Sünnet-i Seniyye’ye İttiba

/, Sohbetlerimiz/Sünnet-i Seniyye’ye İttiba

“Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habîbullâh’a ittibâ‘ edilecek. Eğer ittibâ‘ edilmezse, netice veriyor ki; Allah’a muhabbetiniz yoktur.”

gul_kuran 

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

11.LEMA

Mirkatü’s-Sünne ve Tiryâk-ı Marazü’l-Bid‘a

 

لَقَدْ جَاۤءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ

 

Şu ayetin birinci makamı Minhâcü’s-Sünnet, ikinci makamı Mirkatü’s-Sünnettir.

 

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

 

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ

 

Bu iki âyet-i azîmenin yüzer nüktesinden “Onbir nükte”si icmâlen beyân edilecek.

 

Birinci Nükte: Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş

 

مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى فَلَهُ اَجْرُ مِائَةِ شَهِيدٍ

 

Yani “Fesâd-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük ederse, yüz şehîdin ecrini ve sevabını kazanabilir.

 

Bu asrımıza ve evvelik asırlara nazar edersek, insan dunyaya geldiğinden beri manevi olarak bu derece karanlık bir asır yaşanmamıştır. Bazı kavimler bazı azgınlıklıklarında ifrad etmişler helak olmuşlar; kimine tufan, kimine zelzele, kimine gökten taş ve ateş, kimine bir fırtına alıb dağlara vura vura helak etmişler. Helak olmuşlar, halbuki onların umumunun isyanları daha kesretli bir şekilde bu asırda mevcuddur. Her türlü melanet her yerde vardır; faiz bu asırda olduğu kadar hiç bir asırda artmamıştır, zina bu asırda arttığı kadar hiçbir asırda yaygınlaşmamıştır, tarihde Allah’ı inkar eden bir devlet kurulmamıştır ama bu asırda Rusya ve bazı kominist rejimler doğrudan Allah’ı inkar etmişlerdir. İslamiyet geldiğinden beri hiç bir asırda bu kadar hucuma uğramadı, hiçbir asırda Kur’an-ı Kerim anayasallıkdan kaldırılmadı ama bu asırda kaldırıldı.

 

Eskiden az kimsenin evinde Kur’an-ı Kerim vardı matbaa olmadığından her yerde yoktu ama herkesde Kur’an-ı Kerime gönülden bir intisab ve itaat ve malumat vardı. Ama bu zamanda bir evde 3-5 adet Kur’an-ı Kerim olduğu halde ondan malumatı olan neredeyse yok ve bu hal alem-i İslam’da var. Bir defa okuyan bir zaman sonra ancak bir defa daha okuyor ya anlamıyor yada yanlış anlıyor.

 

Hiçbir asırda muslumanlar peygamberimiz hakkında bu kadar cahil olmadı. Hiçbir asırda muslumanlar islamdan bu kadar uzak olmadı ve haramlara bu kadar giriftar olmadı haramları bu kadar hoş görmedi. Müslumanlar arasındaki fitne hiçbir asırda bu kadar büyük bir hal almadı. Koca İslam alemi bir boğumluk israille baş edemiyorlar, çünkü dağınıklar ve birbirlerine güvenmiyorlar. Bu izahat dahada uzatıla bilir.

 

Bu misaller şunun içindi; biz ahir zamanın fitnesinin tam içindeyiz. Tüm peygamberlerin ummetlerini korkuttukları bir asırdayız. Sahabelerin bazıları acaba ahir zamanmı geldi diye korkusundan evine kapandıkları bir asırdayız ve nekadar da gunahlara karşı cesuruz değil mi.. Her daim titrememiz lazımken, rahmete iltica etmemiz lazımken, dünyanın peşindeyiz ve kariyer peşindeyiz ve halimizdende memnunuz malesef ..

 

Demek bizler ahir zaman fitnesi içindeyiz ve karanlıklar içindeki karanlıklardan azıcık aklı başında olanlar, bir necat ararlar, bir kurtuluş ararlar. Yukarıda hadis-i şerifi hatırlayalım; “kim ummetimin fedada uğradığı zamanda sunnetime sıkı sıkı yapışırsa, ona yuz şehdin ucreti verilecek” diyor. İşte bizim reçetemiz; farzlar ve vaciblerde zaten itaate memuruz taviz olamaz. Bu zamanda herkes islamdan imandan Kur’an’dan ve efendimizin yaşadığı gibi yaşamakdan bihaber iken efendimiz gibi yaşamayı maksad edinmek, o neyi nasıl yaptı; aynı aynına yapmak. Biri sorsa neden böyle yapıyorsun? Tek cevab; “çünkü efendimiz böyle yaptı. Ondan bende öyle yapıyorum” demek.

 

Kardeşler yarın İslam’ı yaşamak daha kolaylaştığında, bize veribilecek bu yuksek ucret kalkacak. Zira fitne asrı şimdidir herkes İslam’dan gafildir. Demek şimdi islamı yaşamak ve sunnetiyaşamak zamanıdır.

 

Bir şehidin nail olduğu ucretleri az çok bilirsiniz;

biri öldüğünü bilmez yaşadığını sanır,

biri ona özel hususi bir alem verilir,

biri mahşerde kul borcu hariç sorgusu yoktur,

biri cehennemlik akrabalarından 70 kişiyi cennete göturebilecek,

biri hayal gibi bir hızla cennete girecek,

Şimdi; bu fitne asrında biri sunnete göre yaşasa, sunnete göre okusa, sunnete göre evlense, sunnete göre aile reisi olsa, sunnete göre evladını buyutse, sunnete gere sarığa sahib çıksa, sunnete göre hattı Kur’an’a sahib çıksa, sunnete göre yemek yese su içse uyusa, derecesine göre 1 den 100 e kadar şehid sevabı kazanabilir.Faraza 10 şehid kazansa; tüm o ucretleri on katı alır. Cehennemlik akrabalarından 70×10; 700 kişiyi Allah’ın izni ile cennete götürür.

 

Bu azim mükafatın geçerlilik zamanı; fesad ummet zamanıdır. Fesad kalktığı zaman bu azim ücret kalkacak. Sanki bir çeşit kampanya değil mi?

 

Evet sünnet-i seniyeye ittibâ‘ etmek, mutlaka gayet kıymetdardır. Hususan bid‘aların istîlâsı zamanında sünnet-i seniyeye ittibâ‘ etmek, daha ziyâde kıymetdardır. Bilhassa fesâd-ı ümmet zamanında sünnet-i seniyenin küçük bir âdâbına mürâât etmek, ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir îmânı ihsâs ediyor. Doğrudan doğruya sünnet-i seniyeye ittibâ‘ etmek, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı hâtıra getiriyor. O ihtârdan, o hâtıra, bir huzûr-u İlâhî hâtırasına inkılâb eder.

 

Hatta en küçük bir muâmelede; hatta yemek, içmek ve yatmak âdâbında sünnet-i seniyeye mürâât ettiği dakikada, o âdî muâmele ve o fıtrî amel, sevablı bir ibâdet ve şer‘î bir hareket oluyor. Çünki o âdî hareketiyle Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a ittibâı düşünür ve şerîatın bir edebi olduğunu tasavvur eder ve şerîatın sâhibi, o olduğu hâtırına gelir. Ve ondan Şâri‘-i Hakîkî olan Cenâb-ı Hakk’a kalbi müteveccih olur, bir nevi‘ huzûr ve ibâdet kazanır.

 

İşte bu sırra binâen, sünnet-i seniyeye ittibâı kendine âdet eden, âdâtını ibâdete çevirir, bütün ömrünü semeredâr ve sevabdâr yapabilir.

Evet, yukarıda yazdığımız gibi hayatımızın her alanında her noktasında burada sunnet nasıldır diye sorsak bilmiyorsak öğrensek ve hayatımıza uygulasak, elbette o anların herbirinde efendimiz hatırımızda ve kalbimizde olacak. Yemek yerken hatırımızda efendimiz, su içerken hatırımızda efendimiz.. Bir su içmekde kaç tane sunnet var bilir misiniz?

biri oturarak içmek

biri başı kapalı içmek

biri sağ elle içmek

bir 3 yudumda içmek

biri sutu emer gibi suyu içmek

biri besmele çekerek içmek

biri tefekkur ederek içmek

biri elhamdulillah demek

 

Risale-i Nur’un en birinci vazifesi olan hattı Kur’an’ı yazarken, unutulmuş bir sunneti ihya etmenin memnuniyeti ile yazmak ve efendimizin bundan çok hoşnud olduğunu bilmek ve bilerek yazmak zira bu sunnet unutturulmuş.

 

Evet, hassaten unutturulmuş sunnetlerin ihyası çok daha mukafatlıdır. Demek fiillerimizi yaparken sunnette var mı bakmak, sonra sunnetiki gibi yapmak; Peygamber Efendimizi herdaim hatırmızda tutacaktır. Onu hatırlamak Allah’ı hatırlamaya ınkılab ecektir. Bu demektir ki biz sünneti yaşadığımız nisbette Allah ile beraberiz. Eğer hayatımızda yaşantımızde sunnet az ve ya yok ise, Allah ile beraberliğimizde o nisbette az veya yok demektir. Neuzubillah ..

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

İkinci Nükte:

 

İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî(ra) demiş ki:

 

“Ben seyr-i rûhânîde kat‘-ı merâtib ederken, tabakat-ı evliyâ içinde en parlağını ve en haşmetlisini ve en letâfetlisini ve en emniyetlisini, sünnet-i seniyeye ittibâı, esâs-ı tarîkat ittihâz edenleri gördüm.

 

İmam-ı Rabbani hz.leri gibi buyukler beni İsrail’in nebileri gibidirler. Manevi alemlerin ahvalini, bazan dunyanın ahvalinden daha iyi bilirler İbrahim Hakkı hazretleri ben semanın caddelerini tillonun sokaklarından iyi bilirim demesi gibi.

Bu buyuk zatlar, sadece hazır zamanın maneviyatını ve hizmet edenlerini görmezler, bazan mazide hizmet edenleride istikbalde hizmet edecekleride görürler. Bunlar arasında, istikamette gidenleri ve gitmeyenleri gördükleri gibi, istikamette gidenler arasındada en parlak kimler gidiyor onlarıda muşahede ederler.

 

Evet, insan hılkaten kainatın göz bebeği olduğu gibi, kainat insanın fiillerine gözlerini dikmiş bekliyor; adeta bir guzel amel işlesin bir onu resm edelim kaydedelim ve melekler arasında medar-ı bahs edelim. Elbette böylesini tum dikkatlerle haraketleri takib edilen insanların arasında maneviyat buyuklerinin hizmetleri daha parlak bir şekilme manevi alemlerin memnunane ve iftiharla medar ı bahisleridir ve takib edilmektedirler

 

Hz. Ustad’da Sikke-i Tasdik-i Gaybi s.22 civarında der ki;

Manevi bir muhaverede Risale-i Nur’un iman ve tevhid hususundaki kesretli tahşidatının sebebi nedir diye munazaralarını tamamen işittim, size bir hulasasını yazıyorum diyor; İmam-ı Rabbani Hazretleri böyle maneviyatı sinama gibi izleyenlerdendir ve hizmetinde sunnet i seniyeyi esas tutanları daha emniyette ve istikamette ve daha parlak gördum,Hatta o tabakanın âmî evliyâları, sâir tabakatın hâs velîlerinden daha muhteşem görünüyordu!” diyor.

 

Burası farklı şekillerde anlaşılabilir; mesela ehl-i sunnetin haricindede bazı evliyalar vardır bir kısım alevilerde olduğu ve onlar bir nevi meczubdurlar veya sahabeler tarikatle değil doğrudan hakikat mesleği ile gittiler. Tarikat kurbiyetin inkişafıyla giderken sahabeler akrebiyetin inkişafıyla gitmişlerdir. kurbiyetin en yukseği, akrebiyetin en duşuğune yetişemiyor şeklindede anlaşılabilir.

 

Beşinci mektubda Ustadımız İmam-ı Rabbani Hazretlerinin ahir ömründe hakikat mesleğiyle hareket ettiğini söyluyor, acizane anladığım kurbiyet mesleğini bitirdiği veya bıraktığı akrebiyetin inkişafı mesleğine geçtiği anlaşılabilir.

 

Evet Müceddid-i Elf-i Sânî İmâm-ı Rabbânî(ra) hak söylüyor. Sünnet-i seniyeyi esas tutan, Habîbullâh’ın zılli altında makam-ı mahbûbiyete mazhardır.

 

Üçüncü Nükte:

 

Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalıştığım bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müdhiş ve ma‘nevî bir fırtına içerisinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyyâ’dan serâya, kâh serâdan Süreyyâ’ya kadar bir sukut ve suûd içerisinde çalkanıyorlardı.

 

Kardeşler Hazreti Ustad ve Ustad gibilerde kendilerini pür kusur görmek bir ihsan-ı ilahidir ve tam inayete sebebdir. Hazreti Ustad birinci said zamanında bidiuzzaman idi. 14 yaşında tum alimleri malub etmiş idi, ilmin izzeti onu haramlara yaklaştırmıyordu. Tüm islam kitablarını ezberlemişti ve istesem 3 günde Kur’an-ı Kerim’i ezberlerdim ama Kur’ana hurmeten 15 gunde ezberledim demiştir. Hazreti Ustad bu birinci saidden çıkıyor.

 

Dikkatini çekmek isterim 1.Dunya savaşında at ustunde her an şehid olmanın beklentisi halinde İşaratü’l-İ’caz tefsirini yazdırmıştır; toplar gulleler arasında, o halde nasıl bir ihlas olur insanda tahmin ediniz. O tam muhteşem ihlas o ortamdan sonra kısmen azalabilir belki ama Risale-i Nur’un telifi başlangıncında İkinci Said devri başlamıştır ki; o harbdeki ıhlasın İkinci Said zamanında daima mevcud olması anlamınada gelir. Demek Risale-i Nur’a tam teslim olan imana Kur’an’a tam ihlas ile hizmetkar olabilir. Allah nasib etsin inşallah.

Bu izahı şunun için yaptım, sukut ve suud yani aşağılara yuvarlanmak ve vasatı terk etmek, hakiki manada bizim haytımızda var. Bazan haramlara girmemiz bizim sukutumuzdur, bazan kafamıza göre amelimizde bizim suudumuz yani ifradımızdır. Hazreti Ustadı kendi makamına göre yorumlamak lazım bizimle karıştırmamak lazım. Hiç gunah işlemeyen muhafaza edilen bir zatın sukutu nasıl olur ona göre yorumlamak lazım yoksa bizim gibi sanmak hata olur.

 

İşte o zaman müşâhede ettim ki, sünnet-i seniyenin mes’eleleri, hatta küçük âdâbları; gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümâtlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum.

Hem o seyâhat-i rûhiyede çok tazyîkat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaz‘iyette kendimi gördüğüm zamanda, sünnet-i seniyenin o vaz‘iyete temas eden mes’elelerine ittibâ‘ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hıffet buluyordum. Bir teslîmiyetle tereddüdlerden ve vesveselerden, “Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?” diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çekse idim, bakıyordum, tazyîkat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümâtlı. Ne vakit sünnete yapışsam; yol aydınlanıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyîkat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum.

 

İşte o zamanlarda İmâm-ı Rabbânî’nin hükmünü bilmüşâhede tasdîk ettim.

 

Evet İmam-ı Rabbani hz.lerinin hukmunu böyle anlamak ve yorumlamak lazımdır, hayatımızın her anında sunneti tercih etmek. İş kururken eşler arası munasebetin ölçüsünde, çocuk terbiyesinde, ibadet ederken, hatalara duşmemenin çaresi sunnettir. Bazıları mesleğinin virdini o derece yuksek görur ki; farzı acele kılar, virdine koşar. Halbuki o virdin milyonlar kat fazla menfaati o bir farzda var. Demek sunnet-i seniyenin herbir dusturu ve emri insanı acabalardan kurtarır, tereddudlerden kurtarır, ifrad ve tefridden kurtarır.

 

Had-ı vasata kavuşturur rahat ı kalb ve huzur ile bir maddi ve manevi hayat geçirir Elhamdulillah

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

Dördüncü Nükte:

 

Bir zaman rabıta-i mevtten ve اَلْمَوْتُ حَقٌّ kaziyesindeki tasdikten ve âlemin zeval ve fenâsından gelen bir hâlet-i ruhiyeden, kendimi acip bir âlemde gördüm. Baktım ki, ben bir cenazeyim, üç mühim büyük cenazenin başında duruyorum.

 

Birisi: Benim hayatımla alâkadar ve mazi kabrine giren zîhayat mahlûkatın heyet-i mecmuasının cenaze-i mâneviyesi başında bir mezar taşı hükmündeyim.

 

İkincisi: Küre-i arz mezaristanında, nev-i beşerin hayatıyla alâkadar envâ-ı zîhayatın heyet-i mecmuasının mazi mezarına defnedilen azîm cenazenin başında bulunan, mezar taşı olan bu asrın yüzünde çabuk silinecek bir nokta ve çabuk ölecek bir karıncayım.

 

Üçüncüsü: Şu kâinatın kıyamet vaktinde ölmesi, muhakkaku’l-vuku olduğu için, nazarımda vâki hükmüne geçti. O azîm cenazenin sekeratından dehşet ve vefatından beht ve hayret içinde kendimi görmekle beraber, istikbalde de muhakkaku’l-vuku olan vefatım o zaman vuku buluyor gibi göründü ve فَاِنْ تَوَلَّوْا -ilâ âhirihî- sırrıyla, bütün mevcûdât, bütün mahbûbât, benim vefatımla bana arkalarını çevirip, beni terk ettiler, beni yalnız bıraktılar. Hadsiz bir deniz sûretini alan ebed tarafındaki istikbâle ruhum sevk ediliyordu.

 

O denize ister istemez atılmak lâzım geliyordu. İşte o pek acîb ve çok hazîn hâlette iken, îmân ve Kur’ân’dan gelen bir meded ile فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ âyeti imdâdıma yetişti;

 

Yaklaşık meali; “eğer senden sırt çevirirlerse deki Allah bana yeter ondan başka ilah yoktur ben ona tevekkül ettim ve o büyük arşın rabbidir. “

 

Ve gayet emniyetli ve selâmetli bir gemi hükmüne geçti. Ruhum, kemâl-i emniyetle ve sürûrla o âyetin içine girdi. Evet anladım ki; âyetin ma‘nâ-yı sarîhinden başka bir ma‘nâ-yı işârîsi, beni teselli etti ki; sükûnet buldum ve sekînet verdi.

 

Evet nasıl ki âyetin ma‘nâ-yı sarîhi, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a der: “Eğer ehl-i dalâlet arka çevirip, senin şerîat ve sünnetinden i‘râz edip Kur’ân’ı dinlemezlerse, merak etme! Ve de ki: ‘Cenâb-ı Hak bana kâfîdir. O’na tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize ittibâ‘ edecekleri yetiştirir.’ Taht-ı saltanatı her şeyi muhîttir. Ne âsîler, hududundan kaçabilirler ve ne de istimdâd edenler mededsiz kalırlar!”

 

Öyle de, ma‘nâ-yı işârîsiyle der ki:

“Ey insan ve ey insanların reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcûdât seni bırakıp fenâ yolunda ademe giderse, eğer zîhayatlar senden mufârakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terkedip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalâlet seni dinlemeyip zulümâta düşerse, merak etme! De ki: ‘Cenâb-ı Hak bana kâfîdir.’ Madem o var, her şey var. O halde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı Azîm sâhibi, nihâyetsiz cünûdundan ve askerlerinden başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler, mahvolmadılar, başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazîfedârları gönderir ve dalâlete düşenlere bedel, tarîk-i hakkı ta‘kîb edecek mutî‘ kullarını gönderebilir. Madem öyledir, o, her şeye bedeldir. Bütün eşyâ, bir tek teveccühüne bedel olamaz!” der.

 

İşte şu ma‘nâ-yı işârî vâsıtasıyla; bana dehşet veren üç müdhiş cenaze, başka şekil aldılar.

 

Evet, mezkur ayetin sarih manasından başka, insanın en yakınından en yakınından tut tediricen tum kainat insana sırt çeviribi terkedib gidiyorlar göruntusu var. Bu ayet diyor ki; halıkin başka alemlerine gittiler; yok olmadılar, kaybolmadılar. Hem gidenleri yeri boş kalmadı, bir bahar gitti ama yeni taze bir bahar geldi. Eğer insanlar senin anlattığın hakikati dinlemez sırt çevirirlerse, merak etme az sabr et, o seni dinlemeyenler giderler yerlerini seni dinlyecekler gönderilirler. Demek o hasbuna’dır; o bize yeter, o bize yetiştirir. O var herşey var.

 

Yani hem Hakîm, hem Rahîm, hem Âdil, hem Kadîr bir Zât-ı Zülcelâl’in taht-ı tedbîr ve rubûbiyetinde ve hikmet ve rahmeti içinde hikmetnümâ bir seyerân, ibretnümâ bir cevelân, vazîfedârâne bir seyahat sûretinde bir seyr u seferdir, bir terhîs ve tavzîftir ki; böyle kâinât çalkanıyor, geliyorlar, gidiyorlar.

 

Kainata ism-i hakimin muktezası olan hikmet nazarı ile bakmak, kainata ism-i baki nin muktezası olan beka nazarı ile bakmak, kainata ism-i hafiz in muktezası olan beka hıfz nazarı ile bakmak, kainata ism-i hafiz in muktezası olan hıfz nazarı ile bakmak.. hakeza çoğaltılabilir; gösteriyor ki; herşey muhafaza ediliyor, hiçbir şey yok olmuyor. Herşeyde hikmet ve maslahat takib ediliyor. Halbuki bu hakikatler görülmediği zaman, her şey seni terk eder, kaybolur gider. Terkedenlerin elemi yaktığı gibi, terkedeceklerin dahi elemi insanı yakar daha dunyada azab çeker insan.

 

Demek insanın kalbinin gıdası ruhunun nuru, hayatının hayatı; imandır, Kur’an’dır, sunnettir.

 

Allah hidayetimizi tezyid eylesin ve bizi istikamet uzere huzuruna vasıl eylesin

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm, 

 

Beşinci Nükte

 

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ

 

mealinde ki; “eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, bana ittiba ediniz allahda sizi sevsin” bu ayet bize bir ölçü veriyor. Peygamber Efendimiz asv.ı esas ve merkez gösteriyor ve onun sunnetine ittiba ettiğiniz derecede kullarını seveceğini ifade ediyor.

 

Evet biz zaten Allah’ı seviyoruz, asıl olan Allah bizi seviviyor mu sorusunun cevabıdır. Bu ayet bize diyor ki; ne kadar sunnete teslimiyet o kadar Allah sevgisi. Elbette sunnetin tamamını yaşamaya muktedir olamayız ama itikad edebilir isteyebilir teslim olabiliriz.

 

 

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ âyet-i azîmesi, ittibâ‘-ı sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat‘î bir sûrette i‘lân ediyor. Evet şu âyet-i kerîme, kıyâsât-ı mantıkiye içinde, kıyâs-ı istisnâî kısmının en kuvvetli ve kat‘î bir kıyâsıdır.

 

Mantık ilminde kıyasın nevleri vardır. En keskin ve istisnai kısmını bu ayet göstermektedir bize, şöyle ki;

 

Nasıl mantıkça kıyâs-ı istisnâî misâli olarak deniliyor: “Eğer güneş çıksa, gündüz olacak.” Müsbet netice için denilir: “Güneş çıktı, öyle ise netice veriyor ki, şimdi gündüzdür.”  Menfî netice için deniliyor: “Gündüz değil, öyle ise netice veriyor ki, güneş çıkmamış.” Mantıkça, bu müsbet ve menfî iki netice kat‘îdirler. Aynen öyle de; şu âyet-i kerîme der ki: “Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa,

 

Evet, bu soruyu kalbimize soralım.

 

“Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habîbullâh’a ittibâ‘ edilecek. Eğer ittibâ‘ edilmezse, netice veriyor ki; Allah’a muhabbetiniz yoktur.”

 

Yaşantısında sunnete ehemmiyet vermeyenleri kulakları çınlasın.

 

Eğer muhabbetullâh varsa, netice verir ki: Habîbullâh’ın sünnet-i seniyesine ittibâı intâc eder. Evet Cenâb-ı Hakk’a îmân eden, elbette ona itâat edecek. Ve itâat yolları içinde en makbûlü ve en müstakîmi ve en kısası, bilâ-şübhe Habîbullâh’ın gösterdiği ve ta‘kîb ettiği yoldur.

 

Elbette imanı olan Allah’ı sever ama bu sevginin bir istikameti olmalı, amacına uygun istimal edlilmeli. Madem bizde iman var elbette Allah’ı seviyoruz sevmemek olamaz. Madem Allah’ı seviyoruz elbette ona itaat edeceğiz; ona itaat ona sevgimizin isbatıdır. Ama bu itaat nasıl olmalı hangi şekillerde olmalı hangi tavır ve usullerde olmalı, bunu biz kendimiz bilemeyiz ve tayin edemeyiz ve tesbit edemeyiz. Bütün ümmeti bu itaatte disipline eden bir birlik içine koyan ve ummeti ummet eden peygamber efendimizin sunnetidir. Sunnet-i seniyye bize Allah’a nasıl itaat edeceğimizin pusulasıdır en kısa ve selametli ve mustakim yoludur.

Allah’u teala bizim imandan gelen muhabbetimizi sunnet-i seniyye bağlayarak bizi disipline ediyor ve zaten levlake sırrına mazhar olan efendimize olan eşsiz muhabbetinide bu ayetle bize gösteriyor. Adeta diyor ki; ben habibimin her hal ve hareket ve tavır ve tarz ve ima ve işaret herne sudur etti ise ben onu sevdim, sizde onun yaptığı gibi yapınki ona benzeyesiniz ona benzediğiniz surece ben sizide seveceğim.

 

Evet bu kâinâtı bu derece in‘âmât ile dolduran Zât-ı Kerîm-i Zülcemâl, zîşuûrlardan o ni‘metlere karşı şükür istemesi, zarûrî ve bedîhîdir.

 

Arkadaşlar askerin komutanına nisbeti ne ise emir ve itaat noktasında kulun Allah ile munasebeti böyledir yani Allah bizlere nimetleri her gun her an her hafta her sene gönderiyor, fakat biz hayvan gibi tuketelim diye göndermiyor elbette bize şuur vererek işaret ediyorki; “hayvanlarada rızık veriyorum ama onlardan şükür istemiyorum, ama size şuur verdim; sizden şükür istiyorum. Benim istediğimi yapın, hayvanlara bakıp onları yaptığını yapmayın.” Bu mana kainata bakılsa bize gelen nimetlere bakılsa bedihidi, açıktır görunür.

 

 Hem bu kâinâtı bu kadar mu‘cizât-ı san‘atıyla tezyîn eden o Zât-ı Kerîm-i Zülcelâl, elbette ve bilbedâhe zîşuûrlar içinde en mümtâz birisini kendine muhâtab ve tercüman; ve ibâdına mübelliğ ve imam yapacaktır.

 

Ve yapmışta; peygamber efendimiz bize Kur’an-ı Kerim’in elçisi olduğu gibi; Kur’an-ı kebir-i kainatında elçisidir. Peygamber efendimiz asv. bize Kur’an-ı Kerim tebliğcisi ve muallimi olduğu gibi; Kur’an-ı kebir-i kainatında tebliğcisi ve muallimidir. Peygaber efendimiz asv. bize Kur’an-ı Kerim’le gelen emirlere nasıl itaat edeceğimizin imamı olduğu gibi; Kur’an-ı kebir-i kainatta dahi cari olan adetullah kanunlarına nasıl itaat edeceğimizin imamıdır. Elhamdulillah o ne guzel bir imam ne guzel bir rehber ne guzel rasuldur.

 

 Hem bu kâinâtı had ve hesaba gelmez tecelliyât-ı cemâl ve kemâlâtına mazhar eden o Zât-ı Cemîl-i Zülkemâl, elbette ve bilbedâhe sevdiği ve izhârını istediği cemâl ve kemâl ve esmâ ve san‘atının en câmi‘ ve en mükemmel mikyâs ve medârı olan bir zâta, herhalde en ekmel bir vaz‘iyet-i ubûdiyeti verecek; ve onun vaz‘iyetini sâirlerine numûne-i imtisâl edip, herkesi onun ittibâına sevkedecek.

 

Tâ ki o güzel vaz‘iyeti, başkalarında da görünsün.

 

Elbette bu bir rehber-i ekmel, bize kainat halıkının istediği bir yaşantıda ekmel bir rehberdir ve tum asırlara bir modeldir. Tüm insanların insan gibi yaşamasının ölçüdür. İnsan gibi yaşamak isteyen nasıl yaşayacağını ondan görecek, öğrenecek ve hayvan olmakdan kurtulacak.

 

Allah rasulunun yaşantısını yaşantısına yansıtmayanlardan istikamette olan var mıdır? Onun sunnetinden başka istikamet mi olur? Ondan başka imam ondan başka rehber ondan başka muallim mi olur?Evet tüm alimlerimiz o rasul-i zişanın talebeleridir.

 

 Elhâsıl: Muhabbetullâh, sünnet-i seniyenin ittibâını istilzâm edip, intâc eder. Ne mutlu o kimseye ki; sünnet-i seniyeye ittibâından hissesi ziyâde ola! Veyl o kimseye ki; sünnet-i seniyeyi takdîr etmeyip, bid‘alara girmiş ola!

 

Hem bid’alara giriftar ol hem Allah’ı seviyorum diye dava et .. ne kadar garib ..

 

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 


 

 

 

 

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

 

Altıncı Nükte:

Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ 

 

(yani bütün bidalar dalalettir bütün dalaletlerateşin içindedir) veاَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ (yani bugun dininizi size tamamladım)

 

âyetinin sırrıyla, kavâid-i şerîat-ı garrâ ve desâtîr-i sünnet-i seniye, tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni îcâdlarla o düstûrları beğenmemek veyahud -hâşâ ve kellâ- nâkıs görmek hissini veren bid‘aları îcâd etmek dalâlettir, ateştir.

 

Evet dinde yeni icadlar, dinde olan esasları beğenmemektir veya çirkin görmektir. Allah’ın ve rasulunun guzel gördüğünü çirkin görmek ve bidatları icad etmek ve ikame etmek; dalalettir. Dalalet ateşin içindedir; herkim dalalete yapışırsa oda onunla beraber ateşin içindedir. Kanunda dini kaldırmak, ezanı kaldırma yerine Turkçesini okutmak, hattı Kur’an’ı kaldırmak ve yerine bid’a harflerini ikame etmek gibi bunlar dini beğenmemek, yerlerine yeni icadlar koymaktır.

 

Sünnet-i seniyenin merâtibi var. Bir kısmı vâcibdir, terk edilmez. O kısım, şerîat-ı garrâda tafsîlâtıyla beyân edilmiş. Onlar muhkemâttır, hiçbir cihette tebeddül etmez.

 

Namaz kılmak, oruç tutmak gibi dinin farz ve vacibleridir. Bunlar muhkemattır, tebdil edilemez; zamanı geçti yerine bu daha guzel denilemez.

 

Bir kısmı da, nevâfil nev‘indendir. Nevâfil kısmı da, iki kısımdır. Bir kısmı, ibâdete tâbi‘ olan sünnet-i seniyelerdir. Onlar da şerîat kitaplarında beyân edilmiştir. Onların tağyîri bid‘attir.

 

Kitaplarda geçen farz, vacib, sunnet sıralmasında, sunnet sırasında geçen ibadetlerdir. Bu ibadetlerin değişmeside bidattır. Sunnet namazlar gibi, gece namazları gibi doğrudan ibadete dahil olan sunnetlerdir. Gücün yettiği kadar yaparsın ama beğenmemek değiştirmek, dalalettir.

 

Diğer kısmına, “âdâb” ta‘bîr ediliyor ki, siyer-i seniye kitaplarında zikredilmiştir. Onlara muhâlefete, bid‘a denilmez.

 

Mesela yemek, içmek, uyumak adabı, eve girmek çıkmak, başkalarla munasebet adabı gibi adablara muhalefet bida sayılmaz. Yatakda sağa dönük yatmak adab bir sunnettir, sen eğer başka türlü yatarsan bidata girmiş olmazsın ama adabı nebeviye muhalefet etmiş olursun.

 

Fakat âdâb-ı Nebeviyeye bir nevi‘ muhâlefettir ve onların nûrundan ve o hakîkî edebden istifâde etmemektir. Bu kısım ise, örf ve âdât ve muâmelât-ı fıtriyede Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tevâtürle ma‘lûm olan harekâtına ittibâ‘ etmektir. Meselâ, söylemek âdâbını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlâtın âdâbının düstûrlarını beyân eden ve muâşerete taalluk eden çok sünnet-i seniyeler vardır.

 

Bu nevi‘ sünnetlere, “âdâb” ta‘bîr edilir. Fakat o âdâba ittibâ‘ eden, âdâtını ibâdete çevirir, o edebden mühim bir feyiz alır. En küçük bir âdâbın mürââtı, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tahattur ettiriyor, kalbe bir nûr veriyor. Sünnet-i seniyenin içinde en mühim olanları İslâmiyet alâmetleri olan şeâire taalluk eden sünnetlerdir.

 

Ezan şeairdendir, sarık şeairdendir, hatt-ı kur’an şeairdendir.

 

Şeâir, âdetâ hukuk-u umûmiye nev‘inden cem‘iyete âit bir ubûdiyettir. Bu ibadete cemiyetin hepsi sahib çıkmalı eğer birisi yaparsa cemiyet mesulietten kurtulur ama oda terk ederse tum cemiyet mesul olur. Birisinin yapmasıyla, o cem‘iyet umumen istifâde ettiği gibi, onun terkiyle de, umum cemâat mes’ûl olur. Bu nevi‘ şeâire riyâ giremez ve i‘lân edilir. Nâfile nev‘inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.

 

Umuma ait ibadet olduğundan sevabı şahsi farzlardan üstündür. Şeairin ilanı ihvasından efdaldir, onun ihyasında riya olmaz. Gizli değil açıkdan yapmak lazımdır, acaba riya olurmu dememek lazımdır çünkü o umuma ait bir ibadettir. Yani başkalarında onu görmesi ve bilmesi hakkıdır, gizleyince başkaların hakkını gizlemek olur. Bizim dinimizde tırnak kadar bir boşluk yok ki yerine alternatife bakılsın, yada bir çirkinlik yoktur ki daha guzeli bulunsun, yada bir zorluk yoktur ki daha kolayı ihtiyar edilsin. Sırf nefsleri memnun etmek için bu bidalara girmek, Allah muhafaza “nefislerini ilah edinenler” ayetinin tehdidine ducar edebilir, ettide.

 

Rabbim cumlemize sunnet-i seniyye dairesinde bir hayat nasib etsin o sünnetlere göre amel ihsan etsin amin

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 


 

 

 

 

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

Yedinci Nükte:

 

Sünnet-i seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nûr, bir edeb bulunmasın. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اَدَّبَنِى رَبِّى فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِى yani Rabbim bana edebi güzel bir sûrette ihsân etmiş, edeblendirmiş. Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve sünnet-i seniyeyi bilen, kat‘iyen anlar ki: Cenâb-ı Hak edebin envâını, Habîbinde(asm) cem‘ etmiştir.

 

Hayatımızın hersafhasında bir usul bir şekil bir rukun vardır; misafir gitmek, misafir kabul etmek, evlenmek, aile reisi olmak, cocuk yetiştirmek, dostlarla konuşmak, duşmanlarla anlaşmak, eşimize karşı tutumumuz, yemek yemek, su içmek ve uyumak, eve girmek mescide girmek bir meclise girmek ve ya buralardan çıkmak, insanı sevindiren hadiseler veya vefat gibi uzen hadiseler ..vs bunlargibi hayatın içnde herzaman başımıza gelen hallerdir. Ve insan her daim kendi bilmesede allahın huzurundadır yani Allah onu her an görmektedir. Hiç bir işci patronunun yanında iş kurallarına aykırı edebsizlik eder mi? Elbette etmez ve etmemeli patronu olsun veya olmasın. Ama kesin olan bir hakikiat var ki bizler daima Rabbimizin huzurundayız. Acaba bizim davranımışımız nasıl olmalı ki huzurunda olduğumuz zata karşı edebsizlik etmeyelim.

 

İşte burada ölçü sunnet-i seniyyedir. Sunnet-i seniyye bizlerin tavır ve davranışlarını edeb çerçevesine koyuyor ve bizlerin hayvanlara veya şeytanlara benzemesini engelliyor. Mesela biz sağ elimizle yer ve içeriz bu bir edebdir bize peygamberimizi hatırlatır ve Rabbimizi hatırlatır ve Rabbimizin hoşuna giden bir haraket olduğundan onun rızasına vesiledir. Ama eğer biz sol elimize içersek, şeytanlar sol elleriyle içtiklerinden biz bu sefer onlara benzemiş oluruz veya elimizi kullanmadan dilimizle içersek bu seferde hayvanlara benzemiş oluruz. Bu edebi terkdir edebsizliktir ve bize Peygamber Efendimizi asv. ı ve Rabbimizi hatırlatmak aksine bize başıboşluğu ihtar eder ve belkide başı boşluğu sevdirir.

 

Bu misal ile hayatımzın her safhasında bize bir ışık ve nur olan sunnet-i seniyyenin misalleri vardır. bilmek ve öğrenmek ve tatbik etmek lazımdırki bilmedende olsa şeytanlara benzemekten veya hayvanlara benzemekten kurtulalım.

 

Onun sünnet-i seniyesini terkeden, edebi terkeder. بِى اَدَبْ مَحْرُومْ بَاشَدْ اَزْ لُطْفِ رَبْ  kaidesine mâsadak olur, hasâretli bir edebsizliğe düşer.

 

Suâl: Her şeyi bilen ve gören; ve hiçbir şey ondan gizlenemeyen Allâmü’l-Guyûb’a karşı edeb nasıl olur? Sebeb-i hacâlet olan hâletler, ondan gizlenemez. Çünki edebin bir nev‘i, tesettürdür; mûcib-i istikrâh hâlâtı setretmektir.

 

Bu soruyu az açarsak eğer; herşeyi birden gören ve herbir şeyin herşeyini gören; kainatı görduğu gibi, bizim aklımızdan geçen nefsimizden geçen kalbimizden geçen fikir istek duşunce ne varsa aynı anda onlarıda göruyor ve biliyor. O zaman bizim elbisemiz ondan gizlenmemize sebeb olamaz bizim bazı azalarımızı ondan gizmememize yardımda olamaz.

 

Allâmü’l-Guyûb’a karşı tesettür olamaz. Halbuki edeb tesettur ister, yani çarşafda giysen, ondan gizlenemezsin o çarşıfıda görur onun içinide görur onun, içinin içinide görur. Acaba çarşaflı olduğu halde ince edebi arayanlar varken, açık saçık gezenleri edeb noktasındaki halleri nicedir..

 

Elcevab: Evvelâ, Sâni‘-i Zülcelâl nasıl ki san‘atını, kemâl-i ehemmiyetle güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve ni‘metlerine, o ni‘metleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celb ediyor. Öyle de mahlûkatını ve ibâdını, sâir zîşuûrlara güzel göstermek istiyor. Onların çirkin vaz‘iyetlerde görünmeleri, Cemîl ve Müzeyyin ve Latîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı, bir nevi‘ isyan ve hilâf-ı edeb oluyor. İşte sünnet-i seniyedeki edeb, o Sâni‘-i Zülcelâl’in esmâlarının hududları içindebir mahz-ı edeb vaz‘iyetini takınmaktır.

 

Evet, Rabbimiz isim ve sıfatlarının tecellilierini güzel göstermek istiyor, bir çirkinlik olsa hemen onu temizliyor. Karıncaları kartalları kurtları ruzgarı vs. leri çabuk o çirkinlği gidermek için gönderiyor. Sanatına sus takıyor guzel koku suruyor renk renk desenlendiriyor, ta ki şuur sahibleri guzel görsunler isim ve sıfatları zevkle mutalaa etsinler. İnsanlardaki kılık kıyafetten tut yukarıda zikr ettiğimiz hayatımızın her halindeki sunnete göre yaşantımız, bir sus bir renk bir desen ve isim ve sıfatların daha zevkli bir şekilde mutalaasına sebebdir. Eğer sunnet terk edilirse isim ve sıfatlara bakan tefekkur kalkar. Nefsani hal ve harket ve tefekkurler gelir.

 

Demek biz onkat elbisede giysek en mahrem yerimizi o zattan gizleyemeyiz ama eğer sunnete ve islama göre giymezzek o zaman nefis ve şeytanın maskarası oluruz Rabbimize karşı tam bir edebsizlik etmiş oluruz, onun sanatını çirkinleştirmiş oluruz ve o guzel sanatları nefsi ve şeytanın oyuncağı yapmış oluruz.

 

Sâniyen: Nasıl ki bir tabîb, doktorluk noktasında bir nâ-mahremin en nâ-mahrem uzvuna bakar ve zarûret olduğu vakit ona gösterilir. “Hilâf-ı edeb!” denilmez. Belki, “Edeb-i tıb öyle iktizâ eder” denilir. Fakat o tabîb, racûliyet sıfatıyla veyahud vâiz ismiyle yahud hoca ünvanıyla o nâ-mahremlere bakamaz. Ona göstermesine, edeb fetvâ veremez. O cihette ona göstermek, hayâsızlıktır. Öyle de Sâni‘-i Zülcelâl’in çok esmâsı var. Herbir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ: Gaffâr ismi, günahların vücûdunu; ve Settâr ismi, kusurâtın bulunmasını iktizâ ettikleri gibi; Cemîl ismi de çirkinliği görmek istemez. Latîf, Kerîm, Hakîm, Rahîm gibi esmâ-yı cemâliye ve kemâliye, mevcûdâtı güzel bir sûrette ve mümkün vaz‘iyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktizâ ederler. O esmâ-yı cemâliye ve kemâliye ise, melâike ve rûhâniyâtın, cin ve insin nazarlarında güzelliklerini, mevcûdâtın güzel vaz‘iyetleriyle ve hüsn-ü edebleriyle görmek isterler. İşte sünnet-i seniyedeki âdâb, bu ulvî âdâbın işârâtıdır ve düstûrlarıdır ve numûneleridir.

 

Elhamdulillah rabbimiz bize sunnet-i seniyyeden nasibimizi ziyade et.

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 

 


 

 

 

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

Sekizinci Nükte:

 

  فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ âyetinden evvelki olan لَقَدْ جَاۤءَكُمْ رَسُولٌ  ilâ âhirihî- âyeti, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ümmetine karşı olan kemâl-i şefkat ve nihâyet re’fetini gösterdikten sonra,

 

Evet; Allah tarafından tasdik ediliyorki Rasul-i Ekrem asv. ummetine çok şefkatlidir. Evvelki derslerde bir derece bahsetmiştik; adeta ummeti için kendini helak edecekderecede seven; o derece ki Efendimizi bizzat Cenab-ı Hak teskin ediyor, teselli ediyor. Daha dunyaya gelir gelmez ummeti dediği gibi, haşirdede başını secdeye koyacak ve ümmetine şefaat izni verilmeden başını secdeden kaldırmayacak. Bir hadis i şerifde Efendimiz asv. buyurmuştur ki; “Ümmetimden hiç kimse yoktur ki benim onu duşunduğum kadar o kendini duşunsun.”

 

Evet bir Rasul ki bizi bizden çok seviyor ve bizi bizden çok duşunuyor bizim için bizden çok endişeleniyor ve biz ahiretimizi kaybetmeyelim diye her şeyini feda ediyor. Acaba bize karşı bu refet ve şefkat ve merhamet ve muavenete, biz nasıl bir kaşılık vermeliyiz? veya ne kadar versekte yeterli gelir mi ?

 

 

şu, فَاِنْ تَوَلَّوْا. âyetiyle der ki:

 

Ey insanlar ve ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşâd eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarfeden ve ma‘nevî yaralarınızı getirdiği ahkâm ve sünnet-i seniyesiyle ve kemâl-i şefkatiyle merhem vurup tedâvi eden şefkatperver bir zâtın bedîhî şefkatini inkâr etmek; ve göz ile görünen re’fetini ithâm eder derecede onun sünnetinden ve teblîğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek, ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz!”

 

“Ve ey şefkatli Resûl ve ey re’fetli Nebî! Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arkalarını çevirip seni dinlemezlerse, merak etme! Semâvât ve arzın cünûdu, taht-ı emrinde olan ve Arş-ı Azîm-i Muhît’in tahtında saltanat-ı rubûbiyeti hükmeden Zât-ı Zülcelâl, sana kâfîdir! Hakîkî mutî‘ tâifeleri, senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir. Senin ahkâmını onlara kabûl ettirir.”

 

Nasıl nimete şükr edilmezse gider; eğer insanlar Peygamber Efendimizin herşeyi bize faydalı olan şeriatını ve sunnetini dinlemezlerde yuzlerini çevirirlerse, Allah onların ellerindeki nimeti alır. Bu nimete sahib çıkacak kıymet bilen şükr eden hakiki sahiblerini gönderir, onlara Efendimizi dinlettirir.

 

Evet şerîat-ı Muhammediye’de(asm) ve sünnet-i Ahmediye’de(asm) hiçbir mes’ele yoktur ki, müteaddid hikmetleri bulunmasın.

 

Hangi bir sunnet varda faydasız olsun veya bizleri zararlardan korumasın; bütün bedenimizi ve ruhumuzu beslemesin veya onları zarardan korumasın ? Bir tek misvağın faydaları saymakla bitmez. En basit adabın bile tıbben faydaları saymakla bitmez, tıb fenni daha onları yeni yeni tesbite çalışıyor.

 

Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddiâ ediyorum. Ve bu da‘vânın isbatına hazırım. Hem şimdiye kadar yazılan yetmiş seksen Risâle-i Nûr eserleri, sünnet-i Ahmediye’nin(asm) ve şerîat-ı Muhammediye’nin(asm) mes’eleleri, ne kadar hikmetli ve hakîkatli olduğuna, yetmiş seksen şâhid-i sâdık hükmüne geçmiştir. Eğer bu mevzûa dâir iktidar olsa yazılsa, yetmiş değil, belki yedi bin risâle o hikmetleri bitiremeyecektir. Hem ben şahsımda bilmüşâhede, hem zevken, belki binler tecrübelerim var ki; mesâil-i şerîatla sünnet-i seniye düstûrları, emrâz-ı rûhâniyede(ruhi hastalıklar) ve akliyede (akli hastalıklar)ve kalbiyede(kalbi hastalıklar), hususan emrâz-ı ictimâiye (toplumsal hastalıklar) de, gayet nâfi‘ birer devâdır bildiğimi; ve onların yerlerini başka felsefî ve hikmetî mes’eleler tutamadığını bilmüşâhede kendim hissettiğimi; ve başkalarına da bir derece risâlelerde ihsâs ettiğimi i‘lân ediyorum.

 

Evet, eğer sunnet-i seniyye kişi kendi ittiba etse, ruhi hastalıklarından, akli hastalıklarında,kalbi hastalıklarından kurtulacağı gibi; eğer aile ittiba etse sunneti hayatına tatbik etse, aile içi şiddetli ve şiddetsiz geçimzsisliklerden, eşler arasındaki huzursuzluklardan, kavga ve her türlü zulumlerden kurtulacakları gibi; sevgi saygı hurmet ve muhabbet en zirve bir hal alır adeta o yuva bir cennet hukmunu alır. Eğer bir toplum sunnet-i seniyyeti tatbik i hayat etseler, toplum içi tum fitnler kalkar cinayetler haksızlıklar kalkar, güçlüler zayıfları ezmez ellerinden tutar, hırsızlıklar biter cinayetler biter, kul hakkından korkar, her turlu haksızlıklardan kendilerini muhafaza ederler.

 

Demek reçete bellidir; Avrupa kapısında veya televizyonlarda veya çağdaşlık adı altındaki sosyallik faaliyetlerde reçete aramak beyhudedir. İnsanın ve ailenin ve toplumun saadeti ve huzuru ve mutluluğu ancak ve ancak sunnet-i seniyyededir.

 

Bu da‘vâmda tereddüd edenler, Risâle-i Nûr eczâlarına mürâcaat edip baksınlar. İşte böyle bir zâtın sünnet-i seniyesine elden geldiği kadar ittibâa çalışmak, ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye için ne kadar saadetli ve hayat-ı dünyeviye için ne kadar menfaatli olduğu kıyâs edilsin.

 

Rabbim sennet i seniyyeden hissemizi ziyade eylesin. âmin.

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

Dokuzuncu Nükte:

 

Sünnet-i seniyenin herbir nev‘ine tama­men bilfiil ittibâ‘ etmek, ehass-ı havâssa dahi ancak müyesser olur.

 

Ehass-ı havas- has alimlerin daha has olanları, Abdulkadir-i Geylani, İmam-ı Rabbani, Ustad Said Nursî gibi zatlar ehass-ı havasdırlar.

 

Ona bilfiil olmasa da, binniyye, bilkasd ve tarafdârâne ve iltizâmkârâne tâlib olmak, herkesin elinden gelir.

 

Sunnetin tamamına istisna zatlar hariçinde kalanlar, elbette sunnetin tamamına guç yetiremeyecekler ama kasd edebilirler, niyet edebilirler, kabul edebilirler. Demek tatbik etmek elimizden gelmesede, kabul etmek, niyet etmek, kasd etmek herkesin elinden gelir.

 

Farz ve vâcib kısımlara, zaten ittibâa mecbûriyet vardır.

 

Fıkıh kitablarındaki farz vacib sunnet sıralamasında, farzlar ve vacibler sunnet değildir manasında değildir. Sunnet ifade olarak Peygamber Efendimizin hali, kavli, ve fiili olduğuna göre, farzlar ve vaciblerde sunnetin içinde farzlardır, vaciblerdir. Farzlar ve vaciblere riayette Efendimiz asv. en önce ittiba etmiştir. Demek sunnetin envaıdan olan farzlar ve vaciblere riayete zaten herkes ittibaa mecburdurlar.

 

Ubûdiyetteki müstehab olan sünnet-i seniyenin terkinde günah olmasa dahi, büyük sevabın zâyiâtı var.

 

Mesale sunnet olan sunnet namazlar gibi, ibadetteki sunnetler; çok buyuk sevaba ve menfaate medardırlar, şefaate vesiledirler istikamete sebebdirler, muhabbet-i ilahiye vasıtadılar. Daha bunlar gibi çok menfaat zayi olur gider.

 

Tağyîrinde ise, büyük hatâ vardır. Âdât ve muâmelâttaki sünnet-i seniye ise, ittibâ‘ ettikçe o âdât, ibâdet olur.

 

Ubudiyetteki sunnetin tağyiri bidattır, hiç ittiba etmese terkdir zarardır ama ittiba etmediği gibi kaldırıb yerine yenilik getirse bidattır, sarık gibi, hattı kur’an gibi, sarığı kaldırıb yerine kep getirmek bidattır, hattı kur’anı kaldırıb yerine latin harflerini getirmek bidattır gibi. Ama adet olan sunnetleri terk etmek adabı terkdir, tatbik etse adab ı nebevi ile kendimizi edeblendirmiş oluruz ve adi hareketlerimiz ibadet ve edeb olur

 

İttibâ‘ etmezse, itâb yok. Fakat Habîbullâh’ın âdâb-ı hayatiyesinin nûrundan istifâdesi azalır. Ahkâm-ı ubûdiyette yeni îcâdlar, bid‘attir. Bid‘atler ise, اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ sırrına münâfî olduğu için, merdûddur. Ahkâm-ı ubûdiyette yeni îcâdlar, bid‘attir. Bid‘atler ise, (elyevme ekmeltu lekum dinekum) sırrına münâfî olduğu için, merdûddur. Fakat, tarîkatteki evrâd ve ezkâr ve meşrebler nev‘inden olsa; ve asılları Kitap ve Sünnetten ahz edilmek şartıyla, ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı sûrette olmakla beraber, mukarrer olan usûl ve esâsât-ı sünnet-i seniyeye muhâlefet etmemek ve tağyîr etmemek şartıyla, bid‘a değillerdir.

 

Burada tarikatlar sahabeler zamnında yoktu sonrada icad edildi, demek islamda yeri yoktur diyenlerin hata ettiklerin,mi ifade ediyor, tarikatlar hareketlerinin asıllarını kitab ve sunnetten aldıkları surece ve esasat-ı sunnet i seniyyeye muhalefet etmedikleri surece, bidat değillerdir

 

Lâkin bir kısım ehl-i ilim, bunlardan bir kısmını bid‘aya dâhil etmişler, fakat “Bid‘a-i hasene” nâmını vermişler. İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî(ra) diyor ki: “Ben seyr ü sülûk-ü rûhânîde görüyordum ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan mervî olan kelimât nûrludur, sünnet-i seniye şuâı ile parlıyor.

 

Evet İmam-ı Rabbani hazretleri ahir ömründe tasavvudan ziyade hakikat ilmiyle meşgul olmuş ve teşvik etmiştir. Bu sırrı yakaladığı için ondan mervî olmayan parlak ve kuvvetli virdleri ve hâlleri gördüğüm vakit, üstlerinde o nûr yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bundan anladım ki; sünnet-i seniyenin şuâı, bir iksîrdir. Hem o sünnet, nûr isteyenlere kâfîdir, hâricinde nûr aramaya ihtiyaç yoktur!”

 

İşte böyle hakîkat ve şerîatın bir kahramanı olan bir zâtın bu hükmü gösteriyor ki; sünnet-i seniye, saadet-i dâreynin temel taşıdır ve kemâlâtın ma‘deni ve menbaıdır

 

Zannımca, ummetce sunnet-i seniyyenin ne olduğunun anlaşılması lazım. Fıkhi bir çerçeve ile bakıb yapılmasa da olur nasılsa cezası yok nazarla bakmak, nefsimize zulum olsa gerek. Sunnet-i seniyye her alanda bize kafidir, eksiklik yokki harici yol aramak ihtiyaç olsun. Sunnet-i seniyyenin bu iktifaiyyeti ancak ilimle olur. Risale-i Nur bu bildirme vazifesini tam ifa etmektedi Elhamdulillah.

 

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 


 

 

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

Onuncu Nükte:

 

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ âyetinde î‘câzlı bir îcâz vardır. 

 

Aciz bırakan veciz ifadeler vardır.

 

Çünki çok cümleler, bu üç cümlenin içinde derc edilmiştir. Şöyle ki: Şu âyet diyor ki: “Allah’a îmânınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, öyle ise Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah’ın sevdiği zâta benzeyeceksiniz. Ona benzemek ise, ona (efendimiz asv. a) ittibâ‘ etmektir. Ne vakit ona ittibâ‘ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki; Allah da sizi sevsin.” İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir meâlidir. Demek oluyor ki; insan için en mühim âlî maksad, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmaktır.

 

Devleti kabul eden elbette devlete asker olacak, şirketi kabul eden elbette şirket kurallarına göre çalışacak. Demek insan hayatın hiçbir yerinde başı boş değildir; kurallar var ve tabi olmaktadır. Manevi hayata gelince mi kurallar olmayacak? Ve o kurallara tabi olmayacak ?

Halbuki maddi ve manevi hayatın tum safhalarında en âli maksad, Cenab-ı Hakkın muhabbetine mazhar olmaktır. Bu mazhariyet kuralsız itaatsiz olabilir mi?

 

İnsan kainatı her an yaratan ve idare eden bu sonsuz kudrete karşı nazlanabilir mi? Namaz kılmasam da olur, kapanmasam da olulr, arada bir açılsam da olur diyebilir mi? Madem yemek için yaşamıyıoruz; belki yemeği yaşamaya alet ediyoruz yaşamak için yiyoruz; o zaman ne için yaşamak lazım dersek, elbette Allah’ın muhabbetini kazanmak için yaşamak lazım deriz. Madem Allah’ın rızasını kazanmak istiyoruz, elbette bu kendi kafamıza göre olamaz. Rızasını istediğimizin zatın istediği gibi olacak.

 

İşte o zat diyor ki; Habib asv. a benzeyin, O asv. ne yaparsa aynını yapın, onun gibi olun; sakın şarkıcı turkucu artistler ve daha başka başı boşlar gibi olmayın, onların yaptığını taklid etmeyin, kalbinize koymayın.

 

Bu âyetin nassı gösteriyor ki; o matlab-ı a‘lânın yolu, Habîbullâh’a ittibâ‘dır ve sünnet-i seniyesine iktidâdır. Bu makamda üç nokta isbat edilse, mezkûr hakîkat tamamıyla tezâhür eder.

 

Birinci Nokta: Beşer fıtraten, şu kâinâtın Hâlikına karşı, hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünki fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet; ve kemâle karşı perestiş etmek; ve ihsâna karşı sevmek vardır. Cemâl ve kemâl ve ihsânın derecâtına göre, o muhabbet tezâyüd eder ve aşkın en müntehâ derecesine kadar gider.

 

Acizane şu derecesine göre kısmını şöyle anlıyoruz; Allah bize vucud verdi ama vucudda hadsiz isti’dad verdi. Sadece bize olan ihsanı hadsizdir. Bizim vucudumuza verdiklerinden sadece biri olan midemizi memnun etmek için; koca dunyanın yuzunu bir sofra yaptı ve her çeşit lezzetli yemeklerle susledi. Bir akıl verdi ki dunyadan daha değerli bir nimettir zira nimetlerin değeri akıl ile bilinir. Bir kalb verdi ki kainatları içine alabilir hadsiz bir genişliktedir. Her bir latifelerimizi tatmin edecek isteklerinide verdi. Demek bize verilen kemal-cemal-husun; verilmiş ve hadsizdir.

 

Peki bizim muhabbetimiz neden hadsiz değilde ziyadeleşiyor dersek, bizim bize verilen kemal-cemal-ihsan dan haberdar olduğumuz dereceyi ifade ediyor. Biz ne kadar bu nimetlerin şuurunda ise o oranda o derecede muhabbetimiz ziyadeleşiyor.

 

Hem bu küçücük insanın küçük kalbinde, kâinât kadar bir aşk yerleşir. Evet kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hâfızada, bir kütübhâne hükmünde binler kitap kadar yazı içinde yazılması gösteriyor ki, o küçük kalb, kâinâtı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.

Madem fıtrat-ı beşeriyede ihsân ve cemâl ve kemâle karşı böyle hadsiz bir isti‘dâd-ı muhabbet vardır. Madem bu kâinâtın Hâlikının, kâinâtta tezâhür eden âsârıyla, bilbedâhe tahakkuku sâbit olan hadsiz cemâl-i mukaddesi; ve bu mevcûdâtta tezâhür eden nukuş-u san‘atıyla bizzarûre sübûtu tahakkuk eden hadsiz kemâl-i kudsîsi; ve bütün zîhayatlarda tezâhür eden hadsiz envâ‘-ı ihsânât ve in‘âmâtıyla bilyakîn ve belki bilmüşâhede vücûdu tahakkuk eden hadsiz ihsânâtı vardır.

Elbette zîşuûrların en câmii ve en muhtacı ve en mütefekkiri ve en müştâkı olan beşerde, hadsiz bir muhabbeti iktizâ ediyor.

 

Evet, herbir insan, o Hâlik-ı Zülcelâl’e karşı hadsiz bir muhabbete müstaid olduğu gibi, o Hâlık dahi herkesten ziyâde cemâl ve kemâl ve ihsânına karşı, hadsiz bir mahbûbiyete müstehaktır.

 

Hatta insan-ı mü’mindeki, hayatına ve bekasına ve vücûduna ve dünyasına ve nefsine ve mevcûdâta karşı türlü türlü muhabbetleri ve şedîd alâkaları, o isti‘dâd-ı muhabbet-i İlâhiyenin tereşşuhâtıdır.

 

Demek bizler hayatımıza, bekamıza, vucudumuza,dunyamıza, ailemize , çocuklarımıza harcağımız muhabbet, Rabbimizin bize kendisine muhabbet edelim diye verdiği isti’dad ı muhabbettendir. Bir oradan alıyoruz buralara harcıyoruz. Biz oradan alıyoruz buralara harcıyoruz.

 

Hatta insanın mütenevvi‘ hissiyât-ı şedîdesi, o isti‘dâd-ı muhabbetin istihâleleridir ve başka şekillere girmiş reşhalarıdır. Ma‘lûmdur ki, insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadâr olduğu zâtların saadetleriyle dahi mütelezziz olur. Ve kendini belâlardan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de belâlardan kurtaranı öyle sever. Ve kendini belâlardan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de belâlardan kurtaranı öyle sever. İşte bu hâlet-i rûhiyeye binâen; insan, eğer her insana âit envâ‘-ı ihsânât-ı İlâhiyeden yalnız bunu düşünse ki:

 

“Benim Hâlikım, beni zulümât-ı ebediye olan ademden kurtarıp, bu dünyada bir güzel dünyayı bana verdiği gibi; ecelim geldiği zaman, beni i‘dâm-ı ebedî olan ademden ve mahvdan yine kurtarıp, bâkî bir âlemde ebedî ve çok şa‘şaalı bir âlemi bana ihsân; ve o âlemin umum envâ‘-ı lezâiz ve mehâsininden istifâde edecek ve o âlemde cevelân edip tenezzüh edecek duyguları ve zâhirî ve bâtınî hâsseleri, bana in‘âm ettiği gibi; çok sevdiğim ve çok alâkadâr olduğum bütün akarib ve ahbâbımı ve ebnâ-yı cinsimi dahi öyle hadsiz ihsânlara mazhar ediyor ve o ihsânlar bir cihette bana âit oluyor. Zîrâ onların saadetleriyle mes‘ud ve mütelezziz oluyorum. Madem el insanü abdü ihsan sırrıyla, herkeste ihsâna karşı perestiş var.

 

Elbette böyle ebedî hadsiz ihsâna karşı, kâinât kadar bir kalbim olsa, o ihsâna karşı muhabbetle dolmak iktizâ eder ve doldurmak isterim. Ben bilfiil o muhabbeti edemesem de, bil’isti‘dâd ve bil’îmân ve binniyet ve bilkabûl ve bittakdîr ve bil’iştiyâk ve bil’iltizâm ve bil’irâde sûretinde ediyorum” diyecek. Ve hâkezâ… Cemâl ve kemâle karşı, insanın gösterdiği muhabbet ise, icmâlen işaret ettiğimiz ihsâna karşı muhabbete kıyâs edilsin.

 

Kâfir ise, küfür cihetiyle hadsiz bir adâvet eder. Hatta kâinâta ve mevcûdâta karşı zâlimâne ve tahkîrkârâne bir adâvet taşır.

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

 

 


 

 

 

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm,

 

Onbirinci Nükte:

 

Üç mes’ele’dir.

 

Birinci Mes’ele: Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnet-i seniyesinin menbaı üçtür: Akvâli, ef‘âli, ahvâlidir. yani tum sözleri, tum fiilleri ve tum halleri dir. Bu üç kısım dahi, üç kısımdır: Ferâiz, nevâfil, âdât-ı hasenesidir.

 

Fazlar, ve vacibler nafileler ve guzel adetleridirler.

 

Farz ve vâcib kısmında ittibâa mecbûriyet var; terkinde, azab ve ikab vardır. Herkes ona ittibâa mükelleftir.

 

Madem Efendimizin asv. ın halleri sunnettir, Efendimiz asv. farzlara ve vaciblere itaat ettiğine göre, farzlara ve vaciblere itaat sunnettir bu hal itibariyledir fıkıh itibariyle değildir. Fıkıhta farzın hukmu bellidir sunnetn hukmu bellidir o ayrı.

 

Nevâfil kısmında, emr-i istihbâbî ile yine ehl-i îmân mükelleftir.

 

Nafileler kısmı ibadet dairesndendir çok güzel emirlerdir, istihbabidirler. Şartlara ve zamana ve bazanda kişiye göre ayrı hukum alabilirler. Mesela evlenmek sunnettir, istihbabidir. Sunnet uzere evlenmek sevabdır. Evlenmeyi terk etmek sevabdan mahrumiyettir. Ahirette bu terkin cezası ikabı yoktur yani ayıblanması yoktur. Bazılara evlenmek farzdır; eğer kişi haraman duşecek derecede sıkıntı çekiyorsa evlenmek ona farzdır. Bazılara ise terk etmek evlenmemek efdaldir, eğer kişi insanların imanının kurtulmasına hizmet ediyorsa ve evlenmek onu bu hizmette alıkoyacaksa geri bırakacaksa, bu kişinin evlenmemesi daha efdaldir. Hz. Rabia evlenmemiştir, yanılmıyorsam Malik bin Dinar hz.leri evlenmemiştir. Gene yanılmıyorsam Hasan ı Basri hz.leri de evlenmemiştir. Son olarak da hz. Ustadın evlenmediğini biliyoruz. Ustadımız ummetin imanını korumak yolunda değil dunya hanımları 10 cennet huriside olsa onları bırakmaya kendimi mecbur biliyorum diyor. İkisi birlikte olmaz mı derseniz, olmaz çünkü hukuk var; kişi zindanlarda surgunlerde ise eşine karşı mesul olduğu hukuku nasıl yerine getirsin? Bunun gibi bazı nafile sunnetler vardırki ittibaı sevablıdır terkinde azab yoktur.

 

Fiilinde, yani yapılmasında ve ittibâında azîm sevablar vardır. Tağyîr ve tebdîli, bid‘a ve dalâlettir ve büyük hatâdır. Âdât-ı seniyesi ve hareket-i müstahsenesi ise, hikmeten ve maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev‘iye ve ictimâiye i‘tibâriyle onu taklîd ve ona ittibâ‘ etmek, gayet müstahsendir. Çünki herbir hareket-i âdiyesinde, çok menfaat-i hayatiye bulunduğu gibi, mutâbaat etmekle, o âdâb ve âdetler, ibâdet hükmüne geçer.

 

Bu adat ı seniyyeye misal ise; yemek içmek, uyumak, eve girmek çıkmak, mescide girmek çıkmak gibi adatlardır. Bunlarda sunnete göre hareket ibadettir. Şahsi ve ailevi ve toplumsal çok maslahatları ve guzellikleri ve menfaatları vardır, yapılmaması gunah değildir ama

adabı terkdir. Adabı terk edebsizlikdir.

Evet, madem dost ve düşmanın ittifâkıyla, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm mehâsin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bil’ittifâk nev‘-i beşer içinde en meşhur ve en mümtâz bir şahsiyettir. Ve madem binler mu‘cizâtının delâletiyle ve teşkîl ettiği âlem-i İslâmiyetin kemâlâtının şehâdâtıyla ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’ân-ı Hakîm’in hakaikinin tasdîkiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir.

 

Âmenna âmenna âmenna.

 

Ve madem semere-i etbâıyla milyonlar ehl-i kemâl, merâtib-i kemâlâtta terakkî edip saadet-i dâreyne mazhar olmuşlardır. Elbette o Zât’ın(asm) sünneti ve harekâtı, iktidâ edilecek en güzel numûnelerdir ve ta‘kîb edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstûr ittihâz edilecek en muhkem kanunlardır.

 

Bahtiyar odur ki, bu ittibâ‘-ı sünnette, hissesi ziyâde ola. Sünnete ittibâ‘ etmeyen, tenbellik eder­se, hasâret-i azîme; ehemmiyetsiz görürse, cinâyet-i azîme; tekzîbi işmâm eden tenkîd ise, dalâlet-i azîmedir.

 

Acizane kendime bakıyorum nerede sunnet i seniyyeyi tercih ettim pür surur ve tam memnun oldum. Ne vakit sunnet i seniyyeti unuttum başka şekilde hareket ettim sonunda pişman oldum elim boş kaldı, ya zarar ettim bıraktım yada tekrar başa döndum.

 

Rabbim cumlemizin sünnet i seniyyeden hissesini ziyade eylesin inşallah.

 

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

el Fatiha

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir