Hubab

Huseyni

Müdavim

Hubâb

Kur’ân-ı Hakîm’in ummanından


خداى بر كرم خود ملك خود دامى خرداز
تو براى تونكه دارد بهاى بى كران داده 1


besmele.jpg



اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ 2
İ’lem ey zikreden ve namaz kılan kardeş! اَشْهَدُ اَنْ لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 3 ve مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ
blank.gif
4
ve اَلْحَمْدُ ِللهِ 5gibi mübarek kelimelerle ilân ettiğin bir hüküm ve iddia ettiğin bir dâvâ ve işhad ettiğin bir itikad, lisanından çıkar çıkmaz, milyonlarca mü’minlerin tasdik ve şehadetlerine iktiran eder.


Ve keza, İslâmiyetin hak ve hakikat olduğuna ve hükümlerinin doğru bir sadık olduklarına delâlet eden bütün deliller, şahitler, burhanlar, senin o dâvânın ve itikadının hak olduğuna delâlet ederler.



[NOT]Dipnot-1 Hâlık-ı Kerim, kendi mülkünü senden satın alıyor; Cennet gibi büyük bir fiyat veriyor. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor, kıymetini yükselttiriyor. Yine sana hem bâkî hem mükemmel bir surette verecektir. bk. Sözler, s. 290.

Dipnot-2 Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Efendimiz Muhammed’e ve onun bütün Âl ve Ashabının üzerine olsun!

Dipnot-3
Allah’tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh bulunmadığını şehadet ederim.

Dipnot-4
Muhammed (a.s.m), Allah’ın resulüdür.

Dipnot-5
Ezelden ebede kadar her türlü hamd ve şükür ancak Allah’a aittir.

[/NOT]



Kur'ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ânburhan: güçlü ve sarsılmaz delil
delâlet etmek: delil olmakdâvâ: iddia
hak: doğru, gerçekhak ve hakikat: tamamıyla doğru ve gerçek
hubâb: su kabarcığıhüküm: bir hususla ilgili ortaya konulan kesin karar
iktiran etmek: yan yana bulunmakitikad: sarsılmaz inanç
işhad etmek: şahitlikte bulunduğunu ilân ve ifade etmek, şâhit göstermeki’lem: bil
keza: bunun gibilisan: dil
mübarek: bereketlisadık: doğru
tasdik: doğrulama, onaylamaumman: okyanus
zikreden: Allah’ı ananşehadet: şahitlik

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 112


Ve keza, söylediğin o mübarek ve mukaddes kelâmlara pek büyük yümünler, feyizler ve berekât-ı İlâhiye terettüp eder.

Ve keza, cumhur-u mü’minîn ve muvahhidînin o kelimât-ı mübarekeden kalben zevk ettikleri mâ-i hayatı ve şarâb-ı cenneti, sen de o mukaddes maşrabalardan içersin.

İ’lem! Kavâid-i usuliyedendir ki: Bir mesele hakkında ispat edenin sözü, nefyedenin sözüne müreccahtır. Çünkü, ispat edenin yardımcıları var, sözünde kuvvet olur. Nefyedenin yardımcısı olmadığından tek kalır, sözünde kuvvet yoktur. Hattâ bin adam birşeyi nefyederse, bir adam gibidir. Bin adam da ispat ederse, ispat edenlerin her birisi bin olur. Çünkü hepsi birşeye bakıyorlar. Ve bir noktaya parmak bastıklarından birbirini takviye ediyorlar. Nefyedenlerde birbirini takviye etmek yoktur; her birisi tek kalır.

Meselâ, bin pencereden bir yıldızı görüp ispat eden bin adamın herbirisi ötekisine yardımcı olur, sözünü takviye eder. Çünkü, o bin adam, parmakla işaret eder gibi, o şeyi ispat ediyorlar. Nefyedenler öyle değildir. Çünkü, nefiy için sebep lâzımdır. Sebepler de ayrı ayrı olur. Meselâ, birisi “Gözümde zâfiyet var, göremedim,” ötekisi “Evimizde pencere yok,” ötekisi “Soğuktan başımı kaldırıp bakamadım” der. Ve hâkezâ, herbirisi nefyine, müddeâsına ayrı bir sebep gösterdiğinden, kendisince yıldızın bulunmaması, nefsülemirde de yıldızın bulunmamasına delâlet etmez ki, birbirine yardımcı olsun.

Binaenaleyh, bir mesele-i imaniyenin nefyi hakkında ehl-i dalâletin ittifakları haber-i vahid hükmündedir, tesiri yoktur. Amma ehl-i hidayetin mesâil-i imâniyede olan sözleri, herbirisi ötekisine yardımcıdır, takviye eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Ey aziz kardeşim bil ki: ) Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz’ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ, bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzımsa, bir semerenin vücuduna da lâzımdır. Öyleyse, semerenin Hâlıkı, şecerenin de Hâlıkı O oluyor. Hattâ arzın ve şecere-i hilkatın da Hâlıkı, o Hâlık olacaktır.



Hâlık: her şeyi yaratan Allaharz: dünya
berekât-ı İlâhiye: bereketli ve feyizli İlâhî hediyelerbinaenaleyh: bundan dolayı
cumhur-u mü'minîn: mü’minler topluluğucüz’: bir bütünün parçası, bölümü
delâlet etmek: işaret etmek, delil olmak
ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar
ehl-i hidayet: iman yolunu seçen insanlarfeyiz: bereket, bolluk
haber-i vahid: sadece bir kaynaktan aktarılan, onu destekleyecek başka bir unsur olmayan haberhâkezâ: bunun gibi
ittifak: bir araya gelme; aynı noktada birleşmei’lem: bil
kalben: kalp yoluylakavâid-i usuliye: metod kuralları; ilmî disiplinlerle bağlantılı metod kuralları
kelimât-ı mübareke: mübarek ve manevî değeri yüksek olan sözlerkelâm: ifade, söz
keza: bunun gibiküll: bütün, bir şeyin tamamı
maşraba: tas, su içmek için kullanılan kapmesele-i imaniye: imanla ilgili bir mesele
mesâil-i imâniye: imana ait meselelermukaddes: kusur ve noksandan uzak
muvahhidîn: Cenâb-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine inananlarmâ-i hayat: hayat suyu
mübarek: bereketli; mânevî değeri yüksekmüddeâ: iddia edilen şey
müreccah: tercih edilen, seçilennefsülemir: işin kendisi, aslı
nefyetmek: reddetmeksemere: meyve
takviye etmek: kuvvetlendirmekterettüp etme: ortaya çıkarma, netice verme
vücud: varlık, bedenyümün: feyiz, bereket
zevk etmek: tatmak, zevk almakzâfiyet: zayıflık, güçsüzlük
şarâb-ı Cennet: Cennet içeceğişecere: ağaç
şecere-i hilkat: yaratılış ağacı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 113


İ’lem eyyühe’l-aziz! İki tarafı birbirinden gayet uzak bir mesele var ki, herbir tarafı bir çekirdek gibi sümbül vermiş, ağaç olmuş, dal budak salmış. Böyle bir mesele üzerine şükûk ve evhâmın konmaması lâzımdır. Çünkü, bir çekirdek diğer bir çekirdekle, çekirdek olarak toprak altında kaldıkları müddetçe iltibas edilebilir. Amma ağaç olduktan, meyve verdikten sonra şek edersen, bütün meyveler senin aleyhinde şehadet ederler. Eğer bu başka bir çekirdektir diye tevehhüm etsen, o ağacın bütün meyveleri seni tekzip ederler. Elma ağacına inkılâp etmiş bir çekirdeği, hanzale ağacının çekirdeği farz etmek sana müyesser olmaz. Ancak tevehhümle veya bütün elmaların hanzaleye tebdil edilmiş olmasıyla mümkündür ki, bu da muhaldir.

Binaenaleyh, nübüvvet öyle bir çekirdektir ki, İslâmiyet şeceresi bütün semeratıyla, çiçekleriyle o çekirdekten çıkmıştır. Kur’ân dahi, seyyar yıldızları ismar eden şems gibi, İslâmiyetin on bir rüknünü intaç etmiştir. Acaba, bu cihan-bahâ semerelere bakıp gördükten sonra, çekirdeğinde şüphe ve tereddüt yeri kalır mı? Hâşâ!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.) çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve fazl-ı Rabbâni ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl‑i




Nebiy-yi Zîşan: şan sahibi Nebî; Hz. Muhammed (a.s.m.)ahvâl-i zahiriye: dış görünüşe ait haller, durumlar
aleyh: ona, onun üzerine, karşıt, zıtbidâyet-i hayat: hayatının başlangıcı
binaenaleyh: bundan dolayıcihan-bahâ: dünya kadar kıymetli
derece-i kıymet: kıymet derecesievhâm: vehimler, kuruntular
farz etmek: var saymakfazl-ı Rabbâni: her bir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın sunduğu manevî ihsan ve nimetler
feyz-i İlâhi: Allah’ın sunduğu manevî feyiz ve lütufgayet: çok
hanzale: zakkumhâşâ: asla öyle değil
idrak etmek: anlamak, kavramakiltibas etme: karıştırma
inkılâp etmek: değişmek, dönüşmekintaç etmek: sonuç vermek
ismar eden: meyve vereni’lem eyyühe’l-aziz: Ey aziz kardeşim bil ki!
kemâlât: mükemel ve kusursuz özelliklerkışır: kabuk
levâzım-ı beşeriyet: insan için gerekli olan şeylermebde-i hayatı: hayatının başlangıcı
muhal: imkânsızmüyesser: kolaylıkla yapılabilen şey
nakletme: aktarmanazar: bakış
nazarıyla: bakışıylanübüvvet: peygamberlik
rükün: esas, şartsathî: sığ, yüzeysel
semerat: meyvelersemere: meyve
semâ: gökyüzüseyyar: yerinde sâbit olmayan, gezen, dolaşan
surî: üstün körüsümbül vermek: çiçek açmak; önemli bir netice ortaya çıkarmak
tayaran: uçma, uçuştebdil edilmiş: değiştirilmiş
tekzip etmek: yalanlamaktekâmül etmek: ilerlemek, mükemmelleşmek
terakkiyat: ilerlemeler, gelişmelertereddüt: şüphe
tevehhüm: kuruntu ve hayale dayalı olarak düşünmektûbâ: kökü göklerde ve dalları aşağıda olan Cennet ağacı
vasıl olmak: ulaşmak, varmakâfâk-ı âlem: âlemin ufukları
âlem: dünyaşahsiyet-i mâneviye: mânevî şahsiyet, kişilik
şecere: ağaçşecere-i Muhammediye: Muhammedî ağaç; Hz. Muhammed’in (a.s.m.) hakikati ve o hakikati doğrulayan her şey ve herkes
şehadet etmek: şahitlik yapmakşek etmek: şüphe etmek
şems: güneşşükûk: şekler; şüpheler

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 114


suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı.

Maahaza, mebde-i hayatına şek ve şüpheyle bakan adam, herhalde masdarla mazhar, menba ile mâkes, zâtı ile tecellî aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer. Evet, Nebiy-yi Zîşan (a.s.m.) tecelliyât-ı İlâhiyeye mazhar ve mâkestir; masdar ve menbâ değildir. Çünkü, o zât yalnız âbiddir ve ibadetçe herkesten ileridir. Demek, bu kadar görünen terakkiyat, kemâlât onun zâtî malı değildir. Ancak hariçten verilen, Rahmân-ı Rahîmin tecellîleridir. Evvelce beyan edildiği gibi, hiçbir şey, bir zerreye bile mânâ-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mânâ-yı harfiyle semânın yıldızlarına mazhar olur. Yalnız gaflet ile o zerrenin masdar olduğu zannıyla bakıldığından, san’at-ı İlâhiyeyi tâğûtî bir tabiata mal ederler.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dualar, tevhid ve ibadetin esrarına nümunedir. Tevhid ve ibadette lâzım olduğu gibi, dua eden kimse de, “Kalbinde dolaşan arzu ve isteklerini Cenâb-ı Hak işitir” deyip Kadir olduğuna itikad etmelidir. Bu itikad, Allah’ın herşeyi bilir ve herşeye kadir olduğunu istilzam eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu âlemi ziyalandıran şemsin, bir sineğin gözüne tecelli ile girip ışıklandırması mümkündür. Ve ateşten bir kıvılcımın gözüne girip tenvir etmesi imkân haricidir. Çünkü gözü patlatır.

Kezâlik, bir zerre, Şems-i Ezelînin tecellîsine mazhar olur. Fakat Müessir-i Hakikîye zarf olamaz.

İ’lem ey mağrur, mütekebbir, mütemerrid nefis! Sen öyle bir zâfiyet, acz, fakirlik,




Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce AllahKadir: her şeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah
Müessir-i Hakikî: gerçek tesir sahibi olan, bütün sebeplere tesir gücü veren AllahNebiy-yi Zîşan: şan sahibi Nebî; Hz. Muhammed (a.s.m.)
Rahmân-ı Rahîm: rahmet ve merhameti bütün varlıkları kuşatan ve herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîleri olan Allahacz: güçsüzlük
ahvâl-i suriye: dışa yansıyan görünüşteki haller, durumlarbeyan: açıklama, anlatım
esrar: sırlaretraf-ı âlem: âlemin her tarafı
evvelce: daha öncefark etmek: ayırt etmek
gaflet: dikkatsiz, duyarsızhariç: dış taraf
imkân harici: imkânsız, imkândışıistilzam etmek: gerektirmek
itikad: sarsılmaz inançi’lem: bil
i’lem eyyühe’l-aziz: Ey aziz kardeşim bil ki!kemâlât: mükemmel ve kusursuz özellikler
kezâlik: bunun gibi, böylece, bu da böylemaahaza: bununla birlikte
mal etme: yükleme, ait olduğunu göstermemasdar: kaynak, bir şeyin çıktığı yer
mazhar: yansıma ve görünme yerimağrur: gururlu, kendini beğenmiş
mebde-i hayatı: hayatının başlangıcımenba: kaynak
mâkes: yansıma yerimânâ-yı harfî: bir şeyin kendisini değil de san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mânâ
mânâ-yı ismî: bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsımütekebbir: kendini büyük gösteren, kibirli
mütemerrid: inatçı
nefis: insanları kötülüğe yönelten duygu
neşretmek: yaymaknümune: örnek
san’at-ı İlâhiye: Allah’ın san’atısemâ: gökyüzü
tabiat: doğatecelliyât-ı İlâhiye: İlâhî isim ve sıfatların varlıklar üzerindeki yansımaları
tecellî: yansımatenvir etmek: aydınlatmak
terakkiyat: ilerlemeler, yükselmelertevhid: birleme, her şeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
tâğûtî: şeytanî, azgın şeytana aitzan: kesin olarak bilmeksizin kuvvetli ihtimale hükmetme
zarf: kap, kılıfzerre: atom, en küçük madde parçası
ziyalandırmak: aydınlatmakzâfiyet: zayıflık, güçsüzlük
zât: şahsın kendisiâbid: Allah’a ibadet eden, kul
Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran ve onlara isimlerinin tecellîleriyle hayat ve bekà veren Allahşek: şüphe
şems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 115


miskinlik gibi hallere mahalsin ki, ciğerine yapışan ve çok defa büyülttükten sonra ancak görülebilen bir mikroba mukavemet edemezsin; seni yere serer, öldürür...


İ’lem eyyühe’l-aziz! Hardale ile tabir edilen, bir darı habbesi hükmünde olan kuvve-i hafızanın ihata ettiği meydanda gezintiler yapılırken o kadar büyük bir sahraya inkılâp eder ki, gezmekle bitmez bir şekil alır. Acaba o hardalenin içindeki meydanı bitiremeyen, o hardalenin dairesini ne suretle bitirecektir? Aklın nazarında hardalenin vaziyeti böyleyse, aklın gezdiği daire nasıldır? Aklı da dünyayı yutar. Fesübhânallah! Cenâb-ı Hak hardaleyi akıl için dünya; ve dünyayı da, akıl için bir hardale gibi yapmıştır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanların en büyük zulümlerinden biri de şudur ki: Büyük bir cemaatin mesaisine terettüp eden—hasenatı intaç eden—semeratı bir şahsa isnad ve ona mal ederler. Bu zulümde bir şirk-i hafî vardır. Çünkü, bir cemaatin cüz-ü ihtiyârîsiyle kesb ettikleri mahsulâtı bir şahsa atfetmek, o şahsın, icad derecesinde harikulâde bir kudrete mâlik olduğuna delâlet eder. Hattâ eski Yunanîlerin ve Vesenîlerin ilâheleri, böyle zâlimâne tasavvurat-ı şeytaniyenin mahsulüdür.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celb eden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı, kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir. Min haysü lâ yeş’ur husûle gelir. Binaenaleyh, gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir.


İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hak, insanı pek acip bir terkipte halk etmiştir. Kesret içinde vahdeti, terkip içinde besâteti, cemaat içinde ferdiyeti vardır. İhtiva




Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi AllahVesenî: putperest
Yunanî: Eski Yunanlılar döneminde çeşitli varlıklara ve tabiat olaylarına ilâhlık veren bâtıl dinlere mensup olanacip: hayret verici, tuhaf
atfetmek: bir işi veya sözü bir kimseye yüklemek, dayandırmakbesâtet: tek unsurdan meydana gelen eser, sadelik
binaenaleyh: bundan dolayıcelb eden: çeken
cemaat: toplulukcüz-ü ihtiyârî: insanda bulunan sınırlı irade
delâlet etmek: delil olmak, işaret etmekferdiyet: teklik, birlik
fesübhânallah: “Allah’ı her türlü kusur, ayıp ve eksiklerden tenzih ederim” mânâsında bir hayret ifadesifeyiz: bereket, bolluk
feyz-i İlâhî: Allah’ın feyzi, lütfugaflet: dalgınlık, dinî sorumluluklarını unutup dünya ile ilgili şeylere dalma
habbe: dane, tohumhalk etmek: yaratmak
hardale: hardal tanesiharikulâde: olağanüstü
hasenat: iyi ameller, hayırlarhusûle gelmek: meydana gelmek
hâli: boş; uzakicad: var etme, yapma
ihata etmek: içine almak, kapsamakilâhe: tanrıça
inkılâp etmek: değişmek, dönüşmekintaç eden: sonuç veren
isnad etmek: dayandırmaki’lem eyyühe’l-aziz: Ey aziz kardeşim bil ki!
kesb etmek: kazanmakkesret: çokluk
kudret: güç, iktidarkuvve-i hafıza: hafıza gücü, bellek
lâtife: duyu, ince hislerden herbirimahal: yer
mahsul: ürün; elde edilen şeymahsulât: ürünler; elde edilen şeyler
mal etmek: yüklemek, ait olduğunu göstermekmesai: çalışma; çalışmalar, çabalar
min haysü lâ yeş’ur: hissedilmeden; farkına varılmadanmiskinlik: zavallılık
muhtelif: çeşitlimukavemet etmek: dayanmak, karşı koymak
mâlik olmak: sahip olmaknazar: bakış açısı
sahra: geniş çöl; ovasemerat: meyveler; neticeler
suret: şekil, tarztabir edilen: adlandırılan
tasavvurat-ı şeytaniye: şeytanî tasavvurlar; şeytandan gelen tasarılar, kurgularterettüp eden: sonuç olarak çıkan
terkip: çok sayıdaki unsurların bir araya getirilmesiyle ortaya çıkan eser, birleşiktâbi: bağlı
vahdet: birlikvaziyet: durum, hâl
zikir: Allah’ı anmazikreden: Allah’ı anan
zulüm: haksızlıkzâlimâne: zalimce
şirk-i hafî: gizli şirk, gizli küfürşuur: bilinç

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 116


ettiği âzâ, havâs ve letâifin herbirisi için müstakil lezzetler, elemler olduğu gibi; aralarında görülen sür’at, teâvün ve imdattan anlaşıldığı üzere, herbirisi arkadaşlarının lezzet, elem ve teessüratından da hisse alıyorlar. Bu hilkat sayesinde, insan eğer ubudiyet yoluna giderse, bütün lezzet, nimet, kemâlât nevilerine, kısımlarına mazhar olmaya şâyandır. Ve keza, eğer enaniyet yolunu takip ederse, çeşit çeşit elem ve azaplara da mahal olmaya müstehaktır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kelime-i Tevhidin tekrar ile zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbuplardan yüzünü çevirtmektir. Maahaza, zâkir olan zâtta bulunan hâsse ve lâtifelerin ayrı ayrı tevhidleri olduğuna işaret olduğu gibi, onların da, onlara münâsip şerikleriyle olan alâkalarını kesmek içindir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın bir akrabasına, meselâ, okuduğu bir Fatiha-i Şerifeden hasıl olan sevapta istifade etmekte, bir ile bin müsavidir. Nasıl ki ağızdan çıkan bir lâfzın işitilmesinde, bir cemaat ile bir fert bir olur. Çünkü lâtif şeyler matbaa gibidir. Basılan bir kelimeden bin kelime çıkar.

Ve keza, nûrânî şeylerde vahdetle beraber tekessür olduğuna, yani bir nûrânî şeyde bin sevap bulunduğuna bir işarettir.


İ’lem eyyühe’l-aziz! Nebiyy-i Zîşânın (a.s.m.) makam-ı mahmûdu İlâhî bir mâide ve Rabbânî bir sofra hükmündedir. Evet, tevzi edilen lütuflar, feyizler, nimetler o sofradan akıyor. Resul-i Zîşâna (a.s.m.) okunan salâvat-ı şerife, o sofraya edilen dâvete icâbettir.


Ve keza, salâvat-ı şerîfeyi getiren adam, zât-ı Peygamberîyi (a.s.m.) bir sıfatla





Fatiha-i Şerife: Kur’ân-ı Kerimin ilk sûresi olan Fâtiha SûresiKelime-i Tevhid: “Lâ ilâhe illâllah” ifadesidir, mânâsı
Nebiyy-i Zîşân: şan sahibi Nebî; Hz. Muhammed (a.s.m.)Rabbânî: her şeyi terbiye ve idare eden Allah’ın ihsanı
Resul-i Zîşân: büyük şan sahibi olan Allah’ın Resulü; Hz. Muhammed (a.s.m.)alâka: ilgi, bağlantı
azap: acı, sıkıntıcemaat: topluluk
elem: acı, kederenaniyet: benlik, gurur
fert: bireyfeyiz: mânevî gıda, bereket
hasıl olan: meydana gelenhavâs: hisler, duygular
hilkat: yaratılışhisse: pay
hâsse: hislericâbet: davete cevap verme
imdat: yardımistifade etmek: faydalanmak
ittihaz etmek: edinmek, kabullenmeki’lem eyyühe’l-aziz: Ey aziz kardeşim bil ki!
kemâlât: mükemel ve kusursuz özelliklerkeza: bunun gibi
letâif: lâtifeler; ince duygularlâfız: söz, kelime
lâtif: mânevî, gözle görünmeyen, nurânîlâtife: ince hisler ve duygular
lütuf: iyilik, ihsan, bağışmaahaza: bununla beraber, bununla birlikte
mahal: yermahbup: sevgili
makam-ı mahmûd: en yüksek şefaat makamı; Peygamberimizin (a.s.m.) kavuşacağı, Allah tarafından vaad edilen yüksek makammazhar olmak: erişmek, nâil olmak
mâide: soframünâsip: benzer, uygun
müsavi: eşit, denkmüstakil: bağımsız, başlı başına
müstehak: hak etmiş, lâyıknefis: insanı kötüye yönelten duygu
nevi: çeşitnimet: iyilik, lütuf, ihsan
nûrânî: nurlu, parlaksalâvat-ı şerife: Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duaları
sanem: putsür’at: hız
teessürat: teessürler; üzüntülertekessür: çoğalma
tevhid: birleme; her şeyin bir olan Allah’a ait olduğuna inanmatevzi edilen: dağıtılan
teâvün: yardımlaşmaubudiyet: kulluk
vahdet: birlikzikir: sürekli anma
zâkir: zikreden; Allah’ı ananzât: kişi
zât-ı Peygamberî: Peygamberlik görevini ifa eden zât; Hz. Peygamber efendimizin (a.s.m.) kendisiâzâ: uzuvlar, organlar
İlâhî: her şeyin ilâhı olan Allah tarafından ihsan edilenşerik: Allah’a ortak koşulan şey
şâyan: lâyık, uygun
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 117


tavsif ettiği zaman, o sıfatın nereye taallûk ettiğini düşünsün ki, tekrar be tekrar salâvat getirmeye müşevviki olsun.

İ’lem ey din âlimi!
blank.gif
1“Ücretim az, ilmime rağbet yok” diye mahzun olma. Çünkü mükâfât-ı dünyeviye ihtiyaca bakar, kıymet-i zâtiyeye bakmaz. Meziyet-i zâtiye ise mükâfat-ı uhreviyeye nâzırdır. Öyleyse, zâtî olan meziyetini mükâfât-ı uhreviyeye sakla, birkaç kuruşluk dünya metâına satma.

İ’lem ey hitabet-i umumiye sıfatıyla gazete lisanıyla konferans veren muharrir! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeâir-i İslâmiyeye zıt ve muhalif olan herzelerle İslâmiyeti lekelendirmeye kat’iyen hakkın yoktur.

Seni kim tevkil etmiştir? Fetvâyı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına, İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalâletini neşir ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme! Dalâletini kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü’minînin kabul etmediği birşeyin gazeteyle ilânı, milleti dalâlete dâvettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin, belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâfirlerin müslümanlara ve ehl-i Kur’ân’a düşman olmaları, küfrün iktizâsındandır. Çünkü, küfür imana zıttır. Maahaza, Kur’ân, kâfirleri ve âbâ ve ecdatlarını idam-ı ebedi ile mahkûm etmiştir.




[NOT]Dipnot-1 Ehemmiyetlidir.
[/NOT]



binaen: dayanarakcevaz-ı kanunî: kanunen verilen izin, müsaade
cumhur-u mü’minîn: mü’minlerden meydana gelen büyük halk topluluğudalâlet: doğru yoldan sapkınlık
dâll: doğru yoldan sapmış, ayrılmışecdat: atalar, dedeler
ehemmiyetli: önemliehl-i Kur’ân: Kur’ân’ın yolundan gidenler; Müslümanlar
fetvâ: bir mesele hakkında delillere kıyasen dinî hüküm vermeherze: boş, saçma sapan söz
hezeyan: boş söz, saçmalamahitabet-i umumiye: bütün toplumu muhatap alarak seslenme; kamuoyuna hitap etme
hukuk: haklarhukuk-u ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minlere ait haklar
idam-ı ebedi: bir daha geri dönmeyecek şekilde sonsuza dek yok etmeiktizâ: gerektirme
i’lem: bili’lem eyyühe’l-aziz: Ey aziz kardeşim bil ki!
kat’iyen: kesinliklekusur: eksiklik
kâfir: Allah’ı veya Allah’ın kesin olarak bildirdiği birşeyi inkâr eden kimseküfür: Allah’ı veya Allah’ın kesin olarak bildirdiği herhangi bir şeyi inkâr etme
kıymet-i zâtiye: bir şeyin veya bir kişinin bizzat kendisinde bulunan değer
lisan: dil
maahaza: bununla beraber, bununla birliktemahkûm etmek: bir kişi aleyhinde cezalandırıcı mahiyette hüküm vermek
mahzun olmak: hüzünlenmek; üzülmekmetâ: mal
meziyet: üstün özellik, faziletmeziyet-i zâtiye: bir şeyin veya bir kişinin bizzat kendisinde bulunan meziyet ve değerli özellik
muhalif: aykırımuharrir: gazeteci, yazar
mükâfat-ı uhreviye: âhirette verilecek olan ödülmükâfât-ı dünyeviye: dünyaya ait ödüller
müşevvik: teşvik edici sebepnamına: adına
nedamet etmek: pişman olmaknefis: şahsın kendisi; insanı kötüye yönelten duygu
neşir: etrafa yaymanâzır: bakan
salâvat: Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duasısıfat: özellik
taallûk eden: ilgili ve bağlantılı olantavsif etmek: bir sıfatla nitelemek
tecavüz: saldırıtevkil etme: vekil yapma, vekil tayin etme
zâtî: bir şeyin ve kişinin doğrudan kendisinde bulunan özellik, kendi özelliğiâbâ: babalar
âlem-i İslâm: İslâm dünyasıâlim: bilgin
ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minlerşeâir-i İslâmiye: İslâma sembol olmuş işaretler, iş ve ibâdetler

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 118


Binaenaleyh, Müslümanlarla ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan kâfirlere muhabbet boşa gidiyor. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz. Onlardan medet beklenilemez. Ancak
blank.gif
1 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ diye Cenâb-ı Hakka iltica etmek lâzımdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâfirlerin medeniyetiyle mü’minlerin medeniyeti arasındaki fark:

Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs, içi pis; sureti me’nus, sîreti mâkûs bir şeytandır.

İkincisi, bâtını nur, zahiri rahmet; içi muhabbet, dışı uhuvvet; sureti muâvenet, sîreti şefkat, câzibedar bir melektir.

Evet, mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizâsıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünkü, imân bütün mü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor.

Küfür ise, öyle bir burudettir ki, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır. Ve bütün eşyada bir nevi ecnebîlik tohumunu ekiyor. Ve herşeyi herşeye düşman yapıyor.

Evet, hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet varsa da, muvakkattır. Ve ezelî, ebedî iftirak ve firakla muttasıl ve mahduttur. Ama kâfirlerin medeniyetinde görülen mehâsin ve yüksek terakkiyât-ı sanayi—bunlar—tamamen medeniyet-i İslâmiyeden, Kur’ân’ın irşâdâtından, edyân-ı semâviyeden in’ikâs ve iktibas edildiği, Lemeat ile Sünuhat eserlerimde istenildiği gibi izah ve ispat edilmiştir.

رَاجِعْهُمَا تَرَى اَمْرًا عَظِيمًا غَفَلَ عَنْهُ النَّاسُ
blank.gif
2





[NOT]Dipnot-1 “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.

Dipnot-2
Onlara müracaat et; orada insanların gaflet ettikleri büyük bir hakikat bulacaksın.
[/NOT]




Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allahaddetmek: saymak, tutmak
bilhassa: özelliklebinaenaleyh: bundan dolayı
burudet: soğukluk bâtın: içyüz, iç
cenah-ı şefkat: şefkat kanadıcâzibedar: çekici, alımlı
ebedî: sonu olmayan, sonsuzecnebîlik: yabancılık
edyân-ı semâviye: semavî dinler, İlâhî dinlerezelî: başlangıcı olmayan, sonsuz
firak: ayrılıkhamiyet-i milliye: millî gayret ve koruma duygusu
iftirak: ayrılmaiktibas etmek: alıntı yapmak
iktizâ: gerektirmeiltica etmek: sığınmak
in’ikâs etmek: yansımakirşâdât: doğru yolu göstermeye yönelik söz ve ifadeler
izah etmek: açıklamaki’lem eyyühe’l-aziz: Ey aziz kardeşim bil ki!
kâfir: Allah’ı veya Allah’ın kesin olarak bildirdiği birşeyi inkâr eden kimseküfür: Allah’ı veya Allah’ın kesin olarak bildirdiği herhangi bir şeyi inkâr etme, inançsızlık, dinsizlik
libas: elbisemahdut: sınırlı
mahlûkat: yaratılmış varlıklarmedeniyet-i İslâmiye: İslâm medeniyeti, Müslümanların kurdukları medeniyet
medet: yardımmehd-i uhuvvet: kardeşlik beşiği
mehâsin: güzelliklerme’nus: alışılmış, yakınlık kurulabilen
muhabbet: sevgimuttasıl: yapışık, bitişik
muvakkat: geçicimuâvenet: yardımlaşma
mâkûs: tersine dönmüşnazarıyla: bakışıyla, gözüyle
nevi: çeşitrahmet: şefkat, merhamet
suret: görünüm, şekilsîret: iç yapı; karakter; ahlâk
terakkiyât-ı sanayi: sanayi dallarında meydana gelen gelişme ve ilerlemeler—uçak sanayii, gemi sanayii gibitevhid: birleme, her şeyin bir olan Allah’a ait olduğuna inanma
uhuvvet: kardeşlikzahir: dış görünüş
ülfet: kaynaşma, alışmaşefkat: içten ve karşılık beklemeden duyulan merhamet, sevgi

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 119


İ’lem! Mesâil-i diniyeden olan içtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mâni vardır.

Birincisi: Nasıl ki, kışta fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapılar açmak hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki, büyük bir selin hücumunda tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarında muharriplerin girmesine vesile olacak olan delikler açmak, İslâmiyete cinayettir.

İkincisi: Dinin zaruriyatı ki içtihad onlara giremez. Çünkü kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler; şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti onların ikamesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp, heveskârâne yeni içtihadlar yapmak bid’atkârâne bir hıyânettir.

Üçüncüsü: Her zamanın insanlarınca kıymetli addedilerek efkârı celb eden câzibedar bir metâ merguptur. Meselâ, bu zamanda en rağbetli, en iftiharlı, siyasetle iştigal ve dünya hayatını temin etmektir. Selef-i Salihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergup metâ, Hâlık-ı Semâvat ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur’ân’la kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak ve




Hâlık-ı Semâvat ve Arz: göklerin ve yerin yaratıcısı olan AllahSelef-i Salihîn: daha önce yaşamış takva sahibi kimseler; ilk devir İslâm büyükleri
addetmek: saymakbid’a: aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan ve dine zarar veren yeni âdet ve uygulama
bid’atkârâne: aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan ve dine zarar verici yeni âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışarakcelb eden: çeken
cihet: şekil, yöncâzibedar: çekici, alımlı
dalâlet: hak yoldan sapkınlıkefkâr: fikirler, düşünceler
gark olmak: boğulmak; suya batmak hengâm: zaman, çağ, devir
heveskârâne: hevesine, gelip geçici istek ve arzularına düşkün bir şekildehimmet: ciddî gayret
hâcât: ihtiyaçlarhâlisâne: halis bir şekilde, temiz kalplilikle
hıyânet: hâinlikiftiharlı: övünülen
ihyâ: canlandırmaikame: ayağa kaldırma, ayakta durdurma
istilâ: her yeri kaplamaistinbat etmek: gizli mânâyı ortaya çıkarmak
içtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarmaiçtihadat-ı sâfiyâne: samimî, hâlis bir şekilde sırf Allah rızası için yapılan içtihadlar
iştigal: meşgul olmai’lem: bil
kasr-ı İslâmiyet: İslâmiyet sarayı, İslâm dinikat’î: kesin
kelâm: ifade, söz; burada kastedilen Kur’ân-ı Kerimkesret: çokluk
kut: rızık, gıda maddesikâr-ı akıl: akıl kârı; akla uygun bir davranış
kıymetli: değerlilâzım gelmek: gerekli olmak
marziyat: Allah’ın rızasına uygun şeylermergup: beğenilen, taleb edilen, istenilen
mesâil-i diniye: dine ait meselelermetâ: mal
muayyen: belirlenmiş, kararlaştırılmışmuharrip: tahrip edici; bozucu
mâni: engelmünkerat: dince yapılması yasak olan şeyler
nam: ad, isimnazariyat: teoriler ve kural olarak belirlenen esaslar
nur-u Nübüvvet: peygamberlik nururağbetli: beğenilen, taleb edilen, istenilen
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk, âhiret mutluluğusarf etmek: harcamak
seddetmek: tıkamak, kapamakselef: sahabe ve tabiin gibi ilk örnek Müslüman nesiller
tahribat: tahripler, yıkıp bozmalartemin etmek: sağlamak, elde etmek
tezelzül: sarsıntıvesile: araç, vasıta
zaruriyat/dinin zaruriyatı: hükümleri açık ve net olan ve yerine getirilmesi zorunlu olan dinî meseleler, emirler, yasaklarâdât-ı ecânib: yabancı âdetler; yabancıların gelenek ve görenekleri
âhiret âlemi: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayatın bulunduğu âlem

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 120


vesâilini elde etmek idi. Bu itibarla, o zamanlarda bütün fikirler, kalbler, ruhlar marziyat-ı İlâhiyeyi bilmek ve öğrenmeye müteveccih idi. Bunun için, istidat ve iktidarı olanlar o zamanlarda vukua gelen bütün ahval ve vukuat ve muhaverattan ders almakla, içtihadlara zemin teşkil eden yüksek istidatlar vücuda gelirdi.

Şimdi ise, fikir ve kalblerin teşettütü, inayet ve himmetlerin zâfiyeti, insanların siyaset ve felsefeye iptilâ ve rağbetleri yüzünden bütün istidatlar fünun-u hâzıra ve hayat-ı dünyeviyeye müteveccihtir. Ahkâm-ı diniyeye sarf edilecek müstakim bir içtihad yoktur.

Dördüncüsü: İçtihad kapısından İslâmiyete girip mesâilini genişlendirmeye meyleden adamın maksadı, zaruriyata imtisal ile takvâ ve kemâle mazhariyet ise, güzeldir. Amma zaruriyatı terk ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden adam ise, onun içtihada meyli, meylüttahriptir. Tekliften çıkıp kaçmak için bir yol bulmaktır.

Beşincisi: Herşeyin, her hükmün vücuda gelmesi bir illete binaen olduğu gibi, bir maslahata dahi tâbidir. Fakat maslahat illet değildir. Ancak tercih edici bir hikmettir. Bu zamanın efkârı, bizzat saadet-i dünyaya müteveccihtir. Şeriatın nazarı ise, bizzat saadet-i uhreviyeye müteveccih olup, bittabi dünyaya da nâzırdır. Çünkü dünya âhirete vesiledir.

Umumî bir beliyye olan ve nâsın ona müptelâ olduğu çok işler vardır ki, zaruriyattan olmuştur. O gibi işler su-i ihtiyar ile gayr-ı meşru meyillerden doğmuş olduklarından, mahzuratı ibâha eden zaruriyattan değildir. Ve ruhsat ve müsaade-i şer’iyenin şümulüne dahil olamazlar. Meselâ, bir adam su-i ihtiyarıyla haram



ahkâm-ı diniye: dinin hükümleri, esaslarıahval: haller, durumlar
beliyye: belâbinaen: dayanarak
bittabi: tabiî ki, elbettebizzat: doğrudan
bu itibarla: bu açıdanefkâr: fikirler, düşünceler
fünun-u hâzıra: günümüz fen ilimleri; çağdaş bilim ve felsefegayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatıhayat-ı uhreviye: ahiret hayatı
hikmet: sebep, faydahimmet: ciddî gayret
ibâha eden: bir şeyi haram olmaktan çıkararak serbest bırakan; mübah kılaniktidar: güç, kuvvet
illet: esas sebep, maksatimtisal: emre uyma, boyun eğme
inayet: özen, ilgi, ilgilenmeiptilâ: bağımlı olma
istidat: kabiliyet, yetenekiçtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarma
kemâl: kusursuzluk, mükemmellikmahzurat: haram sayılan ve sakınılması gerekli iş ve davranışlar
maksad: amaç, hedef
marziyat-ı İlâhiye: Allah’ın rızasına uygun işler, Allah’ın hoşnut olacağı işler
maslahat: fayda, yararmazhariyet: elde etme, edinme, erişme
mesâil: meselelermeyil: eğilim, istek
meyleden: eğilim gösterenmeylüttahrip: bozma, yıkma eğilimi
muhaverat: karşılıklı konuşmalarmüptelâ olmak: bağımlı olmak
müsaade-i şer’iye: şeriatın müsaadesi, İslâmiyetin izin verdiği iş ve davranışmüstakim: istikametli, dosdoğru olan
müteveccih: yönelennâs: insanlar
nâzır: bakanrağbet: istek, düşkünlük
ruhsat: izinsaadet-i dünya: dünya mutluluğu
saadet-i uhreviye: sonsuz âhiret mutluluğusarf edilmek: harcanmak
su-i ihtiyar: iradenin kötüye kullanımıtakvâ: Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma
teklif: Allah’ın kullarına yüklediği vazife, sorumlulukteşettüt: karışıklık, dağınıklık
teşkil eden: meydana getirentâbi: bağlı
umumî: genel
vesile: yol, vasıta
vesâil: vesileler, aracılarvukua gelen: meydana gelen; gerçekleşen
vukuat: meydana gelen olaylarvücuda gelmek: meydana gelmek
zaruriyat: hükümleri açık ve net olan ve yerine getirilmesi zorunlu olan dinî meseleler, emirler, yasaklarzâfiyet: zayıflık, güçsüzlük
âhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayatşeriat: Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi
şümul: kapsam

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 121


bir tarzda kendini sarhoş etse, hal-i sekirde yaptığı tasarrufatta mâzur olamaz. Bu zamanda bu gibi içtihadlar, Semâvî değil, ancak arzî içtihadlardır. Bu gibi içtihadlarla Hâlık-ı Semâvat ve Arzın hükümlerinde yapılan tasarrufat merduttur.

Meselâ, bazı gafiller, hutbenin Türkçe okunmasını istihsan ediyorlar ki, halkın bilhassa siyasî ahvalden haberleri olsun. Halbuki bu gibi ahval-i siyasiye yalandan, hileden, şeytanî fikirlerden hâli değildir. Hutbe makamı ise, ahkâm-ı İlâhiyenin tebliği için ittihaz edilmiş bir makamdır.

Sual: Avâm-ı nâs Arabîden haberdar değildir; fehmedemez.

Cevap: Avâm-ı nâs, zaruriyat ve müsellemat-ı diniyeye muhtaçtır. Ve hutbe makamı da bu gibi hükümlerin tebliği içindir. Bu hükümler kisve-i Arabiye içinde tafsilen değilse de icmâlen avâm-ı nâsa malûm ve mâruftur. Maahaza, lisan-ı Arapta bulunan şehâmet, yükseklik, meziyet, satvet diğer lisanlarda yoktur.


endOfSection.gif
endOfSection.gif


İ’lem ey gafletli, sağır ve kör olarak, zulmetler içinde esbaba ibadet eden ahmaklar! Cenâb-ı Hakkın vücub-u vücud ve vahdetine, kâinatın mürekkebatı ve zerratının elli beş vecihle yaptıkları şehadetlerin bir vechini yazacağım. Şöyle ki:

Eşyanın icadı, ya nefislerine veya esbaba olan isnadı, hayret ve istiğrabı muciptir. Bu da red ve inkârı icap eder. Bu dahi dalâletleri intaç eder. Bu ise ıztırâbât-ı ruhiye




Arabî: ArapçaCenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Hâlık-ı Semâvat ve Arz: göklerde ve yerde olan tüm varlıkların yaratıcısı olan AllahSemâvî: semâya ait, İlâhî; Allah’ın istediği maksatlar, gayeler
ahkâm-ı İlâhiye: Allah’ın koyduğu hükümlerahval: haller, durumlar
ahval-i siyasiye: siyasetle bağlantılı haller ve gelişmelerarzî: dünyaya ait insanların istediği maksatlar, gayeler
avâm-ı nâs: halk tabakasıbilhassa: özellikle
dalâlet: doğru yoldan sapkınlıkesbab: sebepler
eşya: varlıklarfehmetmek: anlamak
gafil: duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranangafletli: Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranan
haberdar: haberli, bilgili, vâkıfhal-i sekir: sarhoşluk hâli, durumu
haram: Allah tarafından yasaklanmış olanhutbe: cuma ve bayram namazlarında hatip tarafından minbere çıkılarak yapılan, İlâhî emirleri hatırlatan konuşma ve dualar
hâli: boş; uzakhüküm: karar
icad: var etme, yaratmaicap etmek: gerektirmek (bk v-c-b)
icmâlen: kısaca, özet hâlindeinkâr: inanmama
isnad: dayandırmaistihsan etmek: güzel görerek beğenmek
istiğrab: şaşkınlıkittihaz etmek: edinmek, kabul edilmek
içtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarmai’lem: bil
kisve-i Arabiye: Arapça elbisesi (burada Arapça dili bir elbiseye benzetilmiştir)lisan: dil
lisan-ı Arap: Arap dili, Arapçamaahaza: bununla beraber, bununla birlikte
malûm: bilinenmerdut: reddedilen ve yapılması yasaklanan iş ve davranışlar
meziyet: üstün özellikmucip: gerektiren; sebep, vesile
mâruf: bilenen, tanınanmâzur: mazeretli, özür sahibi
mürekkebat: birleşikler; parçalardan oluşmuş bütünlermüsellemat-ı diniye: dinin kabul görmüş ve uygulanması zorunlu kaideleri, temelleri
nefis: bir kimsenin veya varlığın kendisisatvet: güçlülük, ezici güç
sual: sorutafsilen: ayrıntılı olarak
tasarrufat: tasarruflar; yapılan iş ve uygulamalartebliğ: bildirme, duyurma
vecih: şekil, yönvücub-u vücud ve vahdet: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu ve birliği
zaruriyat: hükümleri açık ve dinen yerine getirilmesi zorunlu meseleler, emirler, yasaklarzerrat: zerreler, atomlar
zulmet: karanlıkşehadet: şahitlik, tanıklık
şehâmet: cesaret, yücelik ve kahramanlık edâsışeytanî: şeytana ait

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 122

[SUP]
[/SUP]
[SUP]ve teşevvüşat-ı akliyeye sebep olur. Bu da ruhları ve akılları firar ettirmekle Vâcibü’l-Vücuda iltica etmeye mecbur eder. Zira her müşkülât Onun kudretiyle hallolur. Ve açılmaz düğümler Onun iradesiyle açılır. Ve kalbler Onun zikriyle mutmain olur. Bu hakikati şöyle bir muvazeneyle izah edeceğim. Şöyle ki:

Mevcudatın fâili, yani eşyayı vücuda getiren, ya vacip ve vahiddir veyahut da mümkün ve kesirdir. Fâil vacip ve vahid olduğu takdirde, ne külfet var, ne de garabet var. Olsa bile vehmî olur. Esbaba isnad edildiği takdirde, külfet ve garabet vehmîlikten çıkar, kat’î ve hakikî bir şekilde tahakkuk eder. Çünkü, kusur ve zâfiyetten hâli olmayan esbab-ı kesireden hiçbir sebep, bir müsebbebi omuzuna kaldıramaz. Ve birşeyin icadında gayr-ı mütenahî esbabın iştiraki lâzımdır. Meselâ, balarısı herşeyle alâkadar olduğundan, eğer icadı esbaba isnad edilirse, semâvat ve arzın iştirakleri lâzımdır.

[/SUP]
[SUP]Maahaza, kesretin vahidden suduru, vâhidin kesretten sudûru kadar zahmet değildir, daha kolaydır.

[/SUP]
[SUP]Meselâ, bir kumandanın efrad-ı kesireye verdiği intizam ve yaptırdığı işleri, o efrad-ı kesire, kendi başlarına büyük bir müşkilâttan sonra yapabilirler.

[/SUP]
[SUP]Maahaza, icadın esbaba isnadında lâyüad külfet, garabet olmakla beraber, pek çok muhâlâta zemin teşkil ediyor.

[/SUP]
[SUP]1. Herbir zerrede Vâcibü’l-Vücudun sıfatlarının farzı lâzımdır.

[/SUP]
[SUP]2. Ulûhiyette gayr-ı mütenahi şeriklerin iştiraki lâzım gelir.

[/SUP]
[SUP]3. Herbir zerrenin hem hâkim, hem mahkûm olması lâzım gelir: kubbeli binalarda birbirine dayanmakla düşmekten kurtulan taşlar gibi.

[/SUP]
[SUP]4. Şuur, irade ve kudret gibi sıfatların her zerrede bulunması lâzım gelir. Çünkü, hüsn-ü san’at bu sıfatları iktiza eder. Şu hakikati izah için birkaç misal söyleyeceğiz.[/SUP]
[SUP]


[/SUP]
[SUP]Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah[/SUP][SUP]alâkadar olmak: alâkalı, ilgili olmak[/SUP]
[SUP]arz: yeryüzü[/SUP][SUP]efrad-ı kesire: çok sayıdaki kişiler[/SUP]
[SUP]esbab: sebepler[/SUP][SUP]esbab-ı kesire: çok sayıda sebepler[/SUP]
[SUP]eşya: varlıklar[/SUP][SUP]farz: var sayma[/SUP]
[SUP]firar ettirmek: kaçırmak[/SUP][SUP]fâil: işi yapan, özne[/SUP]
[SUP]garabet: gariplik; aklı şaşırtan durum[/SUP][SUP]gayr-ı mütenahî: sonu olmayan, sonsuz[/SUP]
[SUP]hakikat: herbir şeyin aslı ve esası, gerçek mahiyeti[/SUP][SUP]hakikî: gerçek[/SUP]
[SUP]hâkim: hükmeden, idaresi altında tutan[/SUP][SUP]hâli: uzak, boş[/SUP]
[SUP]hüsn-ü san’at: san’at güzelliği[/SUP][SUP]icad: var etme, yapma[/SUP]
[SUP]iktiza etmek: gerektirmek[/SUP][SUP]iltica etmek: sığınmak[/SUP]
[SUP]intizam: disiplin, düzen[/SUP][SUP]irade: dileme, tercih[/SUP]
[SUP]isnad: dayandırma[/SUP][SUP]izah etmek: açıklamak[/SUP]
[SUP]iştirak: ortaklık, katılım[/SUP][SUP]kat’î: kesin[/SUP]
[SUP]kesir: çok[/SUP][SUP]kesret: çokluk[/SUP]
[SUP]kudret: güç, iktidar[/SUP][SUP]külfet: güçlük, zorluk[/SUP]
[SUP]lâyüad: sayısız[/SUP][SUP]lâzım gelmek: gerekli olmak[/SUP]
[SUP]maahaza: bununla birlikte[/SUP][SUP]mahkûm: birinin hükmü altında olmak[/SUP]
[SUP]mecbur etmek: zorlamak[/SUP][SUP]mevcudat: varlıklar[/SUP]
[SUP]muhâlât: olması imkânsız olan, akla uzak olan şeyler[/SUP][SUP]mutmain: içi rahat, müsterih, şüphesi kalmamış[/SUP]
[SUP]muvazene: karşılaştırma[/SUP][SUP]mümkün: varlığı ve yokluğu eşit olan; varlığı zorunlu olmayan[/SUP]
[SUP]müsebbeb: sonuç, sebebin ortaya çıkardığı netice[/SUP][SUP]müşkülât: zorluklar[/SUP]
[SUP]semâvat: gökler[/SUP][SUP]sudur: ortaya çıkma[/SUP]
[SUP]sıfat: özellik[/SUP][SUP]tahakkuk etmek: gerçekleşmek[/SUP]
[SUP]teşevvüşat-ı akliye: akılın karmakarışık olması, bulanması[/SUP][SUP]teşkil etmek: meydana getirmek, oluşturmak[/SUP]
[SUP]ulûhiyet: ibadete ve itaat edilmeye lâyık olma, İlâhlık[/SUP][SUP]vacip: varlığı zorunlu olan[/SUP]
[SUP]vahid: bir olan[/SUP][SUP]vehmî: gerçekte olmayıp var sanılan kuruntu[/SUP]
[SUP]vücuda getiren: var eden[/SUP][SUP]zerre: en küçük madde parçası; atom[/SUP]
[SUP]zikir: Allah’ı çokça anma[/SUP][SUP]zâfiyet: zayıflık, güçsüzlük[/SUP]
[SUP]ıztırâbât-ı ruhiye: ruhun duyduğu ıstıraplar, azaplar, sıkıntılar[/SUP][SUP]şerik: ortak[/SUP]
[SUP]şuur: bilinç[/SUP]
[SUP]
[/SUP]
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 123


Birincisi: Şems, şeffafiyet sırrına binaen, şişelerin zerrelerinde, arzın denizlerinde, semânın seyyarelerinde müsavat üzerine tecellî eder.

İkincisi: Mukabele sırrına binaen, merkezdeki bir lâmbanın daireyi teşkil eden ayinelere nisbet-i in’ikâsı birdir.

Üçüncüsü: Nurdan veya nurânî birşeyden tenevvür etmek ve ziya almak hususunda, bir ile bin birdir. Nurânînin iktizası öyledir.

Dördüncüsü: Muvazene sırrına binaen, hassas bir terazinin iki kefesinde iki ceviz veyahut iki güneş bulunsa; hangi kefesine birşey ilâve edilirse, o aşağı iner, ötekisi havaya kalkar.

Beşincisi: Büyük bir sefineyle gayet küçük bir sefineyi sevk ve tahrik hususunda fark yoktur—kaptan; ister bir çocuk olsun, ister büyük olsun.—Çünkü intizam vardır.

Altıncısı: Hayvan-ı nâtık gibi bir mahiyet-i mücerredenin küçük ve büyük efradına nisbeti birdir.

Hülâsa: Kalil ile kesir, küçük ile büyük arasında birşey-i vahide isnatlarında tefavüt olmadığı, imkân dairesinde olduğu şu misallerle tavazzuh etti. Binaenaleyh, eşyada bulunan intizam, muvazene, evâmir-i tekviniyeye karşı imtisal, itaat, kudret-i ezeliyyenin nuraniyeti, eşyanın içyüzünün şeffafiyeti gibi sırlardan dolayı, bir sinek ile arzın ihyâsı, bir ağaç ile semâvâtın icadı, bir zerreyle güneşin yaratılışı Vâcibü’l-Vücuda nisbetle mütesavidir. Evet müsavat ve adem-i tefavütü gözle görünür. Bak: Mahiyeti meçhul, mu’cizatıyla malûm olan kudret-i ezeliyenin, bilhassa semerat ve sebzelerdeki nakışları, san’atları, esbaba havale edilirse, esbab altında ezilecektir.

Elhâsıl: Hayatî, vücudî, nurânî şeylerin icadında üç nokta var:




Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allahadem-i tefavüt: farklılığın olmaması
arz: yer, yerkürebilhassa: özellikle
binaen: dayanarakbinaenaleyh: bundan dolayı
bir şey-i vahid: bir tek şeyefrad: fertler, bireyler
elhâsıl: netice olarak, özetleesbab: sebepler
evâmir-i tekviniye: kâinattaki İlâhî emirler, Allah’ın tabiata yerleştirdiği kanunlareşya: varlıklar
gayet: son derecehassas: duyarlı
havale etme: bir işi başka birine bırakmahayatî: hayata ait
hayvan-ı nâtık: “konuşan canlı” olma özelliğihülâsa: özet olarak
icad: var etme, ortaya çıkarmaihyâ: diriltme, hayat verme
iktizası: gerektirmesi, gereğiimkân: olabilirlik
imtisal: bağlanma, boyun eğmeintizam: düzen, düzenlilik
isnat: dayandırmakalil: az
kesir: çokkudret-i ezeliye: Cenâb-ı Hakkın ezelî, sonsuz kudreti
mahiyet: herbir şeyin temel nitelik ve özelliğimahiyet-i mücerrede: soyut olan mahiyet, yapı
malûm: bilinenmeçhul: bilinmeyen
misal: örnekmukabele: karşılıklı olarak, yüz yüze bulunma
muvazene: karşılıklı kurulan dengemu’cizat: Allah tarafından verilen ve bir benzerini yapmada insanların aciz kaldığı olağanüstü şeyler
müsavat: eşitlik, denklikmütesavi: birbirine eşit olan, aynı seviyede olan
nakış: işleme, süslemenisbet: oran, kıyas
nisbet-i in’ikâs: yansıma oranınuraniyet: nur özelliği, parlaklık
nurânî: nurlu, parlaksefine: gemi
semerat: meyvelersemâ: gökyüzü
semâvât: göklersevk: yönlendirme
seyyare: gezegentahrik: harekete geçirme
tavazzuh etmek: aydınlanma, açıklığa kavuşmatecellî etmek: yansımak, görünmek
tefavüt: farklılıktenevvür etmek: nurlanmak, aydınlanmak
teşkil eden: meydana getiren, oluşturanvücudî: varlığa ait, varlıkla ilgili
zerre: atomziya: ışık
şeffafiyet: şeffaflıkşems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 124


Birinci nokta: Kudretin umur-u hasise ile zahiren mübaşereti görünmemek için, perde olmak üzere esbab vaz edilmiştir.

İkinci nokta: Hayat, vücut ve nurun, dışları gibi içleri de şeffaf olduğundan, kesif perdeler hükmünde olan esbab vaz edilmemiştir. Yalnız pek ince, nazik perdeleri andıran vesait varsa da, altında dest-i kudret görünür.

Üçüncü nokta: Kudret-i ezeliyenin tesirinde, tasnîinde külfet yoktur. Evet, bir incir çekirdeğinden koca bir incir ağacını ve ince bir sap ile koca bir kavunu bağlayıp çıkaran kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Şöyle mu’cizatıyla malûm olan kudret sahibinin vücudu, zuhuru, kâinatın vücudundan, zuhurundan daha zahirdir. Çünkü, herbir masnû, kendi nefsine birkaç vecihle aynen delâlet eder. Fakat Sâniine, hem aynen, hem aklen çok vecihlerle delâletleri vardır. Ve hangi bir masnûun vücudu esbabtan istenilirse, bütün esbab toplanıp birbirine yardımları olsa bile, o masnûun benzerini yapamazlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın akıl ve fikir meydanı öyle bir vüs’attedir ki, ihatası mümkün değildir. Ve o kadar dardır ki, iğneye mahal olamaz. Evet, bazan zerre içinde dönüyor, katre içerisinde yüzüyor, bir noktada hapsoluyor. Bazan da âlemi bir karpuz gibi eline alır ve kâinatı misafireten getirir, akıl odasında misafir eder. Bazan da o kadar haddini tecavüz eder, yükseğe çıkar ki, Vâcibü’l-Vücudu görmeye çalışır. Bazan da küçülür, zerreye benzer. Bazan da semâvat kadar büyür. Bazan da bir katreye girer. Bazan da fıtrat ve hilkati içine alır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakkın insana verdiği nimetler, ister âfâkî olsun, ister enfüsî olsun, bazı şerait altında insana gelip vusul buluyor. Meselâ, ziya, hava, gıda, savt ve sadâ gibi nimetlerden insanın istifade edebilmesi, ancak göz, kulak, ağız, burun gibi vesaitin açılmasıyla olur. Bu vesait, Allah’ın halk ve icadıyla olur. İnsanın eli, kesb ve ihtiyarında yalnız o vesaiti açmaktır.

Binaenaleyh, o nimetleri yolda bulmuş gibi sahipsiz, hesapsız olduğunu zannetmesin.



Cenâb-ı Hakk: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi AllahSâni: her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah
Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allahaklen: akıl bakımından
binaenaleyh: bundan dolayıdelâlet: delil olma, işaret etme
delâlet etmek: delil olmakdest-i kudret: Allah’ın güç ve iktidarının eli
enfüsî: iç dünyaya aitesbab: sebepler
fıtrat: yaratılış, mizaçhaddini tecavüz etme: sınırını aşma
halk: yaratmahilkat: yaratılış
icad: var etmeihata: kapsama, kuşatma
ihtiyar: dileme, seçme
istifade etmek: faydalanmak
i’lem eyyühe’l-aziz: Ey aziz kardeşim bil ki!katre: damla
kesb: kazanmakesif: şeffaf olmayan, yansıtmayan
kudret: güç, iktidarkudret-i ezeliye: Cenâb-ı Hakkın ezelî, sonsuz kudreti
külfet: güçlük, zorlukmahal: yer
malûm: bilinenmasnû: san’atla yapılmış eser, varlık
misafireten: misafir olarakmu’cizat: Allah tarafından verilen ve bir benzerini yapmada insanların aciz kaldığı olağanüstü şeyler
mübaşeret: doğrudan temas etme, bağlantı kurmanefis: bir varlığın kendisi
nimet: iyilik, ihsannur: aydınlık
sadâ: sessavt: ses
semâvat: göklertasnî: san’atlı olarak yaratma
tesir: etkiumur-u hasise: sıradan ve değersiz işler
vaz etmek: konmak, yerleştirmekvecih: cihet, yön
vesait: araçlar, vasıtalarvusul bulma: kavuşma, erişme
vücut: varlık, var olmakvüs’at: genişlik
zahir: açık, âşikarzahiren: dış görünüş itibariyle
zerre: en küçük madde parçası, atomziya: ışık
zuhur: ortaya çıkma, görünmeâfâkî: dış dünyaya ait
âlem: dünya, evrenşerait: şartlar

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 125


Ancak Mün’im-i Hakikînin kastıyla gelir, insan da ihtiyariyle alır. Sonra ihtiyaca göre in’am edenin iradesiyle bedeninde intişar eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herhangi birşeyin sonu ve âhiri intizam ve güzellikçe evvelinden aşağı olmadığı gibi, zahiri ve sureti de san’at ve hikmetçe bâtınından güzel değildir. Öyleyse, eşyanın içyüzlerini ve nihayetlerini sahipsiz zannedip, tesadüflere havale etme. Çiçek ile, çiçekten çıkan semeredeki eser-i san’at ve hikmet; çekirdek ile, çekirdekten çıkan filizin eser-i san’at ve nakşından aşağı değildir. Binaenaleyh, Sâni-i Zülcelâl hem Evveldir, hem Âhir, hem Zahirdir, hem Bâtın.

وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
blank.gif
1

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân’ın i’câzı, tahrifine bir settir. Evet, madem Kur’ân mu’cizedir, beşer onun taklidini yapamaz. Âyetleri başka kelâmlarla tebdil edilmekle tahrif ve tağyiri mümkün değildir. Çünkü, müfessir, müellif, mütercim, muharref üslûplarını, kisvelerini âyâtın kisvesiyle iltibas ettiremezler. Âyetlerde i’câz damgası vardır. O damganın altında olmayan kelâmlar âyet addedilemez. Öyleyse i’câz, tahrif ve tağyiri kabul etmez.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Kerim nimetleri, âyetleri, delilleri tâdât ederken
blank.gif
2 فَبِأَىِّ اٰلاۤءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ âyet-i celilesi tekrarla zikredilmekte olduğundan şöyle bir delâlet vardır ki: Cin ve insin en çok isyanlarını, en şedit tuğyanlarını, en azîm küfranlarını tevlid eden şöyle bir vaziyetleridir ki, nimet içinde in’âmı




[NOT]Dipnot-1 “O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir.” Bakara Sûresi, 2:137.

Dipnot-2
“Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” Rahmân Sûresi, 55:13.
[/NOT]



Bâtın: her şeyin içine hükmeden ve bir fabrika gibi donatan AllahEvvel: her şeyin öncesini plânlayıp takdir eden Allah
Mün’im-i Hakikî: gerçek nimet verici olan AllahSâni-i Zülcelâl: büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah
Zâhir: her şeyin dışını çeşitli nakışlarla süsleyip en güzel şekilde düzenleyen Allahaddedilmek: sayılmak, kabul edilmek
azîm: büyükbeşer: insan
binaenaleyh: bundan dolayıbâtını: içyüzü, içi
cin ve ins: cinler ve insanlardelâlet: işaret
eser-i san’at ve hikmet: san’at ve hikmet eseri, san’at ve hikmetle yapılan esereser-i san’at ve nakış: nakış ve san’at eseri, san’atlı ve nakışlı eser
eşya: varlıklarhavale etme: bir işi başka birine bırakma
hikmetçe: hikmet yönünden; belli bir amaç ve hedefe yönelik olarakihtiyar: dileme, tercih, seçim
iltibas etmek: karıştırmakintizam: disiplin, düzen
intişar etmek: yayılmakin’am eden: nimeti veren
irade: dileme, tercih
i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma
i’lem eyyühe’l-aziz: Ey aziz kardeşim bil ki!kelâm: ifade, söz
kisve: elbiseküfran: iyilik bilmeme, nankörlük
muharref: tahrif edilmiş, bozulmuşmu’cize: Allah tarafından verilen ve bir benzerini yapmada insanların aciz kaldığı olağanüstü şey
müellif: yazarmüfessir: Kur’ân-ı Kerimi yorumlayan âlim
mütercim: tercümannihayet: son
nimet: yaşamak için lâzım olan maddî mânevî her şeysemere: meyve
sureti: görünen yüzü, şeklitahrif: değiştirme, bozma
tağyir: değiştirmetebdil edilmek: değiştirilmek
tevlid eden: doğuran, sebep olantuğyan: baş kaldırma, azgınlık, taşkınlık
tâdât etmek: saymakvaziyet: durum, hal
zahiri: dışızikredilmek: anılmak
Âhir: her şeyin sonuna hükmeden ve sonlarına meyve, çekirdek, sevap gibi sonuçlar takan Allahâhiri: sonu
âyet: delil, Allah’ın varlığına işaret eden şeyâyet-i celile: yüce mânâları içinde barındıran âyet
âyât: âyetler; Kur’ân’da yer alan cümlelerşedit: şiddetli

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 126


görmüyorlar. İn’âmı görmediklerinden, Mün’im-i Hakikîden gaflet ederler. Mün’imden gafletleri saikasıyla, o nimetleri esbaba veya tesadüfe isnad ederek, Allah’tan o nimetlerin geldiğini tekzip ediyorlar. Binaenaleyh, herbir nimetin bidayetinde, mü’min olan kimse besmeleyi okusun. Ve o nimetin Allah’tan olduğunu kastetmekle, kendisi ancak Allah’ın ismiyle, Allah’ın hesabına aldığını bilerek, Allah’a minnet ve şükran ile mukabelede bulunsun

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlâhiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Bu gibi hevâî, vehmî ve çirkin şeylerin def’iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlûp olur. Ancak onları mağlûp edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlarla uğraşmamaktır. Evet, arılarla uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terkeder, giderler. Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i İlâhiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur. Evet, pis bir menzilin deliklerinden semânın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir tesir etmez.HAŞİYE-1

İ’lem Eyyühe’s-Said! Nedir bu gurur ve nedir bu gaflet? Nedir bu haşmet, nedir bu istiğna, nedir bu azamet? Elindeki ihtiyar bir kıl kadardır ve iktidarın bir zerre kadardır. Ve hayatın söndü, ancak bir şûle kaldı. Ömrün geçti, şuurun söndü, bir lem’a kaldı. Şöhretin gitti, ancak bir an kaldı.





[NOT]Haşiye-1 O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Meselâ, sen namazda, Kâbe karşısında, huzur-u İlâhîde âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedâî-yi efkâr seni tutup en uzak mâlâyâniyât-ı rezileye sevk eder. Meselâ, ayinenin içindeki yılanın timsali ısırmaz. Ateşin misali yakmaz. Ve necasetin görünmesi ayineyi telvis etmez.
[/NOT]



Kâbe: (bk. bilgiler)Mün’im: bütün nimetlerin asıl sahibi olan ve varlıklara çeşitli vesilelerle nimetler ihsan eden
Mün’im-i Hakikî: gerçek nimet verici olan Allahazamet: büyüklük taslama
besmele: Bismillahirrahmanirrahim’in kısaltılmış ifadesibidayet: başlangıç
bilhassa: özelliklebinaenaleyh: bundan dolayı
def’: uzaklaştırmaesbab: sebepler
eyyühe’s-Said: ey Saidfikren: düşünce aracılığıyla
gaflet: habersiz davranma, umursamazlık, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâlihakaik-i İlâhiye: İlahî hakikatler; Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler ve isimlerinin tecellîleri
haşmet: görkem; kendisini büyük görmehevâî: nefsin istek ve arzularına ait
huzur-u İlâhî: Allah’ın huzurunda bulunmaihtiyar: irade, tercih edebilme özelliği
iktidar: güç, kudretin’âm: nimetlendirme
isnad etmek: dayandırmakistiğna: ihtiyaç duymama; kendisini başkalarına muhtaç görmeyerek, tek başına davranma
i’lem: bil i’lem eyyühe’l-aziz: Ey aziz kardeşim bil ki!
kalben: kalp aracılığıylalem’a: parıltı
lümme-i şeytanî: şeytanın kuruntu ve asılsız şüpheler aktardığı kalpteki bir bölümmazarrat: zararlar
mağlûp olmak: yenilmekmenzil: yer, mekân
minnet: iyilik karşısında kendini borçlu hissetmekmisal: yansıma, görüntü
mukabelede bulunma: karşılık verme; cevaplamamâlâyâniyât-ı rezile: içi boş ve değersiz olan rezil şeyler
müdafaa: savunmamüteessif: esef duyan; üzülen
müteessir: etkilenen, üzülen
necaset: pislik
nefis: insanı kötüye yönelten duygunimet: iyilik, ihsan
saika: yönlendirmesemâ: gökyüzü
sevk etmek: yönlendirmektedâî-yi efkâr: sürekli olarak bir fikrin başka fikirleri çağrıştırması
tefekkür: etraflıca ve derinlemesine düşünmetekzip etmek: yalanlamak
telvis etmek: kirletmektesir etmek: etki etmek
timsal: görüntü, yansımavehmî: gerçekte olmayıp doğru sanılan, kuruntu
vesvese: şüphe, asılsız kuruntuzerre: atom
âyât: âyetlerşuur: bilinç
şûle: alev, ateşin alevişükran: minnettarlık, teşekkür

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 127


Zamanın geçti; kabirden başka mekânın var mı? Bîçare! Aczine ve fakrına bir had var mı? Emellerin nihâyetsizdir, ecelin yakındır. Evet, böyle acz ve fakrınla iktidar ve ihtiyardan hâli bir insanın ne olacak hali? Hazâin-i rahmet sahibi Hâlık-ı Rahmânü’r-Rahîme, böyle bir acz ile itimad etmek lâzımdır. Odur herkese nokta-i istinad. Odur her zaife cihet-i istimdat.


endOfSection.gif
endOfSection.gif



Hâlık-ı Rahmânü’r-Rahîm: rahmet ve merhameti bütün varlıkları kuşatan ve herbir varlığa özel rahmet ve şefkat tecellîleri olan Yaratıcı, Allah
acz: güçsüzlük
bîçare: çaresiz, zavallıcihet-i istimdat: yardım ciheti, yönü
ecel: ölüm vaktiemel: arzu, istek
fakr: fakirlik, başkalarına muhtaç olmahad: sınır
hal: durumhazâin-i rahmet: sonsuz rahmet ve şefkat hazineleri
hâli: boş, uzakihtiyar: dileme, seçme
iktidar: güç, kudretitimad etmek: güvenmek, dayanmak
nihâyetsiz: sonsuznokta-i istinad: dayanak noktası
zaife: zayıf, dayanıksız

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 128


ٰذِهِ اْلمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَتْ فِى الْقَلْبِ هٰكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِسِىHAŞİYE-1


يَا رَبْ! بَه شَشْ جِهَتْ نَظَرْ مِى كَرْدَمْ، دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَمِى دِيدَمْ

دَرْ رَاسْت مِى دِيدَمْ كِه: دِى رُوزْ مَزَارِ پَدَرِ مَنَسْت

وَدَرْ چَپْ دِيدَمْ كِه: فَرْدَا قَبْرِ مَنَسْت
وَإ ِيمْرُوزْ: تَابُوتِ جِسْمِ پُرْ اِضْطِرَابِ مَنَسْت

بَرْ سَرِ عُمُرْ جَنَازَءِ مَنْ اِيسْتَادَه اَسْت
دَرْ قَدَمْ: آبِ خَاكِ خِلْقَتِ مَنْ وَخَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنْ اَستْ
چُونْ دَرْ پَسْ مِينِكَرَمْ، بِينَمْ: اِيْن دُنْيَاءِ بِى بُنْيَادْ هِيچْ دَرْ هِيچَسْت
وَدَرْ پِيشْ: اَنْدَازَءِ نَظَرْ مِيكُنَمْ، دَرِ قَبِرْ كُشَادَه اَسْت
وَرَاهِ اَبَدْ بَدُورِدِرَازْ بَدِيدَارسْت
مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى چِيزِى نِيسْت دَرْ دَسْت
كِه اوُجُزْءْ هَمْ عَاجِزْ، هَمْ كُوتَاهُ، وَهَمْ كَمْ عَيَارَاسْت
نَه دَرْ مَاضِى مَجَالِ حُلُولْ، نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذَاسْت
مَيْدَانِ أُو إِينْ زَمَانِ حَالْ، وَيَكْ آنِ سَيَّالَسْت
بَا إِينَ هَمَه فَقْرَهَا وَضَعْفَهَا، قَلَمِ قُدْرَتِ تُو آشِكَارَه
نُوِشْتَه اَسْت، “دَرْ فِطْرَتِ مَا”: مَيْلِ اَبَدْ وَاَمَلِ سَرْمَدْ
بَلْكِه هَرْچِه هَسْت، هَسْت
دَاۤئِرَءِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَآئِرَءِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْكِى دَارَسْت


[NOT]

Haşiye-1 Bu Fârisî münâcat, kısalığına rağmen çok uzun hakikatleri ihtiva etmektedir. Ankara'da otuz beş sene evvel tab edildiği vakit, Afgan Sefiri Sultan Ahmed çok beğenmiş ve Afgan Şâhına bir adet bu münâcattan hediye göndermiştir. Türkçe tercümesi İhtiyarlar Risalesinde ve On Yedinci Sözde olduğundan, tercüme edilmedi.


[/NOT]
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 129


خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ نِيزْرَسَدْ

دَرْ دَسْت هَرْچِه نِيسْت دَرْ اِحْتِيَاجْ هَسْت
دَآئِرَءِ اِقْتِدَارِ هَمْچُو دَآئِرَءِ دَسْتِ كُوتَاهِ كُوتَاهَسْت
پَسْ فَقْرُو حَاجَاتِ مَا بَقَدَرِ جِهَانَسْت
سَرْمَايَهءِ مَا هَمْچُو:”جُزْء لاَ يَتَجَزّٰا“ اَسْت
اِينْ جُزْءِ كُدَامْ وَاِينْ كَاۤئِنَاتِ حَاجَاتِ كُدَامَسْت؟
پَسْ دَرْرَاهِ تُو، أَزْاِينْ جُزْءْ نِيزْ بَازْمِى كُذَشْتَنْ چَارَءِ مَنْ اَسْت
تَا عِنَايَتِ تُو دَسْتَكِيرِ مَنْ شَوَدْ، رَحْمَتِ بِى نِهَايَتِ تُوپَنَاهِ مَنْ اَسْت
آنْ كَسْ كِه بَحْرِ بِى نِهَايَتِ رَحْمَتْ يَافْتَ اسْتْ،
تَكْيَه نَه كُنَدْ بَرْاِينْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى كِه يَكْ قَطْرَه سَرَابَسْت
أَيْوَاهْ! اِينْ زَنْدِكَانِى هَمْ چُو خَابَسْت
وِينْ عُمْرِ بِى بُنْيَادْ هَمْ چوُ بَادَسْت
اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْت، آمَالْ بِى بَقَا آلاَمْ بَبَقَااَسْت
بِيَا اَىْ نَفْسِ نَا فَرْجَامْ! وُجُودِ فَانِى خُودْرَا فَدَا كُنْ
خَالِقِ خُودْرَا كِه اِينْ هَسْتِى وَدِيعَه هَسْت
وَمُلْكِ اُو وَاُودَادَه فَنَا كُنْ تَا بَقَا يَابَدْ، اَزْاَنْ
سِرِّى كِه:”نَفْىِ النَفْى“ اِثْبَاتَ اَسْت
خُدَاىِ پُرْ كَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مِى خَرَدْ اَزْتُو
بَهَاىِ بِى گِرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِگَاهْ دَارَاسْت


endOfSection.gif
endOfSection.gif


 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 130


Bu kısım, Müellifin kendi Türkçesidir.

1339 TARİHİNDE,
blank.gif
1 MECLİS-İ MEB’USANA HİTABEN YAZDIĞIM BİR HUTBENİN SURETİDİR


besmele.jpg



اِنَّ الصَّلاَةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا
blank.gif
2


Ey mücâhidîn-i İslâm! Ey ehl-i hall ü akit! Bu fakirin bir meselede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.


Evvelâ:
Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlâhiye bir şükran ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimet şükrü görmezse gider. Madem ki Kur’ân’ı, Allah’ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız. Kur’ân’ın en sarih ve en kat’î emri olan “salât” gibi ferâizi imtisal etmeniz lâzımdır—ta onun feyzi, böyle harika suretinde üstünüzde tevâli ve devam etsin.


Saniyen:
Âlem-i İslâmı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeâir-i İslâmiyeyi iltizamla olur. Zira, Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler.


Salisen:
Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz. Kur’ân’ın evâmir-i kat’iyesine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nurânî güruha refik olmaya çalışmak, sizin gibi himmetlilerin şe’nidir. Yoksa, burada kumandan iken orada bir neferden istimdad-ı nur etmeye muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir metâ değil ki, sizin gibi insanları işbâ etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat olsun.





[NOT]Dipnot-1 Milâdi 1922.


Dipnot-2 “Şüphesiz namaz, mü’minler üzerine belli vakitler için farz olarak yazılmıştır.” Nisâ Sûresi, 4:103.
[/NOT]



dünya-yı deniyye: alçak, değersiz dünyaehl-i hall ü akit: bir ülkeyi yönetme, bir devlet başkanını seçme veya azletme yetkisine sahip kişiler, millet vekilleri
evliyaullah: Allah’ın sevgili kullarıevvelâ: birincisi
evâmir-i kat’iye: kesin emirlerferâiz: farzlar, Allah’ın kesin emirleri
feyiz: bereket, bollukgüruh: grup, topluluk
himmetli: ciddî gayret gösteren, çalışanhitaben: hitap ederek, seslenerek
hutbe: konuşma; nutukhârikulâde: olağanüstü
idame: devam ettirmeiltizam: bağlanma, bir görevi aksatmadan yerine getirme
imtisal etmek: emre uymak, bir emri yerine getirmekistimdad-ı nur: nur isteme, yardım dileme
işbâ etmek: doyurmakmaksud-u bizzat: doğrudan kast edilen, asıl gaye
meclis-i meb’usan: mebuslar meclisi; Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Türkiye Büyük Millet Meclisimesrur: mutlu
metâ: değer ve kıymet ölçütü; değerli malmuhabbet: sevgi
muzafferiyet: zafer, galibiyetmuztar kalmak: yapmak zorunda kalmak, mecbur olmak
mücâhidîn-i İslâm: İslâm mücahidleri; İslâm uğruna cihad edenlermüellif: yazar; burada kastedilen Bediüzzaman Said Nursî’dir.
nefer: rütbesiz askernimet: insana lâzım olan maddî mânevî herbir şey lütuf, ihsan
nimet-i İlâhiye: İlâhî nimet, Allah’ın yardımınurânî: nurlu, parlak
refik: arkadaş, yoldaşsalisen: üçüncüsü
salât: namazsaniyen: ikincisi
sarih: açıksuret: şekil
teveccüh: ilgi, iltifattevfik: muvaffak eyleme, yardımda bulunma
tevâli etme: devam etme, sürüp gitmeziyade olmak: artmak, çoğalmak
Âlem-i İslâm: İslam âlemiâlem: dünya
şeâir-i İslâmiye: İslâm’ın sembolleri, işaretleri, ibadetlerişe’n: büyüklüğün gereği, şanına yakışan
şüheda: şehitlerşükran: minnettarlık, teşekkür
şükür: Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme

 
Üst