Bismillâhirrahmânirrahîm,
DÖRDÜNCÜ LEM’A
Minhâcü’s-Sünne
Minhâcü’s-Sünne, bu lem‘aya lâyık görülmüştür. Mes’ele-i imâmet, bir mes’ele-i fer‘iye olduğu halde, ziyâde ehemmiyet verildiğinden bir mes’ele-i îmâniye sırasına girip, ilm-i kelâmda ve usûlü’d-dînde medâr-ı nazar olduğu cihetle, Kur’ân’a ve îmâna âit hizmet-i esâsiyemize münâsebeti bulunduğundan cüz’î olarak bahsedildi.
Hulefa-i raşidin ra. ecmain efendilerimizin hilafet tertibi İmamet tertibi konusu itibariyle fer’i bir mesele olduğu halde, bu mesele uzerine o kadar gidilmiştir ki, ifrad ve tefridler imanı zedeleyecek alanlara girdiğinden, fer’i bir mesele olmakdan çıkmış imani bir mesele sınıfına girmiş. Ve asılardır ilm i kelam alimleri usulü’d din alimleri arasında medarı bahs olmuştur. İmani bir meselı sınıfına girdiğinden r.nurunda asıl mesleği iman hizmeti olduğunda şu İmamet meselesi yani, hilafet meselesinden cüz i olark bahsedilecek.
Şu âyet-i azîmelerin çok hakaik-i azîmelerinden bir iki hakîkatine “iki makamla” işaret edeceğiz.
Yukarıdaki ayetlerin birebir manasını değilde kısabir meali şöyle olabilir; Allah rasulu bizimle hevasıyla konuşmaz. bize gelen bir sıkıntıya çok uzulmektedir. Bir diğerinin kısacası, eğer senden yuz çevirirlerse deki Allah bana yeter ben ona tevekkül ettim ve o buyuk arşın Rabbidir
Bir diğerininde, bize yaptığı hizmetinin karşılığından hiçbir ucret istmediğini ancak al-i beytine hurmet ve sevgi istediğini ifade etmektedir.
Birinci Makam Birinci Makam: “Dört nükte”dir.
Birinci Nükte:
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ümmetine karşı kemâl-i şefkat ve merhametini ifade ediyor. Evet, rivâyet-i sahîhada vardır ki: Mahşerin dehşetinden herkes, hatta enbiyâlar dahi (nefsi-nefsi) dedikleri zaman, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, (ümmetii-ümmetii) diye re’fet ve şefkatini göstereceği gibi, yeni dünyaya geldiği zaman ehl-i keşfin tasdîkiyle, vâlidesi onun münâcâtında (ümmetii-ümmetii) dediğini işitmiş.
Hem bütün târîh-i hayatı ve neşrettiği şefkatkârâne mekârim-i ahlâkı, kemâl-i şefkat ve re’fetini gösterdiği gibi; ümmetinin hadsiz salavâtına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün saadetleriyle kemâl-i şefkatinden alâkadâr olduğunu göstermekle, hadsiz bir şefkatini göstermiş. İşte bu derece şefkatli ve merhametli bir rehberin sünnet-i seniyesine mürâât etmemek, ne derece nankörlük ve vicdansızlık olduğunu kıyâs eyle.
Amenna ya ustad.. Rabbim bizi bu nankörlükten muhafaza eylesin.. Bir hadisii şerifde; ummetimden hiçkimse yoktur ki benim onu duşunduğum kadar o kendini duşunsun. der. Yani bizler kendi akıbetimiz hakkında ya endişelenmiyoruz yada çok az endişeleniyoruz. Efendimiz asv ın tum himmeti ümmetinin dünya ve ahiret saadeti içindir. Evet efendimiz asv bizim dünyada ve ahirette çektiğimiz veya çekeceğimiz sıkıntıdan dolayı çok muteessir oluyor. Diyorum ki eğer biz onun nur olan sunnetine tabi olursak, bir nebze olsun sıkıntısını hafifletmiş olmazmıyız. Yada biz neden ona sıkıntı verenlerden olalım ki ? sunnet i seniyyeye göre amel ederek ona sıkıntı vermeyenlerden olmayalım ki?
İnşallah rabbim sunnet i seniyyeden hissemizi ziyade eylesin. Amin.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
el Fatiha
Bismillâhirrahmânirrahîm,
Birinci nüktede, Peygamber Efendimiz asv’ın, ümmetine olan şefkatinin azametinden, hizmetinin azametinden ve bunlara karşılık bir ücret istemediğinden; ancak âl-i beytine hürmet istediğinden bahsetmiştik. Buna da en çok ihtiyacı olan yine bizleriz. Âl-i beyte hürmet ve sevgi ve bağlılık bizi istikamette ve hidayette tutar. İstikamet ve hidayette bizi cennete götürür. Şimdi ikinci nükteye devam ediyoruz.
İkinci Nükte:
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umûmî vazîfe-i nübüvvet içinde, bazı hususî, cüz’î şahıslara karşı azîm bir şefkat göstermiştir.
Yani Efendimiz asv, sadece kendi kavminin değil tüm müslümanların peygaberidir; sadece muslumanlara değil, tüm insanlara gönderilmiş bir elçidir; sadece insanlara değil, cinlere de gönderilmiş bir elçidir. Tüm bu taifelere din-i İslam’ı tebliğ etmek üzere gönderilmiştir. Demek Efendimiz asv, vazifesi gereği ümmetine aynı yakınlıktadır. Sadece sahabelerine değil, kıyamete kadar gelen ümmetine aynı yakınlıktadır. Evet böyle olduğu halde, bazı hususi şahıslara, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin gibi zatlara, daha fazla şefkat göstermesini nasıl anlayacağız?
Zâhir hâle göre o azîm şefkati, o hususî ve cüz’î şahıslara sarfetmesi, vazîfe-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor.
Peygamber olması hasebiyle ümmetinin ferdlerini birini diğerinden ayırmaz. O halde bu hususi muamele nasıl anlaşılmalı?
Fakat hakîkatte o cüz’î şahıslar, küllî ve umûmî bir vazîfe-i nübüvvetin medârı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduklarından, o silsile-i azîmenin hesabına, onların mümessillerine fevkalâde ehemmiyet vermiş. Meselâ, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Hazret-i Hasan(ra) ve Hazret-i Hüseyin’e(ra) karşı küçüklüklerinde gösterdikleri şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkatten ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazîfe-i nübüvvetin bir hayt-ı nûrânîsinin bir ucu ve verâset-i nebeviyenin ve gayet ehemmiyetli bir cemâatin menşei ve mümessili ve fihristi olmaları cihetiyledir.
Yani Efendimiz asv dan sonra ümmetin içinden öyle büyük zatlar çıkmışlar ki, milyonlar evliyalar, asfiyalar, sıddıklar, abidler, zahidler… biz bunların ekserisine seyyidler ordusu diyoruz. Bu ordu silsilesinin ucu, mumessili, pederleri, ustadları; Hz. Hasan ve Hz. Huseyin ra. huma hazretleridir.
Efendimiz asv nübüvvet nazarıyla istikbale bakmış; İslam dininin, bu seyyidler ordusunun hizmetiyle yüzyıllarca kıyamete kadar taşıyacağını görmüş, o seyyidler ordusunu tebrik ve tebşir ve memnuniyetini izhar ve ilan noktasında, tüm o ordunun namına onların pederleri olan Hz. Hasan ve Hz. Huseyin efendilerimizi sevmiş okşamış.
Evet, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan’ı(ra) kemâl-işefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle; Hazret-i Hasan’dan(ra) teselsül eden nûrânî nesl-i mübârekinden gelen Gavs-ı A‘zam olan Şâh-ı Geylânî(ra) gibi, çok mehdî-misâl verese-i nübüvvet ve hamele-i şerîat-ı Ahmediye(asm) olan zâtların hesabına Hazret-i Hasan’ın(ra) başını öpmüş ve o zâtların istikbâlde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdîr ve istihsân etmiş. Ve takdîr ve teşvîke alâmet olarak Hazret-i Hasan’ın(ra) başını öpmüş. Hem Hazret-i Hüseyin’e(ra) karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in(ra) silsile-i nûrâniyesinden gelen Zeynelâbidîn (ra) ve Ca‘fer-i Sâdık(ra) gibi eimme-i âlîşân ve hakîkî verese-i nebeviye gibi, pek çok mehdî-misâl zevât-ı nûrâniyenin nâmına ve dîn-i İslâm ve vazîfe-i risâlet hesabına, Hazret-i Hüseyin’in(ra) boynunu öpmüş, kemâl-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.
Demek Efendimiz asv. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e gösteridi azim şefkat ve istediği hürmet, bu zatlar torunları olduğundan dolayı ve ya torunlarını daha fazla sevdiğinden dolayı değildir.
Evet, Zât-ı Ahmediye’nin(asm) gayb-âşinâ kalbiyle, dünyada asr-ı saadetten ebed tarafında olan meydân-ı haşri temâşâ eden; ve yerden cenneti gören; ve zeminden gökteki melâikeleri temâşâ eden; ve zaman-ı Âdem’den beri mâzî zulümâtı içinde gizlenmiş hâdisâtı gören; hatta Zât-ı Zülcelâl’in rü’yetine mazhar olan nazar-ı nûrânîsi ve çeşm-i istikbâl-bînîsi, elbette Hazret-i Hasan(ra) ve Hazret-i Hüseyin’in(ra) arkalarında teselsül eden aktâbları ve eimmeleri ve vereseleri ve mehdîleri görmüş ve onların umumu nâmına Hazret-i Hasan(ra) ve Hazret-i Hüseyin’in(ra) başlarını öpmüş. Evet Hazret-i Hasan’ın(ra) başını öpmesinde, Şâh-ı Geylânî Hazretleri’nin hisse-i azîmesi var.
Evet, Efendimiz asv., miraç ile tüm kainatı gezdi, gördü, ilmini bildi. Kainatın evvelini ve ahirini gördü ve bildi. Tüm kainatı arkasına aldı Allah’ın ru’yetine mazhar oldu. Yerde iken gökteki melekleri sinama gibi izledi. Daha bizim tarif edemediğmiz azim cepheleri var ki, tarifden aciziz. Hz Hasan ra. ve Hz Hüseyin ra. efendilerimizin silsilesinden kimler gelecek, nasıl bir hizmetleri olacak; bunları görmek ve bilmek; aklın haricinde değildir, akıl buna itiraz edemez.
Rabbim bizleri seyyidlere ve seyyidelere dost ve cihad arkadaşı hizmet arkadaşı eylesin inşallah, âmin.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
el Fatiha
Bismillâhirrahmânirrahîm,
DÖRDÜNCÜ NÜKTE
Üçüncü Nükte münasebetiyle, Şîalarla Ehl-i Sünnet ve Cemaatin medar-ı nizâı, hattâ akaid-i imaniye kitaplarına ve esasat-ı imaniye sırasına girecek derecede büyütülmüş bir meseleye kısaca bir işaret edeceğiz. Mesele şudur:
Ehl-i Sünnet ve Cemaat der ki: “Hazret-i Ali (r.a.) Hulefâ-i Erbaanın dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık (r.a.) daha efdaldir ve hilâfete daha müstehak idi ki, en evvel o geçti.” Şîalar derler ki: “Hak Hazret-i Ali’nin (r.a.) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir (r.a.).”
Dâvâlarına getirdikleri delillerin hülâsası: Derler ki, Hazret-i Ali (r.a.) hakkında vârid ehâdis-i Nebeviye ve Hazret-i Ali’nin (r.a.) “Şah-ı Velâyet” ünvanıyla, ekseriyet-i mutlaka ile evliyanın ve tariklerin mercii ve ilim ve şecaat ve ibadette harikulâde sıfatları ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ona ve ondan teselsül eden Âl-i Beyte karşı şiddet-i alâkası gösteriyor ki, en efdal odur. Daima hilâfet onun hakkı idi, ondan gasp edildi.
Elcevap: Hazret-i Ali (r.a.) mükerreren, kendi ikrarı ve yirmi seneden ziyade o hulefâ-i selâseye ittibâ ederek onların şeyhülislâmlığı makamında bulunması, Şîaların bu dâvâlarını cerh ediyor. Hem hulefâ-i selâsenin zaman-ı hilâfetlerinde fütuhat-ı İslâmiye ve mücahede-i a’dâ hadiseleri ve Hazret-i Ali’nin (r.a.) zamanındaki vakıalar, yine hilâfet-i İslâmiye noktasında Şîaların dâvâlarını cerh ediyor. Demek Ehl-i Sünnet ve Cemaatin dâvâsı haktır.
Bu cevabın daha net anlaşılması için,4 halifenin hilafet zamanlarındaki icraatlarının bilinmesi lazımdır. Detayını sizlerin taharrrisine havale ediyoruz ama kısaca özetlersek, Hz. Ebubekr ra. ve Hz. Ömer ra. doğrudan duşmanla savaşmışlarlar doğrudan tebliği yer yuzune neşr etmişler, Hz Osman ra. zamanında ise hem düşmanla mücadele hem iç karışıklıkların beraber olduğunu göruyoruz. Hz. Ali ra. zamanında ise neredeyse tamamen iç karışıklıklar mücadele kendini gösteriyor. Hem Hz Ali ra. efendimiz, hilafet davası etmemiştir, 3 halifenin şeyhul islamlığını yaparak, onlara tam destek vermiş, onlarla islama hizmet etmiştir.
Zerre kadar haksızlığa tahammul edemeyen sahabeler ve hususun en ilerilerinden ve en cesurlarından olan Hz. Ali efendimizin, haksızlık karşısında susması, ona korkaklık izafe etmektir ki, bu hakarettir. Yada iki yüzlülük isnad etmektir ki, bu tarz tevillerden Allah’a sığınırız.
İmam ı Ali ra. efendimize izafe edilen bu tarz ifadeler Peygamber Efendimizi de rencide etmektedir. Sahabelerim gökteki yıldızlar gibidir hangisini takib etseniz doğruyu bulursunuz (yakın mana) hadisine muhalefet etmiş olursunuz. Zira hiçbir sahabe, iki yüzlü olamaz, haksızlığa karşı susamaz, hakkı gizleyemez, haksızlara ve zalimlere riyakarane dost görünemez.
Eğer 3 halife İmam ı Ali ra. hakkını gasb etti iseler, o zaman onlar hakkı bilmez, hakikati bilmez bilsede kabul etmez, istekleri uğruna her zulmu kabul edenlerden olurlar ki, haşa, Kur’an-ı Kerim’in ve sair semavi kitabların medh u sena ettiği sahabelere bu namazla bakmakdan Allah’a sığınırız.
Eğer denilse: Şîa ikidir. Biri Şîa-i Velâyettir, diğeri Şîa-i Hilâfettir. Haydi, bu ikinci kısım, garaz ve siyaset karıştırmasıyla haksız olsun. Fakat birinci kısımda garaz ve siyaset yok. Halbuki Şîa-i Velâyet, Şîa-i Hilâfete iltihak etmiş. Yani, ehl-i turuktaki evliyanın bir kısmı Hazret-i Ali’yi (r.a.) efdal görüyorlar, siyaset cihetinde olan Şîa-i Hilâfetin dâvâlarını tasdik ediyorlar.
Elcevap: Hazret-i Ali’ye (r.a.) iki cihetle bakılmak gerektir.
Bu izah çok önemlidir. Tarih boyunca bu konuyu araştıranların bakamadıkları bir noktadır.
Hazret-i Ali’ye (r.a.) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti şahsî kemâlât ve mertebesi noktasından, ikinci cihet Âl-i Beytin şahs-ı mânevîsini temsil ettiği noktasındandır. Âl-i Beytin şahs-ı mânevîsi ise Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bir nevi mahiyetini gösteriyor. İşte, birinci nokta itibarıyla, Hazret-i Ali (r.a.) başta olarak bütün ehl-i hakikat, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’i (r.a.) takdim ediyorlar. Hizmet-i İslâmiyette ve kurbiyet-i İlâhiyede makamlarını daha yüksek görmüşler.
Evet, sıddıkıyet makamı peygamberlik makamına en yakın makamdır ve sıddık ı ekber Hz. Ebubekr ra.dır.
İkinci nokta cihetinde, Hazret-i Ali (r.a.) şahs-ı mânevî-i Âl-i Beytin mümessili ve şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt bir hakikat-i Muhammediyeyi (a.s.m.) temsil ettiği cihetle, muvazeneye gelmez. İşte, Hazret-i Ali (r.a.) hakkında fevkalâde senâkârâne ehâdis-i Nebeviye bu ikinci noktaya bakıyorlar.
İşte tam burada şia ların davalarına getirdikleri delilleri hatırlayınız. O getirdikleri deliller doğrudur ama o deliller hilafetteki efdaliyeti için değildir. Hz ali efendimizin soyundan gelen nurani silsiler asırlarca şeriat ı muhammediyenin hamelesi olacaklar bu radaki en azim hissede İmam Ali ra. dır. O iltifatlar bu sebebledir, yoksa efdaliyet itibariyle İmam Ali ra.ın itiraz etmemesi, onlara şeyhul islamlık yapması, hilafetin kararlarının İmam ı Ali’ye onaylatılması, yeri geldiğinde İmam ı Ali’nin hilafet kararlarına mudahale etmesi gösteriyor ki; hilafet tertibinde haksızlık yoktur.
Bu hakikati teyid eden bir rivayet-i sahiha var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “Her nebînin nesli kendindendir. Benim neslim Ali’nin (r.a.) neslidir.”
Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, no: 2630; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 10:333; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, s. 223, no: 1717.
Hazret-i Ali’nin (r.a.) şahsı hakkında sair hulefâdan ziyade senâkârâne ehâdisin kesretle intişarının sırrı şudur ki:
Emevîler ve Haricîler ona haksız hücum ve tenkis ettiklerine mukabil, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivâyâtı çok neşrettiler. Sair Hulefâ-i Râşidîn ise öyle tenkit ve tenkise çok maruz kalmadıkları için, onlar hakkındaki ehâdisin intişarına ihtiyaç görülmedi. Hem istikbalde Hazret-i Ali (r.a.) elîm hâdisâta ve dahilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali’yi (r.a.) meyusiyetten ve ümmetini onun hakkında sû-i zandan kurtarmak için “Ben kimin efendisiysem, Ali de onun efendisidir.”
Tirmizî, Menâkıb: 19; İbni Mâce gibi mühim hadislerle Ali’yi (r.a.) teselli ve ümmetini irşad etmiştir.
Hazret-i Ali’ye (r.a.) karşı Şîa-i Velâyetin ifratkârâne muhabbetleri ve tarikat cihetinden gelen tafdilleri, kendilerini Şîa-i Hilâfet derecesinde mes’ul etmez. Çünkü, ehl-i velâyet, meslek itibarıyla, muhabbetle mürşidlerine bakarlar Muhabbetin şe’ni ifrattır Mahbubunu makamından fazla görmek arzu ediyor. Ve öyle de görüyor. Muhabbetin taşkınlıklarında ehl-i hal mâzur olabilirler. Fakat onların muhabbetten gelen tafdili, Hulefâ-i Râşidînin zemmine ve adâvetine gitmemek şartıyla ve usul-ü İslâmiyenin haricine çıkmamak kaydıyla mâzur olabilirler.
Fakat malesef şia lar kendi aralarında çok dağınıklar, 24 ayrı anlayışa sahib grub halindeler bir kısmı Hz Ali ra. peygamber derken, bir kısmı Allah’ın sulueti diyor. Bir kısmı Hz. Ebubekr ve Hz. Ömer e hakaretler ederler, ehl i sunnet tektir aralarında tefrika yoktur. İtikadları birdir. Şia lar ise daha kendi aralarında bile dağınıklar bir değiller, hangi şia bizim karşımıza çıkacak diye baksak, her kafadan bir ses çıkar.
Şîa-i Hilâfet ise, ağrâz-ı siyaset, içine girdiği için, garazdan, tecavüzden kurtulamıyorlar, itizar hakkını kaybediyorlar Hattâ la lihubbi aliyyi belbuğzı ömer 2 Maksat Hz. Ali’ye duyulan sevgi değil; Hz. Ömer’e duyulan kindir. cümlesine mâsadak olarak, Hazret-i Ömer’in (r.a.) eliyle İran milliyeti ceriha aldığı için, intikamlarını hubb-u Ali suretinde gösterdikleri gibi, Amr ibnü’l-Âs’ın Hazret-i Ali’ye (r.a.) karşı hurucu ve Ömer ibni Sa’d’ın Hazret-i Hüseyin’e (r.a.) karşı feci muharebesi, Ömer ismine karşı şiddetli bir gayz ve adâveti Şîalara vermiş.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
el Fatiha
Bismillâhirrahmânirrahîm,
Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı Şîa-i Velâyetin hakkı yoktur ki, Ehl-i Sünneti tenkit etsin. Çünkü Ehl-i Sünnet, Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkis etmedikleri gibi, ciddî severler.
Evet, biz ehli sünnet, Hz. Ali efendimizi tenkis etmiyoruz, üç halife ile beraber Hz. Ali efendimize ve Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin efendilerimize, her cuma hutbede dua etmekteyiz, her namazımızda salli ve barik dua larında dua etmekteyiz ve efendimiz olark kabul etmekteyiz, ne diyorlarsa tasdik etmekteyiz. Hem de yorum katmadan, tevil etmeden.
Fakat hadisçe tehlikeli sayılan ifrat-ı muhabbetten çekiniyorlar. Hadisçe Hazret-i Ali’nin (r.a.) şîası hakkındaki senâ-yı Nebevî, Ehl-i Sünnete aittir.
Evet, Hz. Ali efendimizin sevilmesi ve taraftar olunulması ve onunla beraber olunulması hakkındaki hadisler, ehli sünnete aittir. O hadislere ehl sunnet mazhar olmuştur. Peygamber Efendimizin asv ın kıyamete kadar baki kalacak şeriatını ehli sunnet olan Abbasi ve Osmanlı, iki İslam kardeşi bayraktarı olmuşlardır. Hem ehl i sunnet olan milyonlar seyyidler ile bu dava bu zamana kadar aslı ile gelmiş devam etmektedir.
Çünkü istikametli muhabbetle Hazret-i Ali’nin (r.a.) şîaları, ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaattir. Hazret-i İsâ Aleyhisselâm hakkındaki ifrat-ı muhabbet Nasârâ için tehlikeli olduğu gibi, Hazret-i Ali (r.a.) hakkında da o tarzda ifrat-ı muhabbet, hadis-i sahihte, tehlikeli olduğu tasrih edilmiş.
Buharî, Tarihü’l-Kebîr, 2:1:257; Ahmed ibni Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe, no: 1087, 1221, 1222; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:133; İbnü’l-Cevzî, el-İleli’l-Mütenâhiye, 1:223.
Şîa-i Velâyet eğer dese ki: “Hazret-i Ali’nin (r.a.) kemâlât-ı fevkalâdesi kabul olunduktan sonra Hazret-i Sıddık’ı (r.a.) ona tercih etmek kabil olmuyor.”
Bu şia nın yaklaşımıdır; İmam ı Ali ra. ın şahsına bakmışlar, şahsi kemalatını çok ileri görmüşler, üç halife hakkında ziyade rivayetler pek olmayınca, varsada kabul etmediklerinden, üç halifeyi hilafete layık görmuyorlar. Ancak ve ancak İmam ı Ali’nindir diyorlar. Halbuki ehli sünnet alimler fevkalede bir teraziyle bakmışlar.
Elcevap:
Hazret-i Sıddık-ı Ekberin ve Fâruk-u Âzamın (r.a.) şahsî kemâlâtıyla ve veraset-i nübüvvet vazifesiyle zaman-ı hilâfetteki kemâlâtıyla beraber bir mizanın kefesine;
Şimdi bir terazimiz olsun; bir kefesine hz. sıddıkın veya faruk u azamın ra. ve hz. Osman’ın ra. bir den değil, tek tek, şahsi kemâlâlarıyla beraber, peygamberimizin bıraktığı verasete olan hizmetlerini ve hilafetleri zamanındaki hizmetlerini o kefeye koyalım.
Hazret-i Ali’nin (r.a.) şahsî kemâlât-ı harikasıyla, hilâfet zamanındaki dahilî, bilmecburiye girdiği elîm vakıalardan gelen ve sû-i zanlara mâruz olan hilâfet mücahedeleri beraber mizanın diğer kefesine bırakılsa,
Evet, İmam ı Ali kendi zamanında dahili harblerle uğraştı. Mülüman müslümanın kanını akıttı, çok sui zanlara maruz kaldı, çok sahabelerin itirazına maruz kaldı. Hilafeti zamanında veraset i nubuvvete pek az hizmet edebildi. Sair üç halife ise daha çok veraset i nubuvvete hizmet ettiler, dahili karışıklıkları pek yaşamadılar.
dahilî, bilmecburiye girdiği elîm vakıalardan gelen ve sû-i zanlara mâruz olan hilâfet mücahedeleri beraber mizanın diğer kefesine bırakılsa, elbette Hazret-i Sıddık’ın (r.a.) veyahut Fâruk’un (r.a.) veyahut Zinnureyn’in (r.a.) kefesi ağır geldiğini Ehl-i Sünnet görmüş, tercih etmiş.
Evet, veraset-i nübüvvete bir dirhem hizmet, şahs-ı kemâlâtın bin dirheminden daha fazla kazançlıdır. Ehl i sunnet alimleri üç halifenin veraset i nubuvvete hizmetlerini fazlalığı görmüşler, oradaki manevi kazançlarını çokluğunu görmüşler. İmam-ı Ali ra. ise daha çok dahili karışıklıklarla uğraşmak zorunda kalmış mecburen, hem haklıdır, mucadelesi de haktır.
O ziyade rivayetlerin bir sırrıda, bu zamanda müminler İmam-ı Ali’ye su-i zan etmesinler diye Peygamberimizin koruması var. Yoksa o iltifatlar o senalar, Hz Ali efendimizin kemâlâtının üç halifeden ileri olduğu manasında değildir.
Hem, On İkinci ve Yirmi Dördüncü Sözlerde ispat edildiği gibi, nübüvvet, velâyete nisbeten derecesi o kadar yüksektir ki, nübüvvetin bir dirhem kadar cilvesi, bir batman kadar velâyetin cilvesine müreccahtır. Bu nokta-i nazardan, Hazret-i Sıddık-ı Ekberin (r.a.) ve Fâruk-u Âzamın (r.a.) veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risalet noktasında hisseleri taraf-ı İlâhîden ziyade verildiğine, hilâfetleri zamanlarındaki muvaffakiyetleri Ehl-i Sünnet ve Cemaatçe delil olmuş.
Burası çok önemlidir.
Allah tarafında 3 halifeye risalete hizmet, tesis-i şeriat ve veraset-i nübüvvete hizmet hissesi fazla verilmiş.
Hazret-i Ali’nin (r.a.) kemâlât-ı şahsiyesi, o veraset-i nübüvvetten gelen o ziyade hisseyi hükümden iskat edemediği için,
Yani İmam-ı Ali ra. şahsi kemâlâtı üç halife zamanında vardı, ilme olan liyaketi herkesce makbul idi ki, üç halifeye şeyhul islamlık etmiştir.
Hazret-i Ali (r.a.), Şeyheyn-i Mükerremeynin zaman-ı hilâfetlerinde onlara şeyhülislâm olmuş ve onlara hürmet etmiş. Acaba Hazret-i Ali’yi (r.a.) seven ve hürmet eden ehl-i hak ve sünnet, Hazret-i Ali’nin (r.a.) sevdiği ve ciddî hürmet ettiği Şeyheyni nasıl sevmesin ve hürmet etmesin?
Evet İmam-ı ali ra. 3 halifeyi daha makbul görduki onlara itaat etti bizde itaat ediyoruz. Onlara hürmet etti, biz de ediyoruz. Onları sevdi, biz de seviyoruz. Biz ehl-i sünnet neden İmam-ı Ali ra. yaptığını yapmayalım ki? Neden tevillerle Hz. Ali ra. yapmadığını yapalım ki?
Bu hakikati bir misalle izah edelim: Meselâ, gayet zengin bir zâtın irsiyetinden, evlâtlarının birine yirmi batman gümüş ile dört batman altın veriliyor.
Bir evlada 20 gümüş 4 altın,
Diğerine beş batman gümüş ile beş batman altın veriliyor.
5 gümüş 5 altın,
Öbürüne de üç batman gümüş ile beş batman altın verilse,
3 gümüş 5 altın
elbette âhirdeki ikisi çendan kemiyeten az alıyorlar,
yani rakamlara bakılsa, birincisi daha ileri gibi görünüyor.
fakat keyfiyeten ziyade alıyorlar.
ama son ikisinin 5 er altını var, ilkinin 4 altını var. Bir altın çok gümüşlerden değerlidir.
İşte, bu misal gibi, Şeyheynin veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risaletinde tecellî eden hakikat-i akrebiyet-i İlâhiye altınından hisselerinin az bir fazlalığı,
20 gümüş 4 altın İmam-ı Ali’ye, 5 gümüş 5 altın hz. Sıddık ra., 3 gümüş 5 altın ise hz. Ömer e işarettir. Gümüşler şahsi kemâlâta, altınlar ise veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkam-ı risalet ve hakikat-i akrebiyet-i ilahiye hissesine işarettir.
Şeyheynin veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risaletinde tecellî eden hakikat-i akrebiyet-i İlâhiye altınından hisselerinin az bir fazlalığı, kemâlât-ı şahsiye ve velâyet cevherinden neş’et eden kurbiyet-i İlâhiyenin ve kemâlât-ı velâyetin ve kurbiyetin çoğuna galip gelir. Muvazenede bu noktaları nazara almak gerektir.
İşte İmam-ı Ali ra. ve alevilik meselesine bu nazarla bakmak lazımdır. İmam-ı Ali ra. ın şahsi kemâlâtına menevi şahsiyetine ayrı bakmak, hilafeti zamanında yaptıklarına ayrı bakmak ve 4 halifeyi, şeriatın tesisindeki vazifelerine ayrı bakmak, ona göre sıralamak lazımdır. Yoksa şahsi kemâlâtta İmam-ı Ali ra. ya kimse yetişemez ama İmam-ı Ali ra. da tesis-i şeriatta üç halifeye yetişemiyor. 4 halifenin hissesi daha fazladır.
Yoksa, şahsî şecaati ve ilmi ve velâyeti noktasında birbiriyle muvazene edilse, hakikatin sureti değişir.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
el Fatiha
Bismillâhirrahmânirrahîm,
Hem Hazret-i Ali’nin (r.a.) zâtında temessül eden şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i mâneviyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecellî eden hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) noktasında muvazene edilmez.
Her nebinin davası kendi neslinden devam etmiştir ama Efendimiz asv ın davası, ekseriyetle Hz. Fatıma ve Hz. Ali efendimizden devam etmiştir. Asırlarca devam ettirelen bu davada Hz. Ali efendimizin hıssesi o kadar muazzamdır ki, muvazeneye gelmez, kimse ona yetişemez. Efendimizin asv. ın Hz. Ali efendimize ziyade iltifatı bu noktadandır. Sırrı azîm budur.
Amma Şîa-i Hilâfet ise, Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı mahcubiyetinden başka hiçbir hakları yoktur. Çünkü bunlar Hazret-i Ali’yi (r.a.) fevkalâde sevmek dâvâsında oldukları halde tenkis ediyorlar ve sû-i ahlâkta bulunduğunu onların mezhepleri iktiza ediyor. Çünkü diyorlar ki, “Hazret-i Sıddık ile Hazret-i Ömer (r.a.) haksız oldukları halde, Hazret-i Ali (r.a.) onlara mümâşât etmiş,
Mümâşât demek, maslahat gereği hoş geçinmek demektir. Günümüzün tabiriyle yalakalık yaptı. Yalakalık yapan ya korkaktır veya menfaat peresttir ki, amacına ulaşmak için riyâkârlık olan yalakalığı mümâşâtı tercih eder.
Şîa ıstılahınca takiyye etmiş, yani onlardan korkmuş, riyâkârlık etmiş.” Acaba böyle kahraman-ı İslâm ve “Esedullah” (allahın arslanı) ünvanını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zâtı riyâkâr ve korkaklıkla ve sevmediği zatlara tasannukârâne muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümâşât etmekle, haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hazret-i Ali (r.a.) teberrî eder.
Bugün İslam’dan son derece uzak yaşantımız olduğu halde, bir çok insan kendine riyakarlığı, yalakalığı, iki yüzlülüğü, hem de yıllarca kendini kabul ettirmiyor. İmam-ı Ali ra. perde-i gayb açılsa yakinim ziyadeleşmeyecek dediği, korku taşımadığı halde; ölümü hayattan çok sevdiği halde; geçmiş ve gelecek ilimler kendisine öğretildiği halde; izzetle yaşamayı zilletle yaşamaya tercih ettiği halde; nasıl yirmi sene üç halifeyi sevmediği halde sevmiş gibi yapsın? Korktuğu halde dostluk göstersin? hâşâ.. hâşâ.. hâşâ..
İmam-ı Ali ra. dahi bu tarz tevillerden berîdir. Ehl-i sünnet, İmam-ı Ali ra.’ın hem şahsi hem manevi kemâlâtına toz kondurmadığından, şia alimleri, ehl-i sünnet alimlerine karşı mahcubdurlar. Hakları mahcub olmaktır.
İşte, ehl-i hakkın mezhebi hiçbir cihetle Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkis etmez, sû-i ahlâk ile itham etmez, öyle bir harika-i şecaate korkaklık isnad etmez ve derler ki:
Hazret-i Ali (r.a.) Hulefâ-i Râşidîni hak görmeseydi, bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi. Demek ki, onları haklı ve râcih gördüğü için, gayret ve şecaatini hakperestlik yoluna teslim etmiş.”
Elhasıl: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş. Fakat, maatteessüf, Ehl-i Sünnet ve Cemaat perdesi altına Vahhâbîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi,
Evet, hariciler İmam-ı Ali ra. düşmandırlar, vahhabiler ise haricilerin devamıdırlar. İmam-ı Ali ra.’ı sevmezler. Vahhabiler kendilerine Hanbeli mezhebindeniz diyorlar, sünniyiz diyorlar. Amelde, mezhebce, Hanbeli olabilirler ama itikadca ehl i sunnet değiller. Onların alimlerinden olan Mevdudi, ibn i Teymiyye, ehl i sunnet alimlerine muhaliftirler, kabul etmezler.
Fakat, maatteessüf, Ehl-i Sünnet ve Cemaat perdesi altına Vahhâbîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi, siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkit ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilâfete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ithamlarından, Alevîler Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar.
İmam-ı Ali ra olan tenkidler, ehl-i Sünnete ait değildir. Onu tenkid edenler. Ehl-i sünnet perdesi altına girmiş vahhabilerdir, vahhabi zihniyetine girmiş siyaset meftunlarıdır, ehl-i sünnetin esasında hiçbir tenkid veya liyakatsizlik gibi bir yorum yoktur. Aksine İmam-ı Ali ra., siyasette adaleti muhafaza için savaşmıştır. Adaletten taviz veren içtihadları reddetmiştir. Hz. Ali’ye yapılan itirazlar, tenkidler haksızdır. Ona bu haksızlık; haricilerden, vahhabilerden ve onlara aldananlardan gelmektedirler.
Halbuki, Ehl-i Sünnetin düsturları ve esas-ı mezhepleri, bu fikirleri iktiza etmiyor, belki aksini ispat ediyorlar. Haricîlerin ve mülhidlerin tarafından gelen böyle fikirlerle. Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz. Belki Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali’nin (r.a.) taraftarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali’yi (r.a.) lâyık olduğu senâ ile zikrediyorlar. Hususan, ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve Şah-ı Velâyet biliyorlar. Alevîler, hem Alevîlerin, hem Ehl-i Sünnetin adâvetine istihkak kesb eden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar. Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnetin inadına sünneti terk ediyorlar. Her ne ise, bu meselede fazla söyledik; çünkü ulemanın beyninde ziyade medar-ı bahis olmuştur.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
el Fatiha