Bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor. |
Bismillahîrrahmânirrahim
وَبِهِ نَسْـتَعِينُ اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعٰالَمِينَ وَالصَّلٰوةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
(Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlar ve ancak Ondan yardım dileriz. Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Efendimiz Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile âline ve ashâbına ise salât ve selâm olsun.)
Gayet mühim bir suale verilen çok ehemmiyetli bir cevabı burada yazmaya münasebet geldi. Çünkü kırk sene evvel Eski Said, o dersinde bir hiss-i kablelvuku ile Risale-i Nur’un harika derslerini ve tesiratını görmüş gibi bahsediyor. Onun için o sual-cevabı yazacağız. Şöyle ki:
Çoklar tarafından hem bana, hem bazı Nur kardeşlerime sual etmişler ve ediyorlar: “Neden bu kadar muarızlara karşı ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalâlete mukàbil Risale-i Nur mağlûp olmuyor? Milyonlar kıymettar hakiki kütüb-ü imaniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir derece sed çekmekle ve sefahet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzetleriyle çok bîçare gençleri ve insanları hakaik-i imaniyeden mahrum bırakıyorlar. Halbuki en şiddetli hücum ve en gaddarâne muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla Risale-i Nur’u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeye çalıştıkları halde, hiçbir eserde görülmediği bir tarzda Risale-i Nur’un intişarı, hatta çoğu el yazmasıyla altı yüz bin nüsha risalelerinden kemâl-i iştiyakla perde altında intişar etmesi ve dahil ve hariçte kemâl-i iştiyakla kendini okutturmasının hikmeti nedir? Sebebi nedir?” diye bu mealde çok suallere karşı el-cevap deriz ki:
Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzıyla hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu dünyada bir mânevî cehennemi dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada mânevî bir cennet bulunduğunu ispat ediyor.
Evet, Risale-i Nur Kur’an-ı Kerim’in günümüze bakan ayetlerinin tefsirleridir, asrın fehmine, anlayışına en uygun şekilde, bu ayetlerin açıklamalarını yapar. İsraf-ı kelam etmeden, Kur’an’da da karşılaştığımız temsil yolu ile bizlere yol gösterir. Ele aldığı her konu ile ilgili her durumu detaylı bir şekilde irdeler ve akli, mantıki ve eleştirel yaklaşımlarla en mantıklı ve en doğru sonuca ulaşır.
Aynı yöntem ile iman konusu ele alındığında, imana sahib olma durumunda kişinin kazançları göz önüne serilerek her iki dünyanında nasıl cennete çevrilebileceği gösteriyor ve kanıtları ile ispatlıyor.
Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i Şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi mânevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor.
Aynı şekilde küfürde ve günahta ısrar etmenin kişinin kendisine ne kadar zarar verdiğini görüyoruz. Uzun vadede neler kaybettiğimizi ve yolumuzu sırat-ı müstakime çevirmekle neler kazanabileceğimizi fark ediyoruz.
Sefahet ehlini ve dalâlete düşenleri o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hal var.
Birincisi:
Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir.
Davranışlarımıza yön veren duygularımız, hislerimiz zaman zaman bizleri günahlara sevk ediyor. Onları tatmin etmek uğruna, kısa vadede küçücük lezzetler yaşadığımızı düşünerek hatalar yapıyor günahlara giriyor ve uzun vadede bir çok sıkıntyı yükleniyoruz. Tattığımızı düşündüğümüz lezzet, aslında bize çok daha fazla elem ile, sıkıntı ile, sorun ile geri dönüyor.
Ve
يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا
(“Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler.” İbrahim Sûresi, 14:3. )âyetinin işaretiyle, bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefahetteki tiryakiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücudunu ispat ile ve onun azabıyla insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek yoluyla ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, “Cenâb-ı Hak Gafûrü’r-Rahîmdir, hem Cehennem pek uzaktır” der, yine sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlûp olur.
Risale-i Nur’da sarsılmaz kanıtlarla, her türlü mantık çervesine, düşünüş şekline göre açıklanan, ispat edilen hakikatler sadece Cenâb-ı Hakkı tanıtmakla sınırlı kalmıyor. Sadece yaratıcımızı tanımak, insanın sürekli değişen, sürekli farklılaşan istekleri, halleri, düşünceleri karşısında, bizleri doğru yolda tutmak için yetersiz kalıyor. Bu halin devamı için, davranışlarımızı İslami çerçeveye uygun, Sünnet-i Seniyyeye uygun hale getirmek için, kazançlarımızın ve kayıplarımızın ne olduğunu da görmek istiyoruz. Ve bu kazancın veya kaybın şimdiki zamanda, içinde yaşadığımız dünyada da geçerli olduğu, cennet hayatını veya cehennem azabını yaşamak için ölmemize gerek olmadığı, imanın kazanılması veya kaybedilmesi hallerinde bu dünyamızın da ne hallere gelebileceği Risale-i Nur da anlatılmış ve bir çok delil ile ispatlanmıştır.
İşte, Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus, gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip, aklı başında olanları tevbeye sevkeder. O muvazenelerden, Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki kısa muvazeneler ve Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfındaki uzun muvazene, en sefih ve dalâlette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor. Meselâ, Âyet-i Nurda, seyahat-i hayaliye ile hakikat olarak gördüğüm vaziyetleri gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilini isteyen Sikke-i Gaybiyenin âhirine baksın.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
el Fatiha
Bismillahîrrahmânirrahim
Ezcümle:
O seyahat-i hayaliyede, rızka muhtaç hayvanat âlemini gördüğüm vakit, maddî felsefe ile baktım; hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o zîhayat âlemini bana çok acıklı ve elîm gösterdi. Ehl-i dalâlet ve gafletin gözüyle baktığımdan feryad eyledim. Birden hikmet-i Kur’âniye ve imanın dürbünüyle gördüm ki, Rahmân ismi, Rezzâk burcunda parlak bir güneş gibi tulû etti. O aç, bîçare zîhayat âlemini rahmet ışığıyla yaldızladı.
Sonra hayvanat âlemi içinde, yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları hazin, elîm ve herkesi rikkat ve acımaya getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Ehl-i dalâletin nazarıyla baktığıma eyvah dedim. Birden iman bana bir gözlük verdi. Gördüm ki, Rahîm ismi şefkat burcunda tulû etti. O kadar güzel ve şirin bir sûrette o acı âlemi sevinçli âleme çevirip ışıklandırdı ki, şekvâ ve acımak ve hüzünden gelen gözyaşlarımı, sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara çevirdi.
Sonra sinema perdesi gibi insan âlemi bana göründü. Ehl-i dalâletin dürbünüyle baktım. O âlemi o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki, kalbimin en derinliklerinden feryad ettim, eyvah dedim. Çünkü, insanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihâta eden tasavvurat ve efkârları ve ebedî bekà ve saadet-i ebediyeyi ve Cenneti gayet ciddî isteyen himmetleri ve fıtrî istidatları ve had konulmayan ve serbest bırakılan fıtrî kuvveleri ve hadsiz maksatlara müteveccih ihtiyaçları ve zaaf ve aczleriyle beraber hücumlarına mâruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’dâları ile beraber gayet kısa bir ömür, hergün ve her saat ölüm endişesi altında, gayet dağdağalı bir hayat, yaşamak için gayet perişan bir maişet içinde kalbe, vicdana en elîm ve en müthiş hâlet olan mütemâdi zevâl ve firak belâsını çekmek içinde, ehl-i gaflet için zulümat-ı ebediye kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar gördüm.
İşte, bu insan âlemini bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla beraber bütün letâif-i insaniyem, belki bütün zerrât-ı vücudum feryatla ağlamaya hazırken, birden Kur’ân’dan gelen Nur ve kuvvet-i iman o dalâlet gözlüğünü kırdı, kafama bir göz verdi. Gördüm ki, Cenâb-ı Hakkın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahmân ismi Kerîm burcunda, Rahîm ismi Gafûr burcunda, yani mânâsında, Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda birer güneş gibi tulû ettiler. O karanlıklı ve içinde çok âlemler bulunan insan âleminin umumunu birden ışıklandırdılar, şenlendirdiler. Cehennemî hâletleri dağıtıp, nuranî âhiret âleminden pencereler açıp, o perişan insan dünyasına nurlar serptiler. Zerrât-ı kâinat adedince, “Elhamdü lillâh, eşşükrü lillâh” dedim. Ve aynelyakîn gördüm ki, imanda mânevî bir cennet ve dalâlette mânevî bir cehennem bu dünyada da vardır, yakînen bildim.
Sonra küre-i arzın âlemi göründü. O seyahat-i hayaliyemde dine itaat etmeyen felsefenin karanlıklı kavânin-i ilmiyeleri, hayalime dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli hareketiyle, yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede gezip devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstaîd (kàbil) ve içi zelzeleli, çok ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz içinde ve o dehşetli gemi üstünde kâinatın hadsiz boşluğunda seyahat eden bîçare nev-i insan vaziyeti bana pek vahşetli bir karanlık içinde göründü, başım döndü. Gözüm karardı. Felsefenin gözlüğünü yere vurdum, kırdım. Birden hikmet-i Kur’âniye ve imaniye ile ışıklanmış bir gözle baktım, gördüm ki, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın Kàdir, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Ard ve Müsahhirü’ş-Şemsi ve’l-Kamer isimleri, rahmet, azamet, rububiyet burçlarında güneş gibi tulû ettiler. O karanlıklı, vahşetli, dehşetli âlemi öyle ışıklandırdılar ki, o hâlette, benim imanlı gözüme küre-i arz gayet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli, herkesin erzakı içinde bir seyahat gemisi ve tenezzüh ve keyif ve ticaret için müheyyâ edilmiş ve zîruhları güneşin etrafında, memleket-i Rabbâniyede gezdirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsulâtını rızık isteyenlere getirmek için bir gemi, bir tayyare, bir şimendifer hükmünde gördüm. Küre-i arzın zerrâtı adedince “Elhamdü lillâhi alâ ni’meti’l-iman” dedim.
İşte, buna kıyasen, Risale-i Nur’da pekçok muvazenelerle ispat edilmiştir ki, ehl-i sefahet ve dalâlet, dünyada dahi bir mânevî cehennem içinde azap çekerler; ve ehl-i iman ve salâhat, dünyada dahi bir mânevî cennet içinde, İslâmiyet ve insaniyet midesiyle ve imanın tecelliyat ve cilveleriyle, mânevî bir cennet lezzetleri tadabilir, belki derece-i imanlarına göre istifade edebilirler.
Fakat, bu fırtınalı zamanın hissi iptal eden ve beşerin nazarını âfâka dağıtan ve boğan cereyanlar, iptal-i his nev’inden bir sersemlik vermiş ki, ehl-i dalâlet mânevî azabını muvakkaten tam hissedemiyor; ehl-i hidâyete dahi gaflet basıyor, hakikî lezzetini tam takdir edemiyor.
Hayatın anlamını televizyon dizilerinde arayan topluluklar oluşmaya başladı, görsel ve işitsel algılarımız gün içinde sürekli birşeyler tarafından meşgul ediliyor. Dinlenme ve ibadet etme vakti olarak ayrılmış olan gecelerimiz, yalancı ışıklarla seslerle dolduruluyor. Her yanımızı saran gürültü ve görüntü kirlilikleri bir yana, bunların içimizde, düşünce yapılarımızda oluşturdukları yıpranmalar, bir süre sonra tepkisizleşmelere, herşeyi normal karşılamalara ve özden uzaklaşmalara sebep oluyor. Kendi haline bırakılmayan insan, sosyalleşme maskeleri ile, sürekli değişen/değiştirilen güncel olaylar haberler ile kendi özünden, duygularından uzaklaştırılmaya çalışılıyor ve bu hengame içinde, maddesel felsefi görüşlerin bombardımanına tutuluyor ve bu yalancı zevklerle hisleri duyguları yavaş yavaş kaybolan insan, yaşadığı sıkıntının farkına varamıyor. Sıkıntının farkına varsa kaynağı bulamıyor. Ve geçiştirmeler içinde, tam anlamıyla yaşanamayan duygular, hisler, kişiye kendi halinden haber veremez oluyor. Haber verse bile kişi bunun farkına varamayacak hale geliyor.
İnsan kendisine verilen her türlü cihazı, hak yolda, Rabbimizin rızasını kazanmak için, Rabbimizi tanımak için kullanması gerekirken, bambaşka dünyevi meşgaleler içinde, bu latifeler zayi ediliyor. Ve hidayet ehli bile bu gaflete kapılıp, ibadetlerinden zevk alamaz, huzuru yakalayamaz, lezzeti tadamaz hale geliyor.
Tüm bu haletin delillerini ve anlatımları Risale-i Nur da bir çok sefer görüp anlayabiliyoruz.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
el Fatiha
Bismillahîrrahmânirrahim
Bu asırda ikinci dehşetli hal:
Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için, eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu, küfr-ü meşkûkü çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalâletlerden vazgeçebilirlerdi.
Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide, fen ve ilimle dalâlete girip inat ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle hakaik-ı imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı, atom bombası gibi, bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-i kudsiye lâzımdır ki, onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.
Olayları bütüncül değerlendirerememe, genel resmi göremeden yorum yapmaya çalışmak yanılgılara düşmek için muazzam bir zemin hazırlamış oluyor. Mutfakta soğan doğrayan bir insanı görüp ‘evet bu kişi soğan doğradığına göre kesin salata yapıyor’ demek ve buna inanmak doğru mudur? O kişi doğradığı soğanla bambaşka şeyler yapabilir. Sadece bir anlık gözlem bize doğru bilgiler vermeyecektir. Bilgimiz vardır ama eksiktir, olayın öncesini sonrasını bilmiyoruzdur, o kişinin düşüncelerini bilmiyoruzdur. Bilmediğimiz bu bilgileri gözardı edip, kendi düşüncemizde diretmek, yersiz ve saçmadır.
Benzer şekilde, çevremizde olup bitenleri incelerken, bizi doğru sonuca götürebilecek yol sadece görünen kısımları değil olayların öncelerini ve sonralarını, diğer olaylarla ilişkilerini de göz önünde bulundurmaktır. Bir çiçeği gören insan, ilk anda sadece bu çiçeği, üzerinde yetiştiği toprağı, toprağa dökülen suyu görecektir, çiçeği sarmalayan havayı fark edecektir. sadece bu verilerle, çiçeği yapan işte bu unsurlardır demesi, yukarıdaki salata örneğine benzer.
Dalalet içinde kalmış olan bilim insanları; bu noktada bir adım daha öteye gider ve tohuma iner; çiçeğin büyüme süreci ile ilgili her bilginin bu tohum içindeki hücrelerde, hücreler içindeki DNA da olduğunu fark eder, ve çiçeği yapan bu tohumdur der. Ve bu görüşlerini çevrelerine yayarlar, ilkin mantıklı görünen bu düşünce çevresinde bir çok taraftar toplar. Bilim dünyasında olmanın getirdiği karizma, cazibe, diğer insanların da bu fikirlere inanmalarında önemli etkenlerdir.
Risale-i Nur da verilen bir temsil ile, yukarıdaki paragrafta eksik olan kısmı tamamlayalım inşallah,
Bir insan bir saraya girse, çevresine baksa; saray muazzam güzelliklerle bezenmiş, bir sürü eşya düzenli, intizamlı şekillerde saray içine yerleştirilmiş. Her şey yerli yerinde. Sonra masa üzerinde, sarayın planının programının yazılı olduğu bir kitap görse ve deseki ‘işte bu sarayı yapanı buldum! bu sarayı yapan işte bu kitaptır!’
İşte, çiçeği yapan tohumu içindeki DNA dır diyen dalalet içindeki bilim insanının hali, bu misaldeki kişi ile aynıdır. İçinde plan program yazılı olan o kitabı kim yazmıştır? O DNA yı kim yapmıştır? Gaflet ve dalalet, bu soruların sorulmasını ve düşünülmesini engelliyor.
Bilgi ve akıl orantılı olmalı. Gelen yeni bilgilerin hazmedilmesini beklemeden yenilerinin alınması, bir bilgi sarhoşluğuna sebep olmakta ve akıl bu bilgileri yorumlamaya zaman bulamamaktadır. Buradaki büyük tuzaklardan birisi, ‘ben biliyorum’ kibrine kapılmaktır. Bu kibire kapılan insan, çevresinden gelen yeni yorumlara kendisini kapatır, kendi bildiğinde ısrarcı olur, inat eder, gurura kapılır. Ve dalalet içinde olan bu insan, her yerde kendi fikirlerini savunma savaşı içine girer. Bilim ve ilim dünyasında bu kişilerin sayılarının, eskiye oranlar artması, iman hakikatlerine karşı açılmış olan savaşların şiddetini artırmıştır. Bu durumda onlardan daha güçlü ve sağlam bir şekilde karşılarında durmak gerekir ki, çevrelerine verdikleri zararlar durudurulabilsin, ve kendilerine de gittikleri yolun yanlış olduğu anlatılabilsin.
İşte, Cenâb-ı Hakka hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın bir mu’cize-i mâneviyesi ve lemeatı bulunan Risale-i Nur, pek çok muvazenelerle, en dehşetli muannid, mütemerridleri, Kur’ân’ın elmas kılıcıyla kırıyor. Ve kâinat zerreleri adedince vahdâniyet-i İlâhiyeye ve imanın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor ki, yirmi beş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlûp olmayıp galebe etmiş ve ediyor.
Evet, Risale-i Nur’da, iman ve küfür muvazeneleri ve hidayet ve dalâlet mukayeseleri, bu mezkûr hakikatleri bilmüşahede ispat ediyor. Meselâ, Yirmi İkinci Sözün iki makamının burhanlarına ve lem’alarına ve Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfına ve Otuz Üçüncü Mektubun pencerelerine ve Asâ-yı Mûsâ’nın on bir hüccetine, sair muvazeneler kıyas edilse ve dikkat edilse anlaşılır ki, bu zamanda küfr-ü mutlakı ve mütemerrid dalâletin inadını kıracak, parçalayacak Risale-i Nur’da tecelli eden hakikat-i Kur’âniyedir.
İnşaallah, nasıl Tılsımlar Mecmuasında, dinin mühim tılsımlarını ve hilkat-ı âlemin muammalarını keşfeden parçalar, o mecmuada toplanmış. Aynen öyle de, ehl-i dalâletin dünyada dahi cehennemlerini ve ehl-i hidâyetin dünyada lezâiz-i cennetlerini gösteren ve iman, Cennetin bir mânevî çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun bir tohumu olduğunu gösteren Nurun o gibi parçaları, kısacık bir tarzda, bir mecmuacık olarak yazılacak, inşaallah neşredilecek.
Said Nursî
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
el Fatiha