ı Kamer’in vuku bulduğunu gayet muhtasar bir surette isbat eder ve şakk-ı Kamer mu’cize-i Ahmediyesini (A.S.M.) Güneş gibi gösterir.

MU’CİZAT-I AHMEDİYE ZEYLİNİN BİR PARÇASI

Risalet-i Ahmediye (A.S.M.) hakkında olup, Mi’rac Risalesinin Üçüncü Esasının nihayetindeki üç mühim müşkilden birinci müşkile ait “Şu mi’rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a mahsustur?” sualine muhtasar bir fihriste suretinde verilen cevabdır.

ÂYET-ÜL KÜBRA RİSALESİNİN, RİSALET-İ AHMEDİYEDEN BAHSEDEN ONALTINCI MERTEBESİ

Kâinatın erkânından Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatından bir parça olup, makam münasebetiyle buraya ilhak edilmiştir.

YİRMİNCİ MEKTUB

فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ âyetinin en mühim bir hakikatını bildiren ve

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ

kelâmının onbir kelimesinde onbir beşaret ve onbir bürhan-ı kat’î bulunduğuna dair bir mektubdur. Elhak merâtib-i tevhid-i hakikînin hakkında bu mektub bir kibrit-i ahmerdir ve bir iksir-i a’zamdır. O derece parlak ve o mertebede kuvvetli delilleri ve hüccetleri gösteriyor ki, en mütemerrid zındıkları dahi îmana getiriyor. Ondokuzuncu Mektub olan Risale-i Ahmediye (A.S.M.) kelime-i şehadetin ikinci kelâmı olan اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّهِ hükmünü ne derece kat’î ve kuvvetli isbat etmiştir; öyle de bu Yirminci Mektub, kelime-i şehadetin birinci kelâmı olan اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ hükmünü, o kat’iyet ve kuvvetle isbat ediyor. Hakikî ve kuvvetli îmanı kazanmak isteyenler bunu okusunlar. Ve bilhassa Dokuzuncu Kelime bahsinde, ilim ve irade-i İlahiyenin isbatını çok vâzıh bir surette beyan ettiği gibi; Onuncu Kelime bahsinde de وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ bürhanıyla مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin mühim bir sırrını ve en muazzam bir hakikatını “Beş Nükte”de beyan ediyor. Hakaik-i îmaniyenin bir tılsım-ı azamını o beş nükte ile hallediyor.

YİRMİNCİ MEKTUBUN ONUNCU KELİMESİNE ZEYL

اَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ âyetiyle

ضَرَبَ اللّهُ مَثَلاً رَجُلاً فِيهِ شُرَكَاءُ مُتَشَاكِسُونَ وَرَجُلاً سَلَمًا لِرَجُلٍ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلاً

âyetinin en mühim ve en muazzam bir hakikatını üç temsil ile tefsir ediyor. Ve herşey ve bütün eşya Cenab-ı Hakk’ın kudretiyle olsa, birtek şey kadar kolay olduğuna ve kudret-i İlahiyeye verilmediği vakit, birtek şey kâinat kadar müşkilâtlı ve suubetli olduğuna dair en mühim bir sırrını ve en muğlak muammasını, gayet kolay bir tarzda tefsir ederek keşfeder.

YİRMİBİRİNCİ MEKTUB

Küçük bir mektubdur; fakat gayet büyük bir âyetin büyük bir hakikatını beyan ettiği için, ona ihtiyaç büyüktür.

اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُلْ لَهُمَا اُفّ ٍوَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِى صَغِيرًا*

âyeti, beş ayrı ayrı surette ihtiyar valideyne şefkati celbettiğinin sırrını gösteriyor. Hanesinde ihtiyar valideyni veya akrabası veya müslüman kardeşleri bulunan zâtlar, bu mektubu okumağa pek çok muhtaçtırlar.

YİRMİİKİNCİ MEKTUB

“İki Mebhas”tır.

BİRİNCİ MEBHAS

اِنَّمَا اْلمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ * اِدْفَعْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذِى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمِيمٌ * وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ اْلمُحْسِنِين

âyetlerinin sırrıyla; ehl-i îmanı, uhuvvet ve muhabbete dâvet ediyor. Nifak, şikak, kin ve adâvetten menedecek mühim esbabı gösteriyor. Kin ve adâvet; -ehl-i îman ortasında- hem hakikatça, hem hikmetçe, hem insaniyetçe, hem İslâmiyetçe, hem hayat-ı şahsiyece, hem hayat-ı içtimaiyece, hem hayat-ı maneviyece gayet çirkin ve merdud ve zulüm olduğunu gayet kat’î bir surette isbat edip, mezkûr âyetlerin mühim bir sırrını tefsir eder.

İKİNCİ MEBHAS

اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ * وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ َتحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

sırrıyla, ehl-i îmanı hırstan şiddetli bir surette men’eden esbabı gösterir. Ve hırs dahi, adâvet kadar muzır ve çirkin olduğunu kat’î delillerle isbat ederek; şu âyet-i azîmenin mühim bir sırrını tefsir ediyor. Hırsa mübtela adamlar, bu ikinci mebhası çok dikkatle mütalaa etmelidirler. Kin ve adâvet marazıyla hasta olanlar, tam şifalarını birinci mebhasta bulurlar.

İkinci Mebhasın hâtimesinde, zekatın ehemmiyetini ve bir rükn-ü İslâmî olduğunun hikmetini güzel bir surette beyan etmekle beraber; hakikatlı bir rü’yada güzel bir hakikat beyan ediliyor.

Şu risalenin Hâtimesinde,

اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ َلحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ âyeti altı derece zemmi zemmetmekle, altı vecihle gıybetten zecrettiğini ve mu’cizane ve hârika bir i’caz ile, gıybeti hem aklen, hem kalben, hem insaniyeten, hem vicdanen, hem fıtraten, hem milliyeten mezmum ve merdud ve çirkin ve muzır olduğunu gayet kat’î bir surette, Kur’anın i’cazına yakışacak bir tarzda beyan ediyor. Ve gıybet, alçakların silâhı olduğu cihetle, izzet-i nefis sahibi bu pis silâha tenezzül edip istimal etmediğine dair denilmiştir:

اُكَبِّرُ نَفْسِى عَنْ جَزَاءٍ بِغِيْبَةٍ * فَكُلُّ اِغْتِيَابٍ جَهْدُ مَنْ لاَ لَهُ جَهْدٌ

YİRMİÜÇÜNCÜ MEKTUB

Bu mektubun birkaç mebhası var. Öteki mebhaslara bedel lâtif ve mânidar birtek mebhas aynen yazıldı. Şöyle ki:

Ahsen-ül kasas olan kıssa-i Yûsuf’un (A.S.) hâtimesini haber veren

تَوَفَّنِى مُسْلِمًا َوَاْلحِقْنِى بِالصَّاِلحِينَ

âyetinin ulvî ve lâtif ve müjdeli ve i’cazkârane bir nüktesi şudur ki: Sair ferahlı, saadetli kıssaların âhirindeki zeval ve firak haberinin acıları ve elemi; kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus kemâl-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda mevtini, firakını haber vermek daha elemlidir. Dinleyenlere “Eyvah” dedirtir. Halbuki şu âyet, kıssa-i Yûsufiyenin en parlak kısmı ki: Aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi ve kardeşleriyle sevişip tanışması olan dünyaca en saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yûsuf’un (A.S.) mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: “Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yûsuf aleyhisselâm, Cenâb-ı Hak’tan vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî, lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve daha ferahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki; Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm gibi hakikat-bîn bir zât, o gayet lezzetli bir vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun.” İşte Kur’an-ı Hakîm’in şu belâgatına hayran ol, bak ki, Kıssa-i Yûsuf’un (A.S.) hâtimesini ne suretle haber verdi. O haberi dinleyenlere elem ve esef değil; belki bir müjde, bir sürur ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki: Kabrin arkası için çalışınız! Hakikî saadet ve lezzet ondadır.

Hem Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm’ın âlî sıddıkiyetini gösteriyor ve diyor: “Dünyanın en parlak ve en sürurlu haleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor; yine âhireti istiyor.”

YİRMİDÖRDÜNCÜ MEKTUB

Kâinatın tılsım-ı acîbini ve müşkil muammasının en mühim bir sırrını keşf ve halleden bir mektubdur ve en mühim bir suâlin

(Hâşiye) cevabıdır. Şöyle ki:

“Esmâ-i İlâhiyenin a’zamlarından olan Rahîm, Kerim, Vedud’un iktiza ettikleri şefkatperverane ve maslahatkârane ve muhabbetdarane taltifleri; ne suretle pek müdhiş ve muvahhiş olan mevt ve adem ile, zeval ve firak ile, musibet ve meşakkat ile tevfik edilir?” diye sualin cevabında, tılsım-ı kâinatın üçüncü muammasını halleden ve kâinattaki daimî faaliyetin muktezasını ve esbab-ı mûcibesini gösteren “Beş Remiz” ile ve gayelerini ve faidelerini isbat eden “Beş İşaret” ile cevab veriyor. Şu mektub “İki Makam”dır. Birinci Makamı “Beş Remiz”dir.

BİRİNCİ REMİZ: İsbat ediyor ki: Sâni’-i Hakîm ne yaparsa haktır. Hiçbir şey ve hiçbir zîhayat, ona karşı hak dava edemediğini ve “Haksız bir iş oldu” diyemediğinin sırrını, kat’î bir tarzda isbat eder.

____________________________

(Hâşiye): Bu mektubun mesâili bir derece ihsas edilmek arzu edildiğinden; fihristiyet ihtisarı muhafaza edilmedi, uzun oldu.

İKİNCİ REMİZ: Hayret-nüma, dehşet-engiz, daimî bir suretteki faaliyet-i Rabbaniyenin sırrını ve halk ve tebdil-i Eşyadaki hikmet-i azîmesini beyan ediyor ve en mühim bir muamma-yı hilkatı hallediyor.

ÜÇÜNCÜ REMİZ: Zevale giden eşya ademe gitmediğini, belki daire-i kudretten daire-i ilme geçtiğini ve eşyadaki hüsn ve cemale ait istihsan ve şeref ve makam, esma-i İlâhiyeye ait olduğunu gayet güzel bir surette isbat eder.

DÖRDÜNCÜ REMİZ: Mevcudatın mütemadiyen tebeddül ve tegayyür etmeleri; birtek sahifede, her dakikada ayrı ayrı ve manidar mektubları yazmak nev’inden, sahife-i kâinatta Esmâ-i İlâhiyenin cilveleriyle yazılan cemal ve celal ve kemâl-i İlâhiyenin hadsiz âyâtını, mahdud sahifelerde de hadsiz bir surette yazıldığını isbat eder.

BEŞİNCİ REMİZ: İki nükte-i mühimmedir.

Birisi: Vâcib-ül Vücud’a intisabını îman ile hisseden adam, hadsiz envar-ı vücuda mazhar olduğunu ve hissetmeyen, nihayetsiz zulümat-ı ademe ve âlâm-ı firaka maruz bulunduğunu gösterir.

İkinci Nükte: Dünyanın üç yüzü bulunduğunu.. zâhir yüzünde, zeval, firak, mevt ve adem var; fakat esmâ-i İlâhiyenin âyinesi ve âhiretin mezraası olan iç yüzlerinde, zeval ve firak, mevt ve adem ise, tazelenmek ve teceddüddür ve bekanın cilvelerini gösteren bir tavzif ve terhistir.

BU MEKTUBUN İKİNCİ MAKAMI

Bir “Mukaddime” ile “Beş İşaret”tir.

MUKADDİME: Hallakıyet ve tasarrufat-ı İlahiyeden gayet azîm bir hakikatı, muazzam ve muhteşem kanunlarla beyan ediyor. Meselâ: Bir kuşun tüylü libasını değiştiren Sâni’-i Hakîm, aynı kanunla kâinatın suretini kıyamet vaktinde ve âlem-i şehadetin libasını haşirde o kanun ile değiştirir.

Hem bir ağacın ne kadar meyveleri ve çiçekleri bulunuyor; herbir çiçeğin o kadar gayeleri, herbir meyvenin o kadar hikmetleri bulunduğunu gösterir.

“Beş İşaret” ise: Eşya, vücuddan gittikten sonra verdikleri ehemmiyetli beş netice itibariyle, bir vecihle madum iken, beş vecihle mevcud kalıyor. Şöyle ki:

Herbir mevcud, vücuddan gittikten sonra, ifade ettiği mânalar ve arkasında bâki kalan hüviyet-i misaliyesi, âlem-i misalde mahfuz kalır. Hem hayatının etvarıyla “mukadderat-ı hayatiye” denilen sergüzeşte-i hayatiyesi âlem-i misalin defterlerinden olan levh-i misalîde yazılır. Ruhanîlere, daimî mevcud bir mütalaagâh olur. Hem cin ve insin amelleri gibi, âhiret pazarına ve âlem-i âhirete gönderilecek mahsulâtı bâki kalır. Hem etvar-ı hayatiyeleriyle ettikleri enva’-ı tesbihat-ı Rabbaniye bâki kalıyor. Hem şuunat-ı Sübhaniyenin zuhuruna medar çok şeyleri arkasında mevcud bırakır, öyle gider. Bu Beş İşaretteki beş hakikatı, kat’î delil hükmünde beş makul ve makbul temsil ile beyan eder.

YİRMİDÖRDÜNCÜ MEKTUBUN BİRİNCİ ZEYLİ

قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ âyetinin mühim bir sırrını beş nükte ile tefsir ediyor. Ve dua, bir sırr-ı azîm-i ubudiyet olduğunu ve kâinattan daimî bir surette dergâh-ı rububiyete giden en azîm vesile ise dua olduğunu ve duanın azîm tesiri bulunduğunu kat’î isbat etmekle beraber; külliyet ve devam kesbeden bir dua, kat’iyen makbul olduğuna binaen; umum ümmetin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a salavat namıyla dualarının neticesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ne kadar yüksek bir mertebede olduğunu gösterir. Duanın da üç nev’-i mühimmini

zikretmekle beraber, beyan eder ki; duanın en güzel ve en latif meyvesi, en leziz ve en hazır neticesi şudur ki: Dua eden adam, bilir ve dua ile bildirir ki; birisi var, onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder, onun eli herşeye yetişir. Ve bu boş, hâlî dünyada o yalnız değil; belki bir Kerim zât var; ona bakar, ünsiyet verir. Onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve hadsiz düşmanlarını def’edebilir bir zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah ve sürur duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp, “Elhamdülillahi Rabb-il âlemîn” der.

İKİNCİ ZEYLİ

Mi’rac-ı Nebevî ve Mevlid-i Nebevîye (A.S.M.) dair üç mühim suale, gayet mukni’ ve mantıkî ve parlak bir cevabdır. Bu zeyil çendan kısadır, fakat gayet kıymetdardır. Mevlid-i Nebevîye (A.S.M.) iştiyakı olanlar buna çok müştaktırlar.

Hâtimesinde gayet mühim bir düstur-u mantıkî ile, kâinatta en büyük ferd-i ekmel ve üstad-ı küll ve habib-i a’zam, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm olduğunu isbat eder.

YİRMİBEŞİNCİ MEKTUB

Sure-i Yâsin’in yirmibeş âyetine dair “Yirmibeş Nükte” olmak üzere rahmet-i İlâhiyeden istenilmiş; fakat daha zamanı gelmediğinden yazılmamıştır.

YİRMİALTINCI MEKTUB

وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ sırrına dair “Hüccet-ül Kur’an Aleşşeytan ve Hizbihî” namıyla, İblis’i ilzam ve ehl-i tuğyanı iskât eden gayet mühim bir mektubdur.

Bu mektubun “Dört Mebhas”ı var.

BİRİNCİ MEBHAS:

Şeytanın en müdhiş hücumunu def’etmekle, şeytanı öyle bir surette ilzam eder ki; içine girerek saklanıp vesvese edecek bir yer bırakmıyor. Ve o kadar kuvvetli delail-i akliye ile ve kat’î bürhanlarla şeytanı ve şeytanın şakirdlerini ilzam eder ki, şeytan olmasa idiler îmana gelecektiler. Fakat maatteessüf şeytan-ı cin ve insin, gayet çirkin davalarını ve desiselerini bütün bütün ibtal ve def’etmek için, farazî bir surette onların çirkin fikirlerini zikredip öyle ibtal ediyor. Meselâ der ki: “Eğer faraza dediğiniz gibi, Kur’an Kelâmullah olmazsa; en âdi ve sahte bir kitab olurdu. Halbuki meydandaki âsârıyla göstermiş ki, en âlî bir kitabdır.” İşte bu gibi farazî tabiratın, titreyerek yazılmasına mecburiyet hasıl olmuştur. Şu mebhasın âhirinde, şeytanın Sure-i ق وَ الْقُرْآنِ الْمَجِيدِ in fesahat ve selasetine dair bir vesvese ve itirazını reddediyor.

İKİNCİ MEBHAS:

Bir insanda, vazife ve ubudiyet ve zât itibariyle üç şahsiyet bulunduğunu ve o şahsiyetlerin ahlâkı ve âsârı bazan birbirine muhalif olduğunu beyan eder.

ÜÇÜNCÜ MEBHAS:

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا âyetinin, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin münasebatına dair gayet mühim bir sırrını ve insanlar, millet millet ve kabile kabile yaratılmasının mühim bir hikmetini Yedi Mes’ele ile tefsir ediyor. Bu mebhas, milliyetçilere mühim bir tiryaktır. Bu zamanın en müdhiş marazına gayet nâfi’ bir ilâçtır. Ve sahtekâr hamiyet-füruşların ve yalancı milliyetperverlerin yüzlerindeki perdeyi açar, sahtekârlıklarını gösterir.

DÖRDÜNCÜ MEBHAS:

Altı sualin cevabında “On Mes’ele”dir.

Birincisi:

“Rabb-ül Âlemîn” kelimesinin tefsirinde onsekiz bin âlem dediklerinin hikmeti münasebetiyle, birkaç Nükte-i Kur’aniye beyan edilir.

İkinci Mes’ele:

“Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır”! Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Razî’ye demiş. Ondan murad nedir? Cevabında, gayet mühim bir mes’ele-i Marifetullah beyan edilmiştir.

Üçüncü Mes’ele:

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِى آدَمَ âyetiyle اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً âyetinin vech-i tevfiki nedir? diye sualine, gayet güzel ve nurlu mühim bir cevabdır.

Dördüncü Mes’ele:

جَدِّدُوا اِيمَانَكُمْ بِلاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ hikmeti nedir? diye suale, gayet güzel ve nurlu bir cevabdır.

Dördüncü Mes’elenin Zeylinde, vahdaniyetin gayet azîm bir hüccetine ve geniş ve uzun bir bürhanına muhtasar bir işarettir.

Beşinci Mes’ele:

Yalnız “Lâ ilahe illallah” diyen, “Muhammedürresulullah” demeyen ehl-i necat olabilir mi?” sualine karşı mühim bir cevabdır.

Altıncısı:

Birinci Mebhas’taki şeytanla münazaranın çirkin tabiratlarının sebeb-i zikrini bildiriyor. Hem mühim bir temsil ile, hizb-üş şeytanı en dar ve en muhal ve en menfur bir mevkie sıkıştırıyor. Meydanı Hizb-ül Kur’an hesabına zabtederek, herbir hal-i Ahmediye (A.S.M.) herbir haslet-i Muhammediye (A.S.M.) herbir tavr-ı Nebevî (A.S.M.) o kuvvetli temsile göre birer mu’cize hükmüne geçip, nübüvvetini isbat ettiğini gösterir.

Yedincisi:

Vehham ve zarardan sakınmak için bizden uzaklaşan bazı dostların kuvve-i maneviyelerini te’yid için ve hizmetimizden bazı maksadlarla çekilen ve maksadlarının aksiyle tokat yiyenleri, çok misallerden yedi küçük misal ile gösterir ki; siperini bırakıp kaçanlar, daha ziyade yaralanırlar.

Sekizincisi:

Diyorlar ki: “Elfaz-ı Kur’aniye ve zikriye ve tesbihatların herbirinden, bütün letaif-i insaniye hisselerini istiyorlar. Manaları bilinmezse, hisse alınmaz; öyle ise tercüme edilse daha iyi değil mi?” diye olan müdhiş ve mugalatalı şu suale karşı, gayet mühim ve ibretli ve zevkli bir cevabdır. Elfaz-ı Kur’aniye ve Nebeviye (A.S.M.) mânalara, camid ve ruhsuz libas değiller; belki hayatdar feyiz-aver cildlerdir. Zîhayat bir cesed soyulsa, elbette ölür. Hem lisan-ı nahvî olan elfaz-ı Kur’aniyedeki i’caz ve îcaz, hakikî tercümeye mâni olduğunu gösterir.

Dokuzuncusu:

“Ehl-i Sünnet ve Cemâat olan ehl-i hak dairesinin haricinde ehl-i velayet bulunabilir mi?” sualine, mühim ve merak-aver bir cevaptır.

Onuncusu:

Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinde bulunan bu bîçare Said ile görüşen ve görüşmek arzu eden dostlara mühim bir düsturdur.

YİRMİYEDİNCİ MEKTUB

Bu mektub, Risale-i Nur Müellifinin talebelerine yazdığı ayn-ı hakikat ve çok letafetli, güzel mektublarıyla; Risale-i Nur Talebelerinin üstadlarına ve bazan birbirlerine yazdıkları ve Risale-i Nur’un mütalaasından aldıkları parlak feyizlerini ifade eden çok zengin bir mektub olup, bu mecmuanın üç-dört misli kadar büyüdüğü için bu mecmuaya idhal edilmemiştir. Barla, Kastamonu, Emirdağı Lâhikaları olarak müstakillen neşredilmiştir.

YİRMİSEKİZİNCİ MEKTUB

“Sekiz Mes’ele” namıyla sekiz risaledir.

BİRİNCİ RİSALE OLAN BİRİNCİ MES’ELE

Rü’ya-yı sadıkanın hakikatini ve faidesini, gayet güzel ve hakikatlı “Yedi Nükte” ile beyan ediyor. Bu risale hem kıymetdardır, hem merak-averdir.

İKİNCİ MES’ELE OLAN İKİNCİ RİSALE

“Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’ın gözüne tokat vurmuş.” meâlindeki bir hadîse dair ehemmiyetli bir münakaşayı kökünden kaldırır ve bu nevi hadîslere mülhidler tarafından gelen itirazata bir sed çeker. Bu risale küçüktür, fakat merak-âverdir.

ÜÇÜNCÜ MES’ELE OLAN ÜÇÜNCÜ RİSALE

Bu bîçare müflis Said’in ziyaretine gelenlerin ne niyetle görüşmeleri lâzım geldiğini beyan edip, sırf Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı itibariyle görüşmek lâzım geldiğini ve o görüşmenin mühim faidelerini ve Said’in şahsiyetinin hiçliği nazara alınmayacağını, belki dellâlı olduğu mukaddes dükkânın kıymetdar cevherlerini nazara almak lâzımgeldiğini “Beş Nokta” ile gayet güzel bir surette isbat etmekle beraber; hizmet-i Kur’aniyenin keramatından ve inâyet-i Rabbaniyeden, ben ve bazı kardeşlerim mazhar olduğumuz çok inâyetlerden birkaç vâki ve kat’î misalleri zikrediyor.

Bu risalenin tetimmesinde; risalelerin yazmasında, hususan te’lifinde ve bilhassa Yirmidokuzuncu Mektub’da tezahür eden hârika bir inayeti beyan ediyor.

DÖRDÜNCÜ RİSALE OLAN DÖRDÜNCÜ MES’ELE

Mescidimize iki defa taarruz edildi, âhirki defa da kapadılar. Ondan iki veya üç sene mukaddem, yine mübarek bir misafirin gelmesiyle, gayet vahşiyane ve zalimane tecavüz edildiği için, her taraftan benden sual edildi. Böyle merak-ı umumiyeyi tahrik eden bir hâdiseye lâyık cevab vermek için, Eski Said lisanıyla “Dört Nokta” ile mühim bir ibretli cevabdır.

BEŞİNCİ RİSALE OLAN BEŞİNCİ MES’ELE

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da tekrar ile اَفَلاَ يَشْكُرُونَ { اَفَلاَ يَشْكُرُونَ ve şükretmeyenleri, otuzbir defa فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ fermanıyla tehdid ettiğinin sırrını gayet âlî ve tatlı ve makul ve makbul bir surette tefsir ediyor; insan bir şükür fabrikası olduğunu isbat ediyor. Kâinat bir nimet hazinesi olup; şükür ise anahtarı olduğunu; ve rızık, onun neticesi ve şükrün mukaddimesi bulunduğunu gayet güzel ve kat’î bir surette isbat ediyor.

Der tarîk-ı acz-mendî, lâzım âmed çâr çîz:

Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!

olan düstur-u hakikattaki dördüncü rükün bulunan şükr-ü mutlakın parlak ve yüksek hakikatını izah ediyor.

ALTINCI RİSALE OLAN ALTINCI MES’ELE

Teksir Mektubat mecmuasında neşredildiğinden buraya dercedilmedi.

YEDİNCİ RİSALE OLAN YEDİNCİ MES’ELE

قُلْ بِفَضْلِ اللّهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ âyetinin, Risale-i Nur ve hâdimleri hakkındaki mühim bir sırrını, “Yedi İşaret” namıyla, yedi inayet-i Rabbaniyeyi beyan ediyor. Ve tahdis-i nimet suretinde bu inayet-i seb’anın izharına, yedi makul sebebini beyan ediyor. Bu inayet-i seb’a-i külliyenin hârikalarına işareten, kendi kendine te’lif vaktinde iki sahifenin bütün satırları başlarında yirmisekiz elif gelerek, Yirmisekizinci Mektub’un mertebesine tevafuk ettiğini,(Hâşiye) te’liften bir zaman sonra muttali olduk. Bu inayet-i seb’ayı okuyan adam, Risale-i Nur eczalarının ne kadar ehemmiyetli ve nazar-ı inayet-i İlahiyede bulunduğunu ve himayet-i Rabbaniyede olduğunu bilecek. Bu yedi inayet küllîdir, cüz’iyatları yetmişi geçer.

Hâtimesinde, bir sırr-ı inayete ait mahrem bir sualin cevabı vardır. Hâtimesinde, inayet-i seb’adan birincisi olan tevafukata gelen veya gelmek ihtimali olan evhamı gayet kat’î bir surette def’ediyor. O hâtimenin âhirinde de, Üçüncü Nükte’de inayet-i hâssa ve inayet-i âmmeye dair mühim bir sırr-ı dakik-i rububiyete ve ehemmiyetli bir sırr-ı Rahmaniyete işaret ediyor.

SEKİZİNCİ RİSALE OLAN SEKİZİNCİ MES’ELE

Altı sualin cevabı olan “Sekiz Nükte”dir.

BİRİNCİ NÜKTE: Tevafuktaki işarat-ı gaybiye, umum Risale-i Nur eczalarında cüz’î-küllî bulunduğuna dairdir.

İKİNCİ NÜKTE: Tevafukatın meziyeti, Lafz-ı Celal’den başka ne için Kur’anda fevkalâde matlub olmadığının sırrını beyan eder.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Bir kardeşimizin fazla ihtiyat ve cesaretsizliği yerinde olmadığını ve bir müftünün Onuncu Söz’e sathî tenkidine karşı güzel bir cevabdır. (Fakat bu mecmuaya idhal edilmemiştir.)

DÖRDÜNCÜ NÜKTE: “Meydan-ı haşirde insanlar nasıl toplanacaklar, çıplak olarak mı? Herkes ahbablarını görebilir mi? Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı şefaat için nasıl bulacağız? Hadsiz insanlarla birtek zât olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm nasıl görüşecek? Ehl-i Cennet ve Cehennem’in libasları nasıl olacak? Ve bize kim yol gösterecek?” Altı meraklı sualin mukni’ ve makul cevabıdır.

__________________________________

(Hâşiye): Asıl nüshasına göredir.

BEŞİNCİ NÜKTE: “Zaman-ı Fetrette, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ecdadı, bir din ile mütedeyyin mi idiler?” cevabında, güzel bir hakikat beyan ediliyor.

ALTINCI NÜKTE: “Hazret-i İsmail Aleyhisselâm’dan sonra, Peygamber’in (A.S.M.) ecdadından peygamber gelmiş midir?” sualine karşı, gayet mühim bir cevabdır.

YEDİNCİ NÜKTE: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın peder ve validesinin ve ceddi Abdülmuttalib’in îmanları hakkında en sahih haber hangisidir?” sualine karşı gayet mühim ve makul bir cevabdır.

SEKİZİNCİ NÜKTE: “Amcası Ebu Talib’in îmanı hakkında esahh olan nedir? Cennet’e girebilir mi?” sualine karşı güzel bir cevabdır.

YİRMİDOKUZUNCU MEKTUB

“Dokuz Kısım”dır. Yirmidokuz nükte-i mühimme içinde vardır. O dokuz kısım, küçük büyük onyedi risaledir.

BİRİNCİ RİSALE OLAN BİRİNCİ KISIM

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ *اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ* اَلرَّحْمنِ الرَّحِيمِ *مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ *اِيّاكَ نَعْبُدُ وَاِيّاكَ نَسْتَعِينُ *اِهْدِنَا الصِّرَاطَ اْلمُسْتَقِيمَ *صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ* وَ لاَ الضّالِّينَ*

هُوَ الَّذِى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ..الخ

âyetlerinin bazı sırlarını, “Dokuz Nükte” ile tefsir eder.

BİRİNCİ NÜKTE: “Kur’ana ait ve Kur’anın esrarı bilinmiyor ve müfessirler hakikatını anlamamışlar.” diyenlere karşı mühim bir cevabdır.

İKİNCİ NÜKTE: Kur’an-ı Hakîm’de وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ { وَالشَّمْسِ وَضُحَيهَا gibi kasemat-ı Kur’aniyedeki mühim bir hikmeti beyan ediyor.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Surelerin başlarındaki birer şifre-i İlâhiye olan huruf-u mukattaaya dairdir.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Kur’an-ı Hakîm’in hakikî tercümesi kabil olmadığından ve manevî i’cazındaki ulviyet-i üslûb tercümeye gelmediğinden, mühim bir beyanla, üslûb-u Kur’aniyedeki bir lem’a-i i’caziyeyi gösterir.

BEŞİNCİ NÜKTE: “Elhamdülillah” cümlesinin ifade ettiği mananın en kısası, bir satır kadar olduğunu ve hakikî tercümesinin kabil olmadığını gösterir.

ALTINCI NÜKTE: اِيّاكَ نَعْبُدُ وَاِيّاكَ نَسْتَعِينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayre dair mühim bir sırrını, nurlu bir hal ve hakikatlı bir hayal içinde beyan ediyor.

YEDİNCİ NÜKTE: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ اْلمُسْتَقِيمَ *صِرَاطَ الّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ in mühim ve nuranî sırrının beyanı içinde, bid’aların îcadı ne kadar çirkin ve zarar olduğunu gösterir.

SEKİZİNCİ NÜKTE: Şeair-i İslâmiye, hukuk-u umumiye hükmünde olduğuna dair mühim bir sırrını beyan ediyor.

DOKUZUNCU NÜKTE: Mesail-i şeriatın “taabbüdî” ve “makul-ül mâna” olarak iki kısım olduğunu; ve taabbüdî kısmı hikmet ve maslahatların tebeddülü ile tegayyür edemediğinin sırrını beyan eder. Ve ezanın faidesi, yalnız bir köy ahalisini namaza davet değil, belki kâinat sarayında mevcudata karşı umum mahlûkat namına bir ilân-ı Tevhid olduğunu beyan eder.

İKİNCİ RİSALE OLAN İKİNCİ KISIM

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَ بَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَ الْفُرْقَانِ âyetinin bir sırrını, sıyam-ı Ramazanın yetmiş hikmetlerinden dokuz hikmetinin beyanıyla o sırr-ı azîmi tefsir ediyor. O dokuz hikmet, o kadar hakikî ve kuvvetli ve cazibedardırlar ki; müslüman olmayan da onları görse, oruç tutmak için büyük bir iştiyak ve bir hevese gelir. Kendine müslüman deyip oruç tutmayanların, bu hikmetlere karşı, hacâlet ve hatalarından ezilmeleri lâzımgelir.

ÜÇÜNCÜ RİSALE OLAN ÜÇÜNCÜ KISIM

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın enva’-ı i’cazından göz ile görünecek kısmının beş-altı vechinden bir vechini, yeni bir Kur’anı yazmakla göstermeye dairdir. Lillahilhamd, öyle bir Kur’an yazıldı. Ümmetçe Hâfız Osman hattıyla makbul Kur’anın aynı sahifelerini ve satırlarını muhafaza etmekle beraber; lafzullah, mecmu’ Kur’anda ikibin sekizyüz altı defa tekerrür ettiği halde; nâdir ve nükteli müstesnalar hariç kalıp, mütebâkisi tevafuk ettiğini anladık, sahife ve satırlarını tağyir etmedik. Yalnız biz tanzim ettik. O tanzimden hârika bir tevafuk tezahür etti. Yazdığımız Kur’anın parçalarını bir kısım ehl-i kalb görmüş, Levh-i Mahfuz hattına yakın olduğunu kabul etmişler. Bu risale ise; tevafukat-ı Kur’aniyeye dair olduğu münasebetiyle, sırf bir işaret-i gaybiye olarak, hiçbirimizin haberimiz olmadan, ibtida te’lif ve birinci tesvidinde onbir “Kur’an” kelimesi; birtek sahifede, birer satırda, bir sırada hatt-ı müstakim ile tevafukları, tevafuk-u Kur’aniyedeki lem’a-i i’caziyenin bir şuaı şu risalede bu hârika letafeti gösterdiğini, görenlere kanaat geldi.

Bu Üçüncü Kısmın mütebâki mes’eleleri ile Dördüncü Kısım tevafukata dair olduğu için, tevafukata dair olan fihriste ile iktifa edilmiştir.

DÖRDÜNCÜ KISIM OLAN DÖRDÜNCÜ RİSALE

“Üç Nükte”dir.

BİRİNCİ NÜKTE: Kur’anda, “Kur’an” kelimesinin çok sırlarından bir sırrını, altmışdokuz âyât-ı azîmede latif ve manidar sahifeler arkasında birbirine tevafukla baktıklarını ve o âyât-ı azîmenin manen birbirinin hakikatını te’yid ettiklerini göstermek ve tilavet-i Kur’an sevabını ve zikir faziletini ve tefekkür ubûdiyetini birden kazanmak isteyenlere, evrad nev’inden gayet güzel bir hizb-i Kur’anî olarak yazılmıştır.

İKİNCİ NÜKTE: Kur’an-ı Hakîm’de “Resul” kelimesinin tekrarındaki esrarın tevafuk cihetiyle birisine işaret için, yüz altmış âyâttaki “Resul” kelimesi birbirine tevafukla manidar bakması gibi; (Hâşiye) o yüz altmış muazzam âyetler de birbirine bakıyor. Birbirini te’yid ve isbat ettiğine işareten ve Kur’andan hem kıraet, hem zikir, hem fikir olmak üzere bir hizb-i mahsustur. Kendine âlî ve tatlı ve çok kıymetli ve çok faziletli bir vird arzu edenlere mühim bir virddir.

(Hâşiye): Bu risalenin, o mukaddes iki kelimenin i’cazî tevafuklarından bahsi ayn-ı hakikat olduğuna delil, o dördüncü risalede bütün o iki kelimenin tevafuk etmesidir. Herbir âyet ayrı ve satır başında yazılmasından, umum o iki mukaddes kelimeler tevafuk etmişlerdir.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Lafzullah’ın ikibin sekizyüz altı defa zikrinin çok nükteleri var. İ’caz-ı Kur’anın çok şualarını gösteriyor. Bu Üçüncü Nükte de, onun dört şua-ı i’cazını gösterir.

BEŞİNCİ RİSALE OLAN BEŞİNCİ KISIM

اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ َاْلمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ

(ilh-âyet…) âyet-i pür-envarının çok envar-ı esrarından güzel bir nuru, Ramazan-ı Şerifte bir halet-i ruhaniyyede, mühim bir seyahat-ı kalbiyyede görünmüş ve bir derece bu risalede beyan edilmiştir. Bu risale küçüktür, fakat çok nurlu ve ehemmiyetlidir.

ALTINCI RİSALE OLAN ALTINCI KISIM

وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyetinin mühim bir sırrını ve azîm bir hakikatını; ins ve cin şeytanlarının ve müslümanlar içine girmiş mülhidlerin ve münafıkların altı desiseleriyle altı cihetten hücumlarını altı hakikatla sed ve reddetmekle, o sırr-ı azîmi tefsir ediyor.

BİRİNCİ DESİSELERİ: Kur’an hâdimlerini hubb-u câh vasıtasıyla aldatmalarına mukabil, gayet mukni’ ve kat’î bir cevapla susturur.

İKİNCİ DESİSELERİ: Korku damarıyla, ehl-i hakkı haktan çevirmelerine karşı, gayet güzel ve kat’î bir cevapla tardedilir.

ÜÇÜNCÜ DESİSELERİ: Tama’ ve hırs cihetiyle, ehl-i hidayeti hizmet-i Kur’aniyeden vaz geçirmelerine karşı, gayet parlak ve kat’î bir cevapla reddedilir.

DÖRDÜNCÜ DESİSELERİ: Asabiyet-i milliyeyi tahrik etmek suretinde, hakikî din kardeşlerinin ve hizmet-i Kur’aniyede samimî arkadaşlarının içine yabanilik ve ihtilaf atmak ve üstadlarından soğutmalarına mukabil, gayet mühim ve kat’î öyle bir cevabdır ki; şeytan-ı insîyi tamamıyla susturduğu gibi, sahtekâr milliyetçilerin maskelerini yırtarak, öyleler milletin düşmanları olduklarını ve hakikî milliyetperverler kimler olduğunu gösterir.

BEŞİNCİ DESİSELERİ: İnsanın en zaîf damarı olan enaniyetini tahrik edip, ehl-i hakkı haksızlığa sevketmek ve ehl-i ittihadı ihtilafa düşürmelerine mukabil, kuvvetli ve eneleri susturacak bir cevap verilmiştir.

ALTINCI DESİSELERİ: Tenbellik ve tenperverlik ve vazifedarlık damarından istifade suretiyle, Kur’an şakirdlerinin gayretlerini, sadakatlarını, ihlâslarını zedelemek suretindeki hücumlarına karşı bir cevaptır. Âhirinde, umum cevabların hülâsası olan şu iki âyet ile, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan mu’cizane cevab veriyor:

*يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ { وَلاَ تَشْتَرُوا بِآيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً

Şu risalenin âhirinde; iki yaprakta yazıldıktan sonra görülmüş, ihtiyarsız kendi kendine gelen latif ve zarif bir tevafuktur ki, sıkıntılı esaretimin tam dokuzuncu senesinde te’lif edilen şu risalenin âhirinde, Yirmidokuzuncu Mektub’un bahsinde yirmidokuz nükte bulunması ve dokuz kısım olması ve bu risale fihristesinde dokuz defa “dokuz” lafzı ile o mektubtan bahsedilmesi ve Birinci Kısım dokuz nükte olması; ve Ramazanın, burada işaret edilen ve İkinci Kısım’da mezkûr hikmetleri dokuz bulunması; ve burada işaret edilen ve Dördüncü Kısım’da mezkûr “Kur’an” kelimesine dair âyetlerin altmışdokuz etmesi; ve Kur’an kelimesi de bu mebhasta yirmidokuz gelmesi ve lafzullah dahi dokuz olması; ve bu risale de yirmidokuz sahifede tamam olması cihetiyle, dokuz defa dokuzlar birbirine tevafuk ederek çok şirin düşmüştür. Bu risalenin dahi, sırr-ı tevafuktan küçük, fakat parlak bir hissesi var olduğunu gösterir. Bu dokuz defa dokuzların sırrının, dokuzuncu sene-i esaretimde zuhuru ise, inşâallah esaretin dokuzuncu senesinde biteceğine işarî bir beşarettir. Dokuzuncu sene-i esaretimde sıkıntıdan o sene dokuz dişim düştüler; o münasebetle Isparta’ya me’zuniyetle gitmek o senede oldu. Hem latif bir tevafuktur; bu parça dahi, bu sahifede (Hâşiye) dokuz, ondokuz defa gelmiştir. Hem fihristenin Dördüncü Kısmında ve bu İkinci Kısmın bazı nüshalarında, aşağıdaki gösterilen tevafuk vardır.

______________________________

(Hâşiye): Asıl nüshasına göredir.

Umum elif yüz ondokuz, umum risaleler dahi yüz ondokuzdur. Demek elifler de bir nevi fihristeye işarettir.

ALTINCI KISIM OLAN ALTINCI RİSALENİN ZEYLİ

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

وَمَا لَنَا اَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّهِ وَقَدْ هَدَينَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ اْلمُتَوَكِّلُونَ

âyetinin sırrına istinaden, dünyanın hiçbir usûl ve kanununa tatbik edilmeyen, vicdansız insanların bize karşı tecavüzatına sabır ile ve Hakk’a tevekkül ile beraber; istikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için ve istikbal asırları, bu asrın sîmasına ve gayretsiz adamların yüzlerine “Tuh!” dedikleri zaman, tükürükleri yüzümüze gelmemek için veya silmek için yazılmış bir layihadır. Ve Avrupa’nın insaniyetperver maskesi altında sağır kulaklarını çınlatmak ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokmak ve bu asırda, yüzbin cihetten “Yaşasın Cehennem!” dedirten mimsiz medeniyetperestlerin başlarına vurmak için yazılmış bir arzuhal ve ehl-i ilhad ve bid’atçıları ilzam ve iskât edecek “Altı Sual”dir.

YEDİNCİ KISIM: İŞARAT-I SEB’A

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

فَآمِنُوا بِاللّهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ الَّذِى يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ * يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللّهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

âyetlerinin bir sırrını ve mühim bir hakikatını “Yedi İşaret” ile ve yedi mühim suale yedi kat’î ve kuvvetli cevapla tefsir ediyor.

BİRİNCİ SUAL: “Ecnebilerden ihtida edenler, kendi dilleriyle şeair-i İslâmiyeyi tercüme ediyorlar. Âlem-i İslâmın onlara karşı sükûtu ve itiraz etmemesi, cevaz-ı şer’î olduğunu göstermez mi?” diyen ehl-i bid’atın sualine karşı, gayet kat’î ve kuvvetli bir cevapdır.

İKİNCİSİ: “Firenklerdeki inkılabcılar ve feylesoflar, Katolik mezhebinde inkılab yapmakla terakki ettiklerinden, acaba İslâmiyette böyle bir inkılab-ı dinî olamaz mı?” diyen ehl-i bid’atın sualine karşı; gayet kat’î, zâhir ve bâhir ve müskit bir cevapdır.

ÜÇÜNCÜSÜ: “Avrupa, taassubu bıraktıktan sonra terakki ettiğinden, biz de taassubu bıraksak daha iyi olmaz mı?” diyen ehl-i bid’at ve sefahetin sualine karşı, gayet müskit ve mukni’ ve mantıkî bir cevapdır.

DÖRDÜNCÜSÜ: “Za’fa uğrayan İslâmiyeti takviye niyetiyle, kuvvetli olan milliyete mezcetmek ve secaya-yı milliyeyi şeair-i İslâmiye ile kuvvetleştirmek bu asırda daha iyi olmaz mı?” diyen dessas ehl-i dünyanın bu müdhiş sualine karşı, gayet metin bir cevapdır.

BEŞİNCİSİ: “Bu kadar heyet-i içtimaiye-i beşeriye fesada girmiş ve hissiyat-ı diniye zaîfleşmiş ve şahsî dehalar ve harekât, cemaatın şahs-ı manevîsinin icraatına mağlub düşmüş bir zamanda, nasıl rivayet-i sahihada denildiği gibi, birkaç sene zarfında, Mehdi dünyayı ıslah edecek? Halbuki bütün işi hârika olup ve birkaç nebinin mu’cizatı da beraber olsa, yine ıslahı pek müşkil görünüyor.” diye, ehl-i tenkidin sualine karşı, gayet kavî bir cevapdır.

ALTINCISI: Âhirzamanda Hazret-i Mehdi’nin Süfyanî komitesine galebesi, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın Deccal komitesini dağıtması ve şeriat-ı İslâmiyeye tebaiyetine dairdir.

YEDİNCİSİ: “Mütefekkirîn-i İslâmiye, Avrupa’nın düsturlarını ve fennin kanunlarını bir derece kabul edip, onların usûlüyle onlara karşı İslâmiyeti müdafaa ettikleri halde -sen de eskiden böyle yapıyordun- şimdi neden bütün bütün başka bir çığır açıp, felsefeyi kökünden vuruyorsun? Ve fünun-u müsbete dedikleri usûllerinin, Kur’anın düsturlarına nazaran pek sathî kaldığını gösteriyorsun?” diye çokları tarafından gelen suale karşı, gayet hak ve hakikatlı bir cevapdır.

SEKİZİNCİ KISIM OLAN RUMUZAT-I SEMANİYE

“Sekiz Remiz”dir, yani sekiz küçük risaledir. Şu remizlerin esası, İlm-i Cifr’in mühim bir düsturu ve ulûm-u hafiyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiye-i Kur’aniyenin mühim bir miftahı olan tevafuktur. İleride müstakillen neşredileceğinden buraya dercedilmedi.

DOKUZUNCU KISIM OLAN DOKUZUNCU RİSALE

Turuk-u velayet hakkında “Dokuz Telvih”tir ki, Telvihat-ı Tis’a namıyla mâruf bir risaledir.

BİRİNCİ TELVİH: Tarîkatın sırrını ve Mi’rac-ı Ahmediyenin (A.S.M.) sâyesi altında kalb ayağıyla bir seyr-i sülûk-u ruhanî neticesinde; zevkî ve hâlî ve bir derece şuhudî hakaik-i îmaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet olduğunu beyan edip, insanın mahiyet-i câmiasında akıl nasılki hadsiz fünuna istidadı ve ıttılaı cihetiyle mahiyeti inkişaf etmiş ve o suretle işlettirilmiş, kalb dahi onun gibi, bu âlemin bir harita-i maneviyesi ve çok kemalâtın bir çekirdeği hükmünde olduğundan; tarîkat cihetiyle onu işlettirmek ve kemalâtına sevketmek olduğunu isbat eder.

İKİNCİ TELVİH: Kalbin işlemesi, zikir ve tefekkürle olduğunu ve işlemesinin mehasininden hayat-ı dünyeviyenin medâr-ı saadeti olan birisini beyan eder.

ÜÇÜNCÜ TELVİH: Velayet, bir hüccet-i risalet; ve tarîkat, bir bürhan-ı şeriat olduğunu ve onun kıymetini takdir etmeyen, ne kadar hasarete düştüğünü beyan eder.

DÖRDÜNCÜ TELVİH: Meslek-i velayet çok kolay olmakla beraber çok müşkilâtlı, çok kısa olmakla beraber çok uzun, çok kıymetdar olmakla beraber çok hatarlı, çok geniş olmakla beraber çok dar olduğunu ve âfâkî ve enfüsî iki yol ile sülûk edildiğini beyan eder.

BEŞİNCİ TELVİH: Vahdet-ül Vücud ve Vahdet-üş Şuhud’un mahiyetini beyan ederek, ehl-i sahvın ve ehl-i veraset-i nübüvvetin âlî meşrebinin rüchaniyetini isbat eder.

ALTINCI TELVİH: Velayet yolları içinde en güzeli ve en müstakimi, Sünnet-i Seniyeye ittiba olduğunu ve velayetin esaslarının en mühimmi, ihlâs; ve en keskin kuvveti, muhabbet olduğunu beyan ederek; bu dünya dâr-ül hizmet olduğundan ve dâr-ı ücret ve mükâfat olmadığından, tarîkatın lezaizini ve ezvak ve keramatını kasden taleb etmemek lâzım geldiğini beyan eder.

YEDİNCİ TELVİH: Tarîkat ve hakikat, şeriatın hâdimlerinden olduğunu; tarîkat ve hakikatın en yüksek mertebeleri, şeriatın cüz’leri bulunduğunu; tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak ve daima şeriata tebaiyette kalmak lüzumunu beyan edip, “Sünnet-i Seniye ve ahkâm-ı şeriat haricinde evliya bulunabilir mi?” diye suale, merak-aver bir cevap verir.

SEKİZİNCİ TELVİH: Tarîkatın sekiz varta-i mühimmesini beyan eder.

DOKUZUNCU TELVİH: Tarîkatın pek çok semeratından gayet şirin ve güzel dokuz adedini beyan eder.

Bu risale ehl-i tarîk olana ve olmayana bir iksir-i azamdır ve bir tiryak-ı enfa’dır.

ZEYL

En kısa ve selim ve en müstakim bir tarîkın esasını “Dört Hatve” namıyla, tezkiye-i nefsin ve tekemmül-ü ruhun medârı olan dört mühim dersi veriyor.

OTUZUNCU MEKTUB

Matbu’, Arabî “İşarat-ül İ’caz Tefsiri”dir.

OTUZBİRİNCİ MEKTUB

Otuzbir Lem’adır.

OTUZİKİNCİ MEKTUB

Kendi kendine manzum tarzını alan matbu’ “Lemaat” risalesidir. Aynı zamanda “Otuzikinci Lem’a” olup, Sözler Mecmuasının âhirinde neşredilmiştir.

OTUZÜÇÜNCÜ MEKTUB

Mârifet-i İlâhiyeye pencereler açan “Otuzüç Pencereli Risale” olup, bir cihette “Otuzüçüncü Söz” olduğundan Sözler Mecmuasında neşredilmiş, buraya dercedilmemiştir.

İŞARAT-I GAYBİYE HAKKINDA BİR TAKRİZ

HAKİKAT ÇEKİRDEKLERİ

Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlimin Risale-i Nur hakkında yazdığı bir manzume

Oniki sene evvel yazılmış ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî Mecmuasında dercedilmiş mühim bir mektubdan bir parçadır

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir