İktisâd Risâlesi – Ondokuzuncu Lem’a

/, Sohbetlerimiz/İktisâd Risâlesi – Ondokuzuncu Lem’a

 

İktisâd hem bir şükr-ü ma‘nevî, hem ni‘metlerde rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat‘î bir sûrette sebeb-i bereket, hem bedene perhîz gibi bir medâr-ı sıhhat, hem ma‘nevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir

sebeb-i izzet, hem ni‘met içindeki lezzeti hissetmeye ve zâhiren lezzetsiz görünen ni‘metlerdeki lezzeti tatmaya kuvvetli bir sebebdir.

iktst

 

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

  

ONDOKUZUNCU LEM‘A

  

İktisâd Risâlesidir. İktisâd ve kanâate ve israf ve tebzîre dâirdir.

  

كُلُوا وَاشْرَبوُا وَلاَ تُسْرِفُوا

  

Şu âyet-i kerîme, iktisâda kat‘î emredip, israftan nehy-i sarîh sûretinde men‘ etmekle, gayet mühim bir ders-i hikmet veriyor.

Şu mes’elede yedi nükte var.

 

[Birinci Nükte]

 

Hâlik-ı Rahîm, nev‘-i beşere verdiği ni‘metlerin mukabilinde şükür istiyor.

 

Nimetler iki tarzdadır biri umumi diğeri hususi olmak üzere teneffüs ettiğimiz hava- dağlar denizler karalar gibi, birde hususi gelen nimetler var; yediğimiz ekmek, içtiğimiz su, kazandığımız para, nimet olarak neyimiz varsa, bunları helal dairesinde istimalimize izin var ama hayvan gibi sarf etmemize izin yok. Buradaki kontrol kişinin aklına havale edilmiştir. Zaten birçok noktadan istikameti sunnet-i seniyye göstermektedir.

 

İsraf ise, şükre zıddır, ni‘mete karşı hasâretli bir istihfâftır.

 

İsraf da adeta Allah’ın ihsanını beğenmemek var. Hafif görmekle tahkir etmek var. İsraf eden (hâşâ) adeta diyor ki ey Allah ben senin bana gönderdiğin bu nimeti beğenmedim, göndere göndere bana bunu mu gönderdin? Manen bu itirazı yapıyor.

 

İktisâd ise, ni‘mete karşı ticaretli bir ihtirâmdır.

 

Evet, iktisâd hem bir şükr-ü ma‘nevî, hem ni‘metlerde rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat‘î bir sûrette sebeb-i bereket, hem bedene perhîz gibi bir medâr-ı sıhhat, hem ma‘nevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem ni‘met içindeki lezzeti hissetmeye ve zâhiren lezzetsiz görünen ni‘metlerdeki lezzeti tatmaya kuvvetli bir sebebdir.

 

Sadece israf etmeyeyim demekle ve israfa dikkat etmekle biz, nimete hürmet etmiş oluruz, hem manevi şükr-i örfiyi ifa etmiş oluruz, hem rahmet-i İlâhiye’ye hürmet etmiş ve teşekkür etmiş oluruz. Hem mal ve beden noktasında bereket bulmuş oluruz hem sıhhat bulmuş oluruz, hem zilletten ve dilencilikten kurtulmuş oluruz, kimseye el açarak kendimizi alçaltmamış oluruz. Hem de nimetlerin asıl lezzetlerini tatmış oluruz. Eğer israf edersek tüm bunlar zıddına inkılâb edecek. Yani hem mahrum olacağız, hem zıddıyla zarar göreceğiz demektir.

 

İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhâlif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.

 

[İkinci Nükte]

 

Fâtır-ı Hakîm, insanın vücûdunu mükemmel bir saray sûretinde ve muntazam bir şehir misâlinde yaratmış.

 

Bu söz sıradan bir söz değildir. Şehirde polisler ve askerler var vücudumuzda kandaki akyuvarlar var. Şehirde esnaflar var, vücudumuzda kandaki alyuvarlar var. Şehir su ve kanalizasyon şebekesi var. Vücudumuzda su şebekesi olan damarlar ve kanalizasyon şebekesi olan toplardamar ve kalın bağırsaklar var. Şehirde yönetim var, insanda beyin bir tarafı var vücudu yönetir ve hakeza bunlar çoğaltılabilir.

 

Ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcı, a‘sâb ve damarlar telefon ve telgraf telleri gibi, kuvve-i zâika ile ve merkez-i vücûddaki mide ile bir medâr-ı muhâbereleridir. Ağıza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene ve mideye lüzûmu yoksa, “Yasaktır!” der, dışarıya atar. Bazen de bedene menfaati olmamakla beraber zararlı ve acı ise, hemen dışarıya atar, yüzüne tükürür.

 

Evet, ağzına aldığı meyve bozuksa, tadı mayhoş ise hemen dilden beyne bir sinyal gider, beyin değerlendirmesi yapar ve zararlıdır dışarı at der. Bu haberleşmeler dilden beyne giden damarlar iledir. Hem ağızdaki ne olduğunu hem sağlam ve bozuk haline beyne gönderir.

 

Evet değerlendirme ile ağızdaki gıda zararlı ise hemen dışarıya atar, yüzüne tükürür.

 

İşte madem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır. Mide ise cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahud o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev‘inden, ancak beş derecesi muvâfık olur, fazla olamaz. Tâ ki kapıcı gururlanıp baştan çıkmasın Vazîfesini unutmasın, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dâhiline sokmasın.

 

İşte bu sırra binâen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddî maddeden kırk para; diğer lokma, en a‘lâ baklavadan on kuruş olsa, bu iki lokma, ağıza girmeden, beden i‘tibâriyle farkları yoktur, müsâvîdirler; yani masanın ustundedirler orada oldukları surece beden faydaları olmadığı gibi zararları da yoktur boğazdan geçtikten sonra da, cesed beslemesinde yine müsâvîdirler. Belki bazen kırk paralık peynir, daha iyi besler.

 

Biz yediklerimizin tadını midemizde almıyoruz, sadece dilimizde alıyoruz ve bizi aldığımız tat beslemez yediklerimizden hazmettiklerimiz besler.

 

Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var.

 

Kuvve-i zaika, tadları hisseden dilimizdir ve bu iki lokmanın tek farkları dilimizde hissettiğimiz tadlarıdır. O da yarım dakika yada daha az iyice çiğnenmezse 5-10 saniye sonra o tadda gidiyor. Şimdi biz bu iki lokmadan hangisini tercih ederiz? Bir lokma peynir yumurta 40 para bir lokma harika bir baklava 10 kuruş yani peynir ve yumurtadan 25 kat pahalı, evet şimdi biz bu iki lokmadan hangisini tercih ederiz yada etmemiz lazım.

 

Yarım dakika hâtırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar ma‘nâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyâs edilsin.

 

Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz def‘a fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, “Hâkim benim” dedirtir. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse, onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. “Aman doktor gelsin, harâretimi teskîn etsin, ateşimi söndürsün!” dedirmeye mecbûr edecek.

 

Evet, nefsini baklavaya alıştıran biri midesine gönderdiği gıdalara da faydayı gözetmez, sadece tadı gözetir yani dili memnun eder, onu şımartır, hâlbuki dil bir kapıcıdır. Kapıcıya ücret verilir ama mideye verilenden fazla verilmez.

 

Ben şahsen döneri çok severim sanki yemekle usanmayacağımı sanıyorum ama her gün her gün döner yersem yüzlerce hastalığı davet ederim kendime. Bundan ben zarar görürüm ama dilim bayram eder, onu memnun etmiş olurum. Hâlbuki ayda bir iki defa kırmızı et sağlıkça bize yeterlidir, tadını seviyorum diye yersiz yere yemekle israf etmiş olurum.

 

İşte iktisâd ve kanâat, hikmet-i İlâhiyeye tevfîk-i harekettir.

 

Her şeyde bir ölçü bir miktar birçok fayda ve maslahat vardır, israf ölçüsüzlüktür. Miktarı kaçırmaktır, fayda ve maslahatları terk etmektir. Hâlbuki hikmet kâinatı kuşatmıştır. İnsan israf ederek kâinata muhalif hareket eder.

 

Kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıd hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakîkîyikaybeder. Tenevvü‘-ü et‘ımeden gelen sun‘î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.

 

Sık sık canı istedikçe yemek yiyenler gerçek açlığı bilmezler, bir açlık hissederler ama o aslında yalancı bir açlıktır, Evet yemek yedikten iki saat sonra gelen açlık hissi, iştaha-i kazibedir, yalancı bir açlıktır. 15 dk sonra yerini tokluğa bırakmaktadır. Bunu oruç tutanlar yakinen bilirler. Öğlen gibi açlılk gelir, 15 dk sonra bir tokluk hissi gelir. Kontrolsüz yemek yiyenler bu açlığı hakiki sanırlar ve sıksık yerler yediklerini hazm edemezler

 

Ve vucud az istifade eder çok kazurak çıkarır ziyade boşa yorulur ve hastalıklara karşı mukavemetsiz olur

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

  


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

[Üçüncü Nükte]

 

Sâbık İkinci Nükte’de, “Kuvve-i zâika kapıcıdır” dedik. Evet, ehl-i gaflet ve ruhen terakkî etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hâtırı için isrâfâta ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir.

 

Gafletle yaşayan insanların akıllıları kuvve-i zaikayı bir kapıcı olarak kullanırlar dil onlarda böyle en faydalı olabilir. Kuvve-i zaikanın ziyade lezzet almasına önem verenler 1krş.dan 10 krş a çıkan masraf ederler israf ederler zarar ederler ki önceki dersde bir nebze bahsetmiştik

 

Fakat hakîkî ehl-i şükrün ve ehl-i hakîkatin ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası, -Altıncı Söz’deki muvâzenede beyân edildiği gibi- rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir.

 

Eğer insan kuvve-i zaikasını rahmet-i ilanin nimetlerini tadmakta ve tanımakta mübarek bir arı gibi kullansa o zaman dil kapıcı değil müfettiş olur.

 

O kuvve-i zâikadaki taâmlar adedince mîzâncıklarla, ni‘met-i İlâhiyenin envâını tartmak ve tanımak ve bir şükr-ü ma‘nevî sûretinde cesede ve mideye haber vermektir.

 

Bir meyve taddığı zaman cesede ve mideye şu haberi gönderir sonsuz rahmet-i ilahiyeden harika bir elma geldi cesed ve mide ona göre hazırlık yaparlar. Limonu görduğumuzde ağız suyumuzun haberi alıralmaz hazırlık yapması gibi.

 

İşte bu sûrette kuvve-i zâika, yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe ve ruha ve akla dahi baktığı cihetle, midenin fevkınde hükmü var, makamı var.

 

Bu durumda o elmadan sadece mide değil, akıl tefekkur cihetiyle beslenir, kalb zikir manasıyla beslenir, sair latifelerde kendilerine göre gıdalarını alırlar. Bu vazifeyi yaptığında kuvve-i zaika midenin fevkinde bir kıymet ve değer kazanır.

 

İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazîfe-i şükrâniyeyi yerine getirmek ve envâ‘-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip tanımak kaydıyla ve meşrû‘ olmak ve zillet ve dilenciliğe vesîle olmamak şartıyla, lezzetini ta‘kîb edebilir. Yani doymadan kalk yada doyduğunda kalk. fazlası hayvan gibi yemektir ve ısraftır, şükr etmek için ye, ilahi bir ihsan olduğunu hisset. Nimete köle olma eğer olursan dilenci ve zelil olursun bu şartlarda lezzetini takib edebilirsin.

 

Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisânı, şükürde isti‘mâl etmek için lezîz taâmları tercîh edebilir.

 

Eğer bu şartlar yoksa ve lezzet peşinde koşuluyorsa bu zillettir lezzete köleliktir dahada ilerisi lezzete hizmettir onun hatırı için helali terke gider insan adete lezzeti kendine ilah eder.

 

Bu hakîkate işaret eden bir hâdise ve bir kerâmet-i Gavsiye;

 

Bir zaman Hazret-i Gavs-ı A‘zam Şeyh-i Geylânî’nin terbiyesinde, nâzdâr, ihtiyâre bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyâre, gitmiş oğlunun hüceyresine. Bakmış ki oğlu, bir parça kuru siyah ekmek yiyor. O riyâzetten zayıflamış. Vâlidesinin şefkatini celbetmiş. Vâlidesi ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nâzdârlığından demiş: “Yâ Üstâd! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen tavuk yiyorsun!”

 

Hazret-i Şeyh tavuğa demiş: kum biiznillah O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mu‘temed ve mevsûk çok zâtlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı hârikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerâmeti olarak, ma‘nevî tevâtürle nakledilmiş.

 

Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin!”

 

Şimdi, eğer Gavs hz.lerinin ifadesin baksak bizler tavuk yiyemeyiz. Gavz hz.lerini derecesine gelmek ihtimalimiz yok çünkü. Üstadın izahını dinleyelim.

 

İşte Hazret-i Gavs’ın bu emrinin ma‘nâsı şudur ki: “Ne vakit senin oğlun da; ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olursa; ve lezzeti şükür için istese, o vakit lezîz şeyleri yiyebilir.”

 

Ruhun cesede hakim olması benim kanımca şudur; cesedin guzelliğine verdiğimiz önemden fazlasını ruhun guzelliğine verilirse, ruh cesede hakim demektir. Kalb nefse derken, nefse, isteklerinde helal dairede cevab vermektir, nefsi her isteğinde geri çevirmek değil. Helal dairece meşru dairede nefse isteklerini vermektir.

 

Nefs ibadeti istemez ibadeti terk kalbe eziyettir. Dolayısıyla nefse ibadet ettirmekle de kalbi tatmin etmek, kalbin nefse hakim olmasıdır. Akıl hikmetle iş görür, aldığımız bir gıdanın helal dairede ve fayda ve menfaatlerini gözetmek aklın işidir. Kişi bunların gözetmeden tuketiyorsa, mide akla hakim olmuş demektir. Eğer hikmeten lazım olanlar tercih ediliyorsa, o zamanda akıl mideye hakim demektir.

 

Ancak bu şartla lezzet takib edilir, yoksa hayvan gibi tüketmiş oluruz. Allah afv etsin .

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

[Dördüncü Nükte]

 

“İktisâd eden, maîşetçe âile belâsını çekmez” meâlindeki

 

 لاَ يَعُولُ مَنِ اقْتَصَدَ

hadîs-i şerîfinin sırrıyla, iktisâd eden, maîşetçe âile zahmet ve meşakkatini, çok çekmez.”

 

Evet, iktisâd, kat‘î bir sebeb-i bereket ve medâr-ı hüsn-ü maîşet olduğuna o kadar deliller var ki, had ve hesaba gelmez. Ezcümle; ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zâtların şehâdetiyle diyorum ki, iktisâd vâsıtasıyla bazen bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hatta dokuz sene evvel, benimle beraber Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefâlete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana kabûl ettirmeye çok çalıştılar. Ben o zengin reislere dedim: “Gerçi param pek azdır; fakat iktisâdım var, kanâate alışmışım. Ben sizden daha zenginim!” Mükerrer ve musırrâne teklîflerini reddettim. Cây-ı dikkattir ki, iki sene sonra, bana zekâtlarını teklîf edenlerin bir kısmı, iktisâdsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, onlardan yedi sene sonraya kadar o az para, iktisâd bereketiyle bana kâfî geldi; benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbûr etmedi. Hayatımın bir düstûru olan nâstan istiğnâ mesleğimi bozdurmadı.

 

Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır. Eğer iktisat edip hâcât-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse,

 

Hacat-ı zaruriye de asıl olan insanın yaşaması için lazım olandır. Eğer insanın yaşaması için şart olan bir ihtiyaç ise ona hacat-ı gayri zaruriye tabir edilir. Günümüzün en büyük hastalığı hacat-ı gayri zaruriyenin hacat-ı zaruriye olarak telakki edilmesidir. Mesela günümüzde evdeki bir çok alet ve edavat zaruri sınıfındadırlar ama gayri zaruridirler günümüzde hacat-ı zaruri olarak telakki edilmektedirler.

 

Mesela bulaşık makinesi, buzdolabı, televizyon, yemek masamı takımı, masa takmı, yada bir çok aletler, gayri zaruri ihtiyaçlardır ama adeta olmazsa olmaz, sanki onlar olmazsa insan yaşayamaz gibi algılanmakdadırlar. Buna hacat-ı gayri zaruriyenin hacat-ı zaruri olarak görülmesi denir.

 

Hacat-ı gayri zaruriye kesretlidir, yani çoktur surekli değişir ve artar. Eğer insan güzel geçinmeyi bu gayri zarurilerde ferahlık ve iyi standart olarak telakki ederse, kazancını yetiştiremez, iktisad edemez. İsrarata kolay girer.

 

Kredi kartlarına mahkum olur başkalara el açar bir nevi dilenci olur. Bu hataya devam edenler başkalarına mahcub olurlar ve manevi şahsiyetlerini tenzil ederler.

 

Hem rızk başkadır, mal başkadır. İnsanın yediği içtiği gıdalar rızıkdır. Ama evi, arabası, ev eşyaları, iş yerleri, bunlar, malıdır. İnsanın yaşaması için rızık lazımdır. Rızık ise birkere 40 gün yetecek kadar zaten vücudumuzda depo şeklinde vardır ve beslenme noktasından rızık gönderme birşekilde zaten devam etmektedir demek rızık taahhud-i rabbani altındadır ama mal öyle değildir. Kimine verir, kimine vermez. Kimine az verir, kimine çok. Bu çalışmaya bağlı değildir hikmete bağlıdır.

 

Evet, rızık ikidir:

 

Biri hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu âyetin hükmü ile, o rızık taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Beşerin sû-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı herhalde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur olmaz.

 

Eğer ziyade ve lüks mala mübtela olursa insan o zaman dini izzetini, namusunu fedaya mecbur olur. Dikkat edin ekser geçimsizlik ve kavga ve münakaşa ve ailevi geçimsizliklerin temelinde bu hata vardır. Ya Rabbi bugün de beni rızıklandırdın, karnımı doyurdun, sana şükürler olsun! demiyor. Onu unutuyor, neden evim olmadı, arabam olmadı, çeşit çeşit elbiselerim olmadı diye kocasına küser yada hakaret eder, yada koca bunları alıcam diye dini ahiretini feda eder, sonunda hepsini gayb eder.

 

İkincisi, rızk-ı mecazîdir ki, sû-i istimâlâtla hâcâtı gayr-ı zaruriye hâcât-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belâsıyla tiryaki olup, terk edemiyor. İşte bu rızık taahhüd-ü Rabbânî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesât-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz, menhus malı alır.

 

Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm, o gayr-ı meşru bir surette kazandığı parayla aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acip bir zamanda, şüpheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır.

 

Yani başkaları perişan iken sen nasıl safa çekebilirsin? Ya vicdanını iptal edeceksin, o zaman insan olmakda çıkarsın. elindekilerle iktifa et.

 

Çünkü

 

اِنَّ الضَّرُورَةَ تُقَدَّرُ بِقَدْرِهَا

 

sırrıyla, haram maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabilir, fazlasını alamaz. Evet, muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki ölmeyecek kadar yiyebilir. Hem, yüz aç adamın huzurunda kemâl-i lezzetle fazla yenilmez.

 

İktisat, sebeb-i izzet ve kemal olduğuna delâlet eden bir vakıa:

 

Bir zaman, dünyaca sehâvetle meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdi hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor. Bakar ki, bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş, cesedine batıyor, kanatıyor.

 

Hâtem ona dedi:

“Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.”

 

O muktesit ihtiyar demiş ki: “Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım; Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.”

 

Sonra Hâtem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi bulmuşsun?”

 

Demiş: “İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”

 

Yani az olmuş çok olmuş rızkın miktarına karışma sen alnının akıyla rızık yolunda gayret et helal dairesinde kazan. Helal dairesinde rızkını kazanan sadece rızkını kazanmakla kalmaz, izzetini, namusunu, haysiyetini, dinini, ahiretini, muhafaza etmekle, adeta onlarıda kazanmış olur.

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

  

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

[BEŞİNCİ NÜKTE]

 

Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve gedâya, yani fakire, padişah gibi, lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor. Evet, bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir.

 

Câ-yı hayrettir ki, bazı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle iktisatçıları hısset ile itham ediyorlar.

 

Yani güya kendileri bonkör, iktisadı takib edenlerse cimri gibi görüyorlar.

 

Hâşâ! İktisat, izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzîrin zâhirî merdâne keyfiyetlerinin içyüzüdür.

 

Müsrif olanlar mutlaka fakir olurlar ve zillete mahkumdurlar, keyfiyetin fena akıbetidir.

 

Bu hakikati teyid eden, bu risalenin telifi senesinde Isparta’da hücremde cereyan eden bir vakıa var. Şöyle ki:

 

Kaideme ve düstur-u hayatıma muhalif bir surette, bir talebem iki buçuk okkaya yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne kadar kaidemi ileri sürdüm, kanmadı. Bilmecburiye, yanımdaki üç kardeşime yedirmek ve Şâbân-ı Şerif ve Ramazan’da o baldan iktisatla otuz kırk gün üç adam yesin ve getiren de sevap kazansın ve kendileri de tatlısız kalmasın diyerek, “Alınız” dedim.

 

2,5 okka bal yaklaşık 3,207 gr dır. 3 adım 40 gun şu 3200 gr balı mutemadiyen yemişler. Bir okka bal da benim vardı. yani 1,283 gr civarı demektir

 

O üç arkadaşım, gerçi müstakim ve iktisadı takdir edenlerdendi. Fakat, her ne ise, birbirine ikram etmek ve herbiri ötekinin nefsini okşamak ve kendi nefsine tercih etmek olan, bir cihette ulvî bir hasletle iktisadı unuttular. Üç gecede iki buçuk okka balı bitirdiler bir gecede 1100 gr civarı tuketmişler. Ben gülerek dedim: “Sizi otuz kırk gün o bal ile tatlandıracaktım. Siz otuz günü üçe indirdiniz. Afiyet olsun!” dedim.

 

Fakat ben, kendi o bir okka balımı iktisatla sarf ettim. Bütün Şâban ve Ramazan’da hem ben yedim, hem, lillâhilhamd, o kardeşlerimin herbirisine iftar vaktinde birer kaşık verip, mühim sevaba medar oldu. Benim halimi görenler, o vaziyetimi belki hısset telâkki etmişlerdir. Öteki kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir civanmertlik telâkki edebilirler.

 

Yani 40 gün kullanılabilecek 3200 gr balı 3 günde bitirmek birbirine ikram etmek cömertlik değildir. İktisad ile onu 40 günde sarf etmek hem başkalara el açmakdan insanı kurtarır, hem zilletten insanı kurtarır.

 

Fakat, hakikat noktasında, o zâhirî hısset altında ulvî bir izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevap gizlendiğini gördük.

 

Şimdi, birer yemek kaşığı ile iktisad ederek kullanmak, görünüşte cimrilik gibi algılanırsada, bu iktisaddır. Evet 1200 gr 4 adama 40 gün günde bir büyük yemek kaşığı yeterli geliyorsa, bu iktisadın bereketidir. 3 kişi bir akşamda, 1100 gr balı birbirine ikram etmesi cömetlik gibi görensede iktisadın terkidir. Zira 3200 gr bal 3 akşamda bitmiştir. Üstadın 1200 gr balı 4 adama 40 gün kafi gelmiştir.

 

Ve o civanmertlik ve israf altında, eğer vazgeçilmeseydi, bir dilencilik ve gayrın eline tamahkârâne ve muntazırâne bakmak gibi, hıssetten çok aşağı bir hâleti netice verirdi.

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

[ALTINCI NÜKTE]

 

İktisat ve hıssetin çok farkı var.

 

Hisset cimrilik demektir ve bu ikisi şeklen birbirine benzer ama hakikatleri çok farklıdır.

 

Tevazu, nasıl ki ahlâk-ı seyyieden olan tezellülden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memdûhadır.

 

Tezellül yalakalık yaltaklık gibi manaları var, sureten tevazuya benzer ama manen çok farklıdırlar. biri güzel ahlakdır biri çirkin ahlakdır.

 

Ve vakar, nasıl ki kötü hasletlerden olan tekebbürden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memdûhadır.

 

Tekebbur kibirlenme gururlanmak demektir, sureten vakar a benzer ama, vakar guzel ahlaktır tekebbur çirkin ahlaktır.

 

Öyle de, ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizam-ı hikmet-i İlâhiyenin medarlarından olan iktisat ise, sefillik ve bahillik ve tamahkârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok.

 

Yalnız sureten bir benzeyiş var. Bu hakikati teyid eden bir vakıa:

 

Sahabenin Abâdile-i Seb’a-i meşhuresinden olan Abdullah ibni Ömer Hazretleri ki, Halife-i Resulullah olan Faruk-u Âzam Hazret-i Ömer’in (r.a.) en mühim ve büyük mahdumu ve Sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zât-ı mübarek çarşı içinde, alışverişte, kırk paralık bir meseleden, iktisat için ve ticaretin medarı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş.

 

Hz. Ömer ra. oğlu çok büyük alimlerden ama çarşıda 1 kuruşluk bir alışverişde, indirim yaptırmak için şiddetli münakaşa etmiş. Şimdi şu indirimdeki ısrar cimrilik olarak telakki edilir ve bu pazarlığı yapanlarada dikkat ediniz cimri nazarıyla bakarlar

 

Bir Sahabe ona bakmış. Rû-yi zeminin halife-i zîşânı olan Hazret-i Ömer’in mahdumunun kırk para için münakaşasını acip bir hısset tevehhüm ederek, o imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister.

 

Baktı ki, Hazret-i Abdullah hane-i mübarekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti.

 

Uzaktan bakan o Sahabe merak etti. Gitti, o fakirlere sordu: “İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?”

 

Herbirisi dedi: “Bana bir altın verdi.”

 

O Sahabe dedi: “Fesübhânallah! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde iki yüz kuruşu kimseye sezdirmeden, kemâl-i rıza-yı nefisle versin!” diye düşündü. Gitti, Hazret-i Abdullah ibni Ömer’i gördü, dedi:

 

“Ya imam, bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın.”

 

Ona cevaben dedi ki: “Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemâl-i akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir, hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır.”

 

İmam-ı Âzam, bu sırra bir işaret olarak, “la israfe filhayr kema la hayra filisraf” demiş. Yani, “Hayırda ve ihsanda-fakat müstehak olanlara-israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.”

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

  

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

[YEDİNCİ NÜKTE]

 

İsraf, hırsı intaç eder. Hırs üç neticeyi verir:

 

(intaç eder demek netice verir demektir)

 

BİRİNCİSİ: Kanaatsizliktir.

Kanaatsizlik ise sa’ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekvâ ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az malı HAŞİYE 1 terk edip, gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.

 

HAŞİYE 1 İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı olan san’at, ticaret, ziraat tenakus eder. O millet de tedennî edip sukut eder, fakir düşer.

 

Yani memurluk yerine ticaret milleti refaha kavuşturur. Memurluk ise ilave yüktür, çok memur çok yük demektir. Çok masraf da fakirlik demektir.

 

HIRSIN İKİNCİ NETİCESİ: Haybet ve hasârettir.

Maksudunu kaçırmak ve istiskale mâruz kalıp teshilât ve muavenetten mahrum kalmak, hattâ

 

اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاِسرٌ

 

yani, “Hırs, hasâret ve muvaffakiyetsizliğin sebebidir” olan darbımesele mâsadak olur.

 

El harisu haibun hasir, haris olan yani hırslı olan zarar eder, ata sözüdür.

 

Hırs ve kanaatin tesiratı, zîhayat âleminde gayet geniş bir düsturla cereyan ediyor. Ezcümle, rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatleri, onların rızkını onlara koşturduğu gibi, hayvânâtın hırsla meşakkat ve noksaniyet içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanaatin azîm menfaatini gösterir.

 

Hem zayıf umum yavruların lisan-ı halleriyle kanaatleri, süt gibi lâtif bir gıdanın, ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırsla noksan ve mülevves rızıklarına saldırması, dâvâmızı parlak bir surette ispat ediyor.

 

Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkârânesi, mükemmel rızıklarına medar olması ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırsla rızıkları peşinde dolaşmakla beraber kâfi derecede bulmamalarından cılız ve zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat ve kanaat ne derece medar-ı rahat olduğunu gösterir.

 

Hem Yahudi milleti hırs ile, ribâ ile, hile dolabı ile rızıklarını zilletli ve sefaletli, gayr-ı meşru ve ancak yaşayacak kadar rızıklarını bulması ve sahrânişinlerin, yani bedevîlerin, kanaatkârâne vaziyetleri, izzetle yaşaması ve kâfi rızkı bulması, yine mezkûr dâvâmızı kat’î ispat eder.

 

Hem çok âlimlerinHAŞİYE 2 ve ediplerinHAŞİYE 3 zekâvetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı hale düşmeleri ve çok aptal ve iktidarsızların, fıtrî kanaatkârâne vaziyetleriyle zenginleşmeleri kat’î bir surette ispat eder ki, rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir, iktidar ve ihtiyar ile değil.

 

HAŞİYE 2 İran’ın âdil padişahlarından Nuşirevân-ı Âdil’in veziri, akılca meşhur âlim olan Büzünrcmehr’den (Büzürg-Mihr) sormuşlar: “Neden ulema, ümera kapısında görünüyor da, ümera ulema kapısında görünmüyor? Halbuki, ilim emâretin fevkindedir.” Cevaben demiş ki: “Ulemanın ilminden, ümeranın cehlindendir.” Yani, ümera, cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki, ulemanın kapısına gidip ilmi arasınlar. Ulema ise, marifetlerinden, mallarının kıymetini dahi bildikleri için, ümera kapısında arıyorlar. İşte Büzürcmehr, ulemanın arasında fakr ve zilletlerine sebep olan zekâvetlerinin neticesi bulunan

hırslarını zarif bir surette tevil ederek nâzikâne cevap vermiştir. (Hüsrev)

 

HAŞİYE 3 Bunu teyid eden bir hadise: Fransa’da ediplere, iyi dilencilik yaptıkları için dilencilik vesikası veriliyor. Süleyman Rüştü

 

Çevremizede baksak birçok ilk okul mezunu tüccar, üniversite mezunlarını eleman olarak çalıştırıyor, işe alıyor işden çıkarıyor, yada çok büyük büroklatlardan tahsillilerden daha fazla kazanıyor çok guçlü kimseler var çok ağır işlerde sabahdan akşama kadar yuk taşıyarak çalışıyor ancak gundelik kazanıyor ama güce çok az insanlar var oturdukları yerden 3 katı fazla kazanıyorlar.

 

Şimdi vücudumuza giren rızkımızı kazanma yolları muhtelifdir bir şekilde zaten rızık gelmektedir. Eğer bizde acz ve fakr hali varsa, rızık kolay gelir eğer bizde guç ve kuvvete istinad varsa rızık müşkülatlı geliyor.

 

Eğer rızkdan ziyade mala tamakarlık olursa o zaman en büyük risk başa gelir çünkü bu yoksa helal kafi görülmez, harama zaruret var nazarıyla bakılır hem dünyasını hem ahiretini tehlikeye atar.

 

Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenasiptir. Çünkü, çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakilleşir.

 

اَلْقَنَاعَةُ كَنْزٌ لاَ يَفْنىَ

hadisinin sırrıyla, kanaat bir define-i hüsn-ü maişet ve rahat-ı hayattır. Hırs ise, bir maden-i hasâret ve sefalettir.

 

ÜÇÜNCÜ NETİCE: Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler.

Çünkü, bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir.

 

Teveccüh-ü nas demek insanların teveccühü takdiri beğenisi gibi riyakar hallerdir. İnsanların takdirini isteyen yaptıklarını onların dikkatini çekmek ve ilgilerini çekmek onların gözünde olmak için yapar. İhlas gayb olur.

 

“Kanaat eden aziz olur; tamah eden zillete düşer.” hadisin sırrıyla, kanaat, izzeti intaç eder. Hem sa’ye ve çalışmaya teşcî eder. Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır. Çünkü, meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz’î bir ücrete kanaat sırrıyla, ikinci gün yine çalışır. Müsrif ise, kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır.

 

Hem iktisattan gelen kanaat, şükür kapısını açar, şekvâ kapısını kapatır. Hayatında daima şâkir olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ etmek cihetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır.

 

İktisatsızlık ve israfın dehşetli zararlarını geniş bir dairede müşahede ettim. Şöyle ki:

 

Ben, dokuz sene evvel mübarek bir şehre geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menâbi-i servetini göremedim. Allah rahmet etsin, oranın müftüsü birkaç defa bana dedi: “Ahalimiz fakirdir.” Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya kadar, daima o şehir ahalisine acıyordum.

 

Sekiz sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü hatırıma geldi. “Fesübhânallah,” dedim. “Bu bağların mahsulâtı, şehrin hâcetinin pek fevkindedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzım gelir.” Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakikatlerin derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i hakikatle anladım: İktisatsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menâbi-i servetle beraber, o merhum müftü “Ahalimiz fakirdir” diyordu. Evet, zekât vermek ve iktisat etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi, israf etmekle zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket olduğuna hadsiz vakıat vardır.

 

İslâm hükemasının Eflâtun’u ve hekimlerin şeyhi ve filozofların üstadı, dâhi-i meşhur Ebu Ali ibni Sina, yalnız tıp noktasında

 

كُلُوا وَاشْرَبوُا وَلاَ تُسْرِفُوا

 

(yiyiniz içiniz israf etmeyiniz- A’râf Sûresi 7:31) âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:

 

جَمَعْتُ الطِّبَّ فِى بَيْتَيْنِ جَمْعًا وَحُسْنُ الْقَوْلِ فِى قَصْرِ الْكَلاَمِ

فَقَلِّلْ اِنْ اَكَلْتَ وَبَعْدَ اَكْلٍ تَجَنَّبْ وَالشِّفَاۤءُ فِى اْلاِنْهِضَامِ

وَلَيْسَ عَلَى النُّفُوسِ اَشََدُّ حَالاً مِنْ اِدْخَالِ الطَّعَامِ عَلَى الطَّعَامِ

 

Yani, ilm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.

 

Merdivenleri basamak basamak çıktığımız gibi işimizdede aynı adımları takib etmek sabırdır kanaattir. eğer hırs ile merdivenler çıkılsa 3-4 basamak atmak gerekir. Bu da hırsdır, hırs basamakları atlamakdır. Çok çalışan hırslı az çalışan kanaatli anlaşılmamalı, azda çalışılsa, çok da çalışılsa işimizde merdiven basamaklarına riayet lazımdır.

 

Rızkla malı karıştırmamak lazımdır. Rızk daha çok vücudumuzla münasebetlidir. Mal ise vücudumuz haricinde olan ihtiyaçlarımızla münasebetlidir. Allah bizim vucudumuzdaki rızka kefildir ve zaten yerinede getirmiştir ama zaruri olmayan ihtiyaçlarımıza kefil değildir. Çoğumuz zaruri olmayan ihtiyaçlar yüzünden helali terkediyoruz, harama tenezzul ediyoruz ve tezellül ediyoruz zillete düşüp izzeti kaybedip perişan oluyoruz.

 

Allah rızık yolunda kannat nasib etsin harama tenezzul ettirmesin kendimize ve ailemize helal rızk ihsan etsin.

 

Kardeşlerim haram gıda fıtratımızın kimyasını bozar. Haram gıda toplumdaki teröristler gibidir. Onlarda vücudun teröristleridir. Giderler vücudun uhrevi kimyasını bozarlar. Hınzırın etini yiyenler eşlerini kıskanmazlar ve necisi severler. Bu hınzırın fıtratında var, acaba eşini kıskanmayanlar kızlarının mahremlerini namahremlerden sakınmayanların bu halleri yedikleri gıdadan olamaz mı? Hiç mi hissesi yoktur haram gıdaların?

Hem helal yemeyenlerin kalblerinden feyz hali kalkar ibadet onlara zindan gibi ağır gelir. Acaba bu hale haram gıdaların sebebiyeti yok mudur?

 

Rabbimiz bizi hidayet eyle bize helali sevdir haramdan ictiban ver

Rabbimiz bizi hidayet eyle bize helali sevdir haramdan ictinab ver

Gönlümüze ibadet sevgisi ve haramın nefretini ve helal beslenmeyi ve helalinden sarfetmeyi nasib eyle .. amin

 

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 

 

 

 

 

 

 

Risale-i Nur Sohbetleri

Muhabbet-i Bakiye

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir