Cevap: Hubab - Sayfa: 139
tavsif eder. Fakat, o şeyin, rububiyetine mazhar olduğu münasebetiyle, kemâlinin de mahall-i tecellîsi olur. Fakat o kemâl ile muttasıf olamaz.
İkincisi: Herşeyden Cenâb-ı Hakkın nuruna bir kapı açılır. Bu kapılardan birisinin kapanması, gayr-ı mütenahi sair kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Fakat hepsinin bir miftah ile açılması mümkündür.
Üçüncüsü: İlm-i muhitten in’ikâs eden kader, herşeyde esmâ-i nuriyeden bir hisse tersim etmiştir.
Dördüncüsü:
اِنَّمَاۤ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
1
مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
2
Bu âyetlerin sarahatine göre, herşeyin vücudu “Kün” emriyle bağlı olduğu gibi, bütün eşyanın icad ve sonradan ihyâları, bir nefs-i vahidenin icad ve ihyâsı gibidir. Demek, icad Cenâb-ı Hakka isnad edilirse bu kadar rahat ve kolay olur. Amma esbaba veya eşyanın kendilerine isnad edildiği zaman, bütün ukalânın ve eblehlerin hükümlerinden neş’et eden muhâlâtı kabul etmeleri lâzım gelir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hakikatleri durub-u emsal ile beyan ediyor. Çünkü daire-i ulûhiyete ait hakaik-i mücerrede, daire-i mümkinatta,
[NOT]Dipnot-1 “Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o şey de oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.
Dipnot-2 “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.
[/NOT]
Cenâb-ı Hakk: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah | Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân |
beyan etmek: açıklamak | daire-i mümkinat: varlığı ile yokluğu imkân dahilinde ve eşit olup varlığı ancak Allah’ın var etmesine bağlı olan varlıklar dairesi, yaratılanların tamamının oluşturduğu kâinat dairesi |
daire-i ulûhiyet: İlâhlık dairesi | durub-u emsal: meşhur sözler, atasözleri |
ebleh: ahmak | esbab: sebepler |
esmâ-i nuriye: nurlu isimler; Allah’ın isimleri | eşya: varlıklar |
gayr-ı mütenahi: sonsuz | hakaik-i mücerrede: soyut, maddî bir kalıba sokulamayan hakikatler, gerçekler |
hakikat: gerçek, esas | hisse: pay |
hüküm: bir konu üzerine verilen yargı ve karar | icad: var etme, yaratma |
ihyâ: diriltme, hayat verme | ilm-i muhit: Allah’ın herşeyi kuşatan ve kapsayan ilmi |
in’ikâs eden: yansıyan | isnad etmek: dayandırmak |
istilzam etmek: gerekli görme, gerektirme | i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir ifade |
kader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması | kemâl: mükemmellik |
kün emri: Arapça “kün = كُنْ”, yani “Ol” emri | lâzım gelmek: gerekli olmak |
mahall-i tecellî: görüntünün, aksin belirdiği yer | mazhar olmak: ayna olmak, nail olmak |
miftah: anahtar | muhâlât: olması, gerçekleşmesi imkânsız şeyler |
muttasıf: vasıflanmış, nitelendirilmiş | münasebet: bağlantı, ilgi |
nefs-i vahide: bir şey, bir kişi | neş’et etme: doğma, kaynaklanma |
nur: ışık | rububiyet: Rablık; Cenâb-ı Hakkın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
|
sair: diğer | sarahat: açıklık, açıklama |
tavsif etmek: nitelemek, özelliklerini anlatmak | tersim etmek: çizmek, resmetmek, resimlemek |
ukalâ: akıllılık taslayanlar | vücud: varlık |