Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır

Garib

Well-known member
1690.gif

Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır
“(O), hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet verilirse, artık şüphesiz (ona) pek çok hayır verilmiş demektir.” (Bakara, 269)

Muhyiddin Arabî Hazretleri Fahreddin Razî Hazretlerine bir mektup yazarak:
“Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır” demiş. Yani meselâ, “İstanbul’u kim fethetti?” diye sorulsa hemen Fatih Sultan Mehmed denilir. Fakat “O’nu tanır mısınız, nasıl bir insandır?” diye sorulsa belki çok kimse bunu bilemez. Yine “Başbakan kimdir?” diye sorulsa hemen “Filan kişidir” denilir. Peki, “Kendisini tanır mısınız?” diye sorulsa yakından tanımayanlar fazla tanımadıklarını söylerler. Yani bilmek ayrıdır, tanımak ayrıdır.

İşte Cenâb-ı Hakk’ı, kendini tanıttığı veya bildirdiği kadar bilmek veya tanımak (ma‘rifetullah) ayrıdır. Yalnız varlığını bilmek ayrıdır.

Meselâ, bir çarşıya veya pazara büyük bir zâtın çeşitli malları gelse, iki tarzda o zatın malları olduğu bilinir. Birisi: “Bu kadar mallar ancak o zâtın olabilir. Başkasının olamaz” der. Fakat onun nezaretinde o mallara başkaları sahip çıkabilir. Hırsızlık olabilir. Bu kimse bütün bunların o zâtın malları olduğunu ispat edemeyebilir. İkincisi: “Bu kadar malların hepsi filan zâtındır” der. Bunun nezaretinde kimse bu mallara sahip çıkamaz. Hırsızlık edemez. Çünkü bütün malların her birinin üstünde o tek zâtın mührünü veya imzasını veya damgasını gösterir ve ispat eder.

Aynen bunun gibi, birisi: “Allah birdir, ortağı benzeri yoktur, bütün varlıklar onundur” der. Fakat ona ispat et denildiği zaman edemez. Yahut bazı şaşırtıcı sorular sorulsa belki tereddüde düşebilir.

Zor durumda kalabilir. Buna âmiyane tevhid veya tevhid-i zahirî denir. Diğer birisi ise: “Allah birdir, ortağı benzeri yoktur, bütün varlıklar onundur” der. Fakat her bir şeyin üstünde Cenâb-ı Hakk’ın varlığına birliğine ait sikkelerini, damgalarını, tuğralarını görür ve gösterir. Her bir şeyde Allah’ın varlığına ve birliğine deliller bulur ve gösterir. Âdeta Asâ-yı Mûsâ (as) gibi vurduğu yerden tevhid nurları fışkırtır. Hiç bir cihetle ortağı ve benzeri olmadığına kuvvetli bir inanış ile inanır ve ispat eder. Buna da tevhid-i hakîki denir.

Bedîüzzaman Hazretleri bu mevzuya dair izahında, İlm-i kelâm ulemasının Cenâb-ı Hakk’ın varlığı ve birliği hakkındaki beyanlarını Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin yeterli görmediğini, sadece ilim ve akıl ile giden kelâm ulemasının gittiği yolda alınan ma‘rifet-i ilâhiyenin noksan olduğunu, yine sadece kalp ayağıyla giden tasavvuf mesleği ile alınan ma‘rifet dahi Kur’ân-ı Hakîm’den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet (peygamberlik varisliği) sırrıyla alınan ma‘rifete nispeten o kadar noksan olduğunu; yüksek olan Kur’ânî yolun, kalp ve aklın imtizacıyla (birlikteliği) ile olduğunu ve her şeyde Allah’ın varlığına ve birliğine deliller bularak Mûsâ Aleyhisselâmın asâsı gibi vurduğu yerden tevhid nurlarını çıkardığını beyan eder. Ve şöyle der:
“Hem îman yalnız ilim ile değil; îmanda çok letaifin (latifelerin) hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif a‘sâba muhtelif bir surette inkısam edip (kısımlara ayrılıp) tevzi‘ olunuyor (dağılıyor). İlim ile gelen mesâil-i îmaniye (îman meseleleri) akıl midesine girdikten sonra derecata (derecelere) göre ruh, kalp, sırr, nefs, ve hakeza letaif (latifeler) kendine göre bir hisse alır, mass eder (emer). Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. İşte Muhyiddin Arabî, Fahreddin Razî’ ye bu noktayı ihtar ediyor (hatırlatıyor).” (26. Mektup)

Sevgili Peygamberimize (asm) soruldu:
“Hangi amel daha hayırlıdır.”

Peygamberimiz (asm):
“Allah’ı bilmektir” buyurdu.

Peygamberimize (asm):
“Bununla hangi ilmi kastediyorsun?” diye sorulduğunda,

Peygamberimiz (asm):
“Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ı bilmektir” buyurdu.

Bunun üzerine: “Biz sana yapılacak ameli soruyoruz sen ise bize ilimden bahsediyorsun” denildiğinde

Peygamberimiz (asm):
"Allah’ı bilmekle faydalanılacak en küçük bir amel; Allah’ı bilmeden edilecek pek çok amelden daha faydalıdır", buyurdu.

Netice olarak Cenab-ı Hakkı hakkıyla tanımak ancak bütün isim ve sıfatlarını bütün tecelli mertebeleriyle bilmekle mümkün olabilir. Halbuki çoğunlukla her bir zât bir ismin tecellisine mazhar olur. Ve o zâtın Allahı tanıması o isimden ve sair esmadan istifade nisbetinde olur. Bu ise, Cenab-ı Hakk hakkında nâkıs bir bilgi sayılan marifet olur. Elbette bu tanımak Allahı her cihetle tanımak değildir. Muhyiddin-i Arabî bir cihette bunu da nazara vermiştir.

Cenâb-ı Hakk bizleri marifet-i tâmme ile tevhîd-i hakîkîye ulaştırsın. Âmin.
İlyas RAMAZANOĞLU(irfan Mektebi)
1690.gif

 

Sergerdan

Well-known member

“Hem îman yalnız ilim ile değil; îmanda çok letaifin (latifelerin) hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif a‘sâba muhtelif bir surette inkısam edip (kısımlara ayrılıp) tevzi‘ olunuyor (dağılıyor). İlim ile gelen mesâil-i îmaniye (îman meseleleri) akıl midesine girdikten sonra derecata (derecelere) göre ruh, kalp, sırr, nefs, ve hakeza letaif (latifeler) kendine göre bir hisse alır, mass eder (emer). Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. İşte Muhyiddin Arabî, Fahreddin Razî’ ye bu noktayı ihtar ediyor (hatırlatıyor).”
 
Üst