ALLAH kendisinin bilinmesini istiyordu ve bu yüzden kainatı ve canlıları yarattı. İstemek fiili mahlukatta ait bişey değil mi, ya da yaratıcının bir şey istemesini nasıl açıklarız?
Aynı cinsten olanlar mukayeseye gelebilir ve muvazene edilebilirler. Mesela elma ile elma, armut ile armut mukayese edilebilir. Amma karpuz ile nar, üzüm ile kayısı muvazene ve mukayeseye gelmez. Ancak her biri kendi şartında ve özelliklerinde değerlendirilebilirler. Aksi halde karpuz hakkında her mesele ve değerlendirme üzüm için şirktir.
Bu kaide kainatta her şey için geçerlidir. Bitkiler en basit tabakayı hayatta iken iki farklı tür birbiriyle mukayese edilmezse, iki farklı cins ve iki farklı mahiyet yani bir bitkiyle hayvan, hayvan ile insan hiç ölçülebilir mi, mukayeseye gelebilir mi? Hatta mahlukat kemalata doğru (yaratılış cihetiyle) gittikçe, yükseldikçe bu muvazene ve mukayese iki farklı fert arasında bile cereyan etmez. Yani iki farklı insan muvazene ve mukayese edilmez. Maddeten iki farklı özelliklere haiz oldukları halde manen hiç muvazeneye gelmez. Ana meseledeki benzerlik çok yüzeysel ve basittir. Bir insanın hayatını yazan bir tarihçi, başka bir insanın hayatında cahil ve ek******.
Bu böyleyken kemalatın en kutsisinde ve yarattığı hiçbir mahluka benzemeyen, kendinden başka misli olmayan maddeden, zamandan, mekandan münezzeh olan Allah-u Zülcelal nasıl bir insanın hususiyetleriyle muvazene ve mukayese edilsin, Misli ve benzeri olanlar arasında tam bir mukayese olmaz ise misli olmayan Allah (cc) kesinlikle mahlukatın bütün özelliklerinden müstağnidir. Ve mukayeseye gelmez. Sadece tefekküre bir vasıta olmak cihetiyle bazı temsilat olabilir.
Her kemal ve cemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister ifadesinde insanlardaki bu arzu ve hususiyetler sadece tefekküre bir bakış açısıdır. Yoksa mukayese için değildir. Yani mikroskoplar mikropları, teleskoplar yıldızları ve semayı müşahede ettirir. Fakat mikroskopta gösterdiklerinden bir özellik, teleskopta yıldızlarda ve semadan bir hususiyet bulunmaz. Her şey Allah’ı tavsif eder. Fakat onunla muttasıf olmaz. İnsan da bir mikroskop ve teleskop gibi Cenab-ı Hakk’ı külli manada bildirir ve tanıttırır. Allah’ın zat, sıfat ve esmasını gösterir. Onunla kesinlikle muttasıf olamaz. O zattan bir hususiyeti kendinde taşıyamaz. Bunun gibi insanın kendi güzellik ve kemalatını görmek ve göstermek istemesiyle, Cenab-ı Hak’taki bu hususiyet aynı değildir. Sadece cam gibi vasıta olmaktan öteye geçmez. Tefekkür için bir rasat vazifesini görür. Başka türlü yakıştırmalar Allah için şirktir.
Ayrıca insanların güzelliklerini göstermesi bir ihtiyaçtan gelir, kemale ve ikmale gider. O güzellik olmaz ve görünmezse o insan eksik ve nakıs olur. Alkış, taltif, hoşamedi insanı keyiflendirir. Noksanı ikmal eder. Oysa Cenab-ı Hakk’ın kendi cemal ve kemalini göstermek istemesi ihtiyaçtan değil, iradeden gelen bir şuunattır. Kemalatı ikmal etmez. Çünkü hakiki kemalat ihtiyaca bina edilmez. İhtiyaçtan başkasının mukayesesinden gelen güzellik ve kemalat hakiki güzellik ve kemal değildir. O da nisbidir. Çünkü nisbet edilenler gitse onlar da değerden ve kıymetten düşer. Mesela Allah mabud olduğu için ibadet ederiz. İnsanlar ibadet ettiği için mabud değildir. Burada mabudiyet nisbetle kaim değildir.Nnisbetle kaim olanlar ; mesela insanların batıl mabudları bir zamanlar ibadet edildiği için mabud ittihaz edilmiş. İnsanlar ibadet etmekten vazgeçince onlar da mabudiyetten düşmüşler. Hakiki mabudiyet öyle olamaz.
Mesela insanlar olmazsa, bir insan, yalnız başına kendi kemalat ve güzelliğini göstermek ister mi? Sanatta, meharette, neyi kime gösterecek Yani mukabele ve nisbet istiyor. Ta ki kemalatı zuhur etsin. Seyredenler olmazsa sanatlar, panayırlar ve pazarlar olmazsa ticaretler, hoşamedi olmazsa güzellikler görünmek istemezler. Bu mahlukat için genel bir kaidedir. Fakat Allah ezeli ve ebedidir. İnsanlığın ömrü alemin sonunda başlamıştır. O halde milyarlarca yıl önce Allah’ın cemal, kemal ve sanatı İlahiyeyi kimler seyrediyordu. Demek insanlardaki cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi arzusu Allah’ın cemalini ve kemalini ölçmek ve mukayese için değil, insanların kendi kemalatını artırması ve tezahürü ve imtihan içindir.
Ayrıca Allah'ın kemal ve cemalinin inceliğini insanlar melekler ve hiçbir mahlukat anlayamaz, idrak edip kavrayamaz. Ancak Allah kemal ve cemalini bilir. Bizdeki güzellik gibi Allah’ın cemal ve kemali bir ihtiyaçtan gelse, ihtiyaç gittiğinde güzellik ve kemalatın da eksilmesi lazım. Mesela insan açlıktan dolayı yemek ister. İhtiyaçtan dolayı gezmek, keyiften dolayı seyir ister. Bu ihtiyaçlar kesilse artık yemek, seyir ve tenzzüh de biter. Cenab-ı Hak’ta ise bu şuunat ezelidir. Asırlardan beri yaratma, tezyinat, taltifat ve kemalat devam ediyor. Ve ebediyen devam edecektir. Demek ki Cenab-ı Hak’ın kendi cemal ve kemalini görmek ve istemesi, ihtiyaçtan değil İRADE-Yİ İLAHİYEDENDİR.
Allah'ın sıfatı olarak irade; O'nu diğer sıfatlarıyla beraber tavsif eder. Allah nasıl her şeyin kusursuz ve mükemmeline sahipse ve her konuda mutlak kemâl O'na nisbet edilmek gerekiyorsa; irade hususunda da Allah mutlak irade sahibidir. Yani Allah'ın iradesini kısıtlayan, onu tehdit eden herhangi bir başka irade sözkonusu olamaz. Öyleyse Allah'ın iradesi bütün yaratıklar üzerinde mutlak surette geçerlidir. "Rabbin şüphesiz irade ettiği şeyi kolaylıkla yapabilen ve yerine getirebilendir" (Hûd, 11/107) Bu konudaki diğer Kur'an ayetleri şöyledir: "Allah bir şeyi dilediği zaman, onun buyruğu sadece o şeye "ol " demektir; o da hemen olur" (Yâsin, 36/82); "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer" (el-Kasas, 28/68);"şüphe yok ki Allah dilediğine hükmeder" (el-Mâide, 5/1). Allah'ın iradesi bütün yaratılmışlar, yani bütün varlıklar üzerinde geçerli ise, nasıl oluyor da insanın da bir iradeye sahip olduğu söylenebiliyor? Bu noktada İslâm tarihinin çok erken dönemlerinden itibaren meydana gelen tartışmalar, iki-üç asır devam etmiş ve nihayet hicrî asırdan itibaren belli bir kararlılık bulmuştur. Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre; Allah mutlak irade sahibidir. Bu irade fark gözetmeksizin bütün varlıklar üzerinde egemendir. Ama insanın da dünyada imtihan edilebilmesi için belirli bir kudrete sahip olması gereklidir ki, yaptıklarından sorumlu tutulabilsin. Şu halde insan belirli bir fiili yapmaya niyetlendiği zaman ilâhî irâdenin kulun fiillerini halk etmesi esnasında İrâde-i Külliyeye katılır, yani onu kesb eder. İşte insan bu kesbi dolayısıyla sorumluluğu üzerine almaktadır. Bu sorumluluğu yüklenip iradesini kullanmaya da ihtiyar denilir.
İrade-i Külliyye ve İrade-i Cüz'iyye:
İslâm akaidindeki belli başlı konulardan biri de irade-i külliye meselesidir. Kavramın Kelâm ilmindeki ıstılahi anlamı; bütün yaratılmışların üzerinde tek ve mutlak bir iradenin, yani Allah'ın iradesinin bulunduğudur. Bütün yaratıklar (ister canlı ister cansız olsun) bu ilahî iradeye boyun eğerler. İslâm akaidinde tevhid, bütün inanç sisteminin merkezidir. Her şey tek bir ilahî kaynaktan vücut bulmuştur. Bütün kainatın Allah karşısında pasif olduğu düşünülürse, her fiilin Allah tarafından "halk" edilmiş olması da tabiidir. Fakat insanoğlunun yaratılma hikmeti, onun bu dünyada bir imtihana tabi tutulması olduğu için, kullara da bir çeşit irade verilmiştir. İşte buna Kelâmda; İrade-i Cüz'iyye" denilmektedir. Burada İslâm tarihinde, çokça tartışılmış bir konuya geliyoruz.
İlk kelâm tartışmalarını başlatan Mu'tezile ekolü, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu savunmuş ve ilahî iradenin (irade-i külliyye) insanı bu dünyadaki fiillerinde serbest bıraktığını söylemiştir (Mu'tezile'ye kaderiyye de denilmektedir).
Buna karşılık bir diğer ekol olan Cebriyye, insanın hiçbir iradeye sahip bulunmadığını, onun bütün yapıp ettiklerinin irade-i külliyyeye ait olduğunu iddia etmektedir. Her ikisinden de ayrıları Ehl-i Sünnet akaidi ise, orta yolu tutarak şunları ileri sürmüştür. Her ne kadar Allah Teâlâ, bütün fiillerin yaratıcısı ise de, kullarını birtakım hükümler ve ödevlerle yükümlü tutmuş olduğundan. bunları yerine getirmeleri için onlara bir irade de bağışlamıştır. İnsan iyiyi de kötüyü de seçmekte serbesttir. Dilerse Allah'ın istemediği bir iş yapar; dilerse onun arzuladığı bir işi yapar. Şu kadar ki; ne zaman kendi iradesini bir fiili yapmaya yöneltirse o zaman Allahu Teâlâ o fiili yaratır. Bu durumda, o fiili Allah'ın kudreti yaratmıştır. Fakat, insanın iradesi de o fiili isteme suretiyle fiile ortak olmuştur. İşte buna, yani irade-i cüz'iyyenin ilâhi fiile katılışına "kesb" denilir. Aksi takdirde, kişinin bu fiilde hiçbir katkısı olmaması (Cebriyenin görüşü), zulmü iktiza eder ki, bu Cenâb-ı Hakka noksanlık izafe etmek manasına gelir. Mu'tezile'nin ileri sürdüğü ve fiillerini yalnız insanın yarattığı görüşü ise, İrade-i külliyye haricinde ona denk bir başka irade kabul etmek demektir ki, bu da şirk anlamına gelir. Şu halde Ehl-i sünnetin görüşü bu ikisinden de ayrılır. İnsan irade sahibidir; ama aynı zamanda daha küllî bir irade tarafından kuşatılmıştır. Bu sebeple yerine getirdiği filler, kendisinin seçmesi, Hak Teâlâ'nın halketmesi ve bu ikisinin neticesinde kulun bu halk edilen fiili kesb etmesi şeklinde vukû' bulur.
Kur'an-ı Kerîm'den anlaşıldığına göre; Allah'ın irade sıfatı iki şekilde olur:
a- Tekvinî İrade: Bir şeye taalluk edince hemen vuku bulur.
Yukarıdaki ayetler bunun misalidir.
b- Teşriî irade: Bu, Allah'ın muhabbet ve rızası demektir. Bu manada Allah'ın irade etmiş olduğu şeyin meydana gelmesi vacip değildir.
"Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez" (el-Bakara, 2/ 185) ayeti bu türdendir.
Allah Teâla, bu manadaki iradesini ilâhi bir lutfu olarak kullarının iradesine bağlamıştır. Kul neyi dilerse Allah onu irâde edip kulun isteğine uygun olarak yaratır. Kul da yaptığı şeyleri kendi hür iradesiyle yaptığı için sorumlu olur.
Allah Teâlâ, kulun isteğine ve çalışmasına göre hayra da irade eder, şerri de. Fakat hayrı rızası var iken; şerre rızası yoktur (Nureddin es-Sâbûnî, Maturidiyye Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, s. 105, 106).
Aynı cinsten olanlar mukayeseye gelebilir ve muvazene edilebilirler. Mesela elma ile elma, armut ile armut mukayese edilebilir. Amma karpuz ile nar, üzüm ile kayısı muvazene ve mukayeseye gelmez. Ancak her biri kendi şartında ve özelliklerinde değerlendirilebilirler. Aksi halde karpuz hakkında her mesele ve değerlendirme üzüm için şirktir.
Bu kaide kainatta her şey için geçerlidir. Bitkiler en basit tabakayı hayatta iken iki farklı tür birbiriyle mukayese edilmezse, iki farklı cins ve iki farklı mahiyet yani bir bitkiyle hayvan, hayvan ile insan hiç ölçülebilir mi, mukayeseye gelebilir mi? Hatta mahlukat kemalata doğru (yaratılış cihetiyle) gittikçe, yükseldikçe bu muvazene ve mukayese iki farklı fert arasında bile cereyan etmez. Yani iki farklı insan muvazene ve mukayese edilmez. Maddeten iki farklı özelliklere haiz oldukları halde manen hiç muvazeneye gelmez. Ana meseledeki benzerlik çok yüzeysel ve basittir. Bir insanın hayatını yazan bir tarihçi, başka bir insanın hayatında cahil ve ek******.
Bu böyleyken kemalatın en kutsisinde ve yarattığı hiçbir mahluka benzemeyen, kendinden başka misli olmayan maddeden, zamandan, mekandan münezzeh olan Allah-u Zülcelal nasıl bir insanın hususiyetleriyle muvazene ve mukayese edilsin, Misli ve benzeri olanlar arasında tam bir mukayese olmaz ise misli olmayan Allah (cc) kesinlikle mahlukatın bütün özelliklerinden müstağnidir. Ve mukayeseye gelmez. Sadece tefekküre bir vasıta olmak cihetiyle bazı temsilat olabilir.
Her kemal ve cemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister ifadesinde insanlardaki bu arzu ve hususiyetler sadece tefekküre bir bakış açısıdır. Yoksa mukayese için değildir. Yani mikroskoplar mikropları, teleskoplar yıldızları ve semayı müşahede ettirir. Fakat mikroskopta gösterdiklerinden bir özellik, teleskopta yıldızlarda ve semadan bir hususiyet bulunmaz. Her şey Allah’ı tavsif eder. Fakat onunla muttasıf olmaz. İnsan da bir mikroskop ve teleskop gibi Cenab-ı Hakk’ı külli manada bildirir ve tanıttırır. Allah’ın zat, sıfat ve esmasını gösterir. Onunla kesinlikle muttasıf olamaz. O zattan bir hususiyeti kendinde taşıyamaz. Bunun gibi insanın kendi güzellik ve kemalatını görmek ve göstermek istemesiyle, Cenab-ı Hak’taki bu hususiyet aynı değildir. Sadece cam gibi vasıta olmaktan öteye geçmez. Tefekkür için bir rasat vazifesini görür. Başka türlü yakıştırmalar Allah için şirktir.
Ayrıca insanların güzelliklerini göstermesi bir ihtiyaçtan gelir, kemale ve ikmale gider. O güzellik olmaz ve görünmezse o insan eksik ve nakıs olur. Alkış, taltif, hoşamedi insanı keyiflendirir. Noksanı ikmal eder. Oysa Cenab-ı Hakk’ın kendi cemal ve kemalini göstermek istemesi ihtiyaçtan değil, iradeden gelen bir şuunattır. Kemalatı ikmal etmez. Çünkü hakiki kemalat ihtiyaca bina edilmez. İhtiyaçtan başkasının mukayesesinden gelen güzellik ve kemalat hakiki güzellik ve kemal değildir. O da nisbidir. Çünkü nisbet edilenler gitse onlar da değerden ve kıymetten düşer. Mesela Allah mabud olduğu için ibadet ederiz. İnsanlar ibadet ettiği için mabud değildir. Burada mabudiyet nisbetle kaim değildir.Nnisbetle kaim olanlar ; mesela insanların batıl mabudları bir zamanlar ibadet edildiği için mabud ittihaz edilmiş. İnsanlar ibadet etmekten vazgeçince onlar da mabudiyetten düşmüşler. Hakiki mabudiyet öyle olamaz.
Mesela insanlar olmazsa, bir insan, yalnız başına kendi kemalat ve güzelliğini göstermek ister mi? Sanatta, meharette, neyi kime gösterecek Yani mukabele ve nisbet istiyor. Ta ki kemalatı zuhur etsin. Seyredenler olmazsa sanatlar, panayırlar ve pazarlar olmazsa ticaretler, hoşamedi olmazsa güzellikler görünmek istemezler. Bu mahlukat için genel bir kaidedir. Fakat Allah ezeli ve ebedidir. İnsanlığın ömrü alemin sonunda başlamıştır. O halde milyarlarca yıl önce Allah’ın cemal, kemal ve sanatı İlahiyeyi kimler seyrediyordu. Demek insanlardaki cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi arzusu Allah’ın cemalini ve kemalini ölçmek ve mukayese için değil, insanların kendi kemalatını artırması ve tezahürü ve imtihan içindir.
Ayrıca Allah'ın kemal ve cemalinin inceliğini insanlar melekler ve hiçbir mahlukat anlayamaz, idrak edip kavrayamaz. Ancak Allah kemal ve cemalini bilir. Bizdeki güzellik gibi Allah’ın cemal ve kemali bir ihtiyaçtan gelse, ihtiyaç gittiğinde güzellik ve kemalatın da eksilmesi lazım. Mesela insan açlıktan dolayı yemek ister. İhtiyaçtan dolayı gezmek, keyiften dolayı seyir ister. Bu ihtiyaçlar kesilse artık yemek, seyir ve tenzzüh de biter. Cenab-ı Hak’ta ise bu şuunat ezelidir. Asırlardan beri yaratma, tezyinat, taltifat ve kemalat devam ediyor. Ve ebediyen devam edecektir. Demek ki Cenab-ı Hak’ın kendi cemal ve kemalini görmek ve istemesi, ihtiyaçtan değil İRADE-Yİ İLAHİYEDENDİR.
Allah'ın sıfatı olarak irade; O'nu diğer sıfatlarıyla beraber tavsif eder. Allah nasıl her şeyin kusursuz ve mükemmeline sahipse ve her konuda mutlak kemâl O'na nisbet edilmek gerekiyorsa; irade hususunda da Allah mutlak irade sahibidir. Yani Allah'ın iradesini kısıtlayan, onu tehdit eden herhangi bir başka irade sözkonusu olamaz. Öyleyse Allah'ın iradesi bütün yaratıklar üzerinde mutlak surette geçerlidir. "Rabbin şüphesiz irade ettiği şeyi kolaylıkla yapabilen ve yerine getirebilendir" (Hûd, 11/107) Bu konudaki diğer Kur'an ayetleri şöyledir: "Allah bir şeyi dilediği zaman, onun buyruğu sadece o şeye "ol " demektir; o da hemen olur" (Yâsin, 36/82); "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer" (el-Kasas, 28/68);"şüphe yok ki Allah dilediğine hükmeder" (el-Mâide, 5/1). Allah'ın iradesi bütün yaratılmışlar, yani bütün varlıklar üzerinde geçerli ise, nasıl oluyor da insanın da bir iradeye sahip olduğu söylenebiliyor? Bu noktada İslâm tarihinin çok erken dönemlerinden itibaren meydana gelen tartışmalar, iki-üç asır devam etmiş ve nihayet hicrî asırdan itibaren belli bir kararlılık bulmuştur. Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre; Allah mutlak irade sahibidir. Bu irade fark gözetmeksizin bütün varlıklar üzerinde egemendir. Ama insanın da dünyada imtihan edilebilmesi için belirli bir kudrete sahip olması gereklidir ki, yaptıklarından sorumlu tutulabilsin. Şu halde insan belirli bir fiili yapmaya niyetlendiği zaman ilâhî irâdenin kulun fiillerini halk etmesi esnasında İrâde-i Külliyeye katılır, yani onu kesb eder. İşte insan bu kesbi dolayısıyla sorumluluğu üzerine almaktadır. Bu sorumluluğu yüklenip iradesini kullanmaya da ihtiyar denilir.
İrade-i Külliyye ve İrade-i Cüz'iyye:
İslâm akaidindeki belli başlı konulardan biri de irade-i külliye meselesidir. Kavramın Kelâm ilmindeki ıstılahi anlamı; bütün yaratılmışların üzerinde tek ve mutlak bir iradenin, yani Allah'ın iradesinin bulunduğudur. Bütün yaratıklar (ister canlı ister cansız olsun) bu ilahî iradeye boyun eğerler. İslâm akaidinde tevhid, bütün inanç sisteminin merkezidir. Her şey tek bir ilahî kaynaktan vücut bulmuştur. Bütün kainatın Allah karşısında pasif olduğu düşünülürse, her fiilin Allah tarafından "halk" edilmiş olması da tabiidir. Fakat insanoğlunun yaratılma hikmeti, onun bu dünyada bir imtihana tabi tutulması olduğu için, kullara da bir çeşit irade verilmiştir. İşte buna Kelâmda; İrade-i Cüz'iyye" denilmektedir. Burada İslâm tarihinde, çokça tartışılmış bir konuya geliyoruz.
İlk kelâm tartışmalarını başlatan Mu'tezile ekolü, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu savunmuş ve ilahî iradenin (irade-i külliyye) insanı bu dünyadaki fiillerinde serbest bıraktığını söylemiştir (Mu'tezile'ye kaderiyye de denilmektedir).
Buna karşılık bir diğer ekol olan Cebriyye, insanın hiçbir iradeye sahip bulunmadığını, onun bütün yapıp ettiklerinin irade-i külliyyeye ait olduğunu iddia etmektedir. Her ikisinden de ayrıları Ehl-i Sünnet akaidi ise, orta yolu tutarak şunları ileri sürmüştür. Her ne kadar Allah Teâlâ, bütün fiillerin yaratıcısı ise de, kullarını birtakım hükümler ve ödevlerle yükümlü tutmuş olduğundan. bunları yerine getirmeleri için onlara bir irade de bağışlamıştır. İnsan iyiyi de kötüyü de seçmekte serbesttir. Dilerse Allah'ın istemediği bir iş yapar; dilerse onun arzuladığı bir işi yapar. Şu kadar ki; ne zaman kendi iradesini bir fiili yapmaya yöneltirse o zaman Allahu Teâlâ o fiili yaratır. Bu durumda, o fiili Allah'ın kudreti yaratmıştır. Fakat, insanın iradesi de o fiili isteme suretiyle fiile ortak olmuştur. İşte buna, yani irade-i cüz'iyyenin ilâhi fiile katılışına "kesb" denilir. Aksi takdirde, kişinin bu fiilde hiçbir katkısı olmaması (Cebriyenin görüşü), zulmü iktiza eder ki, bu Cenâb-ı Hakka noksanlık izafe etmek manasına gelir. Mu'tezile'nin ileri sürdüğü ve fiillerini yalnız insanın yarattığı görüşü ise, İrade-i külliyye haricinde ona denk bir başka irade kabul etmek demektir ki, bu da şirk anlamına gelir. Şu halde Ehl-i sünnetin görüşü bu ikisinden de ayrılır. İnsan irade sahibidir; ama aynı zamanda daha küllî bir irade tarafından kuşatılmıştır. Bu sebeple yerine getirdiği filler, kendisinin seçmesi, Hak Teâlâ'nın halketmesi ve bu ikisinin neticesinde kulun bu halk edilen fiili kesb etmesi şeklinde vukû' bulur.
Kur'an-ı Kerîm'den anlaşıldığına göre; Allah'ın irade sıfatı iki şekilde olur:
a- Tekvinî İrade: Bir şeye taalluk edince hemen vuku bulur.
Yukarıdaki ayetler bunun misalidir.
b- Teşriî irade: Bu, Allah'ın muhabbet ve rızası demektir. Bu manada Allah'ın irade etmiş olduğu şeyin meydana gelmesi vacip değildir.
"Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez" (el-Bakara, 2/ 185) ayeti bu türdendir.
Allah Teâla, bu manadaki iradesini ilâhi bir lutfu olarak kullarının iradesine bağlamıştır. Kul neyi dilerse Allah onu irâde edip kulun isteğine uygun olarak yaratır. Kul da yaptığı şeyleri kendi hür iradesiyle yaptığı için sorumlu olur.
Allah Teâlâ, kulun isteğine ve çalışmasına göre hayra da irade eder, şerri de. Fakat hayrı rızası var iken; şerre rızası yoktur (Nureddin es-Sâbûnî, Maturidiyye Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, s. 105, 106).
Sorularla İslamiyet