Namaz Bahsi – Dokuzuncu Söz

/, Sohbetlerimiz, Sözler/Namaz Bahsi – Dokuzuncu Söz

 

Namaz; tüm içimizi ve tüm dışımızı kuşatan kudsiyet, kudret, rahmet e lafzen ve amelen subhanallah demektir, Allahu Ekber demektir, Elhamdulillah demektir.

 

namaz

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

 

DOKUZUNCU SÖZ

 

 

فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ

وَلَهُ الْحَمْدُ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ

 

(“Akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah’ı tesbih edin. Göklerde ve yerde olanların hamd ve senâsı Ona mahsustur. Gündüzün sonuna doğru ve öğle vaktine erişince de Allah’ı tesbih edip namaz kılın.” Rum Sûresi, 30.17-18.)

 

EY BİRADER! Benden, namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsisini soruyorsun. Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz.Evet, her bir namazın vakti, mühim bir inkılâp başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u İlâhînin aynası ve o tasarruf içinde ihsânât-ı külliye-i İlâhiyenin birer mâkesi olduğundan Kadîr-i Zülcelâle o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir.Şu ince ve derin mânâyı bir parça fehmetmek için, Beş Nükteyi nefsimle beraber dinlemek lâzım.

 

Allah-u Teâlâ bizlere günde beş vakit namaz emretmiştir, bundaki hikmet nedir?

 

Her bir vakit mühim inkılâpların başlangıcıdır ve iki ortasındaki azim nimetlerin ve ihsanları karşılığında bizden şükür istenmektedir ki, külli nimetlere, külli şükür lazımdır. İşte o külli şükür namazdır.

 

 

[BİRİNCİ NÜKTE]

 

Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yani,

 

• celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhânallah deyip takdis etmek;

 

Dağlara bakınca, denizin dalgalarına bakınca, kışın şiddetine bakınca Cenâb-ı Hakk’ın celali görünür. Bizler yaşadığımız hayatta tek bir tarz yaşamayız, bezen şiddetli manzaralarla karşılaşırız, bazen latif manzaralarla karşılarız, bazen ziynetli manzaralarla karşılaşırız. Muhatap olduğumuz ayrı ayrı durumlarda bizim mukabelemizde ayrı ayrı olmalıdır.

 

• hem, kemâline karşı lâfzen ve amelen Allahu ekber deyip tâzim etmek;

 

Her şeyde bir nokta-i kemal vardır. Çekirdeğin nokta-i kemali meyvedar ağaç olmaktır. İnsanın nokta-ı kemali meyvesi ibadet olan seviyesinden anlaşılır. Baharın nokta-i kemalini mahsulâtıyla görürüz. Eşya boş boş bakmak yerine, o eşyada celalmi var, kemalmi var, cemal mi var nazarıyla bakmak; celali görünce Cenâb-ı Hakk’ın celalini düşünüp subhanallah demek, kemalini görünce hem lisanımızla hem amelimizde Allah-u Ekber demek.

Evet, Allah-u Ekber’in en parlak ameli hali namazdır.

 

• hem, cemâline karşı kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdü lillâh deyip şükretmektir.

Demek, tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında, bu üç şey her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını tekid ve takviye için, şu kelimât-ı mübareke, otuz üç defa tekrar edilir; namazın mânâsı şu mücmel hülâsalarla tekid edilir.

 

Namaz baştan sona Subhanallah, Allahu Ekber, Elhamdülillah, manalarını taşıdığı gibi, tesbihat dahi namazın bu manasına takviye ve onaydır.

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 

 

 

 

 

 


 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

[İKİNCİ NÜKTE]

 

İbadetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemâl-i Rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

İnsanda kusur iki türlüdür; biri hataları, seyyieleri, günahlarıdır, diğeri noksanlıkları eksiklikleri bilmeden yaptığı sehivleri. Allah sübhandır, yani eksikliklerden münezzehtir.

Allah sameddir, yani her şey ona muhtaç ama o hiçbir şeye muhtaç değildir.

 

Kul nasıl bir Allah’a secde ettiğinin farkında olarak secde etmeli, Kemal-i Rububiyeti görmeli, Kudret-i samedaniyi görmeli, Rahmet-i İlahiyeyi görmeli ve böyle bir kudretin önünde kibir ile değil mahviyet ile ve hayret ile ve muhtaciyet ile secde etmeli ve etmeliyiz.

 

Bunları görmek isteyenler Risale-i Nur’un enfusi ve afakı marifet derslerini, mukerrer mutalaa ederek öğrenebilirler.

 

Yani, Rububiyetin saltanatı, nasıl ki ubudiyeti ve itaati ister. Rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki, abd, kendi kusurunu görüp, istiğfar ile ve Rabbini bütün nekaisten pak ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr-ı batılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarra olduğunu, tesbih ile, Sübhanallah ile ilân etsin.

 

Hem de Rububiyetin kemâl-i kudreti dahi ister ki, abd, kendi zaafını ve mahlûkatın aczini görmekle, kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahu ekber deyip, huzû ile rükûa gidip, Ona iltica ve tevekkül etsin.

 

Hem Rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki, abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr ve ihtiyâcâtını sual ve dua lisanıyla izhar ve Rabbinin ihsan ve in’âmâtını şükür ve senâ ile ve Elhamdü lillâh ile ilân etsin.

 

– Rububiyetin kudsiyetini görmek, Subhanallah demek.

– Kemal-i Kudreti, Kudret-i Samedani’yi görmek Allahu Ekber demek.

– Rahmet-i Binihayeyi görmek, sonsuz merhameti görmek Elhamdulillah demek.

 

Madem bu üç Rububiyet bizi her yönden kuşatmıştır, elbette bizim mukabele etmemiz lazımdır. Lafzen ve amelen karşılık vermemiz lazımdır. Demek, namazın ef’âl ve akvâli bu mânâları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı İlâhîden vaz edilmişler.

 

İşte namaz budur. Tüm içimizi ve tüm dışımızı kuşatan kudsiyet, kudret, rahmet e lafzen ve amelen subhanallah demektir, Allahu Ekber demektir, Elhamdulillah demektir.

Rabbim şuur ve zevk ile namaz kılmak nasib etsin. Şuuru ve zevki kazanmak çalışmakladır ama şuuru ve zevki korumak, haramlardan korunmakladır.

Allah haramlardan muhafaza eylesin amin

 

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

[ÜÇÜNCÜ NÜKTE]

 

Nasıl ki insan şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır ve Fâtiha-i Şerife şu Kur’ân-ı Azîmüşşânın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi, bütün ibâdâtın envaını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnâf-ı mahlûkatın elvân-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.

Evet, kainat küçülse insan olur, insan büyüse hücreleri birer yıldız olur ve bir kainat olur. Demek insan kâinatın fihristidir yani kâinatta ne var; bir numunesi insanda var. Fatiha Suresi’de Kur’an-ı Kerim’in bir fihristidir. Kur’an-ı Kerim’de ne var, bir numunesi, bir işareti, bir manası Fatiha’da var

 

Dikkat ediniz, insan da bir fihristtir, Fatiha Suresi’de bir fihristtir. Namaz da tüm ibadetlerin bir fihristidir.

 

Her ibadetten bir numune namazda vardır. Mesela; namazda kıyam var- ağaçlarda kıyamdadır, namazda rükû var- hayvanlarda rükûdadır. Namazda yemek içmek yoktur- orucun numunesidir. Namazda Kabe’ye müteveccihiz- haccın bir numunesidir. Namazda huzur-u İlahide olmak var – miracın bir numunesidir ve hakeza.

Namazın fihristi de Subhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber’dir ki hem namazın içinde, hem namazdan sonra tesbihatta mevcuttur. Bu durumda kâinatın fihristi insan, Kur’an-ı Kerim’in fihristi Fatiha, ibadetin fihristi namaz, namazın fihristi üç mübarek kelime bir araya cem’ olmuştur.

Eğer namaz olmazsa, bu fihristler bir araya gelmez. Ne kâinatın mesajı anlaşılır nede Kur’an-ı Kerim’in mesajı anlaşılır.

 

[DÖRDÜNCÜ NÜKTE]

 

Nasıl ki haftalık bir saatin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de, Cenâb-ı Hakkın bir saat-i kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın saniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-ü insan ve günleri sayan edvâr-ı ömr-ü âlem birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar.

 

Meselâ, fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı mâdere düştüğü âvânına, hem semavat ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ihtar eder.

 

Fecir, sabah namazı vaktidir, güneşin doğduğu vakte kadar. Baharın gelme zamanını, insanın anne rahmi zamanını, kâinatın altı günde yaratıldığı birinci gününü hatırlatır ve bu hatırlatılan zamanlardaki tasarruf-u ilahiyi ihtar eder.

 

Zuhr zamanı ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemâline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-i insan devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki tecelliyât-ı rahmeti ve füyuzât-ı nimeti hatırlatır.

 

Zuhr- öğle namazı demektir.

 

Asr zamanı ise, güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem Âhirzaman Peygamberinin (aleyhissalâtü vesselâm) asr-ı saadetine benzer ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve in’âmât-ı Rahmâniyeyi ihtar eder.

 

Asr- ikindi namazı demektir.

 

Mağrib zamanı ise, güz mevsiminin âhirinde pek çok mahlûkatın gurubunu, hem insanın vefatını, hem dünyanın kıyamet iptidasındaki harabiyetini ihtar ile tecelliyât-ı celâliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.

 

Mağrib- akşam namazı demektir.

 

İşâ vakti ise, âlem-i zulümat nehar âleminin bütün âsârını siyah kefeniyle setretmesini, hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, hem vefat etmiş insanın bakıye-i âsârı dahi vefat edip nisyan perdesi altına girmesini, hem bu dar-i imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile Kahhâr-ı Zülcelâlin celâlli tasarrufâtını ilân eder.

 

İşa- yatsı namazı demektir.

 

Gece vakti ise, hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı ifham ile, ruh-u beşer rahmet-i Rahmâna ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır. Ve gecede teheccüd ise, kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir, ikaz eder ve bütün bu inkılâbat içinde Cenâb-ı Mün’im-i Hakikînin nihayetsiz nimetlerini ihtar ile, ne derece hamd ve senâya müstehak olduğunu ilân eder.

 

İkinci sabah ise, sabah-ı haşri ihtar eder. Evet, şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar makul ve lâzım ve kat’i ise, haşrin sabahı da, berzahın baharı da o kat’iyettedir.

 

Demek, bu beş vaktin herbiri bir mühim inkılâp başı olduğu ve büyük inkılâpları ihtar ettiği gibi, kudret-i Samedâniyenin tasarrufât-ı azîme-i yevmiyesinin işaretiyle, hem senevî, hem asrî, hem dehrî, kudretin mucizâtını ve rahmetin hedâyâsını hatırlatır. Demek asıl vazife-i fıtrat ve esas-ı ubudiyet ve kat’i borç olan farz namaz, şu vakitlerde lâyıktır ve enseptir.

 

Demek namazı ezan vaktinde kılmak lazımdır. İki vakit ortasındaki tüm nimetlere şükür vaktidir namaz. Allah vaktinde kılanlardan eylesin.

 

Demek namazı kılmamak fıtratı terktir, Kâinatın ibadetini takdimi terktir, Kur’an-ı Kerimin mesajını terktir, Kâinat kitabının mesajını terktir. Bunları ifa ancak namazla mümkündür.

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

[BEŞİNCİ NÜKTE]

 

İnsan fıtraten gayet zayıftır. Hâlbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder. Hem gayet âcizdir. Hâlbuki belâları ve düşmanları pek çoktur. Hem gayet fakirdir. Hâlbuki ihtiyâcâtı pek ziyadedir. Hem tembel ve iktidarsızdır. Hâlbuki hayatın tekâlifi gayet ağırdır. Hem insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir. Hâlbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zeval ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor. Hem akıl ona yüksek maksatlar ve bâki meyveler gösteriyor. Hâlbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır.

 

İşte, bu vaziyette bir ruh, fecir zamanında bir Kadîr-i Zülcelâlin, bir Rahîm-i Zülcemâlin dergâhına niyazla, namazla müracaat edip arzıhal etmek, tevfik ve medet istemek ne kadar elzem ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek, beline yüklenecek işleri, vazifeleri tahammül için ne kadar lüzumlu bir nokta-i istinat olduğu bedâheten anlaşılır.

 

Ve zuhr zamanında-ki o zaman gündüzün kemâli ve zevale meyli ve yevmî işlerin âvân-ı tekemmülü ve meşâğilin tazyikinden muvakkat bir istirahat zamanı ve fâni dünyanın bekasız ve ağır işlerin verdiği gaflet ve sersemlikten ruhun teneffüse ihtiyaç vakti ve in’âmât-ı İlâhiyenin tezahür ettiği bir andır ruh-u beşer o tazyikten kurtulup, o gafletten sıyrılıp, o mânâsız ve bekasız şeylerden çıkıp, Kayyûm-u Bâkî olan Mün’im-i Hakikînin dergâhına gidip el bağlayarak, yekûn nimetlerine şükür ve hamd edip ve istiâne etmek ve celâl ve azametine karşı rükû ile aczini izhar etmek ve kemâl-i bîzevâline ve cemâl-i bîmisâline karşı secde edip hayret ve muhabbet ve mahviyetini ilân etmek demek olan zuhr namazını kılmak ne kadar güzel, ne kadar hoş, ne kadar lâzım ve münasip olduğunu anlamayan insan, insan değil…

 

Asr vaktinde ki, o vakit hem güz mevsim-i hazinanesini ve ihtiyarlık halet-i mahzunânesini ve âhir zaman mevsim-i elîmânesini andırır ve hatırlattırır. Hem yevmî işlerin neticelenmesi zamanı, hem o günde mazhar olduğu sıhhat ve selâmet ve hayırlı hizmet gibi niam-ı İlâhiyenin bir yekûn-u azîm teşkil ettiği zamanı,hem o koca güneşin ufûle meyletmesi işaretiyle insan bir misafir memur ve her şey geçici, bîkarar olduğunu ilân etmek zamanıdır.Şimdi, ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ihsana karşı perestiş eden ve firaktan müteellim olan ruh-u insan, kalkıp, abdest alıp, şu asr vaktinde ikindi namazını kılmak için Kadîm-i Bâkî ve Kayyûm-u Sermedînin dergâh-ı Samedâniyesine arz-ı münacat ederek, zevalsiz ve nihayetsiz rahmetinin iltifatına iltica edip, hesapsız nimetlerine karşı şükür ve hamd ederek, izzet-i Rububiyetine karşı zelilâne rükûa gidip, sermediyet-i Ulûhiyetine karşı mahviyetkârâne secde ederek, hakikî bir teselli, bir rahat-ı ruh bulup huzur-u kibriyâsında kemerbeste-i ubudiyet olmak demek olan asr namazını kılmak ne kadar ulvî bir vazife, ne kadar münasip bir hizmet, ne kadar yerinde bir borc-u fıtrat eda etmek, belki gayet hoş bir saadet elde etmek olduğunu, insan olan anlar.

 

Mağrib vaktinde ki, o zaman hem kışın başlamasından yaz ve güz âleminin nazenin ve güzel mahlûkatının veda-yı hazinânesi içinde gurub etmesinin zamanını andırır. Hem insanın vefatıyla bütün sevdiklerinden bir firâk-ı elîmâne içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır. Hem dünyanın zelzele-i sekerat içinde vefatıyla, bütün sekenesi başka âlemlere göçmesi ve bu dar-ı imtihan lâmbasının söndürülmesi zamanını andırır, hatırlatır ve zevalde gurub eden mahbuplara perestiş edenleri şiddetle ikaz eder bir zamandır.

İşte, akşam namazı için, böyle bir vakitte, fıtraten bir cemâl-i bâkîye âyine-i müştak olan ruh-u beşer,

 

• şu azîm işleri yapan ve bu cesîm âlemleri çeviren, tebdil eden Kadîm-i Lemyezel ve Bâkî-i Lâyezâlin Arş-ı Azametine yüzünü çevirip, bu fânilerin üstünde Allahu ekber deyip, onlardan ellerini çekip, hizmet-i Mevlâ için el bağlayıp, Dâim-i Bâkînin huzurunda kıyam edip Elhamdü lillâh demekle kusursuz kemâline, misilsiz cemâline, nihayetsiz rahmetine karşı hamd ü senâ edip;

 

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

 

(Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.) demekle muinsiz Rububiyetine, şeriksiz Ulûhiyetine, vezirsiz Saltanatına karşı arz-ı ubudiyet ve istiâne etmek;

 

• hem nihâyetsiz kibriyâsına, hadsiz kudretine ve aczsiz izzetine karşı rükûa gidip bütün kâinatla beraber zaaf ve aczini, fakr ve zilletini izhar etmekle

 

سُبْحَانَ رَبِّىَ الْعَظِيمُ

 

(Büyük ve yüce olan Rabbimi her türlü noksandan tenzih ederim) deyip Rabb-i Azîmini tesbih edip;

 

 

• hem zevalsiz cemâl-i Zatına, tağayyürsüz sıfât-ı kudsiyesine, tebeddülsüz kemâl-i sermediyetine karşı secde edip, hayret ve mahviyet içinde terk-i mâsivâ ile muhabbet ve ubudiyetini ilân edip, hem bütün fânilere bedel bir Cemîl-i Bâkî, bir Rahîm-i Sermedî bulup

 

سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلٰى

 

(En yüce olan Rabbimi her türlü noksandan tenzih ederim) demekle zevalden münezzeh, kusurdan müberrâ Rabb-i Âlâsını takdis etmek;

 

• sonra teşehhüd edip, oturup, bütün mahlûkatın tahiyyât-ı mübarekelerini ve salâvât-ı tayyibelerini kendi hesabına o Cemîl-i Lemyezel ve Celîl-i Lâyezâle hediye edip ve Resul-i Ekremine selâm etmekle biatını tecdid ve evamirine itaatini izhar edip ve imanını tecdid ile tenvir etmek için şu kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmânesini müşahede edip Sâni-i Zülcelâlin vahdaniyetine şehadet etmek;

 

• hem saltanat-ı Rububiyetin dellâlı ve mübelliğ-imarziyâtı ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletine şehadet etmek demek olan mağrib namazını kılmak ne kadar latîf, nazif bir vazife, ne kadar aziz, leziz bir hizmet, ne kadar hoş ve güzel bir ubudiyet, ne kadar ciddî bir hakikat ve bu fâni misafirhanede bâkiyâne bir sohbet ve dâimâne bir saadet olduğunu anlamayan adam, nasıl adam olabilir

 

İşâ vaktinde ki, o vakit gündüzün ufukta kalan bakıye-i âsârı dahi kaybolup gece âlemi kâinatı kaplar. Mukallibü’l-Leyli ve’n-Nehâr olan Kadîr-i Zülcelâlin o beyaz sayfayı bu siyah sayfaya çevirmesindeki tasarrufât-ı Rabbâniyesiyle, yazın müzeyyen yeşil sayfasını kışın bârid beyaz sayfasına çevirmesindeki Musahhıru’ş-Şemsi ve’l-Kamer olan Hakîm-i Zülkemâlin icraat-ı İlâhiyesini hatırlatır.

 

Hem mürur-u zamanla ehl-i kuburun bakıye-i âsârı dahi şu dünyadan kesilmesiyle bütün bütün başka âleme geçmesindeki Hâlık-ı Mevt ve Hayatın şuûnât-ı İlâhiyesini andırır. Hem dar ve fâni ve hakir dünyanın tamamen harap olup, azîm sekerâtıyla vefat edip, geniş ve bâki ve azametli âlem-i âhiretin inkişafında Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın tasarrufât-ı celâliyesini ve tecelliyât-ı cemâliyesini andırır, hatırlattırır bir zamandır.

 

Hem şu kâinatın Mâlik ve Mutasarrıf-ı Hakikîsi, Mâbud ve Mahbûb-u Hakikîsi o Zat olabilir ki, gece-gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti, bir kitabın sayfaları gibi suhuletle çevirir, yazar, bozar, değiştirir, bütün bunlara hükmeder bir Kadîr-i Mutlak olduğunu ispat eden bir vaziyettir.

 

nefsini bilen Rabbini bilir

 

Nefsi bilmek; ben neyim, mahiyetim nedir sorusunun cevabıdır. İnsan aynaya baktığında resmini gördüğü gibi, kendine baktığında da nasıl bir mahiyete ve fıtrata sahip olduğunu da görmesi lazımdır.

 

Bir iki misal; insan acizdir, çünkü bir mikroba bile yenilir. İnsan fakirdir, çünkü her şeye muhtaçtır ve kendi yaratma gücüne sahip değildir. Düşmanları çoktur, çünkü gökteki kuyruklu yıldızdan bile yerde korkar. Emelleri çoktur ama eli kısadır. Fıtraten her şeyi sever muhabbet eder ama onları koruyamaz.

 

Şimdi böyle bir insan, teselli ister, sevdikleriyle ebedi beraberlik ister, taleplerinin karşılanmasını ister, düşmanlarından emin olmak ister, her yerden gelen tazyikatın içinde teneffüs ister. Ve insan bu halet-i rûhiyeyi günün bir saatine mahsus taşımadığından, belki her dakikasında her saniyesinde taşıdığından günün belirli vakitlerinde istirahata muhtaçtır.

 

İşte günün beş vakit namazı, her vaktin ihtar ettiği nimetleri ayrı ayrı şükür ve hamd ve tesbih olduğu gibi, her vaktin içinde gelen tazyikatlarla, sıkıntılarla beraber gelmektedir. İşte namaz bu vakitlerde gelen envaı nimetlere şükür envaı sıkıntılara sabır istirahat teneffüstür.

 

Bu dersi ben iyi anlatamadığımı görüyorum çünkü bu ders ruhi ve kalbi bir hazzı izah ediyor, bu haz yaşanırsa daha güzel anlatılır. İnşallah rabbimiz yaşamak nasib etsin

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 

 

 

 

 


 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

İşte, nihayetsiz âciz, zayıf, hem nihayetsiz fakir, muhtaç, hem nihayetsiz bir istikbal zulümâtına dalmakta, hem nihayetsiz hâdisât içinde çalkanmakta olan ruh-u beşer, yatsı namazını kılmak için şu mânâdaki işâda,

İbrahimvâri

 

لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ

 

(Ben batıp gidenleri sevmem.” En’âm Sûresi, 6:76 ) deyip, Mâbûd-u Lemyezel, Mahbûb-u Lâyezâlin dergâhına namazla iltica edip ve şu fâni âlemde ve fâni ömürde ve karanlık dünyada ve karanlık istikbalde bir Bâkî-i Sermedî ile münâcât edip, bir parçacık bir sohbet-i bâkiye, birkaç dakikacık bir ömr-ü bâki içinde dünyasına nur serpecek, istikbalini ışıklandıracak, mevcudâtın ve ahbabının firak ve zevalinden neş’et eden yaralarına merhem sürecek olan Rahmân-ı Rahîmin iltifat-ı rahmetini ve nur-u hidayetini görüp istemek;

 

• hem muvakkaten onu unutan ve gizlenen dünyayı o dahi unutup, dertlerini kalbin ağlamasıyla dergâh-ı rahmette döküp;

 

• hem ne olur ne olmaz, ölüme benzeyen uykuya girmeden evvel son vazife-i ubudiyetini yapıp, yevmiye defter-i amelini hüsn-ü hâtime ile bağlamak için salâta kıyam etmek,

 

• yani bütün fâni sevdiklerine bedel bir Mâbud ve Mahbûb-u Bâkînin ve bütün dilencilik ettiği âcizlere bedel bir Kadîr-i Kerîmin ve bütün titrediği muzırların şerrinden kurtulmak için bir Hafîz-i Rahîmin huzuruna çıkmak;

 

• hem Fâtiha ile başlamak, yani birşeye yaramayan ve yerinde olmayan, nâkıs, fakir mahlûkları medih ve minnettarlığa bedel, bir Kâmil-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak ve Rahîm, Kerîm olan Rabbü’l-Âlemîni medh ü senâ etmek, hem

 

اِيَّاكَ نَعْبُدُ

 

(yalnız sana ibadet eder) hitabına terakki etmek, yani küçüklüğü, hiçliği, kimsesizliği ile beraber, Ezel ve Ebed Sultanı olan

 

مَالِكِ يِوْمِ الدِّينِ

 

(Mâlik-i Yevmiddîn)e intisabıyla şu kâinatta nazdar bir misafir ve ehemmiyetli bir vazifedar makamına girip

 

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

 

(Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5) demekle bütün mahlûkat namına, kâinatın cemaat-i kübrâsı ve cemiyet-i uzmâsındaki ibâdât ve istiânâtı Ona takdim etmek;

 

• hem

 

اِهْدِناَ الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ

 

(Bizi doğru yola ilet.” Fâtiha Sûresi, 1:6.) demekle, istikbal karanlığı içinde saadet-i ebediyeye giden nuranî yolu olan sırat-ı müstakime hidayeti istemek;

 

• hem şimdi yatmış nebatat, hayvanat gibi gizlenmiş güneşler, huşyar yıldızlar, birer nefer misilli emrine musahhar ve bu misafirhane-i âlemde birer lâmbası ve hizmetkârı olan Zat-ı Zülcelâlin kibriyâsını düşünüp, Allahu ekber deyip rukûa varmak;

 

• hem bütün mahlûkatın secde-i kübrâsını düşünüp, yani şu gecede yatmış mahlûkat gibi her senede, her asırdaki envâ-ı mevcudat, hattâ arz, hattâ dünya birer muntazam ordu, belki birer muti nefer gibi vazife-i ubudiyet-i dünyeviyesinden emr-i

 

كُنْ فَيَكُونُ

 

(kün feyekûn) ile terhis edildiği zaman, yani âlem-i gayba gönderildiği vakit, nihayet intizam ile zevalde gurub seccadesinde Allahu ekber deyip secde ettikleri, hem emr-i

 

كُنْ فَيَكُونُ

 

(kün feyekûn)’dan gelen bir sayha-i ihyâ ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolup, kıyam edip, kemerbeste-i hizmet-i Mevlâ oldukları gibi, şu insancık, onlara iktidaen, o Rahmân-ı Zülkemâlin, o Rahîm-i Zülcemâlin bârgâh-ı huzurunda hayret-âlûd bir muhabbet, beka-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde Allahu ekber deyip sücuda gitmek, yani bir nevi miraca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar mâkul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir ubudiyet, bir ciddî hakikat olduğunu elbette anladın.

 

Demek şu beş vakit, herbiri birer inkılâb-ı azîmin işârâtı ve icraat-ı cesîme-i Rabbâniyenin emârâtı ve in’âmât-ı külliye-i İlâhiyenin alâmâtı olduklarından, borç ve zimmet olan farz namazın o zamanlara tahsisi nihayet hikmettir.

 

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ مُعَلِّماً لِعِبَادِكَ لِيُعَلِّمَهُمْ كَيْفِيَّةَ مَعْرِفَتِكَ وَالْعُبوُدِيَّةِ لَكَ وَمُعَرِّفاً لِكُنُوزِ اَسْمَاۤئِكَ وَتَرْجُمَاناً ِلاٰيَاتِ كِتَابِ كَاۤئِنَاتِكَ وَمِرْاٰةً بِعُبوُدِيَّتِهِ لِجَمَالِ رُبُوبِيَّتِكَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَارْحَمْناَ وَارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ اٰمِينَ بِرَحْمَتِكَ يَاۤ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ

 

(Allah’ım, kullarına Seni nasıl tanıyacaklarını ve Sana nasıl kulluk edeceklerini öğretmek ve isimlerinin hazinelerini tarif etmek üzere, kitab-ı kâinatının âyetlerinin tercümanı ve ubudiyetiyle Senin cemâl-i rububiyetine bir ayna olarak gönderdiğin zâta, onun bütün âl ve ashâbına salât ve selâm et. Bize ve erkek, kadın bütün mü’minlere merhamet et. Âmin, rahmetinle ey Erhamürrâhimîn.)

 

Kur’an-ı Kerim Cenâb-ı Hakk’ın kelamından gelen mukaddes bir kitap olduğu gibi, kâinatta Allah’ın emir ve iradesinden gelen tekvimi ayetlerle yazılmış kudretin bir kitabıdır

bu iki kitap bir birinin lisanıdır; biri tecessüm, biri lisandır. İkisini de doğru okumadıkça Allah’ı tanımayız. İnşallah doğru okuyanlardan oluruz.

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 

Risale-i Nur Sohbetleri

Muhabbet-i Bakiye

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir