ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﺍَﻟﺮَّﺣْﻤَﻦُ ٭ ﻋَﻠَّﻢَ ﺍﻟْﻘُﺮْﺍَﻥَ ٭ ﺧَﻠَﻖَ ﺍﻟْﺎِﻧْﺴَﺎﻥَ ٭ ﻋَﻠَّﻤَﻪُ ﺍﻟْﺒَﻴَﺎﻥَ
ﻓَﻨَﺤْﻤَﺪُﻩُ ﻣﺼﻠّﻴﺎ ﻋﻠﻰ ﻧﺒﻴﻪ ﻣﺤﻤّﺪ ﺍﻟّﺬﻯ ﺍﺭﺳﻠﻪ ﺭﺣﻤﺔ ﻟﻠﻌﺎﻟﻤﻴﻦ ﻭ ﺟﻌﻞ ﻣﻌﺠﺰﺗﻪ ﺍﻟﻜﺒﺮﻯ ﺍﻟﺠﺎﻣﻌﺔ ﺑﺮﻣﻮﺯﻫﺎ ﻭ ﺍﺷﺎﺭﺍﺗﻬﺎ ﻟﺤﻘﺎﺋﻖ ﺍﻟﻜﺎﺋﻨﺎﺕ ﺑﺎﻗﻴﺔ ﻋﻠﻰ ﻣﺮ ﺍﻟﺪﻫﻮﺭ ﺍﻟﻰ ﻳﻮﻡ ﺍﻟﺪﻳﻦ ﻭ ﻋﻠﻰ ﺁﻟﻪ ﻋﺎﻣﺔ ﻭ ﺍﺻﺤﺎﺑﻪ ﻛﺎﻓﺔ
ﺃﻣﺎ ﺑﻌﺪ ﻓﺎﻋﻠﻢ ﺍﻭﻟﺎً: ﺍﻥ ﻣﻘﺼﺪﻧﺎ ﻣﻦ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﺎﺷﺎﺭﺍﺕ ﺗﻔﺴﻴﺮ ﺟﻤﻠﺔ ﻣﻦ ﺭﻣﻮﺯ ﻧﻈﻢ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ. ﻟﺄﻥ ﺍﻟﺈﻋﺠﺎﺯ ﻳﺘﺠﻠﻰ ﻣﻦ ﻧﻈﻤﻪ. ﻭﻣﺎ ﺍﻟﺈﻋﺠﺎﺯ ﺍﻟﺰﺍﻫﺮ ﺍﻟﺎّ ﻧﻘﺶ ﺍﻟﻨﻈﻢ
ﻭ ﺛﺎﻧﻴًﺎ: ﺍﻥ ﺍﻟﻤﻘﺎﺻﺪ ﺍﻟﺄﺳﺎﺳﻴﺔ ﻣﻦ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﻭ ﻋﻨﺎﺻﺮﻩ ﺍﻟﺄﺻﻠﻴﺔ ﺍﺭﺑﻌﺔ: ﺍﻟﺘﻮﺣﻴﺪ ﻭ ﺍﻟﻨﺒﻮﺓ ﻭ ﺍﻟﺤﺸﺮ ﻭ ﺍﻟﻌﺪﺍﻟﺔ. ﻟﺄﻧﻪ ﻟﻤﺎ ﻛﺎﻥ ﺑﻨﻮ ﺁﺩﻡ ﻛﺮﻛﺐ ﻭ ﻗﺎﻓﻠﺔ ﻣﺘﺴﻠﺴﻠﺔ ﺭﺍﺣﻠﺔ ﻣﻦ ﺍﻭﺩﻳﺔ ﺍﻟﻤﺎﺿﻰ ﻭ ﺑﻠﺎﺩﻩ، ﺳﺎﻓﺮﺓ ﻓﻰ ﺻﺤﺮﺍﺀ ﺍﻟﻮﺟﻮﺩ ﻭ ﺍﻟﺤﻴﺎﺓ، ﺫﺍﻫﺒﺔ ﺍﻟﻰ ﺷﻮﺍﻫﻖ ﺍﻟﺎﺳﺘﻘﺒﺎﻝ، ﻣﺘﻮﺟﻬﺔ ﺍﻟﻰ ﺟﻨّﺎﺗﻪ ﻓﺘﻬﺘﺰّ ﺑﻬﻢ ﺍﻟﻤﻨﺎﺳﺒﺎﺕ ﻭ ﺗﺘﻮﺟﻪ ﺍﻟﻴﻬﻢ ﺍﻟﻜﺎﺋﻨﺎﺕ. ﻛﺄﻧﻪ ﺍﺭﺳﻠﺖ ﺣﻜﻮﻣﺔ ﺍﻟﺨﻠﻘﺔ ﻓﻦ ﺍﻟﺤﻜﻤﺔ ﻣﺴﺘﻨﻄﻘﺎ ﻭ ﺳﺎﺋﻠﺎ ﻣﻨﻬﻢ ﺑـ﴿ﻳﺎ ﺑﻨﻰ ﺁﺩﻡ ﻣﻦ ﺃﻳﻦ؟ ﺍﻟﻰ ﺃﻳﻦ؟ ﻣﺎ ﺗﺼﻨﻌﻮﻥ؟ ﻣَﻦْ ﺳﻠﻄﺎﻧﻜﻢ؟ ﻣَﻦْ ﺧﻄﻴﺒﻜﻢ؟﴾ ﻓﺒﻴﻨﻤﺎ ﺍﻟﻤﺤﺎﻭﺭﺓ ﺍﺫ ﻗﺎﻡ ﻣﻦ ﺑﻴﻦ ﺑﻨﻰ ﺁﺩﻡ ﻛﺄﻣﺜﺎﻟﻪ ﺍﻟﺄﻣﺎﺛﻞ ﻣﻦ ﺍﻟﺮﺳﻞ ﺍﻭﻟﻰ ﺍﻟﻌﺰﺍﺋﻢ ﺳﻴّﺪ ﻧﻮﻉ ﺍﻟﺒﺸﺮ ﻣﺤﻤّﺪ ﺍﻟﻬﺎﺷﻤﻰ ﺻﻠّﻰ ﺍﻟﻠّﻪ ﺗﻌﺎﻟﻰ ﻋﻠﻴﻪ ﻭ ﺳﻠّﻢ ﻭ ﻗﺎﻝ ﺑﻠﺴﺎﻥ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ: ﴿ﺍﻳﻬﺎ ﺍﻟﺤﻜﻤﺔ ﻧﺤﻦ ﻣﻌﺎﺷﺮ ﺍﻟﻤﻮﺟﻮﺩﺍﺕ ﻧﺠﻲﺀ ﺑﺎﺭﺯﻳﻦ ﻣﻦ ﻇﻠﻤﺎﺕ ﺍﻟﻌﺪﻡ ﺑﻘﺪﺭﺓ ﺳﻠﻄﺎﻥ ﺍﻟﺎﺯﻝ ﺍﻟﻰ ﺿﻴﺎﺀ ﺍﻟﻮﺟﻮﺩ، ﻭ ﻧﺤﻦ ﻣﻌﺎﺷﺮ ﺑﻨﻰ ﺁﺩﻡ ﺑﻌﺜﻨﺎ ﺑﺼﻔﺔ ﺍﻟﻤﺄﻣﻮﺭﻳﺔ ﻣﻤﺘﺎﺯﻳﻦ ﻣﻦ ﺑﻴﻦ ﺍﺧﻮﺍﻧﻨﺎ ﺍﻟﻤﻮﺟﻮﺩﺍﺕ ﺑﺤﻤﻞ ﺍﻟﺄﻣﺎﻧﺔ، ﻭ ﻧﺤﻦ ﻋﻠﻰ ﺟﻨﺎﺡ ﺍﻟﺴﻔﺮ ﻣﻦ ﻃﺮﻳﻖ ﺍﻟﺤﺸﺮ ﺍﻟﻰ ﺍﻟﺴﻌﺎﺩﺓ ﺍﻟﺄﺑﺪﻳﺔ، ﻭ ﻧﺸﺘﻐﻞ ﺍﻟﺂﻥ ﺑﺘﺪﺍﺭﻙ ﺗﻠﻚ ﺍﻟﺴﻌﺎﺩﺓ ﻭ ﺗﻨﻤﻴﺔ ﺍﻟﺎﺳﺘﻌﺪﺍﺩﺍﺕ ﺍﻟﺘﻰ ﻫﻰ ﺭﺃﺱ ﻣﺎﻟﻨﺎ، ﻭ ﺃﻧﺎ ﺳﻴّﺪﻫﻢ ﻭ ﺧﻄﻴﺒﻬﻢ. ﻓﻬﺎ ﺩﻭﻧﻜﻢ ﻣﻨﺸﻮﺭﻯ ﻭ ﻫﻮ ﻛﻠﺎﻡ ﺫﻟﻚ ﺍﻟﺴﻠﻄﺎﻥ ﺍﻟﺎﺯﻟﻰ ﻳﺘﻠﺄﻟﺄ ﻋﻠﻴﻪ ﺳﻜّﺔ ﺍﻟﺈﻋﺠﺎﺯ﴾ ﻭ ﺍﻟﻤﺠﻴﺐ ﻋﻦ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﺄﺳﺌﻠﺔ ﺍﻟﺠﻮﺍﺏ ﺍﻟﺼﻮﺍﺏ ﻟﻴﺲ ﺇﻟﺎ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﺫﻟﻚ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ. ﻛﺎﻥ ﴿١﴾ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﺄﺭﺑﻌﺔ ﻋﻨﺎﺻﺮﻩ ﺍﻟﺄﺳﺎﺳﻴﺔ. ﻓﻜﻤﺎ ﺗﺘﺮﺍﺁ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﻤﻘﺎﺻﺪ ﺍﻟﺎﺭﺑﻌﺔ ﻓﻰ ﻛﻠﻪ ﻛﺬﺍﻟﻚ ﻗﺪ ﺗﺘﺠﻠﻰ ﻓﻰ ﺳﻮﺭﺓ ﺳﻮﺭﺓ ﺑﻞ ﻗﺪ ﻳﻠﻤﺢ ﺑﻬﺎ ﻓﻰ ﻛﻠﺎﻡ ﻛﻠﺎﻡ ﺑﻞ ﻗﺪﻳﺮ ﻣﺰ ﺍﻟﻴﻬﺎ ﻓﻰ ﻛﻠﻤﺔ ﻛﻠﻤﺔ ﻟﺎﻥ ﻛﻞ ﺟﺰﺀ ﻓﺠﺰﺀ ﻛﺎﻟﻤﺮﺁﺓ ﻟﻜﻞ ﻓﻜﻞ ﻣﺘﺼﺎﻋﺪﺍ ﻛﻤﺎ ﺍﻥ ﺍﻟﻜﻞ ﻳﺘﺮﺍﺁ ﻓﻰ ﺟﺰﺀ ﻓﺠﺰﺀ ﻣﺘﺴﻠﺴﻠﺎ ﻭ ﻟﻬﺬﻩ ﺍﻟﻨﻜﺘﺔ ﺍﻋﻨﻰ ﺍﺷﺘﺮﺍﻙ ﺍﻟﺠﺰﺀ ﻣﻊ ﺍﻟﻜﻞ ﻳﻌﺮّﻑ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﺍﻟﻤﺸﺨﺺ ﻛﺎﻟﻜﻠﻰ ﺫﻯ ﺍﻟﺠﺰﺋﻴﺎﺕ
١ ﺟﻮﺍﺏ ﻟﻤﺎ
Tercümesinin bir hülâsası:
İnsanı halk edip Kur'anı ona talim eden Zât-ı Zülcelal'in Rahman ismiyle tecelli-yi kübrasına, rahmetin tecelliyatı adedince ona hamd ü sena ederek ve Seyyid-ül Beşer Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ı Rahmeten lil'âlemîn gönderdiği o Resul-i Ekremine risaletin semereleri adedince ona, âl ü ashabına salât ü selâm ve hadsiz şükrediyoruz ki: Onun mu'cize-i kübrası ve hakaik-i kâinatın remizleri ve işaretleri ile tamamıyla cem'edilen Kur'an-ı Azîmüşşan asırların geçmesi ile daim, bâki ve nev'-i beşere mürşid, tâ kıyamete kadar beka vermiş ve o Resul-i Ekrem'i onlara Üstad-ı A'zam eylemiş.
Emma ba'dü biliniz ki: Evvelâ bu yazacağımız işarat ve nüktelerdeki maksadımız Kur'anın nazmındaki bir kısım remizlerinin tefsiridir. Çünki yedi nevi i'cazın en incesi, fakat kuvvetli ve lafzî fakat hakikatlı i'caz, Kur'anın nazmından tecelli ediyor. Evet, parlak i'caz elbette nazmın nakşından çıkıyor.
Sâniyen: Kur'anda esas maksadları ve anasır-ı asliyesi dört hakikattır:
Tevhid, Nübüvvet, Haşir ve Adalet'tir. Çünki: Vakta kâinat sahrasında benî-Âdem bir acib ve büyük bir kafile ve sair taifeler beraber birbiri arkasında asırlar üstünde geçmiş zamanın derelerinden, şehir ve meşherlerinden sefer edip vücud ve hayat sahrasında yürüyüşüyle istikbalin yüksek dağlarına azimetle oradaki bağlarına gözleri müteveccih olmak cihetiyle hilafet-i zemine mazhariyet noktasında ve sair zîhayata tasarrufatı cihetinde rûy-i zeminde ekser eşyanın nev'-i beşerle münasebatı iktizasıyla heyecana gelmesinden kâinat dahi onlara yüzlerini çevirip nev'-i beşerle ciddî alâkadar oluyor. Benî Âdem bir tek taife iken yüz binler taifelere karışmasında kâinat zemin gibi onlara netice-i hilkat-i âlem noktasında bakıyor. Güya hilkat-i kâinat hükûmeti; o hükûmetin zabıta memuru hükmünde fenn-i hikmeti, bir müstantık ve sorgucu olarak o misafir kafileye gönderip ondan sual edip soruyor ki:
"Ey benî-Âdem! Nereden geliyorsunuz ve nereye gideceksiniz ve ne yapacaksınız? Ve her şeye karışıyor ve bazan karıştırıyorsunuz. Sultanınız ve hatibiniz ve reisiniz ve ileri geleniniz kimdir? Tâ bana cevab versin."
O muhavereler içinde birden kafile-i benî-Âdem'den Muhammed-ül Hâşimî (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), emsalleri olan ulü-l azm peygamberler gibi fenn-i hikmete karşı kalktı. Ve Kur'anın lisanıyla dedi ki:
"Ey müstantık hikmet! Biz mevcudat kafilesi, adem karanlıklarından Sultan-ı Ezelî'nin kudretiyle çıktık, ziya-yı vücuda girdik, varlık nurunu bulduk. Her bir taifemiz bir vazifeye girdik. Ve biz benî-Âdem taifesi ise, bir emanet-i kübra rütbesi ve hilafet-i zemin vazifesiyle sair mevcudat kardeşlerimizin içinde imtiyazlı ve memuriyet sıfatı ile bu meşher-i kâinata gönderilmişiz. Her vakitte yola çıkmaya müheyya bir vaziyetteyiz ve haşir yolu ile saadet-i ebediyenin kazanmasının tedariki ile meşgulüz. Ve bizim re's-ül mâlimiz olan istidadlarımızın çekirdeklerini sünbüllendirmeye, iman ve Kur'anla inkişaf ettirmekle iştigal ediyoruz. İşte o kafilenin reisi ve hatibi benim. İşte elimdeki bu fermanı; manevî ve maddî hava, bir tek lisan gibi bütün kâinata o fermanın her kelimesini bir anda milyarlar yapıp işittiriyor. İşte o menşur u ferman, Ezel ve Ebed Sultanı'nın kelâmıdır. Ve emirleri ve konuşmaları olduğuna delil-i kat'î, üstünde parlayan sikke-i şahanesi ve turra-i sermediyesine bak, gör, git, söyle."
Evet en müşkil, en umumî ve bütün mevcudata sorulan bu üç-dört gayet acib suale tam doğru ve mükemmel cevab veren yalnız ve yalnız Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyandır ki; başında ﺫَﻟِﻚَ ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏُ ﻟﺎَ ﺭَﻳْﺐَ ﻓِﻴﻪِ fermanıyla ilân edilmiş.
Madem baştan buraya kadar bir hakikati anladın. Elbette bu hakikatten anlaşılıyor ki, Kur'anın anasır-ı esasiyesi o dört hakikattir. Yani; tevhid, nübüvvet, haşir ve adalettir. İşte bu dört hakikat nasılki mecmu'-u Kur'anda dört rükündür. Öyle de o dört makasıd çok surelerin her birisinde bulunuyorlar. Her bir sure bir küçük Kur'an olur. Belki çok cümlelerin içinde de o dört maksada telmihen işaretler var.
Belki bazan bir tek kelimede o dört esasa remizler var. Çünki Kur'anın eczaları ve kelime ve âyetleri, mecmuuna karşı birer âyine hükmüne geçer, birbirinden in'ikas eder. Güya Kur'an müteselsilen âyet ve cümle ve kelimelerine o maksadların nurunu veriyor. Âyinede güneş gibi bazan bir kelime, bir cümle; bir küçük Kur'anı gösterir.
İşte Kur'ana mahsus bu nükte, yani cüz', küll gibi aynı maksadı göstermesi maksadıyla Kur'an müşahhas bir ferd olduğu halde, çok efradı bulunan bir küllî gibi ilm-i mantıkça tarif edilir. Demek Kur'an'da bin Kur'an'lar var ki, şahs-ı küllî olmuş. Hem öyle de lâzım gelir. Çünki hadsiz ve gayet muhtelif taifelere ders olduğu için, aynı derste hadsiz o taifeler adedince dersler bulunmak lâzım gelir.
Sual: Eğer denilse: Bu dört maksad-ı asliyeyi bize Bismillah ve Elhamdülillah cümlesinde göster.
Cevab: Deriz ki: Madem Bismillah Allah'ın abdlerine bir ders olarak nâzil olmuş, elbette söylemek manasında olan ﻗُﻞْ kelimesi Bismillah içinde vardır. İlm-i sarf ile, "mukadder" tabir edilir. İşte Bismillah'taki ﻗُﻞْ takdiri, bütün Kur'andaki ﻗُﻞْ ﻗُﻞْ (söyle söyle) lafızlarının esası ve anası, bu Bismillah'taki ﻗُﻞْ dür.
Buna binaen ﻗُﻞْ kelimesinde risalete işaret olduğu gibi, Bismillah'ta dahi uluhiyete remiz var ve ﺑِﺴْﻢِ deki ﺑﺎ nın takdimi, ﻗُﻞْ ün besmelenin âhirinde mukadder olması hasr ve yalnız manasını ifade ettiğinden tevhide işaret ediyor. Yani, yalnız Onun ismiyle başla ve meded al.
Ve Rahman isminde adaletin nizamına ve rahmetin cilvelerine işaret var. Çünki muhtelif, karmakarışık mevcudat, intizamı ile güzelleşmiş. Ve rahmetin cilvelerine mazhar olabilir.
Ve Rahîm'de haşre işaret var. Çünki manasında hem afvetmek, hem rahmet ve şefkat etmek ve bu fâni dünyada o dört mana hakikati ile umumî bir surette görünmediğinden, elbette bir diyar-ı âherde o manalar tamamıyla tezahür edebilir. Hem rahmet ve şefkatin hakikatı, dirilmemek üzere ölmekle kabil-i tevfik değildir. Demek Rahîm'deki şefkat, parmağını Cennet'e uzatmış gösteriyor.
Şimdi ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠَّﻪِ ﺭَﺏِّ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻤِﻴﻦَ ٭ ﻣَﺎﻟِﻚِ ﻳَﻮْﻡِ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ e bakınız.
"Elhamdülillah"da uluhiyetin zahir işaratı var. Çünki bütün hamd Allah'a mahsustur. Uluhiyeti gösterdiği gibi, tevhidi de gösteriyor. Evet, "lillah"daki "lâm" ilm-i sarfça bir manası ihtisas ve istihkaktır. "Elhamdü"deki "elif lâm" bir manası istiğraktır. Demek bütün hamdler Allah'a mahsustur. Demek tevhidi, kat'î ifade ediyor.
"Rabb-il Âlemîn" lafzında hem adalete, hem nübüvvete işaret var. Çünki onsekiz bin âlemin zerreden ve zerrelerden, sineklerden tut, tâ bin defa zeminden büyük seyyareler ve yıldızlara kadar gayet mükemmel bir müvazene, bir intizam, bir mükemmel terbiye, gayet mükemmel bir adalet-i kübrayı gösteriyor.
Nübüvvete işareti ise: Madem nev'-i beşerin fıtrî kuvvelerine sair hayvanat gibi hadd konulmamış, ondan tecavüzat çıkmış. Hem insan maddî olduğu gibi, maneviyat cihetinde de bütün kâinatla alâkadar olmasından, hilkat-i kâinattaki hikmet-i âliye-i beşeriyeti, nizam ve intizam altında olan çekirdek hükmünde olan istidadatı inkişaf ettirmekle emanet-i kübra vazifesini yapmak cihetiyle nübüvvet zarurîdir ki, "Rabb-il Âlemîn"deki "Âlemîn" içindeki yüksek makamını bulabilsin ve halife-i zemin olup melaikeye rüchaniyetini gösterebilsin.
Ve "Mâlik-i Yevmiddin" cümlesi ise, haşri tasrih ediyor. Çünki "Yevmiddin" yani; din günü ve ceza günü ve maneviyat günü demek. Nasıl dünya, maddiyat ve maddî harekâtın ve amellerinin günüdür. Elbette o harekâtın neticelerini ve o hizmetlerinin ücretlerini ve o maneviyatın semeratlarını belki o fâniyat ve zâilatın bâki ve daimî eserlerini ve âlem-i misal sinemasıyla ve fotoğrafıyla alınan umum o fâniyat ve zâillerin sahife-i amellerini gösterecek ve neşredecek bir gün gelecektir, diye ifade ediyor.
Bismillah, Elhamdülillah cümleleri gibi Kur'anda ekserî yerlerinde böyle dört unsur-u esasiye içinde görünebilir. Meselâ: ﺍِﻧَّٓﺎ ﺍَﻋْﻄَﻴْﻨَﺎﻙَ ﺍﻟْﻜَﻮْﺛَﺮَ bir sadef gibi bu dört cevahir içindedir. Dikkat etsen görürsün. "Biz sana verdik Kevser'i." Yani Zât-ı Zülcelal seni nübüvvetle ve maddî-manevî temin-i adaletle müşerref ettiği gibi, Cennet'te Kevser'i ihsan ediyor.
Ey sâil! Pek uzun hakikati kısa kesip bu üç misali minval ve mekik yap; üstünde o münasebat ve işaratı dokumaya başla. Biz de şimdi Bismillah'tan başlıyoruz. İzahı, tafsili Risale-i Nur ve Birinci Söz ve Besmele Lem'asına ve sair Risale-i Nur'daki Bismillah'ın hakikatlerine dair hüccetlerine havale edip, yalnız nazm itibariyle küçük bir îma ederiz. Şöyle ki:
Bismillah güneş gibidir. Başkalarını tenvir ettiği gibi, kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan, onun hakikatını herkesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir.
Harfler ve cüzlerinden evvelâ ( ﺑَﺎ) nın fenn-i sarfça bir manası istianedir. Bir mana-yı örfîsi teberrük manası olmasından, bu ( ﺑَﺎ) nın merci-i müteallikı kendi manasından çıkan ﺍَﺳْﺘَﻌِﻴﻦُ ve ﺍَﺗَﻴَﻤَّﻦُ fiillerine bağlanıyor. Veyahut Bismillah'taki perdesinde ﻗُﻞْ (söyle) den çıkan ﺍِﻗْﺮَﺍْ (oku) fiiline bakar. Yani: "Yâ Rabbi, ben senin isminin yardımıyla ve onun bereketiyle okuyacağım. Her şey senin kudretinle ve icadınla ve tevfikinle olduğu gibi, yalnız ve yalnız senin isminle başlıyorum." Demek Bismillah'tan sonra ﺍﻗﺮﺃ okumak lafzı, âhirinde mukadder olmasından hem ihlas, hem tevhidi ifade eder.
Amma ﺍِﺳْﻢ kelimesi ise: Biliniz ki, Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un binbir esmasından bir kısmına "Esma-i Zâtiye" denilir ki, her cihetle Zât-ı Akdes'i gösterir. Onun adı ve onun ünvanıdır. "Allah, Ehad, Samed, Vâcib-ül Vücud" gibi çok esma var. Bir kısmına da "Esma-i Fiiliye" tabir edilir ki, çok nevileri var. Meselâ: "Gaffar, Rezzak, Muhyî, Mümit, Mün'im, Muhsin."