Emirdağ Lahikası-2

Ahmet.1

Well-known member
Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Bütün ruh u canımızla Receb-i Şerifinizi ve şuhur-u selâsenizi tebrik edip Cenab-ı Erhamürrâhimînden niyaz ediyoruz ki, hakkınızda ve hakkımızda seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandırmağa bu üç mübarek ayı vesile eylesin, âmîn.

Sâniyen: Otuz-kırk gündür hakikî ehl-i imana bir nevi hücum içinde üç dindar vekilin İslâmiyet şeairini bir derece tamir etmeye meydan vermemek için bir sarsıntı verildi. Hizmet-i imaniye içinde en büyük kuvveti Nurcularda buldular. Bahanelerle onlara fütur vermek, şevklerini kırmak için çok desiseler yapıldı. Tarsus, İstanbul gibi Emirdağı'nda da acib desiseler ile beni hiddete getirip bir gaile çıkarmak istediler. Halbuki Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle bana fevkalâde bir sabır ve tahammül verildi. Onların da plânı zîr ü zeber oldu. Hattâ Afyon'da ve burada üç büyük memurun belki azlolmak ihtimali var. Ve üç vekil de lehimde bulunmuşlar. Demek inayet-i İlahiye daima bizi himaye ediyor, elhamdülillah. Bu gibi şeyleri merak etmeyiniz. Yalnız ihtiyat her vakit iyidir.

Sâlisen: Risale-i Nur'un manevî avukatı ve bir kahramanı Ahmed Feyzi, İzmir'deki Nur'un teksiri ve intibahkârane İzmir vaziyeti ile Ahmed Feyzi alâkadar olmuş, teksirdeki tashihatı deruhde etmiş. Mehmed Yayla ve Abdurrahman gibi ve yardım eden kardeşler gibi İzmir'de Nur'un teksirinde alâkalarını devam ettireceklerine dair mektubu hapishanede Nur'un küçük bir kahramanı olan Bayram getirdi. Ve Ahmed Feyzi onunla bir mikdar zeytin ve zeytinyağı göndermiş. Ben Abdülmecid kardeşimin hediyesini kabul etmediğim halde Ahmed Feyzi kardeşimi daha ziyade kendime yakın gördüğümden hediyesini kabule mecbur oldum. Fakat kaidem bozulmamak için o hediyeye mukabil benim hesabıma bir Sözler mecmuası, beş tane Cevşen-ül Kebir, üç tane Nazif'in mektubunda yazdığı bana ait nüshalardan ve İstanbul'dan size gelecek Hizb-i Nuriye'yi ona gönderiniz.

İki Nurcu Ankara'ya gittiler. Hem Başvekil, hem Dâhiliye Vekili, hem Maarif Vekili lehimizdedir. Ve bize müjdeli haber geldi. Onun için beni merak etmeyiniz. Ben gelen sıkıntıdan manevî sürur duyuyorum.
 

Ahmet.1

Well-known member
[Seyyid Sâlih'in mektubundan bir parçadır.]

Bu sene onbeş talebe birlikte Hicaz'a gidecekler. Hicaz'da olan masraflarını da Hicaz almayacak. Kendilerine düşen masraf çok az bir şey olacak. Dönüşlerinde Sâlih ile bir-iki arkadaşı, İran ve diğer hükûmetleri gezdikten sonra Pakistan'a İslâm Gençlik Konferansı'na a'zâ olarak gidecekler. Belki bunların yol masrafını hükûmet verecek. Bu hususta emirlerinizi intizar ediyoruz.

Ali Ekber Şah'ı, Said Ramazan'ı, Abdurrahîm Zapsu görmüş; Pakistan'da çok hürmet etmişler. Üstadımız yerine ellerini öptüler, duanızı rica etmişler.

Seyyid Sâlih
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ
ﺍَﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻴْﻜُﻢْ ﻭَ ﺭَﺣْﻤَﺔُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَ ﺑَﺮَﻛَﺎﺗُﻪُ ﺍَﺑَﺪًﺍ ﺩَﺍﺋِﻤًﺎ


Evvelâ: İstifsar-ı hatırla el ve ayaklarınızdan öper, sıhhat ve âfiyetinizi Cenab-ı Hak'tan dilerim ve ziyade muhtaç olduğum duanızı beklerim efendim.

Sâniyen: Bura için merak edecek hiçbir şey kalmadı. 5 Mart'taki merak 18 Nisan'da ferah buldu. Polis dairesi Nur dairesi oldu. Tarsus savcısı tedkik edip "Bu kitabları geriye verin", o vakit demişti. Komiser Bey bana "Git, Mersin'dekilerini de al, gel, hepsini bir verelim" diye beni Mersin'e gönderdi. Mersin Emniyeti "Biz senin kitablarını Ankara'ya gönderdik, gelirse veririz, gelmezse burada kitabın yok" dedi. Döndüm tekrar Tarsus komiserine geldim. Komiser Bey boynunu bükerek: "Hoca, biz emirkuluyuz, gücenme, kusura bakma. Biz senin kitablarını emirsiz veremeyiz." cevabında bulundu. 18 Nisan'da "Kitabların gelmiş. Git, al da gel" dediler. Hemen gittim. Zülfikar, Sikke-i Tasdik, Tılsım, Afyon Müdafaanızı, Hülâsa bu beş kitablarımızın Ankara'ya varıp geldiğini, dışındaki sarılı kâğıttan anladım. Netice; "Kitabların içinde satılmaması için bir şey yoktur" diyerek bir vesika ile beraber kitablarımızı elime teslim ettiler. Ben de komiser beye bir Tılsım Mecmuası, emniyet memuru Edhem Bey'e bir Hülâsa, bir de yeni harfle Tarihçe-i Hayat hediye ettim, çok memnun oldular. Onlar da Nurcu oldular.

Üstadım Efendim! "Bu tarafın vazifesi senin" demiştin. Ben de söz verdim, Isparta'dan gittiğimde Mart'ta gelirim demiştim. Gaziantep ve Maraş'a varamadığım için ruhum "Sen vazifeni tam yapmadın" diyor.

Üstadım Efendim! Eskişehir'e gitmeden bir sene evvel, ilk görüştüğümüzden üç-dört ay sonra rü'yada Üstadım hanemize gelmiş idin. Bana dediniz: "Seni bir yere göndersem gider misin?" Ben de "Giderim, efendim!" dedim. Sen de "Seni üç aylık bir yere göndereceğim" dedin. Ben de hemen yürüdüm. Bana "Dur!" diye emir verdin. Ben de durdum. "Ben sana şimdi git emrini verdim mi?" dedin. Ben hemen uyandım. O zamandan beri merak ediyordum. "Acaba bu sene emir verdi mi ki, hem üç aylık yol bize de nasîb olur mu ki" diye gece ve gündüz gözyaşları döküyordum. Demek mukadder şimdi imiş.

ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠَّﻪِ ﻫَﺬَﺍ ﻣِﻦْ ﻓَﻀْﻞِ ﺭَﺑِّﻰ

Efendim! El ve ayaklarınızdan hürmetle ve hasretle öpüyorum.

Çok kusurlu köleniz
Süleyman Kaya

21.4.1951
 

Ahmet.1

Well-known member
Bu sene Mısır radyosu perşembe gecesi Mi'rac'dan çok bahsetmesinden hem perşembe ve hem de cuma gecesi Mi'rac yaptım.

Sâniyen: Bizden müsadere edilen İşarat-ül İ'cazı Afyon jandarma kumandanlarından birisi hiddet etmiş ki, bunun gibi ilmî ve eskiden yazılmış bir eseri ne hakla müsadere ediyorlar. Ve Afyon Müddeiumumîliği iadesine karar vermiş. Ve bize cuma günü ve Mi'rac günü Hayri'yi çağırmışlar ve iade etmişler. Bunu da Tarsus'taki iade misillü Nurların intişarına sed çekilmeyeceğine bir işaret-i Mi'raciye diye kabul ettik. İnşâallah Kur'anımızı ve diğer risalelerimizi Afyon'dan alacağız. İstanbul'da savcılığa verilen bir kısım Rehberlerimiz, başta Eski Said'in mühim bir talebesi Avukat Mehmed Mihri ve dava vekili damadı Âsım olarak demişler ki: "Elli avukat ile beraber bu mes'ele için mahkemeye gireceğim. Fakat inşâallah ona hacet kalmadan ve mahkemeye düşmeden alacağım."

Sâlisen: "Haşirdeki Mahkeme-i Kübra'ya Şekva" namındaki ve yirmisekiz sene evvel Meclis-i Meb'usana hitaben yazılan ve o vakit tab'edilen on maddelik namaza dair parça ve bir de Mustafa hakkında dört sene evvel reisicumhura yazılan üç maddelik parça, şimdi bu zamanda Ankara'da bazı meb'usların nazarına ve imanlı hükûmet erkânına göstermek niyetiyle Ankara'ya gönderilmiş. Size de bera-yı malûmat gönderiyoruz.

Râbian: Dinar Baraklı köyünden Mehmed Çavuş ve kardeşi bir adamla beraber yanıma geldiler. Pek ciddî gördüm. Sonra bana bir mektubunda bir şey yazıyor ve bir parça mektubunu leffen gönderiyorum. Bu kardeşimiz bazı şeyler soruyor. Risale-i Nur suallere ihtiyaç bırakmıyor ve benim bedelime herşeye cevab veriyor. Yalnız çocuk ta'ziyesine dair risalede
ﻳَﻄُﻮﻑُ ﻋَﻠَﻴْﻬِﻢْ ﻭِﻟْﺪَﺍﻥٌ ﻣُﺨَﻠَّﺪُﻭﻥَ ye dair sualinde bir kısım eski tefsirler demişler: "Cennet'te çocuktan gayet ihtiyara kadar herkes otuzüç yaşında olacak."

Bunun hakikatı Allahu a'lem şu olacak ki: Sarih âyet
ﻭِﻟْﺪَﺍﻥٌ tabiri ifade eder ki, feraiz-i şer'iyeyi yapmağa mecbur olmayan ve mesnuniyet cihetiyle de yapmayan ve kabl-el büluğ vefat eden çocuklar Cennet'e lâyık ve sevimli çocuk olarak kalacaklar. Fakat şer'an yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzlara peder ve vâlideleri onları alıştırmak için, teşvikkârane emretmek ve on yaşına girse şiddetle namaz kıldırmak ve alıştırmak şeriatta var. Demek vâcib olmadığı halde, nafile nev'inden yedi yaşından hadd-i büluğa kadar büyükler gibi namaz kılıp, oruç tutan çocuklar, mütedeyyin büyükler gibi büyük mükâfatı görmek için otuzüç yaşında olacaklar diye bir kısım tefsir bu noktayı izah etmeden umum çocuklara teşmil etmişler. Has iken âmm zannedilmiş.
 

Ahmet.1

Well-known member
Aziz, sıddık, mütefekkir kardeşlerim!

Evvelâ: Çok emarelerle kat'î kanaatim gelmiş ki; gizli dinsizler, resmî bazı memurları aldatıp Nur'un mahrem büyük risaleleri içinde yalnız Rehber'i musırrane medar-ı ittiham tutmaları ve bir buçuk seneden beri bana sıkıntı vermelerinin sebebi Rehber'deki "Hüve Nüktesi" olduğunu kat'iyyen bildim. Çünki bu Hüve'nin keşfettiği sırr-ı tevhid, pek kat'î ve bedihî bir surette küfr-ü mutlakı kırıyor. Hattâ bir kısmında hiçbir vesvese ve şübhe bırakmıyor. Gizli dinsizler buna karşı çare bulamadıklarından, intişarına resmî yasak ile sed çekmek için çalıştılar. Bu Hüve Nüktesi'nin bir gün evvel Medreset-üz Zehra'nın erkânlarına bir ders nev'inden söylediğim çok noktalarından yalnız üç noktasını sizlere beyan ediyorum.

Birinci Nokta:
Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi
ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﻳَﺼْﻌَﺪُ ﺍﻟْﻜَﻠِﻢُ ﺍﻟﻄَّﻴِّﺐُ âyetinin sırrıyla, güzel ve manidar ve imanî ve hakikatlı kelimelerin kalem-i kaderin istinsahıyla ve izn-i İlahî ile intişar etmesiyle bütün küre-i havadaki melaike ve ruhanîlere işittirmek ve Arş-ı A'zam tarafına sevketmek için kudret-i İlahî kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır.

Madem havanın kudsî vazifesinin, hikmet-i hilkatinin en mühimmi budur. Ve rûy-i zemini radyolar vasıtasıyla bir tek menzil hükmüne getirip nev'-i beşere pek büyük bir nimet-i İlahiye olmaktır. Elbette ve elbette beşer bu pek büyük nimete karşı, bir umumî şükür olarak; o radyoları herşeyden evvel kelimat-ı tayyibe olan Kelâmullah'ın, başta Kur'an-ı Hakîm ve hakikatları ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatları olmalı ki o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse, beşere zararlı düşer.

Evet beşer, hakikata muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafî olur. Hem beşerin tenbelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken, büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olan sa'ye şevki kırar.

Şimdi gözümün önündeki makinecik ve radyo kabı, Kur'anı dinlemek için odama getirilmişti. Baktım, on hissede bir hisse kelimat-ı tayyibeye veriliyor. Bunu da bir hata-yı beşerî olarak anladım. İnşâallah beşer bu hatasını tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeğe vesile olan bu radyo nimetine bir şükür olarak beşerin hayat-ı ebediyesine sarfedilecek kelimat-ı tayyibe, beşte dördü olacak.

İkinci Nokta: Nur Risalelerinde denilmiş ki: "Kâinatı halkedemeyen, bir zerreyi halkedemez. Bir zerreyi tam yerinde halkedip muntazam vazifeleriyle çalıştıran, yalnız kâinatı halkeden zât olabilir."

Bu cümlenin küllî hüccetlerinden bir cüz'î hücceti şudur ki: Kelimelerin enva'ının kabı ve mahfazası olan yanımdaki bu radyo makineciğindeki bir avuç hava, kat'iyyen gösteriyor ki; şimdi elimizde baktığımız radyo istasyon cedveli namındaki listede yazılı ikiyüze yakın merkezden bir saatten bir seneye kadar uzak ve muhtelif mesafelerden aynı dakikada bir tek kelime-i Kur'aniye, meselâ "Elhamdülillah" kelâmı tam hurufatıyla ve şivesiyle ve söyleyenin mahsus sadâsının tarzıyla, bu makinedeki bir avuç havanın zerreleriyle hiç tegayyür etmeden kulağımıza gelmek için ve muhtelif kelimat-ı Kur'aniyeyi ayrı ayrı sadâ ile, çeşit çeşit şive ile, keza hiç tegayyür etmeden ve bozulmadan bizim kulağımıza getirmek için o bir avuç havanın her bir zerresinde öyle hadsiz bir kuvvet ve ihatalı bir irade ve bütün rûy-i zemindeki merkezlerde o Kur'anı okuyan hâfızların ayrı ayrı şivelerini bilecek ihatalı bir ilim ve onları bütün görecek ve işitecek muhit bir göz ve her şeyi bir anda işitebilir bir kulak olmazsa, elbette bu mu'cize-i kudret vücuda gelmeyecek.

Demek bu bir avuçtaki hava zerreleri, yalnız ve yalnız bütün kâinatı ihata eden bir ilim ve iradenin, sem' ve basarın sahibi bir zâtın ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen ve en büyük şey, en küçük şey gibi kudretine kolay gelen bir Kadîr-i Mutlak'ın kudreti ve iradesi ve ilmiyle bu mu'cizat-ı kudrete mazhar oluyorlar. Yoksa, temevvücat-ı havaiyede mevcudiyeti tevehhüm edilen serseri tesadüfün ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın icadına yer vermek; her bir zerreyi, bütün zemin yüzündeki küre-i havaiyede bulunan her şeyi görür, bilir ve yapar hâkim-i mutlak etmektir. Bu ise yüz bin derece akıldan uzak, muhal muhaller içinde bir hurafedir. Ehl-i dalalet gelsinler, mezhebleri ne kadar akıldan uzak ve hurafe olduklarını görsünler.

Üçüncü Nokta: Bu radyo makineciğinde ve manevî kelimat çiçeklerine saksılık eden bu kapçıktaki bir avuç havanın gösterdikleri mu'cizat-ı kudretten bu hakikat anlaşılıyor ki: Her bir zerre Cenab-ı Hakk'ı zâtıyla ve sıfâtıyla tarif eder ve isbat eder. Bütün kâinatı teftiş eden hükemalar ve ülemalar büyük ve geniş delillerle, Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un vücudunu ve vahdetini isbat etmek için bütün kâinatı nazara alırlar. Sonra marifetullahı tam elde ediyorlar. Halbuki nasıl Güneş çıktığı vakit bir zerrecik cam, aynı deniz yüzü gibi Güneş'i gösteriyor ve o Güneş'e işaret ediyor. Öyle de, bu bir avuç havadaki her bir zerre de mezkûr hakikate binaen aynen kâinat denizindeki cilve-i tevhidi, sıfât-ı kemaliyle kendilerinde gösteriyorlar.

İşte Kur'an-ı Hakîm'in manevî mu'cizesinin bir lem'ası olan Risale-i Nur bu hakikatı izahatıyla isbat etmesi içindir ki; müdakkik bir Nurcu, huzur-u daimî kazanmak ve marifetullahı her vakit tahattur etmek için ve huzur-u daimî hatırı için "Lâ mevcude illâ Hû" demeğe mecbur olmuyor. Ve yine bir kısım ehl-i hakikatın daimî huzuru bulmak için "Lâ meşhude illâ Hû" dedikleri gibi, o Nurcu böyle demeye muhtaç olmuyor. Belki
ﻭَ ﻓِﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻟَﻪُ ﺍَﻳَﺔٌ ﺗَﺪُﻝُّ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻧَّﻪُ ﻭَﺍﺣِﺪٌ parlak hakikatının kudsî penceresi ona kâfi geliyor. Bu kudsî Arabî fıkranın kısacık bir izahı şudur ki:

Evet herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatı var. Âdeta zîşuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususî âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir âyinesi bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa, herkes bir nevi saraya, âyinesi içinde sahib olur. Öyle de herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususî dünyasını "Lâ mevcude illâ Hû" diye inkâr etmekle, terk-i masiva sırrıyla Cenab-ı Hakk'a karşı huzur-u daimî ve marifet-i İlahiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat da yine daimî marifet ve huzuru bulmak için "Lâ meşhude illâ Hû" deyip kendi hususî dünyasını nisyan hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker; huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.

Şimdi bu zamanda Kur'anın i'caz-ı manevîsiyle tezahür eden
ﻭَ ﻓِﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻟَﻪُ ﺍَﻳَﺔٌ ﺗَﺪُﻝُّ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻧَّﻪُ ﻭَﺍﺣِﺪٌ
sırrıyla, yani zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehad'i sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delaletleri ve işaretleri var.

İşte Hüve Nüktesi'yle bu mezkûr hakikat-ı kudsiyeye ve imaniyeye ve huzuriyeye icmalen işaretler vardır. Risale-i Nur, bu hakikatı izahatıyla isbat etmiş. Eski zamandaki ehl-i hakikat bir derece mücmelen ve muhtasaran beyan etmişler. Demek bu dehşetli zaman, daha ziyade bu hakikata muhtaçtır ki, Kur'an-ı Hakîm'in i'cazıyla bu hakikat tafsilâtıyla ihsan edilmiş, Nur Risaleleri de bu hakikata bir naşir olmuşlar.


ﺍَﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ
Kardeşiniz
Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
Dindar ve hamiyetkâr ve vatanperver milletvekillerine şunu arzediyorum:

Mekke-i Mükerreme'de Hacer-ül Esved yanında hürmet için konulduğunu hacıların gördükleri Zülfikar Mu'cizat-ı Kur'aniye mecmuasıyla Medine-i Münevvere'de de Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın kabri üzerinde konulduğunu gördükleri Asâ-yı Musa mecmuası gibi Risale-i Nur'un bir kısım eczaları, âlem-i İslâm'ın bizimle hakikî uhuvvetini temine vesile oldukları halde; müsadere edilmek suretiyle dört seneden beri evrak-ı muzırra gibi dosyalar içinde mahkeme mahzenlerinde çürütülmek suretiyle imhasına çalışıldığı ve dört mahkeme beraetine ve serbestiyetine karar verdikleri ve biz de çok defa makamata istida ile müracaat edip serbestiyetini istediğimiz ve hem Başbakan'ın "Din propagandası yüzünden şimdiye kadar bu vatana hiçbir zarar gelmediğini" söylediği halde, bu dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun tasdikinin ta'cili ve takdimi lâzım gelirken te'hir edilmesi, dindar meb'usların nazar-ı millette "kendilerine düşen en ehemmiyetli dinî vazifelerini yapmıyorlar" diye dindarların bir telaşları var. Biz de telaş ediyoruz ki dâhilî, gizli dinsizler ve komünizm hesabına çalışan hainler bu vaziyetten istifade etmemeleri için, bu gelecek hakikatı sizlere beyan etmeye hamiyeten mecbur oldum. O hakikat da budur ki:

Demokrat dindar milletvekillerine bir hakikatı ihtar:

Bugünlerde hastalığım itibariyle kışın pek şiddetli hiddetine tahammül edemedim. Çok tecrübelerimle, umumî bir hatanın neticesinde hava ile zemin zelzele ile ve fırtına ile gazab-ı İlahîyi haber vermek nevinden hiddet ediyorlar gibi âdete muhalif bir vaziyet gösterdiler. Ben de bundan bir manevî fırtınaya alâmet hissettim. Kalbime geldi ki: "Acaba yine İslâmiyet ve hakaik-i imaniye zararına bir hata-yı umumî mi meydana geldi?" Âdetim olmadığı halde ve dünya siyasetini terk ettiğim halde bu nokta için sordum: "Ne var? Cerideler ne haber veriyorlar?"

Bana dediler ki: "Din propagandasını yapan dindarların serbestiyet kanunu geri kalmış. Fakat solcular hakkındaki kanunu ta'cil edip tasdik etmişler."

Kalbime geldi ki: Bu vatan ve İslâmiyet'in maslahatı, her şeyden evvel dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun hem ta'cil, hem tasdik ve hem de çabuk mekteblerde tatbik edilmesi elzemdir. Çünki bu tasdik ile Rusya'daki kırk milyona yakın Müslüman'ı, hem dörtyüz milyon âlem-i İslâm'ın manevî kuvvetini bir ihtiyat kuvveti olarak bu vatana kazandırmakla beraber komünistin manevî tahribatına karşı şimdiye kadar Rus'un Amerika ve İngiliz'e karşı tecavüzünden ziyade, bin senelik adavetinden dolayı en evvel bize tecavüz etmesi adavetinin muktezası iken; o tecavüzü durduran, şübhesiz hakaik-i Kur'aniye ve imaniyedir. Öyle ise bu vatanda her şeyden evvel o acib kuvvete karşı hakaik-i Kur'aniye ve imaniyeyi bilfiil elde tutup dinsizliğin önüne kuvvetli bir Sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'anî yapılması lâzım ve elzemdir.

Çünki dinsizlik Rus'u, şimdiye kadar yarı Çin'i ve yarı Avrupa'yı istila ettiği halde; bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren, hakaik-i imaniye ve Kur'aniyedir. Yoksa Ruslar'ın tahribat nev'inden manevî kuvvetlerine karşı, adliyenin binden birine maddî ceza vermesiyle; serserilere ve fakirlere, zenginlerin malını peşkeş çeken ve hevesli gençlere ehl-i namusun kızlarını ve ailelerini mubah kılan ve az bir zamanda Avrupa'nın yarısını elde eden bir kuvvete karşı, ancak ve ancak manevî bombalar lâzım ki, o da hakaik-i Kur'aniye ve imaniye atom bombası olup o dehşetli solculuk cereyanını durdursun. Yoksa adliye vasıtasıyla yüzden birine verilen maddî ceza ile bu küllî kuvvet tevkif edilmez.

Onun için dindar milletvekilleri bu ta'cili lâzım gelen hakikatı te'hir etmelerinden, çok defa tecrübelerle gördüğümüz gibi bu defa da küre-i hava şiddetli soğuğu ile buna itiraz ediyor.

İki dehşetli harb-i umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat'iyyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz, geri dönüp Hristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna' eden Kur'an ile bir musalaha veya tâbi' olabilir. O vakit dörtyüz milyon ehl-i Kur'ana kılınç çekemez.

Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Mevlid-i Şerifinizi ruh u canımızla tebrik ediyoruz ve muvaffakıyetinizi ve Nurların fevkalâde tesirli intişarlarını sizlere müjde ediyoruz ve Nurcuları tebrik ediyoruz.

Sâniyen: Bu mübarek gecede pek şiddetli bir ihtar kalbime geldi ki: İstanbul'daki Üniversiteciler Eski Said ile Yeni Said'in Tarihçe-i Hayatındaki hârikaları yazmaları münasebetiyle iki fikir meydana gelmiş:

Birisi: Dostlarda benim haddimden pek ziyade, fevkalâde bir nevi velayet gibi bir hüsn-ü zan hasıl olmuş. Ve muarızlarda ve ehl-i felsefede de pek hârika bir dehâ zannı ve hattâ bazılarında da kuvvetli bir sihir tevehhümüyle haddimden bin derece ziyade bir tevehhüm hasıl olmuş. Ve bu manaya dair çok yerlerde "Bunun hakikatı nedir?" diye maddî ve manevî izahı benden istenilmişti. Ben de bu geceki şiddetli ihtar için çok mukaddematlı bir hakikatı beyan etmeye mecbur oldum.

Birinci Mukaddeme: Nasılki bir çam ağacının buğday tanesi kadar bir çekirdeği, koca çam ağacına bir mebde' oluyor. Kudret-i İlahî o acib ağacı o çekirdekten halkediyor. Milyondan ancak bir hisse o çekirdekte bulunurken, o çekirdek kader kalemiyle yazılan manevî bir fihriste olmuş. Yoksa bir köy kadar fabrikalar lâzımdır ki o acib ağaç, dal ve budaklarıyla teşkil edilsin. İşte azamet ve kudret-i İlahînin bir delili de budur ki, bir zerreden dağ gibi şeyleri halkeder.

İşte aynen bunun gibi, hiçbir mahviyet ve tevazu niyetiyle olmayarak, bütün kanaatimle ilân ediyorum ki: Benim hizmetim ve sergüzeşte-i hayatım, bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş. İnayet-i İlahiye ile bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde' olmak için Kur'andan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur Risalelerini ihsan etmiş. Ben bunu kasemle temin ediyorum ki, bütün hayatımda geçen o hârikalardan dolayı ben kendimde kat'iyyen bir kabiliyet ve bir meziyet ve o fevkalâdeliğe bir liyakat görmüyordum. Hayret hayret içinde kalıyordum. Değil fevkalâde bir dehâ veyahut fevkalâde bir velayet, belki kendi kendimi idare edecek ve hayat-ı içtimaiye ile münasebetdar olacak bir kabiliyet görmüyordum. Gerçi zahiren hodfüruşluk gibi bazı hâlât hayatımda görünmüştü. O da ihtiyarım haricinde halkların hüsn-ü zannını tekzib etmemek için bir nevi hodfüruşluk gibi oluyordu.

Fakat halkların hüsn-ü zannı gibi hakikatte olmadığını ve dünyaya yaramadığımı, böyle bin derece haddimden fazla bir teveccühe mazhar olduğumu bütün bütün hilaf-ı hakikat telakki ediyordum. Fakat Cenab-ı Hakk'a yüzbin şükür olsun ki yetmiş-seksen senelik hayatımın sonlarında onun hikmetini ihsan-ı İlahiye ile bir derece bildik ve kısaca bir kısmına işaret edeceğim. Ve çok nümunelerinden bir kısım nümunelerini beyan ediyorum:

Birinci Nümune: Medrese usûlünce hiç olmazsa onbeş sene tahsil-i ilim lâzım geliyor ki hakaik-i diniye ve ulûm-u İslâmiye tam elde edilsin. O zamanda Said'de, değil hârika bir zekâ veya bir manevî kuvvet; belki bütün istidad ve kabiliyetinin haricinde bir acib tarz ile bir-iki sene Sarf ve Nahiv mebadisini gördükten sonra üç ayda acib bir tarzda kırk-elli kitabı güya okumuş ve icazet almış gibi bir halet göründü.

Bu hal altmış sene sonra doğrudan doğruya gösterdi ki, o vaziyet ulûm-u imaniyeyi üç-dört ayda, kısa bir zamanda ellere verebilecek bir tefsir-i Kur'anî çıkacak ve o bîçare Said de onun hizmetinde bulunacak işaretiyle; hem bir zaman gelecek ki, değil onbeş sene belki bir sene de ulûm-u imaniyeyi ders alacak medreseler ele geçmeyecek ve azalacak bir zamana bir nevi işaret-i gaybiye gibi manalar hatıra geliyor.

İkinci Nümune:
O eski zamanda, Said'in o çocukluk zamanında büyük âlimlerle münazarasını ve o âlimlerin suallerine cevab vermesini; hattâ kendisi hiç sual etmeden âlimlerin en müşkil suallerine doğru cevab vermesini, ben kat'iyyen itiraf ediyorum ve itikad ediyorum ki: O hal ne hârika zekâvetimden ve ne de acib istidadımdan neş'et etmiş değildir. Ben de bîçare, mübtedi, sersem, gürültücü bir çocuk iken; hiç böyle değil büyük âlimlere cevab vermek belki küçük hocalara, hattâ küçük talebelere de mağlub olur bir halde iken doğru cevab vermekliğim, kat'iyyen istidadımdan ve zekâvetimden gelmemiş olduğuna kanaat-ı kat'iyyem var. Yetmiş senedir de hayret ediyordum.

Şimdi ihsan-ı İlahî ile bir hikmetini anladım ki: Çekirdek gibi medrese ilimlerine bir ağaç ihsan edilecek ve o ağacın hizmetinde bulunana karşı pek çok rakibleri ve muarızları bulunacak. İşte bu zamanda İslâmlar içinde muhtelif meşrebler ve meslekler sahibleri birbirisini tenkid etmek ve eserine mukabil eserler neşretmek; Mu'tezile ve Ehl-i Sünnet gibi birbirini kırmak âdetiyle bu zamanda o Nur ağacının hizmetkârının başına vuracak ve rekabet veya meşreb muhalefetiyle en tesirlisi ve en müdhişi medrese hocaları olmak lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk'a yüz bin şükür olsun ki eskiden beri devam etmekte olan o âdete muhalif olarak Risale-i Nur en ziyade ülemanın damarlarına dokundurduğu halde hocaların Nurlara karşı tenkidkârane eserler yazamadıklarının sebebi: O zamanda o çocuk Said'in ülemanın suallerine karşı doğru cevab vermesi, ülemanın cesaretini kırmış ki, hiçbir yerde kıskanç hocalardan, hem meşrebçe Said'e çok muhalif oldukları halde Nur Risaleleri'ne karşı mukabil çıkmamaları; bu halin bir hikmeti olduğuna kanaatim gelmiş. Yoksa böyle acib bir zamanda ehl-i medresenin itirazı başlasaydı, dinsizlik tarafdarları olan gizli düşmanlarımız hem Nurları, hem ülemayı çürütmek için ehemmiyetli bir vesile yapacaklardı. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükrolsun ki, en ziyade Nurların dokunduğu resmî ülema, aleyhinde bulunamadılar.

Üçüncü Nümune: Eski Said'in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekatla masrafları yapıldığı halde, Said hiçbir vakit tayin almağa gitmediğinin ve zekatı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat'î kanaatımla şudur ki:

Âhir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menafi'-i şahsiyeye vesile yapmamak için o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr u zarureti kabul edip elini insanlara açmamak haleti verilmişti ki, Risale-i Nur'un hakikî bir kuvveti olan hakikî ihlas kırılmasın. Ve bunda bir işaret-i manevî hissediyordum ki: Gelecek zamanda maişet derdiyle ehl-i ilmin mağlubiyeti, bu ihtiyaçtan gelecektir.

Dördüncü Nümune: Yeni Said ihtiyarlığında bütün bütün siyasetten ve dünyadan kendini çekmeğe çalıştığı halde, ehl-i dünyanın bütün bütün kanuna ve insafa ve vicdana hattâ insanlığa muhalif bir tarzda eşedd-i zulüm ile yirmisekiz sene işkencelerle ezdiklerine ve bir sineğin ısırmasına tahammül etmeyen o bîçare Said'in baltalarla başına vurduklarına ve ihanetin en şeni'lerini yaptıklarına karşı, emsalsiz bir sabır ve tahammül ona ihsan olunması ve gayet asabî ve sinirli olduğu gibi, fıtraten korkak olmadığı halde "Ecel birdir, tegayyür etmez" hakikatına imanından gelen büyük bir cesaretle beraber en korkak, en miskin bir vaziyette sükût edip sabretmesi; hattâ bir mikdar sonra o işkenceler sonunda ruhuna bir ferah verilmesinin bir hikmeti, kanaat-ı kat'iyyemle budur ki:

Kur'an-ı Hakîm'in hakaik-i imaniyesini tefsir eden Risale-i Nur'u hiçbir şeye ve şahsî menfaatlerine ve manevî kemalâtlarına âlet yapmamak ve hakikî ihlası kırmamak için ehl-i siyaset Said hakkında "dini siyasete âlet yapmak" vehmini verip; tâ Said işkencelerle, hapislerle dini siyasete âlet etmesin diye ehl-i siyasetin zalimane hükümleri altında kader-i İlahî Nur'daki hakikî ihlası kırmamak için Said'e şefkatli tokatlar vurup "Sakın sakın, hakaik-i imaniyenin tefsiri olan Risale-i Nur'u kendi şahsî menfaatlerine ve hattâ manevî kemalâtlarına ve belalardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına âlet yapma. Tâ ki Nur'un en büyük kuvveti olan ihlas-ı hakikî zedelenmesin!" diye kader-i İlahînin şefkatli tokatları olduğuna kat'î kanaat ediyorum.

Hattâ her ne vakit sırf âhiretime şahsî ibadetle ziyade meşguliyetim sebebiyle Nur'un hizmetini bıraktığım aynı zamanda ehl-i dünya bana musallat olup bana azab verdiğine kat'î kanaat getirmişim. Bu dördüncü nümunenin izahını en son yazılan mektublardan, ehl-i siyaset, Said'i dini siyasete âlet yapar diye hapislere atması ve sonra Said onun hikmetini yani kaderin şefkat tokatları olduğunu anlamasıyla onları helâl etmesi ve kendi tahammülünün hikmetini anlamasına dair olan o mektuba havale ediyoruz.

Beşinci Nümune:
Bu bîçare Said'in gayet muhtaç olduğu ve yetmiş seneden beri o san'atla meşgul olması ve bazı gün ikiyüz sahife kadar tashihe mecbur olmasıyla beraber on yaşındaki zeki bir çocuğun on günde muvaffak olduğu yazı kadar bir yazıya mâlik olamadığına hayret ediliyordu. Halbuki Said bütün bütün istidadsız değildir. Hem de nesebî kardeşlerinin hepsinin de güzel yazıları olduğu halde, bu kadar yazıya muhtaç iken böyle yarım ümmi vaziyetinin hikmeti, kanaat-ı kat'iyyemle şudur ki:

Bir zaman gelecek ki, cüz'î ve şahsî iktidarlar, kuvvetler mukabele edemeyecek dehşetli ve manevî düşmanların hücumu zamanında güzel yazı sahiblerini ruh u canıyla aramak ve hizmetine şerik etmek ve o çekirdeğin etrafında su, hava, nur gibi o manevî ağaca hizmet etmek için o şahsî ve cüz'î hizmeti, küllî ve umumî ve kuvvetli ve bir kaleme mukabil binler kalemi bulmak hikmetiyle ve buz parçası gibi benliğini o mübarek havuz içinde eritmesiyle hakikî ihlası elde etmek ve bu suretle imana hizmet etmek hikmetiyle olmuş.


ﺍَﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ
 

Ahmet.1

Well-known member
Aziz, sıddık kardeşlerim!

Ruh u canımızla mübarek bayramınızı tebrik ediyoruz. İnşâallah âlem-i İslâm'ın da büyük bir bayramına yetişirsiniz. Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye'nin kudsî kanun-u esasiyelerinin menbaı olan Kur'an-ı Hakîm, istikbale tam hâkim olup beşeriyete tam bir bayramı getireceğine çok emareler var.

Sâniyen: Şübhe kalmadı ki Nur Risaleleri ve Talebeleri, hıfz u inayet-i İlahiyeye mazhardırlar ki; bu zamanın hassasiyetle ve bazı keyfî kanunlarla pek hiddetli bir inad ile uzun zamandan beri Nur Talebelerine ancak yüzde bir nisbetinde zarar verebildiler. Nur'un faal talebelerinden altı yüz talebesinin mahkemelerle meşgul edilmesine dehşetli bir plân varken, yalnız altı talebeye muvakkaten ilişildi. Hattâ Nur kahramanının yazdığı gibi, yirmibeş adliye mahkemeleri yüzbinler nüshalarında ve yüzbinler talebelerinde medar-ı mes'uliyet bir şey bulamıyorlar ve o kesretli adliyelerin "Nurlarda suç yok ve bulamıyoruz" demeleri kat'î bir delildir. Çünki benim İstanbul ve Afyon gibi mahkemelerimde, onların o hassas ve sû'-i istimal edilebilir kanunlarına tam aykırı olarak söylediğim halde beni mes'ul etmedikleri gibi, Nurlar da medeniyetin zalimane kanunlarını zîr ü zeber ettikleri halde, medar-ı mes'uliyet suç bulamadıkları kat'iyyen gösteriyor ki: Nurlardaki hakikat, karşısındaki muarızları mağlub ederek adliyeleri de insafa getirmiştir. İnayet-i İlahiye, Kur'anın bir mu'cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur'u muarızlarından muhafaza ediyor. Muarızların hücumu ise, Nurların parlamasına ve intişarına vesile oluyor.
 

Ahmet.1

Well-known member
Üstadımız diyor ki:

"Yirmisekiz sene zarfında hükûmetin resmî adamlarından bana rast gelenler, hep sıkıntı verdikleri halde, zabıtanın bana hiç sıkıntı vermediği gibi, bazı himayetkârane vaziyeti göstermelerinin hikmetini şimdi izhar ediyorum ki: Nur Talebeleri ve Risaleleri, manevî bir zabıta hükmünde asayiş ve emniyeti muhafazaya -hem kudsî bir şekilde- çalıştıkları ve herkesin kalbinde nasihatlarıyla iman cihetinde bir yasakçı bıraktıkları tahakkuk etmiş. Zabıta bunu manen hissetmiş ki, bize her vakit dost göründü. Bunun sırrı budur ki:

Kur'anın bir kanun-u esasîsiyle, yüzde doksan masuma zarar gelmemek için, on câni yüzünden asayişi bozmaya çalışanları men' ediyorlar. Birisinin günahı ile başkası mes'ul olamaz. Bu sırra binaen şimdi asayişi bozmaya çalışan manevî, dehşetli kuvvetler mevcud olduğu halde; Fransa, Mısır, Fas, İran gibi yerlerden daha ziyade bu mübarek memlekette çalışıldığı halde emniyet ve asayişi bozamadıklarının en büyük sebebi, altıyüz bin Nur nüshaları ve beşyüz bin Nur Talebeleri zabıtaya bir manevî kuvvet olarak o manevî tahribata karşı dayandıklarını zabıta manen hissetmişler ki; yirmisekiz seneden beri resmî memurlara muhalif olarak Nurlara insafkârane ve merhametkârane vaziyet gösteriyorlar."


Hem Üstadımız diyor ki:

"Ben derim: Bu zamanda hocalardan hattâ sofilerden ziyade zabıta efradı ehl-i takva olup kebairden kendilerini muhafaza ve feraizi yapmasını vazifeleri iktiza ediyor ve ona ihtiyac-ı şedid var. Tâ ki karşısındaki manevî tahribatçılara karşı, asayiş ve emniyet-i umumiyeye ait vazifelerini tam yapabilsinler."

Hizmetindeki Nur Talebeleri
 

Ahmet.1

Well-known member
[Üstadımızın çok evvel yazmış olduğu zîrdeki mektubu, şahsî nüfuz temin ve dini siyasete âlet etmek ittihamlarına tam bir cevab olduğundan kararnameye ilhak edilmiştir.]

KONUŞAN YALNIZ HAKİKATTIR

Risale-i Nur'da isbat edilmiştir ki: Bazan zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeble bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır; başına bir felâket gelir; hapse de mahkûm olur; zindana da atılır. Bu sebeb haksız olur, bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebebden dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan o kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felâkete düşürür. Bu adalet-i İlahînin bir nevi tecellisidir.

Ben şimdi düşünüyorum. Yirmisekiz senedir vilayet vilayet, kasaba kasaba dolaştırılıyorum. Mahkemeden mahkemeye sürükleniyorum. Bana bu zalimane işkenceleri yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat bunu ne için tahakkuk ettiremiyorlar. Çünki hakikat-ı halde böyle bir şey yoktur.

Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor; diğer bir mahkeme aynı mes'eleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor; beni tazyik ediyor; türlü türlü işkencelere maruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmisekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı ve esası olmadığını nihayet kendileri de anladılar.

Onlar bu ittihamı kasden mi yaptılar, yoksa bir vehme mi kapıldılar? İster kasıd olsun, ister vehim olsun; ben böyle bir suçla münasebet ve alâkam olmadığını kemal-i kat'iyyetle yakînen ve vicdanen biliyorum. Dini siyasete âlet edecek bir adam olmadığımı bütün insaf dünyası da biliyor. Hattâ beni bu suçla ittiham edenler de biliyorlar. O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve masum olduğum halde böyle devamlı bir zulme, muannid bir işkenceye maruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval adalet-i İlahiyeye muhalif düşmez mi?

Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevablarını bulamıyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakikî sebebini şimdi anladım. Ben kemal-i teessürle söylüyorum ki, benim suçum: Hizmet-i Kur'aniyemi maddî ve manevî terakkiyatıma, kemalâtıma âlet yapmakmış.

Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah'a binlerle şükrediyorum ki:

Uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma ve azabdan ve Cehennem'den kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma manevî gayet kuvvetli manialar beni men' ediyordu. Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bırakıyordu. Herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri, a'mal-i sâliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben men' ediliyordum. Rıza-yı İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi.

Çünki şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi' olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında, imanı kurtaracak ve muannidlere kat'î kanaat verecek bir tarzda; yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur'an dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inadcı dalaleti kırsın, herkese kat'î kanaat verebilsin. Bu kanaat da bu zamanda, bu şerait dâhilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir.

Yoksa komitecilik ve cem'iyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı çıkan bir şahıs en büyük manevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünki imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: "O şahıs dehâsıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı." Böyle der ve içinde şübhesi kalır.

Allah'a binlerce şükürler olsun ki, yirmisekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı altında, kader-i İlahî ihtiyarım haricinde, dini hiç bir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zalimane eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor. Sakın! diyor, iman hakikatını kendi şahsına âlet yapma; tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun!

İşte Nur Risaleleri'nin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değildir. Risale-i Nur'un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitablar daha beligane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur: Said yoktur, Said'in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattır, hakikat-ı imaniyedir.

Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmisekiz sene çektiğim eza ve cefalar ve maruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.

Âdil kadere de derim ki:

Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstehak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî manevî füyuzat hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük manevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve manevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüzbinlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir ve benim maddî ve manevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.

Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, eza ve cefalara maruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünki onlar bilmeyerek, kader-i İlahînin sırlarına, derin tecellilerine akıl erdiremeyerek bizim davamıza, hakikat-ı imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı, hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur'a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.

Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medreset-üz Zehra'nın Risale-i Nur Talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.
 

Ahmet.1

Well-known member
[Kardeşlerim! Sizce münasib ise Başvekil'e ve dindar meb'uslara verilmek üzere, ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattır.]

Mukaddeme: Kırk seneye yakın siyaseti terkettiğimden ve ekser hayatım bir nevi inzivada geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul olmadığımdan büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o tehlikenin hem millet-i İslâmiyeye ve hem de bu memleket ve hükûmet-i İslâmiyeye büyük bir zarar vermeye zemin hazırlamakta olduğunu hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve cem'iyet-i beşeriyeye hamiyet ile çalışanlar için bana manevî bir ihtar edildiğinden üç noktayı beyan edeceğim:

Birinci Nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde bir-iki senedir "irtica ile ittiham" kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat'iyyen gördüm ki:

Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedeviliğin bir kanun-u esasîsine irticaa çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları gaddarane bir ittiham ile; ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle değil dini siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi' yapmakla; tâ İslâmiyet'in kuvvet-i maneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dörtyüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zalim Avrupa'nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak irtica damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır. Nümunelerinden birinci nümunesi, bu asrın dehşetli zulmüne karşı bir sed olarak İkinci Nokta'da beyan etmek zamanı geldi. Menşeleri iki kanun-u esasîye istinad eden iki irtica var:

Biri: Siyasî ve içtimaî ki, hakikî irticadır. Onun kanun-u esasîsi çok sû'-i istimale ve zulme medar olmuştur.

İkincisi: İrtica namı verilen hakikî bir terakki ve adaletin esasıdır.

İkinci Nokta: Beşerin vahşet ve bedevilik zamanlarındaki bir kanun-u esasîsine medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bedeviliğe dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu bîçare memleketimize girmek istiyor. Garazkârane ve anudane particilik gibi bazı cereyanları aşılamağa başlaması gibi bir ihtilaf görülüyor. O kanun-u esasî de budur:

Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün ferdleri mahkûm ve düşman ve mes'ul tevehhüm ediliyor. Bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor. İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zîr ü zeber ediyor.

Evet birbirine karşı gelen muannid ve muarız kuvvetler, kuvvetsiz oluyorlar. Bu kuvvetsizlikle zaîflendiği için millete ve memlekete ve vatana âdilane hizmete muvaffak olunamadığından maddî ve manevî bir nevi rüşvet vermeğe mecbur oluyorlar ki, dinsizleri kendilerine taraftar yapmak için... O gaddar, engizisyonane ve bedeviyane ve vahşiyane bu mezkûr kanun-u esasîye karşı; ayn-ı adalet olan bu semavî ve kudsî
ﻭَ ﻟﺎَ ﺗَﺰِﺭُ ﻭَﺍﺯِﺭَﺓٌ ﻭِﺯْﺭَ ﺍُﺧْﺮَﻯ nass-ı kat'îsiyle Kur'anın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki: Birisinin hatasıyla başkası mes'ul olamaz. Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes'ul olur; dünyada değil. Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye, iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i safilîn olan o vahşi irticaa düşecek.

İşte Kur'anın bu gibi kudsî kanun-u esasîsine irtica namını veren bedbahtlar, vahşet ve bedeviliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki: "Cemaatin selâmeti için ferd feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz'î zulümler nazara alınmaz." diye, bir tek câni yüzünden bir köyü mahvetmekle bin masumun hakkını nazara almaz. Bir tek câninin yüzünden bin adamın kılınçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanması ile binler masumu sıkıntıya verdirir. Ve ikiyüz adamı kurşuna dizilmesini, o bahane ile nazara almaz. Birinci Harb-i Umumîde üçbin adamın câniyane siyaset hatalarıyla otuz milyon bîçare nev'-i beşer aynı harbde mahvedildiği gibi, binler misaller var.

İşte bu vahşiyane irticaın bu dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur'an şakirdlerinin Kur'anın yüzer kanun-u esasîsinden
ﻭَ ﻟﺎَ ﺗَﺰِﺭُ ﻭَﺍﺯِﺭَﺓٌ ﻭِﺯْﺭَ ﺍُﺧْﺮَﻯ âyetinin ders verdiği kanun-u esasîsi ile adalet-i hakikiyeyi ve ittihadı ve uhuvveti temin etmeğe çalışan ehl-i iman fedakârlarına "mürteci" namını verip onları müttehem etmek; mel'un Yezid'in zulmünü, adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillü en vahşi ve zalimane bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur'anın mezkûr kanun-u esasîsine tercih etmek hükmündedir.

Hükûmet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i siyasetin mezkûr hakikatı nazara alması lâzımdır. Yoksa üç veya dört cereyanın muannidane muaraza etmeleriyle, o kuvvetler, muaraza sebebiyle zayıflar. Memleketin menfaatine ve asayişine sarfedilecek o zayıf kuvvetle hâkimiyetini -hattâ istibdad ile de olsa- asayiş ve emniyet-i umumiyeyi muhafazaya kâfi gelmediğinden, Fransız ihtilâl-i kebirinin tohumlarının bu mübarek memleket-i İslâmiyeye ekilmesine yol vermektir diye telaş edilebilir.

Madem bu ittifaksızlıktan gelen za'fiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor. Dörtyüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mana hükmediyor. Ve asayiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor; milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor. Elbette ve elbette ve kat'î olarak şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset garba ve ecnebiye verdiği siyasî ve manevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâm'ın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dörtyüz milyon müslüman kardeşlere, memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.

İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatlı caiz ve vâcib rüşvet ise: Teavün-ü İslâm'ın esası ve hediye-i Kur'anın semavî bir düsturu ve rabıtası ve kudsî kanun-u esasîsi olan
ﺍِﻧَّﻤَﺎ ﺍﻟْﻤُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ ﺍِﺧْﻮَﺓٌ ٭ ﻭَ ﺍﻋْﺘَﺼِﻤُﻮﺍ ﺑِﺤَﺒْﻞِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺟَﻤِﻴﻌًﺎ ٭ ﻭَ ﻟﺎَ ﺗَﺰِﺭُ ﻭَﺍﺯِﺭَﺓٌ ﻭِﺯْﺭَ ﺍُﺧْﺮَﻯ ٭ ﻭَ ﻟﺎَ ﺗَﻨَﺎﺯَﻋُﻮﺍ ﻓَﺘَﻔْﺸَﻠﻮُﺍ ﻭَ ﺗَﺬْﻫَﺐَ ﺭِﻳﺤُﻜُﻢْ kudsî, esasî kanunlarını düstur-u hareket etmektir.

Üçüncü Nokta şimdilik te'hir edildi.

Said Nursî



Haşiye: Kardeşlerim! Evvelce gördüğünüz şiddetli ihtarın bir derece tağyirine üç şey vesile oldu:

Birincisi: Nur kahramanı Hüsrev'in beyanıyla yirmibeş adliye mahkemelerinin "Risale-i Nur'da suç yok" diye itiraflarıdır.

İkincisi: Nur'un bir kahraman avukatı "Ankara hükûmeti Said aleyhinde olmadığından şiddetli kelimeler ta'dil edilse münasibdir" demesidir.

Üçüncüsü: Kat'î haberlere göre Afyon Mahkemesi "Nur'un altıyüz bin fedakâr talebesi var" demesine binaen Malatya hâdisesi bahanesiyle hiç olmazsa Nur talebelerinden altıyüz faal ve muktedir olanlarını mahkemeye vermek plânı var iken, yalnız onaltı adamı ve bundan yalnız altı adama ve bundan bir tek adamın bir sene mahkûm edilmesi, Nurcular aleyhindeki zalimane tazyikat hafifleşmesi ve def' olmasının alâmetidir. Onun için bir derece şiddetli kelimeler ta'dil edildi.
 

Ahmet.1

Well-known member
[Hazret-i Üstad'ın Emirdağı'nda Santral Sabri, Sıddık Süleyman'a Arabî İşarat-ül İ'caz'dan verdiği derstir.]

ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠَّﻪِ ﺭَﺏِّ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻤِﻴﻦَ ﻭَ ﺍﻟﺼَّﻠﺎَﺓُ ﻭَ ﺍﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻰ ﺳَﻴِّﺪِﻧَﺎ ﻣُﺤَﻤَّﺪٍ ﻭَﻋَﻠَٓﻰ ﺍَﻟِﻪِ ﻭَﺍَﺻْﺤَﺎﺑِﻪِٓ ﺍَﺑَﺪًﺍ ﺩَٓﺍﺋِﻤًﺎ


İşarat-ül İ'caz'ın birinci cüz'ü ki, tamamı yetmiş cüz olacaktı. Fakat Risale-i Nur manevî bir tefsir-i Kur'anî olduğu için dedi: Bu zamanda bana daha lüzum var. Öteki cüz'ler yerinde onlar yazıldı.

Evet İşarat-ül İ'caz, umum Risale-i Nur'un bir fihristesi, bir listesi ve o Nur bahçesinin bir fidanlığı ve sırr-ı i'caz-ıl Kur'anın bir menbaı olduğu görünüyor. Gayet ince ve derin olduğu için şimdiye kadar âlimler pek azını anlamışlardı. Fakat kimin eline geçmiş ise, fevkalâde takdir etmiş ve emsalsiz demiş. Dehşetli eski harb içinde, avcı hattında bazan da at üzerinde îcazdaki i'cazın en ince münasebatını görmek ve onlarla tam meşgul olmak ve koca dehşetli harbin tehlikesi onu müşevveş etmemek ve incimad derecesindeki soğukta avcı hattında o incecik i'caz münasebetlerini her şeyden daha ehemmiyetli görmek, Eski Said'in hakikaten hizmet-i Kur'aniyede hârika bir fedakârlığıdır. Hattâ Yeni Said'in otuzbeş senede bu acib zamanda gazeteleri okumamak ve on sene İkinci Harbi bilmemek, sormamak ve i'dam niyetiyle hapisliğinde, Kur'an esrarını yazmaktan vazgeçmemek ve bütün tehlikeleri hiçe saymaya nisbeten Eski Said'in o acib vaziyetinde o dehşetlere ehemmiyet vermeden İşarat-ül İ'caz nüktelerini yazdığı zaman gösterdiği ilmî ve manevî fedakârlığını Yeni Said'in bu otuz senedeki fedakârlığından daha hârika görüyoruz.

Sâniyen: Bu İşarat-ül İ'caz'ın matbu nüshasında hakikaten bir keramet var ki; tesadüf ihtimali yoktur. Onun için bir defa daha aynı tarzda ve kerametli kıt'ada tab' etmek ve Arabistan'a ve Pakistan gibi yerlere göndermek münasib görüldü. Fakat Eski Said, îcazdaki i'cazı beyan ettiği ve en ince münasebet-i belâgatı beyanı içinde gayet ince ve kısa, îcazlı cümleleri bir derece izah ve Türkçe'ye tercüme etmek lâzım geliyor.

İşarat-ül İ'caz'ın hârikalarından birisi de budur ki:

Her bir âyetin sair âyetlere münasebatını ve her âyetteki cümlelerinin birbirine karşı nisbetini ve nizamını ve her cümledeki heyetlerin ve harflerin mana-yı maksuda karşı nisbetlerini ve teveccühlerini gösterip âyetlerin intizamından ve cümlelerin nizamından ve her cümlenin heyetinin nazmından bir lem'a-i i'caz göstermesidir. Âdeta bir saatin sâniyeleri sayan mili ve dakikaları sayan yelkovanı ve saatleri sayan ibresi gibi o nazımdaki nükteleri beyan ve ondaki hakikatı bürhanlarla izah, hattâ bazan bir tek harfte büyük bir hakikatı ifade etmesidir. Ve her bir âyetin hakikatini gayet i'caz ile ve kat'î hüccetlerle isbat ediyor ki; şimdi yüzotuz risalenin çekirdekleri ve hülâsaları hükmündedirler. Ve cümlenin ve cümledeki heyetlerin ve harflerin nüktelerini ve ifade ettikleri zımnî hükümlerini bilâ-istisna ilm-i belâgatın ince kaideleri ile ve ilm-i nahvin ve sarfın kaideleriyle ve ilm-i mantığın ve usûl-i din ve sair ilimlerin kanunlarıyla beyan eder. Hattâ hurdebînî bir manevî âletle, görünmeyen incecik münasebat-ı belâgatı beyan ediyor ve emarelerini gösteriyor. Ve Kur'anın nazarı küllî olmasından bütün beyan edilen hak manalara ve nüktelere, elbette kudsî elfaz-ı Kur'aniye zımnî, remzî işaret ve delalet eder denilebilir.

Hüsrev, Sungur, Hayri, Sadık, Sabri, Sıddık Süleyman
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍِﻓَﺎﺩَﺓُ ﺍﻟْﻤَﺮَﺍﻡِ

ﺍﻗﻮﻝ ﻟﻤﺎ ﻛﺎﻥ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﺟﺎﻣﻌﺎ ﻟﺎﺷﺘﺎﺕ ﺍﻟﻌﻠﻮﻡ ﻭﺧﻄﺒﺔ ﻟﻌﺎﻣﺔ ﺍﻟﻄﺒﻘﺎﺕ ﻓﻰ ﻛﻞ ﺍﻟﺎﻋﺼﺎﺭ ﻟﺎ ﻳﺘﺤﺼﻞ ﻟﻪ ﺗﻔﺴﻴﺮ ﻟﺎﺋﻖ ﻣﻦ ﻓﻬﻢ ﺍﻟﻔﺮﺩ ﺍﻟﺬﻯ ﻗﻠﻤﺎ ﻳﺨﻠﺺ ﻣﻦ ﺍﻟﺘﻌﺼﺐ ﻟﻤﺴﻠﻜﻪ ﻭﻣﺸﺮﺑﻪ. ﺍﺫ ﻓﻬﻤﻪ ﻳﺨﺼﻪ ﻟﻴﺲ ﻟﻪ ﺩﻋﻮﺓ ﺍﻟﻐﻴﺮ ﺍﻟﻴﻪ ﺍﻟﺎ ﺍﻥ ﻳﻌﺪﻳﻪ ﻗﺒﻮﻝ ﺍﻟﺠﻤﻬﻮﺭ. ﻭﺍﺳﺘﻨﺒﺎﻃﻪ ﴿ﻟﺎ ﺑﺎﻟﺘﺸﻬﻲ﴾ ﻟﻪ ﺍﻟﻌﻤﻞ ﻟﻨﻔﺴﻪ ﻓﻘﻂ ﻭﻟﺎﻳﻜﻮﻥ ﺣﺠﺔ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﻐﻴﺮ ﺍﻟﺎ ﺍﻥ ﻳﺼﺪﻗﻪ ﻧﻮﻉ ﺍﺟﻤﺎﻉ . ﻓﻜﻤﺎ ﻟﺎ ﺑﺪ ﻟﺘﻨﻈﻴﻢ ﺍﻟﺎﺣﻜﺎﻡ ﻭﺍﻃﺮﺍﺩﻫﺎ ﻭﺭﻓﻊ ﺍﻟﻔﻮﺿﻰ ﺍﻟﻨﺎﺷﺌﺔ ﻣﻦ ﺣﺮﻳﺔ ﺍﻟﻔﻜﺮ ﻣﻊ ﺍﻫﻤﺎﻝ ﺍﻟﺎﺟﻤﺎﻉ ﻭﺟﻮﺩ ﻫﻴﺌﺔ ﻋﺎﻟﻴﺔ ﻣﻦ ﺍﻟﻌﻠﻤﺎﺀ ﺍﻟﻤﺤﻘﻘﻴﻦ ﺍﻟﺬﻳﻦ ﺑﻤﻈﻬﺮﻳﺘﻬﻢ ﻟﺎﻣﻨﻴﺔ ﺍﻟﻌﻤﻮﻡ ﻭ ﺍﻋﺘﻤﺎﺩ ﺍﻟﺠﻤﻬﻮﺭ ﻳﺘﻘﻠﺪﻭﻥ ﻛﻔﺎﻟﺔ ﺿﻤﻨﻴﺔ ﻟﻠﺎﻣﺔ ﻓﻴﺼﻴﺮﻭﻥ ﻣﻈﻬﺮ ﺳﺮ ﺣﺠﻴﺔ ﺍﻟﺎﺟﻤﺎﻉ ﺍﻟﺬﻯ ﻟﺎﺗﺼﻴﺮ ﻧﺘﻴﺠﺔ ﺍﻟﺎﺟﺘﻬﺎﺩ ﺷﺮﻋًﺎ ﻭﺩﺳﺘﻮﺭًﺍ ﺍﻟﺎ ﺑﺘﺼﺪﻳﻘﻪ ﻭﺳﻜﺘﻪ ، ﻛﺬﻟﻚ ﻟﺎ ﺑﺪ ﻟﻜﺸﻒ ﻣﻌﺎﻧﻰ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﻭﺟﻤﻊ ﺍﻟﻤﺤﺎﺳﻦ ﺍﻟﻤﺘﻔﺮﻗﺔ ﻓﻰ ﺍﻟﺘﻔﺎﺳﻴﺮ ﻭﺗﺜﺒﻴﺖ ﺣﻘﺎﺋﻘﻪ ﺍﻟﻤﺘﺠﻠﻴﺔ ﺑﻜﺸﻒ ﺍﻟﻔﻦ ﻭ ﺗﻤﺨﻴﺾ ﺍﻟﺰﻣﺎﻥ ﻣﻦ ﺍﻧﺘﻬﺎﺽ ﻫﻴﺌﺔ ﻋﺎﻟﻴﺔ ﻣﻦ ﺍﻟﻌﻠﻤﺎﺀ ﺍﻟﻤﺘﺨﺼﺼﻴﻦ ﺍﻟﻤﺨﺘﻠﻔﻴﻦ ﻓﻰ ﻭﺟﻮﻩ ﺍﻟﺎﺧﺘﺼﺎﺹ ﻭﻟﻬﻢ ﻣﻊ ﺩﻗﺔ ﻧﻈﺮ ﻭﺳﻌﺔُ ﻓﻜﺮ ﻟﺘﻔﺴﻴﺮﻩ

ﻧﺘﻴﺠﺔ ﺍﻟﻤﺮﺍﻡ : ﺍﻧﻪ ﻟﺎ ﺑﺪ ﺍﻥ ﻳﻜﻮﻥ ﻣﻔﺴﺮ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﺫﺍ ﺩﻫﺎﺀ ﻋﺎﻝ ﻭ ﺍﺟﺘﻬﺎﺩ ﻧﺎﻓﺬ ﻭﻭﻟﺎﻳﺔ ﻛﺎﻣﻠﺔ . ﻭﻣﺎ ﻫﻮ ﺍﻟﺂﻥ ﺍﻟﺎ ﺍﻟﺸﺨﺺ ﺍﻟﻤﻌﻨﻮﻯ ﺍﻟﻤﺘﻮﻟﺪ ﻣﻦ ﺍﻣﺘﺰﺍﺝ ﺍﻟﺎﺭﻭﺍﺡ ﻭﺗﺴﺎﻧﺪﻫﺎ ﻭﺗﻠﺎﺣﻖ ﺍﻟﺎﻓﻜﺎﺭ ﻭﺗﻌﺎﻭﻧﻬﺎ ﻭﺗﻈﺎﻓﺮ ﺍﻟﻘﻠﻮﺏ ﻭﺍﺧﻠﺎﺻﻬﺎ ﻭﺻﻤﻴﻤﻴﺘﻬﺎ ﻣﻦ ﺑﻴﻦ ﺗﻠﻚ ﺍﻟﻬﻴﺌﺔ. ﻓﺒﺴﺮ ﴿ﻟﻠﻜﻞ ﺣﻜﻢ ﻟﻴﺲ ﻟﻜﻞ﴾ ﻛﺜﻴﺮﺍ ﻣﺎ ﻳﺮﻯ ﺁﺛﺎﺭ ﺍﻟﺎﺟﺘﻬﺎﺩ ﻭﺧﺎﺻﺔ ﺍﻟﻮﻟﺎﻳﺔ ﻭﻧﻮﺭﻩ ﻭﺿﻴﺎﺋﻬﺎ ﻣﻦ ﺟﻤﺎﻋﺔ ﺧﻠﺖ ﻣﻨﻬﺎ ﺍﻓﺮﺍﺩﻫﺎ. ﺛﻢ ﺍﻧﻰ ﺑﻴﻨﻤﺎ ﻛﻨﺖ

ﻣﻨﺘﻈﺮﺍ ﻭﻣﺘﻮﺟﻬﺎ ﻟﻬﺬﺍ ﺍﻟﻤﻘﺼﺪ ﺑﺘﻈﺎﻫﺮ ﻫﻴﺌﺔ ﻛﺬﻟﻚ ﻭﻗﺪ ﻛﺎﻥ ﻫﺬﺍ ﻏﺎﻳﺔ ﺧﻴﺎﻟﻰ ﻣﻦ ﺯﻣﺎﻥ ﻣﺪﻳﺪ ﺍﺫ ﺳﻨﺢ ﻟﻘﻠﺒﻰ ﻣﻦ ﻗﺒﻴﻞ ﺍﻟﺤﺲ ﻗﺒﻞ ﺍﻟﻮﻗﻮﻉ ﺗﻘﺮﺏ﴿١﴾ ﺯﻟﺰﻟﺔ ﻋﻈﻴﻤﺔ ، ﻓﺸﺮﻋﺖ ﻣﻊ ﻋﺠﺰﻯ ﻭﻗﺼﻮﺭﻯ ﻭﺍﻟﺎﻏﻠﺎﻕ ﻓﻰ ﻛﻠﺎﻣﻰ ﻓﻰ ﺗﻘﻴﻴﺪ ﻣﺎ ﺳﻨﺢ ﻟﻰ ﻣﻦ ﺍﺷﺎﺭﺍﺕ ﺍﻋﺠﺎﺯ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﻓﻰ ﻧﻈﻤﻪ ﻭﺑﻴﺎﻥ ﺑﻌﺾ ﺣﻘﺎﺋﻘﻪ ، ﻭﻟﻢ ﻳﺘﻴﺴﺮ ﻟﻰ ﻣﺮﺍﺟﻌﺔ ﺍﻟﺘﻔﺎﺳﻴﺮ ﻓﺎﻥ ﻭﺍﻓﻘﻬﺎ ﻓﺒﻬﺎ ﻭﻧﻌﻤﺖ ﻭﺍﻟﺎّ ﻓﺎﻟﻌﻬﺪﺓ ﻋﻠﻲّ. ﻓﻮﻗﻌﺖ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﻄﺎﻣﺔ ﺍﻟﻜﺒﺮﻱ ﻓﻔﻰ ﺍﺛﻨﺎﺀ ﺍﺩﺍﺀ ﻓﺮﻳﻀﺔ ﺍﻟﺠﻬﺎﺩ ﻛﻠﻤﺎ ﺍﻧﺘﻬﺰﺕ ﻓﺮﺻﺔ ﻓﻰ ﺧﻂ ﺍﻟﺤﺮﺏ ﻗﻴﺪﺕ ﻣﺎ ﻟﺎﺡ ﻟﻰ ﻓﻰ ﺍﻟﺎﻭﺩﻳﺔ ﻭﺍﻟﺠﺒﺎﻝ ﺑﻌﺒﺎﺭﺍﺕ ﻣﺘﻔﺎﻭﺗﺔ ﺑﺎﺧﺘﻠﺎﻑ ﺍﻟﺤﺎﻟﺎﺕ. ﻓﻤﻊ ﺍﺣﺘﻴﺎﺟﻬﺎ ﺍﻟﻰ ﺍﻟﺘﺼﺤﻴﺢ ﻭﺍﻟﺎﺻﻠﺎﺡ ﻟﺎﻳﺮﺿﻰ ﻗﻠﺒﻰ ﺑﺘﻐﻴﻴﺮﻫﺎ ﻭﺗﺒﺪﻳﻠﻬﺎ ﺍﺫﺍﻇﻬﺮﺕ ﻓﻰ ﺣﺎﻟﺔ ﻣﻦ ﺧﻠﻮﺹ ﺍﻟﻨﻴﺔ ﻟﺎ ﺗﻮﺟﺪ ﺍﻟﺂﻥ. ﻓﺎﻋﺮﺿﻬﺎ ﻟﺎﻧﻈﺎﺭ ﺍﻫﻞ ﺍﻟﻜﻤﺎﻝ ﻟﺎ ﻟﺎﻧﻪ ﺗﻔﺴﻴﺮ ﻟﻠﺘﻨﺰﻳﻞ ﺑﻞ ﻟﻴﺼﻴﺮ ﻟﻮ ﻇﻔﺮ ﺑﺎﻟﻘﺒﻮﻝ ﻧﻮﻉ ﻣﺄﺧﺬ ﻟﺒﻌﺾ ﻭﺟﻮﻩ ﺍﻟﺘﻔﺴﻴﺮ. ﻭﻗﺪ ﺳﺎﻗﻨﻰ ﺷﻮﻗﻰ ﺍﻟﻰ ﻣﺎ ﻫﻮ ﻓﻮﻕ ﻃﻮﻗﻰ ﻓﺎﻥ ﺍﺳﺘﺤﺴﻨﻮﻩ ﺷﺠﻌﻮﻧﻰ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺪﻭﺍﻡ. ﻭ ﻣﻦ ﺍﻟﻠّﻪ ﺍﻟﺘﻮﻓﻴﻖ

ﺳﻌﻴﺪ ﺍﻟﻨﻮﺭﺳﻰ
-----------

١ ﻭﻗﺪ ﺍﺧﺒﺮﻧﺎ ﻣﺮﺍﺭًﺍ ﻓﻰ ﺍﺛﻨﺎﺀ ﺍﻟﺪﺭﺱ ﻭﻗﻮﻉ ﺯﻟﺰﻟﺔ ﻋﻈﻴﻤﺔ ﴿ﺑﻤﻌﻨﻰ ﺍﻟﺤﺮﺏ ﺍﻟﻌﻤﻮﻣﻴﺔ﴾ ﻓﻮﻗﻌﺖ ﻛﻤﺎ ﺍﺧﺒﺮ


ﺣﻤﺰﻩ، ﻣﺤﻤﺪ ﺷﻔﻴﻖ، ﻣﺤﻤﺪ ﻣﻬﺮﻯ



Kısa bir tercümesidir

Şimdi bundan kırkbir sene evvel ve eski harb-i umumînin az evvelinde başlamış olduğu İşarat-ül İ'caz'ın ifadet-ül meramında diyor ki:

Madem Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan ulûm-u hakikiyenin enva'ına câmi' ve umum asırlarda umum tabakat-ı beşeriyeye müteveccih bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette bir tek ferdin fehmi, ona lâyık ve mükemmel bir tefsir yapamaz ve mümkün olmuyor. Çünki bir ferd pek nâdir olarak kendi hususî meslek ve meşrebinin tesirinden kendi fikrini kurtarabilir. Onun hususî meşrebi tesir ettikçe, tam tamına hakikatı safî olarak ifade edemez. Ferdin fehmi ve manası ona hastır. O ferd, onu kabul eder. Fakat başkalarını ona davet edemez. Eğer cumhur-u ülema onun fehmini kabul ile başkalara şümulünü gösterse, o vakit başkasını o manaya davet edebilir ve hakikî tam tefsir olabilir.

Hem ferdin ahkâmda istinbatı ve içtihadında (hevesi karışmamak şartıyla) o kendi nefsi için amel edebilir, fakat başkalarına hüccet tutamaz. Tâ bir nevi icma' o hükmü tasdik etsin. Nasılki ahkâm-ı şer'iyeyi tatbik ve tanzim ve icra etmek ve hürriyet-i fikirden neş'et eden manevî anarşiliği kaldırmak için gayet lâzımdır ki; ülema-i muhakkikînden bir heyet-i âliye bulunsun ki, o heyet umumun emniyetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ülemanın onlara itimadıyla ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dava vekili hükmünde olmaları cihetinde icma'-ı ümmet hüccetinin sırrına mazhar oluyorlar. O vakit içtihadın neticesi o icma' ile şer'an düstur olabilir. Ve icma'ın tasdik ve sikkesiyle umuma şamil oluyor. Aynen onun gibi lâzımdır:

Kur'anın manalarının keşfi ve tefsirlerde ayrı ayrı mehasininin cem'i, hem zamanın çalkamasıyla ve fenlerin keşfiyle cilvelenen, tezahür eden Kur'an'ın hakikatlerinin tesbiti için elzemdir ki: Muhakkikîn-i ülemadan herbiri bir fende mütehassıs, geniş fikre, ince nazara mâlik allâmelerden müteşekkil bir heyet bu vazifeye sahib çıksın.

Elhasıl: Kur'anı tefsir edene lâzım gelir ki; gayet âlî bir dehâ ve nüfuzlu derin bir içtihad ve bir nevi kuvve-i kudsiye sahibi olmak gerektir. Bu zamanda öyle bir zât, ancak bir şahs-ı manevî olabilir ki; o şahs-ı manevî, çok ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telahukundan ve birbirine yardımından ve kalblerin birbirine in'ikasından ve ihlas ve samimiyetlerinden, mezkûr bir heyetten çıkabilir. O heyetin bir ruh-u manevîsi hükmüne geçer. Evet "Mecmuunda bir hâssa bulunur ki, ondaki her ferdde bulunmaz" düsturuyla çok defa içtihadın âsârı ve nur-u velayetin hâssaları ve ziyası bir cemaatte görünüyor. Halbuki o cemaatin hangisine bakılsa, o hâssa görünmüyor. Demek âmî adamların ihlasla tesanüdleri, bir velayet hâssasını veriyor.

İşte bu hakikate binaen böyle bir maksad için bir heyetin çıkmasına muntazır ve daima bekliyordum. O ümid, küçüklüğümden beri gaye-i hayalim iken, birden hiss-i kabl-el vuku' kabîlinden kalbime bir sünuhat oldu ki: Maddî ve manevî iki zelzele-i azîme yaklaşıyordu.

{(*): Evet, Üstadımız mükerreren Birinci Harb-i Umumî'den evvel çok defa bize ulûm-u Arabiyeyi ders verdiği zaman bize kat'î bir tarzda "Büyük ve umumî bir zelzele yaklaşıyor, hazırlanınız. O zaman herkes benim gibi mücerredlere gıbta edecekler." diye söylüyorlardı. Pek az zamanda, onun mükerreren verdiği haber aynen çıktı. Horhor'daki eski talebeleri namına Medreset-ül Vaizîn mezunlarından: Mehmed Sadık, Sabri, Mehmed Şefik, Mehmed Mihri, Hamza}

Ben de acz ve kusurumla, sözlerimdeki izahsızlık ve muğlaklık ile beraber Kur'anın nazmındaki i'cazın işaratını ve kalbimde tahattur eden nüktelerini kaydedip kaleme almak ve âyâtın bazı imanî hakikatlerini yazmaya şiddetli bir ihtar-ı gaybî hissettim. Halbuki harbde acib bir vaziyette olduğumdan, tefsirlere müracaat etmek kabil olmadı. Kur'andan başka merci' yoktu. Ben de yazdım. Yazdıklarım tefsirlere muvafık geldiyse, güzel bir nimet ve bir muvaffakıyet.. yoksa mes'uliyet benim bîçare fehmime aittir.

Aynı zamanda zelzele-i kübra mahiyetinde olan maddî Birinci Harb-i Umumî ve o zelzele-i azîmenin âhirlerinde o mezkûr heyetin yuvalarını tahrib eden manevî zelzele-i azîme meydana çıktı ki, öyle bir heyet-i âliye-i ilmiyeye ve böyle bir vazife yapmak için bütün kapılar kapandı. Ben de o noksan fehmimle eski Harb-i Umumî'de farîza-i cihadda avcı hattında ne kadar fırsat buldumsa kalbime tulû' eden nükteleri yazıyordum. Derelerde, dağlarda hücum ederken kaydederdim. Fakat o acib ayrı ayrı haletlerin tesiriyle çeşit çeşit olmasından tashih ve ıslah edilmesine çok ihtiyaç varken, benim kalbim tebdil ve tağyirine razı olmadı. Çünki her dakika şehid olmaya hazırlandığımız için bir niyet-i hâlise ile yazılmış ki; o halet her vakit bulunmuyor. Ben de o yazılarımı Tenzil'e bir tefsir olarak değil, belki tefsirin bazı vücuhuna bir nevi me'haz olarak ehl-i kemal olan ülema-i muhakkikînin enzarına arzediyorum. Hakikaten benim şevkim, benim tâkatimin pek fevkinde bir noktaya sevketti. Eğer ehl-i tahkik istihsan etseler, beni devama ve ileri gitmeye teşci' ve tergib ederler.

Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ

ﺍَﻟﺮَّﺣْﻤَﻦُ ٭ ﻋَﻠَّﻢَ ﺍﻟْﻘُﺮْﺍَﻥَ ٭ ﺧَﻠَﻖَ ﺍﻟْﺎِﻧْﺴَﺎﻥَ ٭ ﻋَﻠَّﻤَﻪُ ﺍﻟْﺒَﻴَﺎﻥَ

ﻓَﻨَﺤْﻤَﺪُﻩُ ﻣﺼﻠّﻴﺎ ﻋﻠﻰ ﻧﺒﻴﻪ ﻣﺤﻤّﺪ ﺍﻟّﺬﻯ ﺍﺭﺳﻠﻪ ﺭﺣﻤﺔ ﻟﻠﻌﺎﻟﻤﻴﻦ ﻭ ﺟﻌﻞ ﻣﻌﺠﺰﺗﻪ ﺍﻟﻜﺒﺮﻯ ﺍﻟﺠﺎﻣﻌﺔ ﺑﺮﻣﻮﺯﻫﺎ ﻭ ﺍﺷﺎﺭﺍﺗﻬﺎ ﻟﺤﻘﺎﺋﻖ ﺍﻟﻜﺎﺋﻨﺎﺕ ﺑﺎﻗﻴﺔ ﻋﻠﻰ ﻣﺮ ﺍﻟﺪﻫﻮﺭ ﺍﻟﻰ ﻳﻮﻡ ﺍﻟﺪﻳﻦ ﻭ ﻋﻠﻰ ﺁﻟﻪ ﻋﺎﻣﺔ ﻭ ﺍﺻﺤﺎﺑﻪ ﻛﺎﻓﺔ

ﺃﻣﺎ ﺑﻌﺪ ﻓﺎﻋﻠﻢ ﺍﻭﻟﺎً: ﺍﻥ ﻣﻘﺼﺪﻧﺎ ﻣﻦ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﺎﺷﺎﺭﺍﺕ ﺗﻔﺴﻴﺮ ﺟﻤﻠﺔ ﻣﻦ ﺭﻣﻮﺯ ﻧﻈﻢ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ. ﻟﺄﻥ ﺍﻟﺈﻋﺠﺎﺯ ﻳﺘﺠﻠﻰ ﻣﻦ ﻧﻈﻤﻪ. ﻭﻣﺎ ﺍﻟﺈﻋﺠﺎﺯ ﺍﻟﺰﺍﻫﺮ ﺍﻟﺎّ ﻧﻘﺶ ﺍﻟﻨﻈﻢ

ﻭ ﺛﺎﻧﻴًﺎ: ﺍﻥ ﺍﻟﻤﻘﺎﺻﺪ ﺍﻟﺄﺳﺎﺳﻴﺔ ﻣﻦ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﻭ ﻋﻨﺎﺻﺮﻩ ﺍﻟﺄﺻﻠﻴﺔ ﺍﺭﺑﻌﺔ: ﺍﻟﺘﻮﺣﻴﺪ ﻭ ﺍﻟﻨﺒﻮﺓ ﻭ ﺍﻟﺤﺸﺮ ﻭ ﺍﻟﻌﺪﺍﻟﺔ. ﻟﺄﻧﻪ ﻟﻤﺎ ﻛﺎﻥ ﺑﻨﻮ ﺁﺩﻡ ﻛﺮﻛﺐ ﻭ ﻗﺎﻓﻠﺔ ﻣﺘﺴﻠﺴﻠﺔ ﺭﺍﺣﻠﺔ ﻣﻦ ﺍﻭﺩﻳﺔ ﺍﻟﻤﺎﺿﻰ ﻭ ﺑﻠﺎﺩﻩ، ﺳﺎﻓﺮﺓ ﻓﻰ ﺻﺤﺮﺍﺀ ﺍﻟﻮﺟﻮﺩ ﻭ ﺍﻟﺤﻴﺎﺓ، ﺫﺍﻫﺒﺔ ﺍﻟﻰ ﺷﻮﺍﻫﻖ ﺍﻟﺎﺳﺘﻘﺒﺎﻝ، ﻣﺘﻮﺟﻬﺔ ﺍﻟﻰ ﺟﻨّﺎﺗﻪ ﻓﺘﻬﺘﺰّ ﺑﻬﻢ ﺍﻟﻤﻨﺎﺳﺒﺎﺕ ﻭ ﺗﺘﻮﺟﻪ ﺍﻟﻴﻬﻢ ﺍﻟﻜﺎﺋﻨﺎﺕ. ﻛﺄﻧﻪ ﺍﺭﺳﻠﺖ ﺣﻜﻮﻣﺔ ﺍﻟﺨﻠﻘﺔ ﻓﻦ ﺍﻟﺤﻜﻤﺔ ﻣﺴﺘﻨﻄﻘﺎ ﻭ ﺳﺎﺋﻠﺎ ﻣﻨﻬﻢ ﺑـ﴿ﻳﺎ ﺑﻨﻰ ﺁﺩﻡ ﻣﻦ ﺃﻳﻦ؟ ﺍﻟﻰ ﺃﻳﻦ؟ ﻣﺎ ﺗﺼﻨﻌﻮﻥ؟ ﻣَﻦْ ﺳﻠﻄﺎﻧﻜﻢ؟ ﻣَﻦْ ﺧﻄﻴﺒﻜﻢ؟﴾ ﻓﺒﻴﻨﻤﺎ ﺍﻟﻤﺤﺎﻭﺭﺓ ﺍﺫ ﻗﺎﻡ ﻣﻦ ﺑﻴﻦ ﺑﻨﻰ ﺁﺩﻡ ﻛﺄﻣﺜﺎﻟﻪ ﺍﻟﺄﻣﺎﺛﻞ ﻣﻦ ﺍﻟﺮﺳﻞ ﺍﻭﻟﻰ ﺍﻟﻌﺰﺍﺋﻢ ﺳﻴّﺪ ﻧﻮﻉ ﺍﻟﺒﺸﺮ ﻣﺤﻤّﺪ ﺍﻟﻬﺎﺷﻤﻰ ﺻﻠّﻰ ﺍﻟﻠّﻪ ﺗﻌﺎﻟﻰ ﻋﻠﻴﻪ ﻭ ﺳﻠّﻢ ﻭ ﻗﺎﻝ ﺑﻠﺴﺎﻥ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ: ﴿ﺍﻳﻬﺎ ﺍﻟﺤﻜﻤﺔ ﻧﺤﻦ ﻣﻌﺎﺷﺮ ﺍﻟﻤﻮﺟﻮﺩﺍﺕ ﻧﺠﻲﺀ ﺑﺎﺭﺯﻳﻦ ﻣﻦ ﻇﻠﻤﺎﺕ ﺍﻟﻌﺪﻡ ﺑﻘﺪﺭﺓ ﺳﻠﻄﺎﻥ ﺍﻟﺎﺯﻝ ﺍﻟﻰ ﺿﻴﺎﺀ ﺍﻟﻮﺟﻮﺩ، ﻭ ﻧﺤﻦ ﻣﻌﺎﺷﺮ ﺑﻨﻰ ﺁﺩﻡ ﺑﻌﺜﻨﺎ ﺑﺼﻔﺔ ﺍﻟﻤﺄﻣﻮﺭﻳﺔ ﻣﻤﺘﺎﺯﻳﻦ ﻣﻦ ﺑﻴﻦ ﺍﺧﻮﺍﻧﻨﺎ ﺍﻟﻤﻮﺟﻮﺩﺍﺕ ﺑﺤﻤﻞ ﺍﻟﺄﻣﺎﻧﺔ، ﻭ ﻧﺤﻦ ﻋﻠﻰ ﺟﻨﺎﺡ ﺍﻟﺴﻔﺮ ﻣﻦ ﻃﺮﻳﻖ ﺍﻟﺤﺸﺮ ﺍﻟﻰ ﺍﻟﺴﻌﺎﺩﺓ ﺍﻟﺄﺑﺪﻳﺔ، ﻭ ﻧﺸﺘﻐﻞ ﺍﻟﺂﻥ ﺑﺘﺪﺍﺭﻙ ﺗﻠﻚ ﺍﻟﺴﻌﺎﺩﺓ ﻭ ﺗﻨﻤﻴﺔ ﺍﻟﺎﺳﺘﻌﺪﺍﺩﺍﺕ ﺍﻟﺘﻰ ﻫﻰ ﺭﺃﺱ ﻣﺎﻟﻨﺎ، ﻭ ﺃﻧﺎ ﺳﻴّﺪﻫﻢ ﻭ ﺧﻄﻴﺒﻬﻢ. ﻓﻬﺎ ﺩﻭﻧﻜﻢ ﻣﻨﺸﻮﺭﻯ ﻭ ﻫﻮ ﻛﻠﺎﻡ ﺫﻟﻚ ﺍﻟﺴﻠﻄﺎﻥ ﺍﻟﺎﺯﻟﻰ ﻳﺘﻠﺄﻟﺄ ﻋﻠﻴﻪ ﺳﻜّﺔ ﺍﻟﺈﻋﺠﺎﺯ﴾ ﻭ ﺍﻟﻤﺠﻴﺐ ﻋﻦ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﺄﺳﺌﻠﺔ ﺍﻟﺠﻮﺍﺏ ﺍﻟﺼﻮﺍﺏ ﻟﻴﺲ ﺇﻟﺎ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﺫﻟﻚ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ. ﻛﺎﻥ ﴿١﴾ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﺄﺭﺑﻌﺔ ﻋﻨﺎﺻﺮﻩ ﺍﻟﺄﺳﺎﺳﻴﺔ. ﻓﻜﻤﺎ ﺗﺘﺮﺍﺁ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﻤﻘﺎﺻﺪ ﺍﻟﺎﺭﺑﻌﺔ ﻓﻰ ﻛﻠﻪ ﻛﺬﺍﻟﻚ ﻗﺪ ﺗﺘﺠﻠﻰ ﻓﻰ ﺳﻮﺭﺓ ﺳﻮﺭﺓ ﺑﻞ ﻗﺪ ﻳﻠﻤﺢ ﺑﻬﺎ ﻓﻰ ﻛﻠﺎﻡ ﻛﻠﺎﻡ ﺑﻞ ﻗﺪﻳﺮ ﻣﺰ ﺍﻟﻴﻬﺎ ﻓﻰ ﻛﻠﻤﺔ ﻛﻠﻤﺔ ﻟﺎﻥ ﻛﻞ ﺟﺰﺀ ﻓﺠﺰﺀ ﻛﺎﻟﻤﺮﺁﺓ ﻟﻜﻞ ﻓﻜﻞ ﻣﺘﺼﺎﻋﺪﺍ ﻛﻤﺎ ﺍﻥ ﺍﻟﻜﻞ ﻳﺘﺮﺍﺁ ﻓﻰ ﺟﺰﺀ ﻓﺠﺰﺀ ﻣﺘﺴﻠﺴﻠﺎ ﻭ ﻟﻬﺬﻩ ﺍﻟﻨﻜﺘﺔ ﺍﻋﻨﻰ ﺍﺷﺘﺮﺍﻙ ﺍﻟﺠﺰﺀ ﻣﻊ ﺍﻟﻜﻞ ﻳﻌﺮّﻑ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﺍﻟﻤﺸﺨﺺ ﻛﺎﻟﻜﻠﻰ ﺫﻯ ﺍﻟﺠﺰﺋﻴﺎﺕ

١ ﺟﻮﺍﺏ ﻟﻤﺎ


Tercümesinin bir hülâsası:

İnsanı halk edip Kur'anı ona talim eden Zât-ı Zülcelal'in Rahman ismiyle tecelli-yi kübrasına, rahmetin tecelliyatı adedince ona hamd ü sena ederek ve Seyyid-ül Beşer Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ı Rahmeten lil'âlemîn gönderdiği o Resul-i Ekremine risaletin semereleri adedince ona, âl ü ashabına salât ü selâm ve hadsiz şükrediyoruz ki: Onun mu'cize-i kübrası ve hakaik-i kâinatın remizleri ve işaretleri ile tamamıyla cem'edilen Kur'an-ı Azîmüşşan asırların geçmesi ile daim, bâki ve nev'-i beşere mürşid, tâ kıyamete kadar beka vermiş ve o Resul-i Ekrem'i onlara Üstad-ı A'zam eylemiş.

Emma ba'dü biliniz ki: Evvelâ bu yazacağımız işarat ve nüktelerdeki maksadımız Kur'anın nazmındaki bir kısım remizlerinin tefsiridir. Çünki yedi nevi i'cazın en incesi, fakat kuvvetli ve lafzî fakat hakikatlı i'caz, Kur'anın nazmından tecelli ediyor. Evet, parlak i'caz elbette nazmın nakşından çıkıyor.

Sâniyen: Kur'anda esas maksadları ve anasır-ı asliyesi dört hakikattır:

Tevhid, Nübüvvet, Haşir ve Adalet'tir. Çünki: Vakta kâinat sahrasında benî-Âdem bir acib ve büyük bir kafile ve sair taifeler beraber birbiri arkasında asırlar üstünde geçmiş zamanın derelerinden, şehir ve meşherlerinden sefer edip vücud ve hayat sahrasında yürüyüşüyle istikbalin yüksek dağlarına azimetle oradaki bağlarına gözleri müteveccih olmak cihetiyle hilafet-i zemine mazhariyet noktasında ve sair zîhayata tasarrufatı cihetinde rûy-i zeminde ekser eşyanın nev'-i beşerle münasebatı iktizasıyla heyecana gelmesinden kâinat dahi onlara yüzlerini çevirip nev'-i beşerle ciddî alâkadar oluyor. Benî Âdem bir tek taife iken yüz binler taifelere karışmasında kâinat zemin gibi onlara netice-i hilkat-i âlem noktasında bakıyor. Güya hilkat-i kâinat hükûmeti; o hükûmetin zabıta memuru hükmünde fenn-i hikmeti, bir müstantık ve sorgucu olarak o misafir kafileye gönderip ondan sual edip soruyor ki:

"Ey benî-Âdem! Nereden geliyorsunuz ve nereye gideceksiniz ve ne yapacaksınız? Ve her şeye karışıyor ve bazan karıştırıyorsunuz. Sultanınız ve hatibiniz ve reisiniz ve ileri geleniniz kimdir? Tâ bana cevab versin."

O muhavereler içinde birden kafile-i benî-Âdem'den Muhammed-ül Hâşimî (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), emsalleri olan ulü-l azm peygamberler gibi fenn-i hikmete karşı kalktı. Ve Kur'anın lisanıyla dedi ki:

"Ey müstantık hikmet! Biz mevcudat kafilesi, adem karanlıklarından Sultan-ı Ezelî'nin kudretiyle çıktık, ziya-yı vücuda girdik, varlık nurunu bulduk. Her bir taifemiz bir vazifeye girdik. Ve biz benî-Âdem taifesi ise, bir emanet-i kübra rütbesi ve hilafet-i zemin vazifesiyle sair mevcudat kardeşlerimizin içinde imtiyazlı ve memuriyet sıfatı ile bu meşher-i kâinata gönderilmişiz. Her vakitte yola çıkmaya müheyya bir vaziyetteyiz ve haşir yolu ile saadet-i ebediyenin kazanmasının tedariki ile meşgulüz. Ve bizim re's-ül mâlimiz olan istidadlarımızın çekirdeklerini sünbüllendirmeye, iman ve Kur'anla inkişaf ettirmekle iştigal ediyoruz. İşte o kafilenin reisi ve hatibi benim. İşte elimdeki bu fermanı; manevî ve maddî hava, bir tek lisan gibi bütün kâinata o fermanın her kelimesini bir anda milyarlar yapıp işittiriyor. İşte o menşur u ferman, Ezel ve Ebed Sultanı'nın kelâmıdır. Ve emirleri ve konuşmaları olduğuna delil-i kat'î, üstünde parlayan sikke-i şahanesi ve turra-i sermediyesine bak, gör, git, söyle."

Evet en müşkil, en umumî ve bütün mevcudata sorulan bu üç-dört gayet acib suale tam doğru ve mükemmel cevab veren yalnız ve yalnız Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyandır ki; başında
ﺫَﻟِﻚَ ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏُ ﻟﺎَ ﺭَﻳْﺐَ ﻓِﻴﻪِ fermanıyla ilân edilmiş.

Madem baştan buraya kadar bir hakikati anladın. Elbette bu hakikatten anlaşılıyor ki, Kur'anın anasır-ı esasiyesi o dört hakikattir. Yani; tevhid, nübüvvet, haşir ve adalettir. İşte bu dört hakikat nasılki mecmu'-u Kur'anda dört rükündür. Öyle de o dört makasıd çok surelerin her birisinde bulunuyorlar. Her bir sure bir küçük Kur'an olur. Belki çok cümlelerin içinde de o dört maksada telmihen işaretler var.

Belki bazan bir tek kelimede o dört esasa remizler var. Çünki Kur'anın eczaları ve kelime ve âyetleri, mecmuuna karşı birer âyine hükmüne geçer, birbirinden in'ikas eder. Güya Kur'an müteselsilen âyet ve cümle ve kelimelerine o maksadların nurunu veriyor. Âyinede güneş gibi bazan bir kelime, bir cümle; bir küçük Kur'anı gösterir.

İşte Kur'ana mahsus bu nükte, yani cüz', küll gibi aynı maksadı göstermesi maksadıyla Kur'an müşahhas bir ferd olduğu halde, çok efradı bulunan bir küllî gibi ilm-i mantıkça tarif edilir. Demek Kur'an'da bin Kur'an'lar var ki, şahs-ı küllî olmuş. Hem öyle de lâzım gelir. Çünki hadsiz ve gayet muhtelif taifelere ders olduğu için, aynı derste hadsiz o taifeler adedince dersler bulunmak lâzım gelir.

Sual: Eğer denilse: Bu dört maksad-ı asliyeyi bize Bismillah ve Elhamdülillah cümlesinde göster.

Cevab: Deriz ki: Madem Bismillah Allah'ın abdlerine bir ders olarak nâzil olmuş, elbette söylemek manasında olan
ﻗُﻞْ kelimesi Bismillah içinde vardır. İlm-i sarf ile, "mukadder" tabir edilir. İşte Bismillah'taki ﻗُﻞْ takdiri, bütün Kur'andaki ﻗُﻞْ ﻗُﻞْ (söyle söyle) lafızlarının esası ve anası, bu Bismillah'taki ﻗُﻞْ dür.

Buna binaen
ﻗُﻞْ kelimesinde risalete işaret olduğu gibi, Bismillah'ta dahi uluhiyete remiz var ve ﺑِﺴْﻢِ deki ﺑﺎ nın takdimi, ﻗُﻞْ ün besmelenin âhirinde mukadder olması hasr ve yalnız manasını ifade ettiğinden tevhide işaret ediyor. Yani, yalnız Onun ismiyle başla ve meded al.

Ve Rahman isminde adaletin nizamına ve rahmetin cilvelerine işaret var. Çünki muhtelif, karmakarışık mevcudat, intizamı ile güzelleşmiş. Ve rahmetin cilvelerine mazhar olabilir.

Ve Rahîm'de haşre işaret var. Çünki manasında hem afvetmek, hem rahmet ve şefkat etmek ve bu fâni dünyada o dört mana hakikati ile umumî bir surette görünmediğinden, elbette bir diyar-ı âherde o manalar tamamıyla tezahür edebilir. Hem rahmet ve şefkatin hakikatı, dirilmemek üzere ölmekle kabil-i tevfik değildir. Demek Rahîm'deki şefkat, parmağını Cennet'e uzatmış gösteriyor.

Şimdi
ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠَّﻪِ ﺭَﺏِّ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻤِﻴﻦَ ٭ ﻣَﺎﻟِﻚِ ﻳَﻮْﻡِ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ e bakınız.

"Elhamdülillah"da uluhiyetin zahir işaratı var. Çünki bütün hamd Allah'a mahsustur. Uluhiyeti gösterdiği gibi, tevhidi de gösteriyor. Evet, "lillah"daki "lâm" ilm-i sarfça bir manası ihtisas ve istihkaktır. "Elhamdü"deki "elif lâm" bir manası istiğraktır. Demek bütün hamdler Allah'a mahsustur. Demek tevhidi, kat'î ifade ediyor.

"Rabb-il Âlemîn" lafzında hem adalete, hem nübüvvete işaret var. Çünki onsekiz bin âlemin zerreden ve zerrelerden, sineklerden tut, tâ bin defa zeminden büyük seyyareler ve yıldızlara kadar gayet mükemmel bir müvazene, bir intizam, bir mükemmel terbiye, gayet mükemmel bir adalet-i kübrayı gösteriyor.

Nübüvvete işareti ise: Madem nev'-i beşerin fıtrî kuvvelerine sair hayvanat gibi hadd konulmamış, ondan tecavüzat çıkmış. Hem insan maddî olduğu gibi, maneviyat cihetinde de bütün kâinatla alâkadar olmasından, hilkat-i kâinattaki hikmet-i âliye-i beşeriyeti, nizam ve intizam altında olan çekirdek hükmünde olan istidadatı inkişaf ettirmekle emanet-i kübra vazifesini yapmak cihetiyle nübüvvet zarurîdir ki, "Rabb-il Âlemîn"deki "Âlemîn" içindeki yüksek makamını bulabilsin ve halife-i zemin olup melaikeye rüchaniyetini gösterebilsin.

Ve "Mâlik-i Yevmiddin" cümlesi ise, haşri tasrih ediyor. Çünki "Yevmiddin" yani; din günü ve ceza günü ve maneviyat günü demek. Nasıl dünya, maddiyat ve maddî harekâtın ve amellerinin günüdür. Elbette o harekâtın neticelerini ve o hizmetlerinin ücretlerini ve o maneviyatın semeratlarını belki o fâniyat ve zâilatın bâki ve daimî eserlerini ve âlem-i misal sinemasıyla ve fotoğrafıyla alınan umum o fâniyat ve zâillerin sahife-i amellerini gösterecek ve neşredecek bir gün gelecektir, diye ifade ediyor.

Bismillah, Elhamdülillah cümleleri gibi Kur'anda ekserî yerlerinde böyle dört unsur-u esasiye içinde görünebilir. Meselâ:
ﺍِﻧَّٓﺎ ﺍَﻋْﻄَﻴْﻨَﺎﻙَ ﺍﻟْﻜَﻮْﺛَﺮَ bir sadef gibi bu dört cevahir içindedir. Dikkat etsen görürsün. "Biz sana verdik Kevser'i." Yani Zât-ı Zülcelal seni nübüvvetle ve maddî-manevî temin-i adaletle müşerref ettiği gibi, Cennet'te Kevser'i ihsan ediyor.

Ey sâil! Pek uzun hakikati kısa kesip bu üç misali minval ve mekik yap; üstünde o münasebat ve işaratı dokumaya başla. Biz de şimdi Bismillah'tan başlıyoruz. İzahı, tafsili Risale-i Nur ve Birinci Söz ve Besmele Lem'asına ve sair Risale-i Nur'daki Bismillah'ın hakikatlerine dair hüccetlerine havale edip, yalnız nazm itibariyle küçük bir îma ederiz. Şöyle ki:

Bismillah güneş gibidir. Başkalarını tenvir ettiği gibi, kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan, onun hakikatını herkesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir.

Harfler ve cüzlerinden evvelâ (
ﺑَﺎ) nın fenn-i sarfça bir manası istianedir. Bir mana-yı örfîsi teberrük manası olmasından, bu ( ﺑَ) nın merci-i müteallikı kendi manasından çıkan ﺍَﺳْﺘَﻌِﻴﻦُ ve ﺍَﺗَﻴَﻤَّﻦُ fiillerine bağlanıyor. Veyahut Bismillah'taki perdesinde ﻗُﻞْ (söyle) den çıkan ﺍِﻗْﺮَﺍْ (oku) fiiline bakar. Yani: "Yâ Rabbi, ben senin isminin yardımıyla ve onun bereketiyle okuyacağım. Her şey senin kudretinle ve icadınla ve tevfikinle olduğu gibi, yalnız ve yalnız senin isminle başlıyorum." Demek Bismillah'tan sonra ﺍﻗﺮﺃ okumak lafzı, âhirinde mukadder olmasından hem ihlas, hem tevhidi ifade eder.

Amma
ﺍِﺳْﻢ kelimesi ise: Biliniz ki, Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un binbir esmasından bir kısmına "Esma-i Zâtiye" denilir ki, her cihetle Zât-ı Akdes'i gösterir. Onun adı ve onun ünvanıdır. "Allah, Ehad, Samed, Vâcib-ül Vücud" gibi çok esma var. Bir kısmına da "Esma-i Fiiliye" tabir edilir ki, çok nevileri var. Meselâ: "Gaffar, Rezzak, Muhyî, Mümit, Mün'im, Muhsin."
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ
ﺍَﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻴْﻜُﻢْ ﻭَ ﺭَﺣْﻤَﺔُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَ ﺑَﺮَﻛَﺎﺗُﻪُ ﺍَﺑَﺪًﺍ ﺩَﺍﺋِﻤًﺎ


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Hem geçmiş, hem gelecek, hem maddî, hem manevî bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi bütün ruh u canımla tebrik ve ettiğiniz ibadet ve duaların makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz edip, isteyip, o mübarek dualara âmîn deriz.

Sâniyen: Hem çok defa manevî, hem çok cihetlerden ehemmiyetli iki suallerine mahrem cevab vermeye mecbur oldum.

Birinci Sualleri: Ne için eskiden hürriyetin başında siyasetle hararetle meşgul oluyordun? Bu kırk seneye yakındır ki, bütün bütün terk ettin?

Elcevab: Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi olan: "Selâmet-i millet için ferdler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için herşey feda edilir." diye; bütün nev'-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun sû'-i istimalinden neş'et ettiğini kat'iyyen bildim. Bu kanun-u esasî-yi beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok sû'-i istimale yol açmış. İki harb-i umumî, bu gaddar kanun-u esasînin sû'-i istimalinden çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi, on câni yüzünden doksan masumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir câni yüzünden bir kasabayı harab etti. Risale-i Nur bu hakikatı bazı mecmua ve müdafaatta isbat ettiği için onlara havale ediyorum.

İşte beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı Arş-ı A'zam'dan gelen Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'daki bu gelen kanun-u esasîyi buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor:

ﻭَ ﻟﺎَ ﺗَﺰِﺭُ ﻭَﺍﺯِﺭَﺓٌ ﻭِﺯْﺭَ ﺍُﺧْﺮَﻯ ٭ ﻣَﻦْ ﻗَﺘَﻞَ ﻧَﻔْﺴًﺎ ﺑِﻐَﻴْﺮِ ﻧَﻔْﺲٍ ﺍَﻭْ ﻓَﺴَﺎﺩٍ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ﻓَﻜَﺎَﻧَّﻤَﺎ ﻗَﺘَﻞَ ﺍﻟﻨَّﺎﺱَ ﺟَﻤِﻴﻌًﺎ

Yani bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki: "Bir adamın cinayetiyle başkalar mes'ul olmaz. Hem bir masum, rızası olmadan, bütün insana da feda edilmez. Kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse, o fedakârlık bir şehadettir ki, o başka mes'eledir." diye hakikî adalet-i beşeriyeyi tesis ediyor. Bunun tafsilâtını da Risale-i Nur'a havale ediyorum.

İkinci Sual: Sen eskiden şarktaki bedevi aşairde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden, kırk seneye yakındır, medeniyet-i hazıradan "mimsiz" diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?

Elcevab: Medeniyet-i hazıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hataları, zararları, faidelerine racih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-ı umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisad, kanaat yerine israf ve sefahet ve sa'y ve hizmet yerine tenbellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, bîçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tenbel eyledi. Semavî Kur'anın kanun-u esasîsi

ﻟَﻴْﺲَ ﻟِـﻠْﺎِﻧْﺴَﺎﻥِ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﺎ ﺳَﻌَﻰ ٭ ﻛُﻠُﻮﺍ ﻭَ ﺍﺷْﺮَﺑُﻮﺍ ﻭَ ﻟﺎَ ﺗُﺴْﺮِﻓُﻮﺍ ferman-ı esasîsiyle: "Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisad ve sa'ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avam tabakası birbiriyle barışabilir." diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen kısa bir-iki nükte söyleyeceğim:

Birincisi: Bedevilikte beşer üç-dört şeye muhtaç oluyordu. O üç-dört hacatını tedarik etmeyen on adedde ancak ikisi idi. Şimdiki garb medeniyet-i zalime-i hazırası sû'-i istimalât ve israfat ve hevesatı tehyic ve havaic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hacatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hacatı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hacatı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir. Onsekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçare avam ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur'an'ın kanun-u esasîsi olan "vücub-u zekat, hurmet-i riba" vasıtasıyla avamın havassa karşı itaatini ve havassın avama karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber etti!

İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hazıranın hârikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-ı beşerde istimali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki: Ehemmiyetli bir kısım insanı tenbelliğe ve sefahete ve sa'yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa'yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisadsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevkediyor.

Meselâ: Risale-i Nur'daki "Nur Anahtarı"nın dediği gibi: "Radyo büyük bir nimet iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir manevî şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz malayani şeylere sarf edildiğinden; tenbelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip, sa'yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika vesait, sa'y ve amel ve hakikî maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken, ben kendim gördüm; ondan bir-ikisi zarurî ihtiyacata sarfedilmeye mukabil, ondan sekizi keyf, hevesat, tenezzüh, tenbelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz'î misale binler misaller var.

Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hazıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisad ve kanaat esasını bozup, israf ve hırs ve tama'ı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış. Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o bîçare muhtaç beşeri tam tenbelliğe atmış. Sa'y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zayi' ediyor. Hem o muhtaç ve tenbelleşmiş beşeri hasta etmiş. Sû'-i istimal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla; intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü i'dam-ı ebedî suretinde gösterip, her vakit beşeri tehdid ediyor. Bir nevi cehennem azabı veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur'an-ı Hakîm'in dörtyüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üçyüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dörtyüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını ve ölümü, i'dam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi; dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın işarat ve rumuzundan anlaşıldığı gibi rahmet-i İlahiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor!

ﺍَﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ
Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ ﻭَﺍِﻥْ ﻣِﻦْ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻳُﺴَﺒِّﺢُ ﺑِﺤَﻤْﺪِﻩِ
ﺍَﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻴْﻜُﻢْ ﻭَ ﺭَﺣْﻤَﺔُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَ ﺑَﺮَﻛَﺎﺗُﻪُ ﺍَﺑَﺪًﺍ ﺩَﺍﺋِﻤًﺎ


Aziz, sıddık, fedakâr kardeşlerim!

Çok yerlerden telgraf ve mektublarla bayram tebrikleri aldığım ve çok hasta bulunduğum için, vârislerim olan Medreset-üz Zehra erkânları benim bedelime hem kendilerini, hem o has kardeşlerimizin bayramlarını tebrik etmekle beraber, âlem-i İslâm'ın büyük bayramının arefesi olan ve şimdilik Asya ve Afrika'da inkişafa başlayan ve dörtyüz milyon Müslüman'ı birbirine kardeş ve maddî ve manevî yardımcı yapan İttihad-ı İslâm'ın, yeni teşekkül eden İslâmî devletlerde tesise başlamasının ve Kur'an-ı Hakîm'in kudsî kanunlarının o yeni İslâmî devletlerin kanun-u esasîsi olmasından dolayı büyük bayram-ı İslâmiyeyi tebrik ve dinler içinde bütün ahkâm ve hakikatlarını akla ve hüccetlere istinad ettiren Kur'an-ı Hakîm'in, zuhura gelen küfr-ü mutlakı tek başıyla kırmasına çok emareler görülmesi ve beşer istikbalinin de bu gelen bayramını tebrik ile beraber, Medreset-üz Zehra'nın ve bütün Nur Talebelerinin hem dâhil hem hariçte, hem Arabça, hem Türkçe Nurların neşriyatına çalışmalarını ve dindar Demokratların bir kısm-ı mühimmi Nurların serbestiyetine taraftar çıkmalarını bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.

Bu sene hacıların az olmasına çok esbab varken, yüz seksen binden ziyade hacıların o kudsî farîzayı ve din-i İslâm'ın kudsî ve semavî kongresi hükmünde olan bu hacc-ı ekberi büyük bir bayramın arefesi noktasında olarak bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.

ﺍَﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ
Hasta kardeşiniz
Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
EMİRDAĞI'NIN MANİDAR BİR HATIRASI

Beş seneden beri teneffüs için Emirdağı'nın etrafında faytonla gezdiğim zaman garib bir tarzda, bir yaşından yedi yaşına kadar küçücük çocuklar vâlide ve pederlerine karşı gösterdikleri alâkadan ziyade bir iştiyakla faytonuma koşup elime sarılıyorlardı. Hattâ bir-iki defa fayton altına düşüp hârika bir tarzda zarar görmeden kurtuldular.

Hattâ hiç beni görmeyen, bilmeyen bir ve iki, üç yaşında çocuklar yalın ayak dikenler içinde koşa koşa faytona yetişiyorlar. Büyük adamlar gibi temenna edip elinizi öpelim derlerdi. Bu hale hem ben, hem kardeşlerim ve görenler hayret ediyorduk. Bu hal bir mahalleye mahsus değil, her tarafta hattâ köylerinde aynı hal devam ediyordu.

Beni aldatmayan bir hatıra-i hakikat ile benim ve arkadaşlarımın kanaatimiz geldi ki; bu masum taifenin masumiyetleri cihetiyle, sevk-i fıtrî denilen bir hiss-i kabl-el vuku' ile, Risale-i Nur'un bu memlekette masum çocuklara ve kendilerine çok menfaati olacak diye, akıl ve fikirleri derketmediği halde, o masumane his ile Risale-i Nur'un manası itibariyle tercümanına, annesine yalvarmasından ziyade bir iştiyak ile koşuyorlardı.

Biz de bir hiss-i kabl-el vuku' ile hissediyoruz ki, ileride bu küçük masum mahluklarda büyük Nurcular çıkacak. Ve ileride Nur'un has şakirdleri olacak ki, bu vaziyeti gösteriyorlar.

Ben de bu nevi küçücük masumları, evlâdım olmadığından evlâd-ı maneviye olarak dualarıma umumen dâhil ettim. Her sabah bunları da Nur talebeleri ile beraber dualarımda yâd ediyorum. Hem onlardan bir yaşındaki masumu, kırk yaşındaki lâkayd bir adama tercih etmeye sebeb, bunlar günahsız ve samimî bir alâka göstermesinden elbette onları sevk eden bir hakikat var. Ben de o cihetten onları büyüklere temenna ettiğim gibi, onların temennalarına ciddî mukabele ediyorum.
Hem masumiyetleri, hem ileride tam Nurcu olmalarına binaen, dualarını kendi hakkımda makbul olacak diye onlara derdim: "Madem siz benim evlâd-ı maneviyem oldunuz. Ben de size dua ediyorum. Siz de günahınız olmadığı için, duanız benim hakkımda inşâallah makbuldür. Siz de bana dua ediniz. Çünki ziyade hastayım." derdim.

Ben ve benim yanımdaki kardeşlerimin kuvvetli bir ihtimal ile kanaatımız geliyor ki, masonlar ve zındıkların plânı ile bolşevizm tarzında gençleri terbiye etmek için bir vakit bazı mektebler açıldığı ve sonra değişen bu mekteblerle gençleri ifsada çalıştıklarına mukabil, İslâmiyetin kahraman bayraktarı olan Türk milletinin masum küçük yavruları, nuranî bir intibah ve bir hiss-i kabl-el vuku' ile Nurlardan ders almaları gençlerin başına gelen o belaya karşı bir mukabeledir ki, inşâallah o yavruların hem kendileri, hem gençler mason ve zındıkların şerlerinden kurtulmasına bir işarettir ki, bu acib vaziyeti gösteriyorlar.

Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
18.11.1951

ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ ﻭَﺍِﻥْ ﻣِﻦْ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻳُﺴَﺒِّﺢُ ﺑِﺤَﻤْﺪِﻩِ
ﺍَﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻴْﻜُﻢْ ﻭَ ﺭَﺣْﻤَﺔُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَ ﺑَﺮَﻛَﺎﺗُﻪُ ﺍَﺑَﺪًﺍ ﺩَﺍﺋِﻤًﺎ


Aziz, sıddık kardeşlerim ve manevî Medreset-üz Zehra'nın Nur şakirdleri!

Ben Isparta'ya geldiğim vakit, Isparta'da İmam-Hatib ve Vaiz Mektebinin açılacağını haber aldım. O mektebe kaydolacak talebelerin ekserîsi Nurcu olmaları münasebetiyle o mektebin civarında gayr-ı resmî bir surette bir Nur Medresesi açılıp, o mektebi bir nevi Medrese-i Nuriye yapmak fikriyle bir hatıra kalbime geldi. Bir-iki gün sonra güya bir ders vereceğim diye etrafta şâyi' olmasıyla o dersimi dinlemek için rical ve nisa kafilelerinin etraftan gelmeleriyle anlaşıldı ki, böyle nim-resmî ve umumî bir Medrese-i Nuriye açılsa o derece kalabalık ve tehacüm olacak ki, kabil olmayacak. Afyon'da mahkemeye gittiğimiz vakitki gibi pek çok lüzumsuz içtimalar olmak ihtimali bulunduğundan o hatıra terkedildi. Kalbe bu ikinci hakikat ihtar edildi. Hakikat da şudur:

Her bir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur'u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlas Risalesi'nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.

ﺍَﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ
Hasta Kardeşiniz
Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
29.11.1951
Eskişehir


ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ
ﺍَﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻴْﻜُﻢْ ﻭَ ﺭَﺣْﻤَﺔُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَ ﺑَﺮَﻛَﺎﺗُﻪُ ﺍَﺑَﺪًﺍ ﺩَﺍﺋِﻤًﺎ


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelen: Bütün ruh u canımla hizmet-i Kur'aniye ve imaniyenizi tebrik ediyorum. Bu mektubda bir ince mes'eleyi meşveret suretiyle re'yinizi almak için gönderdik. Münasib midir? Değilse ıslah edersiniz.

Sâniyen: Risale-i Nur'da isbat edilmiş ki, insanların ayn-ı zulümleri içinde kader-i İlahî adalet eder. Yani, insanlar bazı sebeble haksız zulmeder, birisini hapse atar. Fakat kader-i İlahî aynı hapiste başka sebebe binaen adalet ediyor ki; hakikî bir suça binaen o hapisle onu mahkûm ediyor. İşte şimdi bu hakikatı gösteren, başıma gelen acib bir misali şudur:

Yirmisekiz senedir müteaddid vilayetlerde ve mahkemelerde benim mes'uliyetime ve mahkûmiyetime ve mahpusiyetim gibi zalimane işkence ve cezalarına gösterdikleri sebeb, hiçbir emaresini bulmadıkları mevhum bir suçum şudur: Diyorlar: "Said, dini siyasete âlet yapmak ister ve yapıyor."

Halbuki bu davalarına otuz senelik musibetli yeni hayatımda ve otuz büyük mecmualarımda bu suça müsbet bir delil bulamadılar. Halbuki böyle mes'elelerde bir mahkeme madem bulmadı ve mes'ul edemedi. Başka mahkemelerin musırrane aynı mes'eleyi esas tutmaları, bütün bütün kanuna ve akla ve âdete muhalif bir halettir. Belki siyaseti dinsizliğe âlet edenler kısmı, kendilerine bir perde olarak bu ittihamı bizlere ediyorlar. Bununla beraber dine hizmet itibariyle taalluk eden eski altmış senelik hayat-ı ilmiyem kat'î bir hüccet ve yakîn bir delildir ki; bütün hayatımda temas ettiğim siyaseti ve dünyayı ve bütün içtimaî cereyanları, dine hizmetkâr ve âlet ve tâbi' yapmak düsturuyla hareket etmişim. Mahkemelerde de hem dava, hem isbat etmişim ki, değil dini siyasete âlet yapmak, belki bir tek hakikat-ı imaniyeyi dünya saltanatına değiştirmediğimi kat'î delillerle isbat ettiğim halde, böyle yirmi vecihle hakikata muhalif ve divanecesine, büyük makamınızı işgal eden bir kısım adliye memurları ve siyasî adamlar bu acib hurafe gibi mes'eleyi hakikat zannedip yirmisekiz sene bana zulmettiklerinin hakikî sebebini bugünlerde bildim.

Sebebi bu ki: Bu enaniyetli zamandaki hizmet-i imaniyede en büyük tehlikem ve manevî en büyük suçum ve cinayetim; bu zamanda hizmet-i Kur'aniyemi şahsıma ait maddî ve manevî terakkiyatıma ve kemalâtıma âlet yapmak imiş. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükrediyorum ki; bu uzun zamanlarda ihtiyarım haricinde hizmet-i imaniyemi, değil maddî ve manevî terakkiyatıma ve kemalâtıma ve azabdan ve Cehennem'den kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmama, belki hiçbir maksada kat'iyyen âlet etmemekliğime gayet kuvvetli, manevî bir mani' görüyordum. Hayret hayret içinde kalıyordum.

Acaba herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri a'mal-i sâliha ile onları kazanmak ve müteveccih olmak, hem meşru hem hiçbir cihet-i zararı olmadığı halde ne için böyle ruhen men'ediliyorum. Rıza-yı İlahîden başka vazife-i fıtriye-i ilmiyenin sevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmetin kendisi ayn-ı ücret bana gösterilmiş.

Çünki şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi' olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyet ile muhtaçlara tesirli bir surette bildirmenin bu dehşetli zamanda çare-i yegânesi ve imanı kurtaracak ve kat'î kanaat verecek bu tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayan bir ders-i Kur'anî lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inadcı dalaleti kırsın ve herkese kanaat-ı kat'iyye verebilsin. Böyle bir derse bu zamanda bu şerait dâhilinde hiçbir şahsî ve uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle kat'î kanaat gelebilir. Yoksa komitecilikten ve cem'iyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı mukabil çıkan bir şahsın en büyük bir mertebe-i maneviyesi de bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünki imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki, "Bu kudsî şahıs dehâsıyla ve hârika makamıyla bizi kandırdı" diye bir şübhesi kalır.

Cenab-ı Hakk'a şükür ki, yirmisekiz sene dini siyasete âlet ittihamı altında kader-i İlahî bu zulm-ü beşerîde benim ruhumu ihtiyarım haricinde dini hiçbir şahsî şeyde âlet etmemek için beni, beşerin zalimane eliyle ayn-ı adalet olarak tokatlıyor, yani sakın sakın diye ikaz ediyor. İman hakikatını kendi şahsına âlet yapma, tâ imana muhtaç olanlar anlasınlar ki; yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamları, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.

Hakikaten Risale-i Nur'un bahsettiği hakikatlerin aynı mealinde milyonlar kitab o hakikatleri beligane neşrettikleri halde ve binler hakikî âlimler ders vermeleriyle bu memlekette dehşetli küfr-ü mutlakı tam durduramadıkları halde, Nurlar mezkûr sırra binaen bir cihette galebe ettiğini düşmanları dahi tasdik ederler. Evet küfr-ü mutlaka karşı bu ağır şerait içinde Nurlar bu işi görmüş, meydandadır. Demek Nurların kuvveti bu sırr-ı azîmden ileri geliyor. Ben de bütün ruh u canımla yirmisekiz sene bu işkenceli musibetlerime razı oldum. Hakkımı helâl ettim.

Âdil kadere de derim ki: Müstehak idim senin bu şefkatli tokatlarına... Yoksa gayet meşru, zararsız, herkesin lillah için takib ettikleri mübarek mesleğe girseydim, yani maddî ve manevî hislerimi bütün feda etmeseydim, hizmet-i imaniyede bu acib manevî kuvveti kaybedecektim. İşte bu kuvvetin bir acib nümunesi bazı zâtların ki, ben onların ancak edna bir talebesi olabildiğim halde; onların hakaik-i imaniyeye dair bir kitabını birisi okumuş, Risale-i Nur'un da bir sahifesini okumuş. Risale-i Nur'un bir sahifesiyle daha ziyade imanını kurtardığını ikrar etmiş.

ﺍَﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ
Duanıza muhtaç kardeşiniz
Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
Üstadımız diyor ki:

Mahkemelerin te'hirinde hayır var. Şimdiye kadar Nur'a ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki; bu te'hirde de hayırlar var ki, birisi bu olmak ihtimali var:

Hariç âlem-i İslâm'da Nur'un ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve intişarı ve buranın siyasîleri Avrupa'ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce Nur'un serbestiyet-i tâmmesi için karar vermek, hariç âlem-i İslâm'da Nurların hakikî ihlasına böyle bir şübhe gelecekti ki; ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuşlar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmiyorlar, za'f gösteriyorlar diye Nur'un kıymetine büyük zarar olduğu için bu te'hir o evhamları izale eder. Ve isbat ediyor ki: Otuz seneden beri İslâmiyetin şiarına muhalif şeylere baş eğmiyorlar.
 
Üst