Allah Kainatı ve İnsanları Niçin Yarattı?

mihrimah

Well-known member
Kainatı, mahlukatı ve onun temel taşı insanı anlama, akabinde anlamlandırma çabası, bunlar arasındaki ilişkiyi çözümleme isteği insanlığın akleden kesimini binlerce yıldır meşgul edegelmiştir. Bu isteğin peşinden iyi niyetle, reaksiyoner çizgiden kopmak suretiyle gidilmesi ise itikadımızca kutsaldır. Felsefi akımların bir kısmı mevzuya açıklama getirmeye çalışmışsa da bir döngü çizmekten ileriye gidememiştir. İnsanı bütün mekanizmalarıyla ele aldığımızda-insanlık son birkaç yüzyıldan sonra tekrar bu düzleme kaymaktadır- tevhid inancının en tatmin edici açıklamayı getirdiğini görmekteyiz.

Öncelikle belirtilmesi gereken nokta Allah'ın mâsivayı(yaratıklar) bir ihtiyaca binaen var etmiş olmamasıdır. Biz, harekete geçmek için bir lüzum hissederiz; ama Allah bundan münezzehtir. Ayrıca bu kainatın yokluktan varlık alemine çıkarılmasıyla da O'nun sıfatlarından hiçbir şey eksilmemiştir. Peki o halde kainat niçin yaratılmıştır? Meseleyi tasavvufî derinliğe pek dalmadan vuzuha(açıklık,netlik) kavuşturmaya çalışalım.

Aydınlanmış insanların nazarında sanat ve sanatçı çok kıymetlidir; çünkü sanatçı özel bir istidata (istidat, yetenek) sahiptir. Onun potansiyelini açığa çıkarma isteği, üretkenliği, bu vesileyle değişik faydalara medar olması ancak takdir toplayacak davranışlardandır. Hatta bir görüşe göre sanatta pratik bir fayda aranmasına da gerek yoktur; sanat sanat için olmalıdır çünkü. Neticede her ne olursa olsun sanatçı sanatını göstermek ister; yüksek zevkler de onu tatmak... Herhangi bir sanatçının kendini ifade ederken duyduğu aşk ve şevk herkes tarafından müşahede edilebilir. Büyük bir insan gibi işleyen kainatın özünde de bu sır gizlidir: “Her istîdat(istidat, yetenek), kendinde saklı kabiliyetleri izhâr(gösterme) ve ilim plânındaki varlıklara, hâricî vücûd giydirip teşhir etmek ister. Tohumdaki hayat ukdesinin uyanması, spermin var olma kavgasındaki aşk u heyecânı, rutûbet habbeciklerinin yağmur olmak için binbir güçlüklere katlanmaları, hep bu görünme ve gösterme şevkiyle yapılan şeylerden değil midir?”(1)

Peki Allahü Teala'nın sonsuz ilme, kudrete, rahmete sahipken cemâlini(güzellik) ve kemâlini(olgunluk, erginlik, tamlık) göstermek istemesi gerekmez mi? Onun sanatkarlığı tüm tahayyüllerin(hayâl etme) üzerindedir. Kainattaki eşsiz dizayn, mükemmel mühendislik, daha çok azına vakıf olduğumuz ilim, ahengin zirvesindeki renk cümbüşü ve musiki bize o büyük sanatkarı haber verir. Çağın adına İslam'ın ışığına ayna tutan büyük beyin yapıcı bu konuya şöyle temas eder: “Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşân(şanlı) dahi istedi ki, bir meşher(sergi) açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın(insanlar) enzârında(nazarlar, bakışlar) saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi san'atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhâr edip, göstersin.”(2)
Velhasıl O'nun bu kainatı yaratmasını iki cihet altında mütâlââ (inceleme, düşünme, okuma) edebiliriz:

1- “Bu kâinatın yaratılmasındaki en önemli cihet(yön,yan), Allahu Teâlâ'nın kendi manevi cemal ve kemâlini, yani ilminin semerelerini(meyve, ürün), kudretinin harikalarını, zenginliğinin vüs'atini(genişlik), ihsanının tezahürlerini(belirme, görünme), şefkat ve merhametinin tecellilerini...mevcûdat ayinelerinde bizzât müşahede etmesidir.”(3) “Allah, bilinmek istedi, kâinatı yarattı, isimlerini tecelli ettirdi, varlıkları kendine ayna yaptı. Onlarda mukaddes şuununu(işler, fiiller), ulvî güzelliklerini, eşsiz ünvanlarını seyretti. O nezih, müşahededen, insanlardakine asla benzemeyen bir sürur ve memnuniyet duydu.”(4)

2-O eşşiz Sanatkar ayrıca zîşuûr(şuurlu, bilinci olan) ve sevgiyle mayalanmış varlıkların gözünde tanınmak istemiştir. “Büyük Sanatkâr, güzelliğin, envâı(neviler, türler) ile kendi güzelliğini, nizam ve âhengin şiirimsi keyfiyetiyle irâde ve kuvvetini, kalbin en gizli arzularına kadar herşeyi vermesi ile rahmet ve şefkatini ve daha bunlar gibi binlerce sıfat ve ünvanlarıyla kendini bizlere tanıttırmak, hem de eksiksiz olarak tanıttırmak istemektedir.

Tâbir-i diğerle O, geniş ilmindeki ilmî mâhiyetleri(öz, nitelik, kendilik), hâricî vücudlarla sahneye sürüp, kudret ve irâdesinin cilvesini göstermek; en hârika sanat eserlerini, şuurlu varlıkların idrâk menşurundan geçirerek, zeminden semâya kadar bir hayret ve hayranlık, bir idrak ve takdir velvelesi uyandırmak istiyor.” (5)

Bu muhteşem kainat sarayı maksadına uygun olarak engin idraklerde nice çarpılamalar hasıl etmiştir. “Bizler, bu fiiller adesesiyle(mercek) dalgalanan isimlere şâhid oluyor ve mâşukuna(sevilen) visâl(kavuşma) aşkıyla koşan âşıklar gibi, bu çakıp çakıp göz kırpmaların, parlayıp parlayıp işaret etmelerin arkasına düşüyor ve kendimizi bizim için bir belirsizlik arzeden sıfatlar dairesi önünde buluyoruz! Şaşkın, yorgun ve alabildiğine arzulu...Kalbe açılan menfezlerde(delik, gözenek) zâtî şeinleri tâkibe çalışıyor ve kendimizden geçiyoruz.” (6)

“İnsan İlahi özüyle evrenin hem çekirdeği hem meyvesidir. İnsan maddesiyle topraktan, ruhuyla yaratıcı Ruh'tan gelmektedir. İnsan bu dünyada bir çekirdek olan özünü İlahi sevgiyle filizlendirmek durumundadır. Bir bilgenin deyimiyle insan şunu düşünmelidir:
Ten, sana topraktan emanettir.
Ben, (öz) sana kimden emanettir.
Bir başka bilgenin şu sözleri de düşünülmeye değer:
Sen sende olmak istersin
Sende olan nerde olmak ister, bilir misin?” (7)

İnsanda var olan büyük sevgi potansiyeli gösterir ki kainat sevgiden kaynağını alır ve dupduru, tertemiz bir akış içindedir. Ahengi bozmaya çalışan korsan eller ise bu hakikatın yanında çok sönük kalır. Allah ilminde proje olarak sahip olduğu varlığı çok sever. “İşte Allah bu varlıkları sevdiğinden dolayı belirli bir zaman ve mekan koordinatında yaratır. (İlmi varlık boyutundan maddi varlık boyutuna çıkarlar. Burdaki maddi varlık deyimi, basit anlamdaki madde ile karıştırılmamalıdır.) Yani, nasıl ki bir ressam düşünce ve duygu dünyasında var olan bir şeyi kağıda döker. Aynen öyle de Allah sonsuz ilminde var olan varlık birimlerini sevdiğinden dolayı yaratmıştır. Yani varlık, sevginin meyvasıdır. Evrende var olan her varlık yaradanın sevgisiyle yaşıyor ve O'nun sevgisiyle yaşayacaktır da. Gördüğümüz yıldızlar evreni, güneş ve gezegenlerin tümü de sevgiden doğmuştur. Kozmos yani kainat kısacası herşey sevginin yansısıyla varolmuştur.” (8) Eğer meselenin bu yönü bir tarafından az da olsa yakalanmak istenirse bir sanatçının sanatını icra ederkenki iklimine girilsin. Orada karşılıklı etkileşimi temin eden ilginç bir sevgi akışı vardır.

Sonuç olarak ortada böylesine yüce bir hakikat varken kainatın var olmaması zaten düşünülemez. Kainat bu hakikatın dile gelmesidir, neşv ü nema bulduğu zemindir. Geniş ruhlar da yaratılış amaçlarına uygun olarak revnakdâr(parlak, taze, hoş) heyecanlarıyla her an yeni bir yapılanış içerisinde yerlerini alırlar, sevgiden de nasiplenmiş olurlar. “İnsan ne zaman O'nu çağrıştıran iklime girse, kanının zevgiyle aktığını duyar. O'nun atmosferine adımını atar atmaz, kendini Allah'a giden yolların ortasında bulunur.” (9)

Şimdi bu sorunun çıkış noktası olabilecek meseleye da kısaca parmak basalım. İnşallah bir sonraki yazıda bu mevzu daha ayrıntılı incelenecek. Evet, sorunun sorulma sebebi olumsuzlukların revaçta olduğu mevcut düzenden kaynaklanan bir rahatsızlık olabilir; ama İslam akaidi(akideler, inanılan hakikatler) geldiğimiz noktada da bir paradoks ihtiva etmez; çünkü

1) dünyadaki yanlışlıklar zahirde çirkin olsa da çok kısa süre yaşayabilecektir. Hayat, tevhid inancında iki taraflıdır ve bu dünya hayatı ahiret hayatının yanında 1'in sonsuza oranı büyüklüğündedir. Yani bütün rahatsızlıklar kısmen burada bertaraf edilmektedir, edilmeyenler ise ne olursa olsun zaten giderilecektir. Neticede muvakkat(vakitli, geçici) mazarrât(zararlar)muhakkak(kesin, gerçekleşmiş) maslahata(fayda, iş) inkılâb(inkılâp, değişme, dönüşme) edecektir.
2)daha önce de ifade edildiği gibi ortadaki bu ulvî(yüce) hakikat sözkonusu yanlışlıkları tek başına bırakmaz. İnsan kainatın diyalektik yapısına uygun olarak, olması gerektiği gibi arz u endam etti. Bu durum da bu sonucu doğurdu ki bu gayet normaldir. Bahsedilen hakikatın nazara alınmasıyla da bu rahatsızlık denge yörüngesinde yaşanabilir, yaşanmalıdır.
“Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış...” (10)
Mütefekkir(düşünen, fikir üreten) bir bakış yukarıdaki beyitte ifade edilen sanatla iştigal ederken bu tabloya leke sürüp, gayenin tersine bir akış içinde yer alan düzenlere ise bu çerçevede nefret duyar.
3) haddizatında(haddizât:aslı, kendisi) şikayet edilen şeylerin müsebbibi(sebep olan) insandır. İnsanın ilk yapması gereken kendine yönelmesi ve bu konuda elinden gelenin en iyisini yapmasıdır.
4)“Kimdir kâinatın yaratılmasından rahatsız olan? Bir insan gösterebilir misiniz ki; şu tohum atma, döllendirme, mahsûl alma ve bütün imkânlarını en iyi şekilde kullanarak mes'ud olma yollarını araştırmasın? Evet, bir kısım sıkıcı hâdiseler karşısında, aceleden verilmiş kararlarla, dünyaya gelişine pişmanlık izhâr edenler, hattâ hayatlarına kıyanlar vardır; fakat bunlar nedret ifâde edecek kadar ehemmiyetsizdir. Yoksa, herkes 'var' olduğuna, hayata mazhariyetine, insan olarak bulunuşuna, pişmanlık şöyle dursun, şükranla dolup taşmaktadır. Ricâ ederim, çocuk olup kucaklarda bulunmaktan, delikanlılıkta iliklerine kadar varlığının neşvesini(sevinç) duymaktan, olgunlukta aile ve çoluk -çocukla hem- hâl olmaktan şikâyet etmek mümkün müdür? Ve hele ötelere inanan insan için... Birde bu insan, bütün bir saâdetin teminâtı olan ebedî bahtiyarlığın tohumlarını nemâlandırabiliyorsa(nema: artma, çoğalma, büyüme, uzama), şikâyet etmek şöyle dursun; mutlak saâdete açılan menfezlerin sırlı anahtarlarını keşfettiğinden ötürü çok çok memnun olacaktır.” (11)

“Cenâb-ı Hakk herşeyden müstağnidir. O'nun istiğnası noktasında bu kâinatın varlığı ile yokluğu müsavidir(eşit, dengeli). Lakin mahlûkat için, adem(yokluk, olmama, bulunmama) ile vücud bir değildir. Yani mümkinatın(mümkün olanlar) varlık âlemine çıkması, yoklukta kalmasından kendileri için nihayet derecede hayırlıdır. Zira yokluk sırf şerdir. Varlık ise sırf hayırdır, şereftir, kemâldir.” (12)

Yaradılış Gayemiz

Herşey bize hizmet ediyor, o halde biz neye hizmet edeceğiz?

Bizim yapacağımız hizmetin, bize hizmet eden herşeyi alâkadar etmesi lâzımdır. Ne yememiz, ne içmemiz ve ne de dünyevî makamlarımız güneşi, ayı, yıldızları, nebatat ve hayvanatı alâkadar eder. Onlar bu gayeler için bize hizmet etmezler ve ettirilmezler.

Yukarıdaki sualin cevabı ancak ibadettir ki, Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'inde insanları ve cinleri ancak ibadet için yarattığını beyan buyurmuştur.

İbadet eden kimse, kendisine hizmet eden mahlûkatın ibadetlerini de terennüm(ötme, şarkı söyleme) etmekte ve onların da tesbih ettikleri Zât- Zülcelâl'i onlardan daha mükemmel tesbih etmektedir.

Kalbleri İslam ve imana hizmet aşkıyla dolu, fakat ilim ve kabiliyetleri bu hizmete kâfi gelmeyen kimseler, bu hizmeti en iyi şekilde yapanlara hizmet etmeyi tercih ederler. Böylece onların hizmetlerinden hissedar olurlar. Aynen bunun gibi, insanın yaptığı küllî tefekkürü ve ibadeti yapamayan semavat ve arz da insana hizmet etmekte ve onun ibadetinden mânen sevinç duymaktadır. Bunun dışındaki mes'eleler, bize hizmet edenlerin hizmetlerini akîm(kısır, verimsiz, neticesiz) bırakır. (13)

Meseleye dair kendi aciz lisanımızla bir şeyler geveledik. Şüphesiz ki Allahü Teala bu meseleye daha nice hikmetler sığdırmıştır. En doğrusunu Allah bilir.

NOT: Bu konuyla ilgili 11.Sözün okunmasını tavsiye ederiz.


DİPNOTLAR:
1-Asrın Getirdiği Tereddütler 1 (M. Fethullah Gülen- T.Ö.V. Yayınları, 13. baskı) s.43
2-Risale-i Nur Külliyatından Sözler (Bediüzzaman Said Nursi-Yeni Asya Neşriyat, Ekim 2002-İkinci Baskı) s.111
3-Nasıl Aldanıyorlar? (Mehmed Kırkıncı- EKEV Yayınları; Erzurum- Aralık, 2000; 7.Baskı) s.85
4-Deprem Nasıl Önlenir?(Zafer Araştırma Grubu- Zefer Yayınları; Kasım 1999) s.153
5-Asrın Getirdiği Tereddütler 1 (M. Fethullah Gülen- T.Ö.V. Yayınları, 13. baskı) s.44
6-a.g.e s.41,42
7-Turan Dursun ve Din- Din Bu 1, 2 ve 3'e cevap (Bahaettin Sağlam, İsmail Acarkan-Kavram Yayıncılık; İstanbul 1991, İlaveli 3.Baskı) s.313
8-a.g.e s.314
9-Sızıntı; Aylık İlim-Kültür Dergisi (Nisan 2003 sayısı; Yıl:25, Sayı:291) s.31; Prof. Arif Sarsılmaz'ın "Sivrisineğin Sazından" adlı makalesinin başındaki vecize
10-Çile(Necip Fazıl Kısakürek-Büyük Boğu Yayınları; Bütün Eserleri: Cilt 4; 44.Basım/Mayıs 2001) s.39
Not:Sözkonusu beyitin altına 1939 yılı tarih olarak düşülmüş
11-Asrın Getirdiği Tereddütler 1 (M. Fethullah Gülen- T.Ö.V. Yayınları, 13. baskı) s.40,41
12-Nasıl Aldanıyorlar? (Mehmed Kırkıncı- EKEV Yayınları; Erzurum- Aralık, 2000; 7.Baskı) s.84
13- "Yaradılış Gayemiz" isimli bu kesit şu eserden iktibas edilmiştir: Nükteler (Mehmed Kırkıncı- EKEV Yayınları; Erzurum- 2000; 15.Baskı) s.99


GENEL BİBLİYOGRAFYA:
Dipnotlarda ismi geçen eserlerden verilen sayfalarıyla istifade edilmiştir, ayrıca şu eserlerin şu kısımlarından istifade edilmiştir:
1-İlimlerin Diliyle Allah-Şaban Döğen-Gençlik Yayınları (9.Baskı,Eylül 2000) s.231-234
2-Nasıl Aldanıyorlar? (Mehmed Kırkıncı- EKEV Yayınları; Erzurum- Aralık, 2000; 7.Baskı) s.78-92
3--Turan Dursun ve Din- Din Bu 1, 2 ve 3'e cevap (Bahaettin Sağlam, İsmail Acarkan-Kavram Yayıncılık; İstanbul 1991, İlaveli 3.Baskı) s.313-316
4-Asrın Getirdiği Tereddütler 1 (M. Fethullah Gülen- T.Ö.V. Yayınları, 13. baskı) s.40-44
5-Deprem Nasıl Önlenir?(Zafer Araştırma Grubu- Zefer Yayınları; Kasım 1999) s.153,154
6-Risale-i Nur Külliyatı- Sözler 1(1-14.Söz)- Bediüzzaman Said Nursi-Işık Yayınları- İzmir, Temmuz 2002- s.153-165

NOT:Sözcüklerin parantez içindeki anlamları Küçük Lugat'tan(Ömer Sevinçgül- Zafer Yayınları) alınmıştır. Ayrıca bu sözlükle açıklanan kelimeler-alıntılar dışında- sözlükte yazıldığı gibi yazılmıştır.

Habib Erdemli
 
Üst