ALLAH’I GÖRMEK O’NU BİLMEK İLE ORANTILIDIR
Mü’minler cennette Cenâb-ı Hakk’ı müşahede edeceklerdir. Efendimiz görme keyfiyetini misallendirirken, “ayın ondördünde ve bulutsuz bir gecede, Ay’ı görür gibi” teşbihinde bulunmaktadır. Elbette bu görme, Cenâb-ı Hakk’a bir mekan izafesi ma’nâsına gelmez. Çünkü, “mü’minler, cennette Cenâb-ı Hakk’ı göreceklerdir” demek, Cenâb-ı Hakk, mekân itibariyle cennette olacak demek değildir. O, zaman ve mekân kayıtlarından mukaddestir, yücedir.
İşte bu görme, her mü’min için marifeti nisbetinde olacaktır. Kim Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar biliyorsa, marifet-i İlâhî’de ne kadar derinleşmişse, gözünden açılan perde de o nisbette olacaktır. Onun içindir ki, bir nebi, bir veli ve sıradan diğer bir insanın orada müşahedeleri farklı farklı olacaktır. Bu sebeple Allah bilgisi çok önemlidir. Bu bilginin mutlaka marifet eksenli temrinlerle, ibadetlerle takviye edilmesi gerekir. 0 Mesihî rûhun bir başka yanı da, onda kozalite’nin, yani sebep-netice münasebetinin aşılmış olmasıdır. Tefekkür, marifete ayrı derinlik kazandırır; ibadet onu insanın tabiatı hâline getirir. Kim dünyada ne kadar derinleşmişse cennetten de, Cemalullah’ı müşahededen de o derece zevk ve lezzet duyar.
ALLAH'I TANIMAK VE BULMAK
Kâinatta cereyan eden hadiseler, en ami insana dahi ma'nâsız olmadığını hissettirecek kadar geniş muhteviyatı haiz delillerdir.
Efendimiz, Allah'ın, dinin ve şeriatın telkin edilmediği bir muhitte doğdu, yaşadı. Fakat ilminin, aklının ve fikrinin rehberliğiyle kâinattaki kevnî delaili doğru yorumlamasıyla O, gideceği yolu nübüvvetinden evvel buldu. Namaz kılıyor, oruç tutuyor, inzivaya çekiliyordu. Adını bilmediği, zatını göremediği Mabud-u Mutlak'ı için yaptıklarıyla doluyor, taşıyor ve huzura eriyordu. Gar-ı Hira'ya çekiliyor, en yüksek tepelerin başından eflakı seyrediyordu. Yıldızların ahengine, Ay'ın doğup-batarak takvimcilik edişine ve hediselerin başıboş olmayan akışına bakıyordu...
Resûl-ü Ekrem, doğduğu andan itibaren, nübüvvetle vazifelendirilmesine ve vefaatına kadar, yanlış bir adım atmadı. Cenâb-ı Hakk'ın nazarı ve şuhudu altında bulunan bir insan olarak hareket etti, yaşadı. Elbette herkes O'nun gibi olamaz ve O'nun edasıyla yaşayamazdı. Fakat çeşitli düşüş ve zelleleri olsa da, Cenâb-ı Hakk'ı bilen ve O'na karşı iştiyakla ölen kimseler de vardı.
Bunlardan birisi, Hazret-i Ömer'in iftihar ettiği amcası Zeyd bin Ömer'di. Ömer'in o bükülmez belini kırıp, ayaklarının bağını çözen; daha çocuk iken, amcasının, vefaatı hengamında söylediği son sözlerdi. Koca Ömer'e, kızkardeşi Fatma ile Zeyd bin Ömer'in oğlu ve kardeşinin kocası olan Sa'd, ikisi birden "Allah'tan kork!" dedikleri zaman, tedai yoluyla, amcasının bahsettiği Allah'ı hatırlamıştı.
Zeyd bin Ömer hayatı boyunca hep Allah'ı ve Resûlü'nü aramış ama bulamamış ve tanıyamamıştı. Ölüm döşeğinde, kırıkkâlbi, buruk gönlü ile hasret ve inkisar içinde ruhunu teslim ediyordu.Yanında oğlu Sa'd ve mübarek gelini Fatma, Cenâb-ı Ömer ile babası Hattab. Hepsi, Zeyd'in başı ucunda toplanmış, son sözlerini dinliyorlardı. O ise, nazarını dünyadan çekmiş, vicdanında derin bir hazza dalmış, kendine göre bildiği Allah'a kavuşmayı bekliyordu. Fakat O'nu azametine uygun kavrayamamanın, adını bilemenin derdi ve yangını ile de şu sözleri söylüyor, derin bir teessür ve ızdırab içinde ruhunu Allah'a teslim ediyordu:
"Allah'ım, çok aradım, çok özledim, ama Sen'in mübarek emrini duyamadım. Bana teklifini bilseydim. Hayatımda bir kere 'Kulum şunu yap' dediğini duyup, ne yapacağımı bilseydim; Sen'in emrini yerine getirmek için yüzümü yerlere sürüp,öylece ölecek; yüreğim yaralı gözlerim açık gitmeyecektim."
Hayatı boyunca putlara tapmamıştı. Onlara tapanlara da: "Bunlar ma'bud olamazlar. Bunlar, sizin ellerinizle yaptığınız, kendi ihdas ettiğiniz şeylerdir. Ma'bud, bana, size ve herşeye hayat veren, hepimizi ayakta tutan, hepimizin hayy ve kayyumu olandır. Ben tek Rabb'e, tek Ma'bud'a döndüm. Aklı olan da benim gibi yapar" diyordu. O karanlık devirde, adeta, el yordamıyla bir kandil arıyor, Resûl-ü Ekrem'in peygamberlikle geleceği günü itizar ediyordu. Seneler sonra Seniye-i Vedâ'da Peygamber'i karşılayan Medine'li çocukların "Bize Seniye-i Vedâ'dan bir ay doğdu" diyecekleri gibi aynı heyecan ve ümitle kendi gecesini de aydınlatacak Ay'ını, Güneşi'ni, Efendimiz'i bekliyordu.
Adeta, oğlu Sa'd'ı sağ yanına alacak ve Cennet'le müjdeleyecek Resûl-ü Ekrem'in kokusunu duymuş gibi şöyle diyordu: "Evladım, gelmesi beklenen bir peygamberin zuhuru çok yaklaşmıştır. Ben, O'nun varlığını hissediyor, kokusunu duyuyorum. Fakat O'nu görme, bilme ve biat etme şerefinden mahrum olarak gidiyorum. Zuhuru anında, O'na ilk biat edenlerden olmazsanız, size hakkımı helal etmem." Ve Hazreti Sa'd, babasının bu tefekkürî dersinin gönlündeki tesiriyle aklını da kullanarak, Hazret-i Ebu Bekir'in: "Resûl-ü Ekrem'e biat edelim" teklifine itiraz etmedi. Resûl-ü Ekrem Efendimiz'in huzuruna geldi. Kur'ân'ı dinledi, Allah'ın emirlerini öğrendi, kendi nefsinde yokluğa erdi ve Cenâb-ı Hakk'a vasıl oldu. (10)
Allah, bizleri başıboş ve gayesiz gezmekten, hayaller ardından koşmaktan kurtarıp; yüce hakîkatın önünde diz çökme, yerlere yüz sürme şerefine erdirsin. Böyle bir buluş ve bilişi ihsan etsin... Amin.