Katre

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 91


emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan, ancak bir tane insana aittir.

Ve keza, esbab içerisinde en eşref, en kuvvetli bir ihtiyar sahibi insan iken, ef’âl-i ihtiyariye namıyla kendisine mal zannettiği ef’âlin ekl, şürb gibi en âdi bir fiilin husûlünde, yüz cüz’ünden ancak bir cüz’ü insana aittir.

Ve keza, insanın elindeki ihtiyar pek dardır. Havâssının en genişi hayal olduğu halde, o hayal akıl ve aklın semerelerini ihata edemez. Bunları, bu kadar büyük iken, nasıl daire-i ihtiyarına idhal edip, onlarla iftihar ediyorsun.

Ve keza, şuurî olmaksızın, senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuurî oldukları halde, şuurun taallûk etmediğinden sâbit olur ki, o fiillerin fâili bir Sâni-i Zîşuurdur. Ne sen fâilsin ve ne senin esbabın... Binaenaleyh, mâlikiyet dâvâsından vazgeç. Kendini mehasin ve kemâlâta masdar olduğunu zannetme. Ve kat’iyen bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünkü, sû-i ihtiyarınla, sana verilen kemâlâtı bile tağyir ediyorsun. Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin hep mevhubedir; seyyiatın meksûbedir. Binaenaleyh,
blank.gif
1لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَلاَحَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ de.

Üçüncü hastalık: “Gurur”dur.

Evet, gurur ile, insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum



[NOT]Dipnot-1 Mülk Onundur; hamd de Onadır; havl ve kuvvet ise ancak Ondandır.
[/NOT]



Sâni-i Zîşuur: her şeyi san’atla yaratan, şuur sahibi olan Allahbinaenaleyh: bundan dolayı
cereyan etmek: meydana gelmekcesed: beden
cüz': bölüm, parçadaire-i ihtiyar: etki alanı, dilediğini yapabilme dairesi
ef'âl: fiiller, hareketleref'âl-i ihtiyariye: iradeyle yapılan davranışlar, fiiller
ekl: yemeesbab: sebepler
eslâf-ı izâm: önceden gelmiş olan büyük zâtlareşref: en şerefli, en üstün
fâil: bir işi yapan; fiilin sahibihane: ev
havâs: hisler, duygularhusûl: meydana gelme
idhal etmek: bir şeyi içine katmakiftihar etmek: övünmek
ihata etmek: kuşatmak, kapsamakihtiyar: irade, dileme, seçim gücü
irşadat: nasihatler, doğru yolu gösteren sözlerkat'iyen: kesinlikle
kemâlât: üstün özellikler ve meziyetlerkeza: aynı, aynı biçimde
keşfiyat: keşifler, manevî âlemlerde bazı hakikatleri keşfetme hallerikâfi: yeterli
lehte ve aleyhte: bir şeyin faydasına veya zararına olan durummahrum kalmak: yoksun kalmak
malûmat: bilgilermasdar: kaynak
mehasin: güzellikler, iyiliklermeksûbe: kesb edilen, irade dairesinde kazanılan şey
mevhube: karşılıksız olarak verilen; hibe edilenmâlikiyet dâvâsı: sahiplik iddiasında bulunma
nam: adnâkıs: eksik, noksan
saika: yönlendiren ve sevkeden sebepsemere: meyve
seyyiat: günahlar, kötülüklersû-i ihtiyar: irâdenin kötüye kullanılması
taallûk etmek: ilgilendirmek, ait olmaktasarrufat: dilediği gibi kullanma ve idare etme işlemleri
tağyir etmek: değiştirmektenezzül etmek: iltifat etmek, onlara değer vermek
âdi: basit, sıradanşuur: bilinç, anlayış, idrak
şuurî: şuurluca, bilinçli şekildeşürb: içme

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 92


kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak, bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki, eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar.

Dördüncü hastalık: “Sû-i zan”dır.

Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler.

Arkadaş! Tahtel’arz yaptığım hayalî bir seyahatte gördüğüm bazı hakikatleri zikredeceğim:

Birinci hakikat: Arkadaş! Mâlik-i Hakikîden gaflet, nefsin firavunluğuna sebep olur. Evet, taht-ı tasarrufunda bulunan bütün eşyanın Mâlik-i Hakikîsini unutan, kendisini kendisine mâlik zannederek hâkimiyet tevehhümünde bulunur. Ve başkaları da, bilhassa esbabı, kendisine kıyas ile hâkim ve mâlik defterine kaydeder. Ve bu vesileyle, Allah’ın mülkünü, malını kendilerine taksim ederek ahkâm-ı İlâhiyeye karşı muaraza ve mübarezeye başlar.

Halbuki, Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, ulûhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vahid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef, sû-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklâliyete âlet ederek tam bir firavun olur.

Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki:

Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik, Hâlıkın sıfatlarını fehmetmek için bir vahid-i kıyastır. Çünkü, insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsillerle bilirler. Meselâ, bir adam Cenâb-ı Hakkın kudretini anlamak için bir taksimat yapar. “Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir”



Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi AllahHâlık: her şeyi yaratan Allah
Mâlik-i Hakikî: her şeyin gerçek sahibi olan Allahahkâm-ı İlâhiye: Allah’ın koyduğu hükümler
bilhassa: özelliklebinaenaleyh: bundan dolayı
esbab: sebeplereslâf-ı izâm: önceden gelmiş olan büyük zâtlar
evham: kuruntular, şüphelereşya: varlıklar
fehmetmek: anlamakfiravunluk/firavun: kendisini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görme hâli
gaflet: duyarsızlık, manevî sorumluluklarından habersiz davranma hâligarâbet-i san'at-ı İlâhiye: Allah’ın hayranlık uyandıran san’atı
hakikat: bir şeyin aslı ve esası, gerçek mahiyetiharekât: hareketler, davranışlar
hayalî: hayale dayalıhikmet: sır; amaç, gaye
hâkim: hükmeden, idarecihüsn-ü zan: başkaları hakkında iyi zanda bulunma
istiklâliyet: bağımsızlık, bir şeye bağlı olmamaiçtimaiyat: sosyal hayat; toplumu meydana getiren temel unsurlar
keşfiyat: keşifler, bazı hakikatleri keşfetme, ortaya çıkarmakudret: güç ve iktidar
memur: emir altında bulunan; kendisine bir iş emredilen kişimuaraza: karşı gelme, karşı koyma
mâlik: sahip; mülke sahip olanmâruz kalmak: bir olay veya bir durumla yüz yüze gelmek
nefis: bir kimsenin kendisi; insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden duyguseyahat: yolculuk
sâika: yönlendiren, sevkedensû-i ihtiyar: irâdenin kötüye kullanılması
sû-i zan: başkaları hakkında kötü zanda bulunmataht-ı tasarruf: tasarrufu altında
tahtel'arz: yer altı; gizli âlemlertakbih etmek: çirkin görmek, kötülemek
taksimat yapma: bölüştürme, paylaştırmatemsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetme
tenebbüt eden: yeşeren, büyüyentevehhüm: zannetme
teşmil etmek: içine almak, kaplamakulûhiyet: ilâhlık; ibadete ve itaat edilmeye lâyık olma
vahid-i kıyasî: ölçü birimivesile: aracı, vasıta
vuzuh: açıklıkzikretmek: bildirmek, anlatmak
zuhur: belirme, görünme

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 93


diye vehmî bir çizgi çizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder. Çünkü, nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi, cismine de mâlik değildir. Cismi, ancak acip bir makine-i İlâhiyedir. Kaza ve kader kalemiyle kudret-i ezeliye, bir cilveciği o makinede çalışıyor. Binaenaleyh, insan o firavunluk dâvâsından vazgeçmekle, mülkü mâlikine teslim etsin, emanete hıyanet etmesin! Eğer hıyanetle bir zerreyi nefsine isnad ederse, Allah’ın mülkünü esbab-ı câmideye taksim etmiş olacaktır.

İkinci hakikat: Ey nefs-i emmare! Kat’iyen bil ki, senin hususî ama pek geniş bir dünyan vardır ki, âmâl, ümit, taallûkat, ihtiyacat üzerine bina edilmiştir. En büyük temel taşı ve tek direği, senin vücudun ve senin hayatındır. Halbuki o direk kurtludur. O temel taşı da çürüktür. Hülâsa, esastan fâsit ve zayıftır. Daima harap olmaya hazırdır.

Evet, bu cisim ebedî değil, demirden değil, taştan değil; ancak et ve kemikten ibaret birşeydir. Âni olarak senin başına yıkılıyor, altında kalıyorsun. Bak zaman-ı mâzi, senin gibi geçmiş olanlara geniş bir kabir olduğu gibi, istikbal zamanı da geniş bir mezaristan olacaktır. Bugün sen iki kabrin arasındasın; artık sen bilirsin.

Arkadaş! Bildiğimiz, gördüğümüz dünya bir iken, insanlar adedince dünyaları hâvidir. Çünkü, her insanın tam mânâsıyla hayalî bir dünyası vardır. Fakat öldüğü zaman dünyası yıkılır, kıyameti kopar.

Üçüncü hakikat: Şu gördüğün dünyayı, bütün lezâiziyle, sefahetleriyle, safâlarıyla pek ağır ve büyük bir yük gördüm. Ruhu fâsit, kalbi hasta olanlardan başka kimse o ağır yükün altına giremez. Çünkü, bütün kâinatla alâkadar olmaktansa ve herşeyin minnetine girmektense ve bütün esbab ve vesaite el açıp arz-ı ihtiyaç etmektense, bir Rabb-i Vâhid, Semî ve Basîre iltica etmek daha rahat ve daha kârlı değil midir?



Basîr: her şeyi gören Allah
Rabb-i Vâhid: tek ve eşsiz olan Rab, bir olan Allah
Semî: her şeyi duyan ve işiten Allahacip: hayret verici
alâkadar: bağlantılı, ilgiliarz-ı ihtiyaç: ihtiyacını arzetme, dile getirme
binaenaleyh: bundan dolayıcilve: görüntü, yansıma
cisim: bedenebedî: sonsuz
esbab: sebepleresbab-ı câmide: cansız ve ruhsuz sebepler
firavunluk: kendisini Firavun gibi ilâh seviyesinde büyük görme hâlifâsit: bozuk
hakikat: gerçek; herbir şeyin aslı ve esası, gerçek mahiyetihat: çizgi, sınır
hayalî: hayale dayalıhususî: özel
hâvi: içine alanhülâsa: öz, özet
hıyanet: hainlik, ihanetihtiyacat: ihtiyaçlar
iltica etmek: sığınmakisnad etmek: dayandırmak
istikbal: gelecek zamankat'iyen: kesinlikle
kaza ve kader kalemi: Cenâb-ı Hakkın plân ve takdirlerini ve zamanı gelen takdirlerin yaratılma kaidelerini yazan kalemkudret-i ezeliye: ezelden beri var olan Allah’ın kudreti, güç ve kuvveti
kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılmasılezâiz: lezzetler
makine-i İlâhiye: İlâhî makine; Allah’ın yarattığı ve bir makineyi andıran insan bedenimevhum: gerçekte olmadığı halde var sayılan
mezaristan: mezarlıkminnet: iyilik karşısında kendini borçlu hissetmek
mâlik: sahipmülk: sahip olunan şey
nefis/nefs-i emmare: bir kimsenin kendisi; insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden duygusafâ: eğlence
sefahet: helâl olmayan zevk ve eğlenceye düşkünlük, beyinsizliktaallûkat: bağlantılı unsurlar
taksim etmek: bölüştürmek, paylaştırmakvehmî: olmadığı halde varsayılan
vesait: araçlar, vasıtalarzaman-ı mâzi: geçmiş zaman
zerre: atomâmâl: emeller, arzular

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 94


Dördüncü hakikat:
Ey nefis!
blank.gif
1 Kâinatın uzak çöllerine gidip Sâniin ispatına deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak: Senin o kulübenin duvarlarına asılan icad silsilelerinden, hilkatin mu’cizelerinden ve harika san’atlarından, kulübeden harice uzatılan ihtiyaç ellerinden ve pencerelerinden yükselen “Ah!”, “Oh!” ve enînler lisan-ı haliyle istenilen yardımlarından anlaşılır ki, o kulübeyi müştemilâtıyla beraber yaratan Hâlıkın, o ah u enînleri işitir, şefkat ve merhamete gelir, hâcât ve âmâlin ne varsa taht-ı taahhüde alır. Zîra, sineğin kafasındaki o küçük küçük hüceyratın nidalarına “Lebbeyk!” söyleyen o Sâni-i Semî ve Basîrin, senin dualarını işitmemesi ve o dualara müsbet cevaplar vermemesi imkân ve ihtimali var mıdır?

Binaenaleyh, ey bu küçük hüceyrelerden mürekkep ve ene ile tâbir edilen hüceyre-i kübrâ! O kulübeciğin küçüklüğüyle beraber, dolu olduğu harika icadlarını gör, îmana gel! Ve “Yâ İlâhî! Yâ Rabbî! Yâ Hâlıkî! Yâ Musavvirî! Yâ Mâlikî ve yâ Men Lehü’l-Mülkü ve’l-Hamd! Senin mülkün ve emanetin ve vedîan olan şu kulübecikte misafirim, mâlik değilim” de; o bâtıl temellük dâvâsından vazgeç. Çünkü o temellük dâvâsı, insanı pek elîm elemlere mâruz bırakır.
blank.gif
2


endOfSection.gif
endOfSection.gif



[NOT]Dipnot-1 Müellif-i muhterem, kendi nefsine tasrîhen, başkalara da târizen söylüyor.
Dipnot-2 Mütercimin bir itizârı: Mesnevî-i Nûriye’nin Arabî asıl nüshasında bulunan ve yeri burası olan Sübhanallah, Elhamdü lillâh ve Allahu Ekber’e dair çok kıymetli ve ehemmiyetli bir kısmı, üslûbunu ve fesahatini muhafaza edememek ve evrad makamında okunabilen o hakikatleri Türkçeye çevirmekle, kıymet-i asliyesini haleldar etmek endişesiyle tercüme etmedim. Kàrilerden özür diler, rahmet ve hayır dualarını beklerim. Mütercim
[/NOT]



Allahu Ekber: “Allah en büyüktür”Arabî: Arapça
Elhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü Allah’a mahsustur”Hâlık: her şeyi yaratan Allah
Lebbeyk: “buyurun, emredin”Sâni: her şeyi san’atla yaratan Allah
Sâni-i Semî ve Basîr: her şeyi işiten ve gören ve her şeyi sonsuz mükemmellikteki san’atlarla yaratan AllahSübhanallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir”
Yâ Hâlıkî!: Ey beni yaratan Halıkım!Yâ Men Lehü'l-Mülkü ve'l-Hamd!: Ey bütün mülkün, bütün varlıkların; bütün övgü ve şükürlerin asıl sahibi olan!
Yâ Musavvirî!: Ey bana harika bir şekil ve suret veren Musavvirim!Yâ Mâlikî: Ey benim asıl sahibim olan Mâlikim!
Yâ Rabbî!: Ey Rabbim!Yâ İlâhî!: Ey İlâhım!
ah u enîn: ah çekerek inlemebinaenaleyh: bundan dolayı; buradan hareketle
bâtıl: doğru olmayan, yalan, yanlışcisim: beden, vücut
ehemmiyetli: değerli, önemlielem: acı, keder
elîm: acı ve sıkıntı verenene: ben, benlik
enîn: inlemeevrad: virdler; zikirler
fesahat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılmasıhaleldar etmek: bozmak
haric: dışhilkat: yaratılış
hâcât: ihtiyaçlarhüceyrat: hücreler
hüceyre-i kübrâ: en büyük hücre; maddî yapısı çok küçük olmasına rağmen, değeri çok büyük olan insanicad: var etme
itizâr: özür dilemekàri: okuyucu
kıymet-i asliye: aslındaki değer, önemlisan-ı hal: hal ve beden dili
makam: derece, konummâlik: mülke sahip olan
mâruz bırakmak: bir olay veya durum karşısında veya etkisinde bırakmakmüellif-i muhterem: saygı ve hürmete lâyık müellif; Bediüzzaman
mülk: sahip olunan şeymürekkep: birden fazla unsurdan meydana gelen; birleşik
müsbet: olumlu, uygunmütercim: tercüme eden
müştemilât: bir bütünü meydana getiren unsurlarnefis: bir kimsenin kendisi; insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden duygu
nida: seslenişnüsha: yazılı halde bulunan kitap, kopya
rahmet: merhamet ve şefkatsilsile: zincir
taht-ı taahhüd: sorumluluk ve güvence altıtasrîhen: açıkça ifade ederek
temellük: sahiplenme, kendine mal etmetâbir edilen: ifade edilen, adlandırılan
târizen: sözle dokundurarak, dokunaklı söz söyleyerekvedîa: emanet
âmâl: emeller, arzularüslûb: ifade tarzı
şefkat: acıma, merhamet

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 95


Nükte


Arkadaş! İman, bütün eşya arasında hakikî bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını tesis eder.

Küfür ise, bürudet gibi, bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebî nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, mü’minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. Kâfirin ruhunda hırs, adâvet olduğu gibi, nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır. Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebe kâfirlerde olur. Ve keza, kâfir, dünyada hasenatının mükâfatını filcümle görür. Mü’min ise, seyyiatının cezasını görür.

Bunun için dünya, kâfire cennet (yani âhirete nisbeten), mü’mine Cehennemdir (yani saadet-i ebediyesine nisbeten)—yoksa, dünyada dahi mü’min yüz derece ziyade mesuttur—denilmiştir.

Ve keza, iman insanı ebediyete, Cennete lâyık bir cevhere kalb eder. Küfür ise, ruhu, kalbi söndürür, zulmetler içinde bırakır. Çünkü, iman, kabuğunun içerisindeki lübbü gösterir. Küfür ise, lüb ile kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen lüb bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir.

Nokta

Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulûm-i akliyeye tavaggul etmek nisbetindedir. Demek mânevî olan hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye müptelâ olur.

Ve keza, dünyanın iki yüzünü gördüm.

Bir yüzü: Az çok zahirî bir ünsiyet, bir güzelliği varsa da, bâtını ve içi daimî bir vahşetle doludur.İkinci yüzü: Filcümle zahiren vahşetli ise de, bâtınen daimî bir ünsiyetle doludur.

İkinci yüzü: Filcümle zahiren vahşetli ise de, bâtınen daimî bir ünsiyetle doludur.





adâvet: düşmanlıkakliyat: aklın kapasitesine göre ele alınan meseleler, bilimsel şeyler
aklî: akılla ilgilibinaen: -dayanarak
bâtın: bir şeyin iç yüzübâtınen: bir şeyin iç yönü açısından
bürudet: soğuklukcevher: değerli öz ve unsur
daimî: devamlı; sürekliebediyet: sonsuzluk
ecnebî: yabancıemraz-ı kalbiye: kalb hastalıkları
felsefe ilimleri: aklı esas alan, vahye itimat etmeyen ilimlerfilcümle: kısmen
galebe: üstünlükhakikî: gerçek
hasenat: güzel davranışlar ve işleriltizam: taraftarlık; sıkı sıkıya bağlılık
irtibat: bağ, ilişkiitimad: güvenme
ittihad: birlikittisal: yakınlık, bağ
iştigal etmek: meşgul olmakkalb etmek: dönüştürmek
keza: aynı, aynı biçimdekâfir: Allah’ı veya Allah’ın kesin olarak bildirdiği şeylerden birini inkâr eden kimse
küfür: inkâr ve inançsızlıklüb: öz, iç
maraz: hastalıkmesut: mutlu
meyil: eğilim, yönelmemuhabbet: sevme
mükâfat: ödülmüptelâ olmak: bağımlı olmak, tutulmak
mü’min: Allah’a inanannazar: bakış, görüş
nefis: bir kimsenin kendisi; insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden duygunevi: çeşit
nisbet: kıyas, orannisbeten: kıyasla, oranla
nükte: ince ve derin mânârabıta: bağ
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluksevk etmek: yöneltmek
seyyiat: günahlar, hatalartavaggul: fazla meşguliyet, çok uğraşmak
tefrik etmek: ayırmaktesis etmek: kurmak
uhuvvet: kardeşlikulûm-i akliye: akıldan hareketle ortaya konulan bilimler
vahşet: yalnızlıktan kaynaklanan korku ve dehşetzahiren: dış görünüş açısından
zahirî: açık, görünürdeziyade: çok
zulmet: koyu karanlık; inkâr karanlığıâhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat
ünsiyet: yakınlık
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 96


Kur’ân-ı Azîmüşşan, nazarları âhiret ile muttasıl olan ikinci veçhe tevcih eder. Birinci vecih ise, âhiretin zıddı olup ademle muttasıldır.

Ve keza, mümkinatın da iki veçhi vardır:

Birisi: Enaniyet ile vücuttur. Bu ise, ademe gider ve ademe kalb olur.
İkincisi: Enaniyetin terkiyle ademdir. Bu ise Vâcibü’l-Vücuda bakar, bir vücut kazanır. Binaenaleyh, vücut istersen, mün’adim ol ki vücudu bulasın.

Nükte

Mukaddemede zikredilen dört kelimeden, niyet hakkındadır.

Arkadaş! Bu niyet meselesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Evet, niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acip bir iksir ve bir mayedir.

Ve keza, niyet ölü ve meyyit olan hâletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur.

Ve keza, niyette öyle bir hâsiyet vardır ki, seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder. Demek, niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır. Öyleyse, necat, halâs, ancak ihlâs iledir. İşte bu hâsiyete binaendir ki, az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki, az bir ömürde Cennet, bütün lezaiz ve mehâsiniyle kazanılır. Ve niyet ile insan daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.

Ve keza, dünyadaki lezzet ve nimetlere iki cihetle bakılır:

Bir cihette, o nimetlerin bir Mün’im tarafından verildiği düşünülür. Ve nazar, o lezzetten in’am edene döner, Onu düşünür. Mün’imi düşünmek lezzeti, nimeti düşünmekten daha lezizdir.

İkinci cihet, nimeti görür görmez nazarını ona hasrederek, o nimeti ganimet telâkki ederek minnetsiz yer.





Kur’ân-ı Azîmüşşan: şan ve şerefi çok büyük olan Kur’ânMün’im: gerçek nimet verici olan Allah
Vâcibü'l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allahacip: hayret verici, şaşırtıcı
adem: hiçlik, yoklukamel: iş, davranış
binaen: -dayanarakbinaenaleyh: bundan dolayı
cihet: yön, tarafdaimî: devamlı, sürekli
enaniyet: benlikhalâs: kurtulma
hasenat: iyilikler, sevaplarhasretmek: bir noktada toplamak, başka şeyleri görmemek
husule gelmek: meydana gelmekhâlet: durum, hâl
hâsiyet: özellikihlâs: ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet
ihya etmek: hayat vermek, diriltmekiksir: dertlere devâ olan çok tesirli ilâç
in’am etmek: nimet vermekkalb olmak: dönüşmek
keza: aynı, aynı biçimdelezaiz: lezzetler
mahsul: ürünmaye: esas, temel; maya
mehâsin: güzellikler, iyiliklermeyyit: ölü
minnet: iyilik karşısında kendini borçlu hissetmekmukaddeme: başlangıç; giriş bölümü
muttasıl: yapışık, bitişikmâlik: sahip olan
mümkinat: olması veya olmaması imkân dahilinde olan, varlığı Allah’ın var etmesine bağlı olan şeyler; sonradan yaratılan tüm varlıklarmün’adim: kendi adına davadan vazgeçip kendini Allah’a feda etmek
nazar: bakış, görüş, düşüncenecat: kurtuluş
nimet: iyilik, lütuf, ihsan, rızıknükte: ince ve derin anlamlı söz
seyyiat: günahlar, kötülüklertahvil etmek: dönüştürmek
telâkki etmek: kabul etmektevcih etmek: yöneltmek
vecih: şekil, tarzvücud bulmak: var olmak; varlığa kavuşmak
vücut: varlık, var olmazikretmek: anmak, belirtmek
âdet: alışkanlık haline gelmiş sıradan davranışlarâhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat
şâkir: şükredenşükür: minnet duyma, teşekkür etme
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 97


Halbuki, birinci cihette lezzet, zeval ile zâil olsa bile ruhu bâkidir. Çünkü Mün’imi düşünür. Mün’im ise merhametlidir. “Daima bu nimetleri bana verir” diye ümitvâr olur. İkinci cihette, nimetin zevali ölüm değildir ki, ruhu kalsın. Ruhu da söner, ancak dumanı kalır. Musibetlerin ise, zevâlinden sonra dumanları söner, nurları kalır. Lezzetlerin zevâlinden sonra kalan dumanları, günahlarıdır.

Arkadaş! Dünya ve âhiretteki lezzet ve nimetlere, imanla bakılırsa, bunlarda bir hareket-i devriye görülür ki, emsaller birbirini takip eder. Biri gider, yerine onun misli gelir. Bu sayede o nimetlerin mahiyeti sönmez. Ancak teşahhusat-ı cüz’iyede firak ve iftirakları vardır. Bunun içindir ki, lezaiz-i imaniye, firak ve iftirakla müteessir ve mükedder olmuyor. Fakat ikinci cihette, herbir lezzetin zevâli var. Ve o zeval, hadd-i zâtında elem olduğu gibi, düşünmesi de elemdir. Çünkü bu ikinci cihette, hareket devriye değildir, müstakimdir. Lezzet, ebedî bir ölüm ile mahkûm olur.


Nokta

Arkadaş! Esbab ve vesaiti insan kucağına alıp yapışırsa, zillet ve hakarete sebep olur. Meselâ, kelp, bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfat-ı haseneyle muttasıftır ve o sıfatlar ile iştihar etmiştir. Hattâ, sadakat ve vefâdarlığı darb-ı mesel olmuştur. Bu güzel ahlâkına binaen, insanlar arasında kendisine mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmaya lâyık iken, maalesef, insanlar arasında mübarekiyet değil, necisü’l-ayn addedilmiştir. Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler.

Bunun esbabı ise, kelpte hırs marazı fazla olduğundan esbab-ı zahiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki, Mün’im-i Hakikîden bütün bütün gafletine sebep





Mün'im-i Hakikî: gerçek nimet verici olan AllahMün’im: gerçek nimet verici olan Allah
addedilmek: sayılmakaziz: izzetli, büyük
binaen: -dayanarakbâki: devamlı, kalıcı, ölümsüz
cihet: yöndarb-ı mesel: meşhur söz, atasözü
devriye: dairesel, çember gibi; birbirinin yerini almaebedî: sonsuz
elem: acı, kederemsal: benzer
esbab: sebepleresbab-ı zahiriye: görünürdeki sebepler
firak: ayrılıkgaflet: duyarsızlık, manevî sorumluluklarından habersiz davranma hâli
hadd-i zatında: esasen, aslındahakaret: hakir ve alçak bir konumda olma
hareket-i devriye: dairesel hareket; birinin gidip yerine başkasının geçmesiiftirak: ayrılma
ihsan: bağış, ikramihtimam: özen, önem verme
iştihar etmek: meşhur olmak; tanınmakkelp: köpek
lezaiz-i imaniye: imandan gelen lezzetlermahiyet: özellik, esas
mahkûm olmak: hüküm altında olmak; belirli bir cezaya çarptırılmakmaraz: hastalık
misli: benzeri, eş değerimusibet: belâ, dert, felâket
muttasıf: sıfata sahip olan, belli bir özelliği üzerinde taşıyanmübarek: bereketli, hayırlı
mübarekiyet: bereketli olmamükedder olmak: dertlenmek, üzüntü duymak
müstakim: doğru bir çizgi takip etmemüteessir: üzüntü
nazar: bakış açısınecisü’l-ayn: bir şeyin bizzat kendisinin pis olması
nimet: rızık, iyilik, lütuf, ihsansair: diğer
sıfat-ı hasene: güzel özellikteşahhusat-ı cüz’iye: ferdî şahıslanma, bireysel kimlik ve yapı kazanma
vefâdar: vefâlı olanvesait: araçlar, vasıtalar
zeval: kaybolma, yok olmazillet: alçalma, aşağılanma
zâil: geçip gitme, yok olmaâhiret: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat
ümitvâr: ümitli olanşükran: minnettarlık, teşekkür
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 98


olur. Binaenaleyh, vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakikîden yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki tâhir olsun. Çünkü hükümler, hadler, günahları affeder. Ve beynennâs tahkir darbesini, gaflete kefaret olarak yemiştir.

Öteki hayvanlar ise, vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermiyorlar. Meselâ, kedi seni sever, tazarru eder—senden ihsanı alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda muârefe yokmuş ve kendilerinde sana karşı şükran hissi de yoktur. Ancak Mün’im-i Hakikîye şükran hisleri vardır. Çünkü, fıtratları Sânii bilir ve lisan-ı halleriyle ibadetini yaparlar—şuur olsun, olmasın. Evet, kedinin mırmırları “Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm”dir.


Nükte

Yine gördüm ki: Eğer herşey Cenâb-ı Hakka isnad edilmezse, bir ân-ı vahidde, gayr-ı mütenahî ilâhların ispatı lâzım gelir. Ve bütün zerrat-ı kâinattan daha çok olan şu ilâhların herbirisi, bütün ilâhlara hem zıd, hem misil olması lâzım geliyor. Ve aynı zamanda, herbirisi, bütün kâinata elini uzatmış, tasarrufatta bulunuyor gibi bir vaziyet alması lâzım gelir. Meselâ, balarısının bir ferdini yaratan bir kudretin hükmü, bütün kâinata cari ve nâfiz olması lâzımdır. Zîra, o balarısı kâinatın unsurlarına nümunedir, eczâsını kâinattan alıyor. Halbuki, vücut sahasında mahal ve makam, yalnız ve yalnız Vâcib-i Ehade mahsustur. Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse, herbir zerreye bir ulûhiyet lâzımdır. Meselâ, Ayasofya’nın bânisi inkâr edildiği takdirde, herbir taşı bir Mimar Sinan olması lâzım geliyor. Öyleyse, kâinatın Sânie olan delâleti, kendi nefsine olan delâletinden daha vâzıh, daha zâhir, daha evlâdır. Öyleyse, kâinatın inkârı mümkün olsa bile, Sâniin inkârı mümkün değildir.




Ayasofya: (bk. bilgiler)Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
Mimar Sinan: (bk. bilgiler)Müessir-i Hakikî: gerçek tesir sahibi olan, bütün sebepleri harekete geçiren Allah
Mün'im-i Hakikî: gerçek nimet verici olan AllahSâni: her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah
Vâcib-i Ehad: varlığı zorunlu olan ve her bir varlık üzerinde birliğinin izleri görünen Allahbeynennâs: insanlar arasında
binaenaleyh: bundan dolayıbâni: bina eden; mimar
cari: geçerlidarbe: vuruş; ceza
delâlet: delil olma, işaret etmeeczâ: parçalar, bölümler
esbab: sebeplerevlâ: daha iyi
fıtrat: yaratılış, mizaçgaflet: duyarsızlık, manevî sorumluluklarından habersiz davranma hâli
gayr-ı mütenahî: sınırsız, sonsuzhad: dinin emrettiği bir işi terk eden kişiye verilecek cezâ
ihsan: bağış, ikramilâh: tanrı
isnad etmek: dayandırmakkefaret: günahın bağışlanmasına vesile olan şey
kudret: güç ve kuvvetlisan-ı hal: hal ve beden dili
mahal: yermahsus: özel, has
makam: konum, yermisil: benzer, eş değer
muârefe: karşılıklı tanışma, birbirini bilip tanımamüessir: tesir eden; tesir sahibi
necis: pis; dinî ibadetlere engel sayılan pisliknefis: bir kimsenin kendisi
nâfiz: etkili, hükmü geçennükte: ince anlamlı söz
nümune: örnek, misaltahkir: aşağılanma, hakarete uğrama
tasarrufat: dilediği gibi kullanma ve idare etmetazarru: dua, yakarış
tâhir: temiz, pak; dinen temiz sayılanulûhiyet: ibadete ve itaat edilmeye layık olma, İlâhlık
unsur: madde, parçavasıta: aracı ve vesile olan
vaziyet almak: belli bir konumda bulunmakvesait: araçlar, vasıtalar
vâzıh: açıkvücut sahası: varlık alanı
yâ Rahîm: ey sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan ve özel ihsanları bulunan Allahzerrat-ı kâinat: kâinattaki, evrendeki atomlar
zerre: atomzâhir: açık, görünür
zîra: çünküân-ı vahid: bir an, pek kısa bir süre
şuur: bilinç, idrakşükran: minnettarlık, teşekkür


 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 99

Nokta

Gafletten neş’et eden dalâlet, pek garip ve aciptir. Mukareneti, illiyete kalb eder. İki şey arasında bir mukarenet olursa, yani daima beraber vücuda gelirlerse, birisinin ötekisine illet gösterilmesi o dalâletin şe’nindendir. Halbuki, devamlı mukarenet, illiyete delil olamaz.

Nükte
Arkadaş! نَعْبُدُ
blank.gif
1 ’deki ن ’un ifade ettiği cem’ ve cemaat, fikri ve kalbi ayık olan musallînin nazarında sath-ı arzı bir mescid şekline getirir. Ve bütün mü’minlerden teşekkül etmiş, şarktan garba kadar dizilmiş safları hâvi o cemaat-i kübrâ içinde namaz kıldığını ihtar ettirir.


Ve keza, لاٰ اِلٰهَ ِالاَّ اِللهُolan kelime-i zikriyeyi bir insan vird-i zeban ettiği zaman, zamanı bir halka-i zikir tahayyül etmekle, o halkanın sağ tarafı olan mâzi cihetinde enbiyanın, sol tarafı olan istikbal cihetinde de evliyanın oturup cemaatle zikrettiklerini ve kendisi de, o cemaat-ı uzmâ içinde bulunarak şu kubbe‑i minâyı dolduran yüksek, İlâhî ve tatlı sadâlarına iştirak ettiğini tahayyül etsin. Kuvve-i hayaliyesi daha keskin olanlar da kâinat mescidinde bütün masnuatın teşkil ettikleri halka-i zikirlerine girsin, şu fezayı velvelelendiren o sadâları dinlesin.


Nokta

Cenâb-ı Hakkın mâsivâsına yapılan muhabbet iki çeşit olur. Birisi yukarıdan aşağıya nâzil olur; diğeri aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:

Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla



[NOT]
Dipnot-1 “İbadet ederiz.” Fatiha Sûresi, 1:5.
[/NOT]



Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi AllahLâ ilâhe illâllah: “Allah’tan başka ilâh yoktur”
acip: acayip, hayret verici, şaşırtıcıayık: uyanık
cemaat: toplulukcemaat-i kübrâ: büyük cemaat, topluluk
cemaat-ı uzmâ: büyük cemaat, toplulukcem’: çoğul mânâsını ifade eden fiil kalıbı
cihet: yöndalâlet: doğru yoldan sapkınlık
enbiya: nebiler, peygamberlerevliya: Allah dostları, velîler
evvel: öncefeza: uzay, gökyüzü
gaflet: duyarsızlık, manevî sorumluluklarından habersiz davranma hâlihalka-i zikir: zikir halkası
hâvi: içine alanihtar etmek: hatırlatmak
illet: esas sebepilliyet: ana sebep ve illet olma özelliği
istikbal: gelecek zamaniştirak etmek: katılmak
kalb etmek: dönüştürmekkelime-i zikriye: sürekli anılan ve tekrar edilen cümle
keza: aynı, aynı biçimdekubbe-i minâ: mavi gökkubbe; geçmiş ve geleceğin bir bütün olarak düşünülmesiyle ortaya çıkan ve büyük bir mescidi andıran varlıklar âleminin kubbesi
kuvve-i hayaliye: hayal duyusu, gücümasnuat: her birisi san’at eseri varlıklar
muhabbet: sevgimukarenet: beraber bulunma, yan yana olma
musallî: namaz kılanmâsivâ: Allah’tan başka her şey, bütün varlıklar
mâzi: geçmiş zamanmü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inanan
nazar: bakış açısı, görüş, düşünceneş’et eden: kaynaklanan
nâzil olmak: inmeknükte: ince anlamlı söz
sadâ: sessath-ı arz: yeryüzü
tahayyül etmek: hayal etmekteşekkül etmek: meydana gelmek
teşkil etmek: meydana getirmekvelvele: coşku, haykırış
vird-i zeban: dilden düşmeyen zikirvücuda gelmek: var olmak, meydana gelmek
zikretmek: Allah’ı anmakİlâhî: Allah tarafından olan
şarktan garba: doğudan batıyaşe’n: hâl, özellik, nitelik
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 100


Allah’ın sevdiği herşeyi sever. Ve mahlûkata taksim ettiği muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.

İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeye vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur. Şayet Allah’a vâsıl olsa da, vüsulü nâkıs olur.

Nükte

blank.gif
1 وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللهِ رِزْقُهَا âyet-i kerimesiyle, rızık taahhüt altına alınmıştır. Fakat, rızık dediğimiz iki kısımdır: Hakikî rızık, mecâzî rızık. Yani zarurî var, gayr-ı zarurî var.

Âyetle taahhüt altına alınan, zarurî kısmıdır. Evet, hayatı koruyacak derecede gıda veriliyor. Cisim ve bedenin semizliği ve zaafiyeti, rızkın çok ve az olduğuna bakmaz. Denizin balıklarıyla karanın patlıcanları şâhittir. Mecâzî olan rızık ise, âyetin taahhüdü altında değildir. Ancak sa’y ve kisbe bağlıdır.

Nokta

Arkadaş! Mâsum bir insana veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı esbab ve hikmetler vardır. Yalnız, meşiet-i İlâhiyenin düsturlarını hâvi şeriat-ı fıtriye ahkâmı, aklın vücuduna tâbi değildir ki, aklı olmayan birşeye tatbik edilmesin. O şeriatın hikmetleri kalb, his, istidada bakar. Bunlardan husule gelen fiillere, o şeriatın hükümleri tatbik ile tecziye edilir. Meselâ, bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse, şeriat-ı fıtriyenin ahkâmından olan hiss-i şefkate muhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten



[NOT]
Dipnot-1“Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın.” Hûd Sûresi, 11:6.[/NOT]



ahkâm: hükümler, kurallarbeşer: insan
cezb etmek: kendine doğru çekmekcisim: beden
düstur: kâide, kuralesbab: sebepler
evvel: öncefehim: anlama, kavrama
gayr-ı zarurî: zorunlu olmayanhakikî rızık: hayatın devamı için sahip olmamız gereken nimetler
helâket: mahvolmahikmet: sır, fayda, gaye; bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde olma
hiss-i şefkat: şefkat hissi; acıma, merhamet duygusuhusule gelen: meydana gelen
hâvi: içine alanhüküm: kural
istidad: kabiliyet, kapasitekavî: güçlü, kuvvetli
kisb: kazanmamahlûkat: yaratılmış varlıklar
masum: günahsız, suçsuzmecâzî rızık: yaşamı devam ettirmek için zorunlu olmayan ve çalışıp çabalamakla elde edilmesi gereken nimetler
meşiet-i İlâhiye: Allah’ın dilemesi, iradesimuhabbet: sevgi
muhafaza etmek: korumakmuhalefet: karşıt olma, aykırılık
musibet: belâ, dert, felâketmânâ-yı ismi: bir şeyin sahibine değil de, bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı
nâkıs: eksik, noksannükte: ince anlamlı söz
rızık: Allah’ın ihsan ettiği nimetler, yiyecekler, içeceklersa'y: çalışma, emek
semiz: besilitaahhüt: garanti
taksim etmek: bölüştürmek, paylaştırmaktatbik: uygulama
tecziye etmek: cezalandırmaktenkis etmek: azaltmak
tezyid etmek: arttırmak, çoğaltmaktâbi: bağlı, ait
vâsıl olmak: ulaşmakvücud: varlık
vüsul: kavuşma, erişmezaafiyet: zayıflık
zarurî: zorunlu, gerekliâyet/âyet-i kerime: Kur’ân’ın her bir cümlesi
şeriat: Allah tarafından konulan İlâhî kanun; burada kâinatta yürürlükte olan kanunlar kastedilmektedirşeriat-ı fıtriye: Allah’ın yaratılışa koyduğu ve bütün varlıkların tâbi olduğu kanunlar
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 101


dolayı düşüp başı kırılırsa müstahak olur. Çünkü, bu musibet o muhalefete cezadır. Veya dişi bir kaplan, öz evlâtlarına olan şiddet-i şefkat ve himâyeyi nazara almayarak, zavallı ceylânın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapar. Sonra, bir avcı tarafından öldürülür. İşte, hiss-i şefkat ve himâyeye muhalefet ettiğinden, ceylâna yaptığı aynı musibete mâruz kalır.HAŞİYE-1HTAR

İtizar

Arkadaş! Bu risale, Kur’ân’ın bazı âyâtını şuhudî bir tarzda beyan eden bir nevi tefsirdir. Ve hâvi olduğu mesâil, Furkan-ı Hakîmin Cennetlerinden koparılmış birtakım gül ve çiçekleridir. Fakat, ibaresindeki işkâl ve îcazdan tevahhuş edip, mütâlaasından vazgeçme. Mütalâasına tekrar ile devam edilirse, meluf ve menus bir şekil alır. Kezâlik, nefsin temerrüdünden de korkma. Çünkü, benim nefs-i emmârem bu risalenin satvetine dayanamayarak inkıyada mecbur olduğu gibi, şeytanım da “Eyne’l-meferr?” diye bağırdı. Sizin nefis ve şeytanlarınız benim nefis ve şeytanımdan daha âsi, daha tâği, daha şakî değiller.

Kezâlik, Birinci Babda tevhidin beyanı için zikredilen delillerde vâki olan tekrarları faidesiz zannetme. Hususî makamlarda, ihtiyaca binaen zikredilmişlerdir. Evet, hatt-ı harpte siperde oturup müdafaa eden bir nefer, etrafında bulunan boş siperlere gitmeyip, bulunduğu siper içinde diğer bir pencereyi açması, elbette bir ihtiyaca binaendir.

Kezâlik, bu risalelerin ibarelerindeki işkâl ve iğlâkın, keyif için ihtiyarımdan çıkmış olduğunu zannetme. Çünkü, bu risale, dehşetli bir zamanda, nefsimin hücumuna karşı yapılan âni ve irticâlî bir münakaşadır. Kelimeleri, o müthiş mücadele esnasında zihnimin eline geçen dikenli kelimelerdir. O, ateşle nurun



[NOT]Haşiye-1HTAR Kaplan gibi hayvanların helâl rızıkları, ölü hayvanlardır. Sağ hayvanları öldürüp rızık yapmak, şeriat-ı fıtriyece haramdır.[/NOT]



Furkan-ı Hakîm: doğru ile yanlışı; hak ile batılı birbirinden ayıran, içinde sonsuz hikmetler bulunan Kur’ânbab: kısım, bölüm
beyan: açıklama, anlatımbeyan etmek: açıklamak, izah etmek
binaen: dayanarakeyne’l-meferr: "Nereye kaçayım?" mânâsına gelen korku ifadesi
hatt-ı harp: savaş hattı, düşmanla savaş yapılan alanhelâl: dinen yapılmasına ve yenilmesine izin verilen
himâye: muhafazahiss-i şefkat ve himaye: şefkat ve koruma hissi
hususî: özelhâvi: içine alan
ibare: cümle, ifadeihtiyar: irade
inkıyad: boyun eğme, itaat etmeirticâlî: sözlü konuşma
itizar: bir özür beyanıyla, bir konu hakkında yapılan açıklamaişkâl: zorluk
işkâl ve iğlâk: zor anlaşılma, kapalılıkkezâlik: bunun gibi, buradan hareketle
meluf: alışılan, ülfet edilenmenus: sevimli, yakın
mesâil: meselelermuhalefet: karşıt olma, aykırılık
musibet: belâ, dert, felâketmâruz kalmak: bir şeyle yüzyüze gelmek
müdafaa etmek: savunmakmütâlaa: dikkatlice okuyup düşünme
nazara almak: dikkate almaknefer: asker
nefs-i emmâre/nefis: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden duygunevi: çeşit
rızık: yiyeceklerrızık yapmak: yedirmek
satvet: güç, ezici kuvvettefsir: açıklama; Kur’ân’ın âyetlerini açıklayıp yorumlayan eser
temerrüt: inat etme, ayak direme
tevahhuş etmek: çekinmek, uzak durmak
tevhid: Allah’ın birliğitâği: azgın
vâki: mevcut, varzikretmek: bildirmek, anmak
âni: birden bireâsi: isyankâr
âyât: âyetlerîcaz: az sözle çok mânâlar anlatma, özlü söz, veciz söz söyleme
şakî: eşkiya, haydutşeriat-ı fıtriye: Allah’ın yaratılışa koyduğu ve bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar
şiddet-i şefkat: şiddetli şefkat hissişuhudî: açıkça, gözle görür derecede


 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 102


karıştıkları bir hengâmda, başım dönmeye başlıyordu. Kâh yerde, kâh gökte, kâh minarenin dibinde, kâh minarenin şerefesinde kendimi görüyordum. Çünkü, tâkib ettiğim yol, akıl ile kalb arasında yeni açılan berzahî bir yoldur. Akıldan kalbe, kalbden akla inip çıkmaktan bîzar olmuştum. Bunun için, bir nur bulduğum zaman, hemen üstüne bir kelime bırakıyordum. Fakat, o nurların üstüne bıraktığım kelime taşları, delâlet için değildi. Ancak, kaybolmamak için birer nişan ve birer alâmet olarak bırakırdım. Sonra baktım ki, o zulmetler içinde bana yardım eden o nurlar, Kur’ân güneşinden ilham edilen misbah ve kandillerdi.


اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاٰنَ نُورًا لِعُقُولِنَا وَقُلُوبِنَا وَاَرْوَاحِنَا وَمُرْشِدًا ِلاَنْفُسِنَا اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ
blank.gif
1


endOfSection.gif
endOfSection.gif




[NOT]Dipnot-1 Allah’ım, Kur’ân’ı akıllarımıza, kalblerimize, ruhlarımıza nur ve nefislerimize de mürşid eyle. Âmin, âmin, âmin.
[/NOT]



berzahî: iki dünya arasına ait, iki yer arasında bulunanbîzar: bezmiş, usanmış
delâlet: delil olma, işaret etmehengâm: zaman, an
ilham: Allah tarafından kalbe atılan mânâlarkâh: bazen
misbah: lambanişan: alâmet, işaret
zulmet: karanlıkşerefe: minarede müezzinin ezan okuduğu yer
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 103

Katrenin Zeyli

besmele.jpg



اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعٰالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
blank.gif
1


Remz

Arkadaş! Vaktin evvelinde, Kâbe’yi hayalen nazara almakla namaz kılmak mendubdur ki, birbirine giren daireler gibi Beytin etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyti ihata ettikleri gibi, en uzak safların da âlem-i İslâmı ihata etmiş olduğunu hayal ile görsün. Ve o saflara girmekle, o cemaat-ı uzmâya dahil olsun ki, o cemaatin icmâ ve tevatürü, onun namazda söylediği her dâvâya ve herbir sözüne bir hüccet ve bir burhan olsun.

Meselâ: Namaz kılan اَلْحَمْدُ ِللهِ dediği zaman, sanki o cemâat-i uzmâyı teşkil eden bütün mü’minler “Evet, doğru söyledin” diye onun o sözünü tasdik ediyorlar. Ve bu tasdikler, hücum eden evham ve vesveselere karşı mânevî bir kalkan vazifesini görür. Ve aynı zamanda, bütün hasseleri, lâtifeleri, duyguları o namazdan zevk ve hisselerini alırlar. Yalnız musallînin Kâbe’ye olan şu hayalî nazarı, kasdî değil, tebeî bir şuurdan ibaret bulunmalıdır.HAŞİYE-1HTAR



[NOT]Dipnot-1 Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Salât ü selâm ise, efendimiz Muhammed’e (a.s.m.) ve onun âl ve Ashâbına olsun.


Haşiye-1HTAR Sath-ı arz mescidini mütehâlif ve muntazam harekâtıyla tezyin eden o cemaat-i uzmânın, satırları andıran saflarının o güzel manzarası muhafaza edilmek üzere, âlem-i misal sahifesinde kalem-i kaderle, İlâhî bir fotoğrafla tersim ve terkîm edilmekte olduğu, ihtimâl ve imkândan hâli değildir.

[/NOT]





Beyt
: (bk. bilgiler – Kâbe)
Elhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü Allah’a mahsustur”
Kâbe: (bk. bilgiler)burhan: güçlü ve sarsılmaz delil
cemaat: toplulukcemâat-i uzmâ: büyük cemaat, topluluk
evham: asılsız kuruntu ve şüphelerevvel: önce
harekât: hareketlerhasse: hisler, duyular
hayalen: hayal ederekhayalî: hayale dayalı
haşiye: dipnot, açıklayıcı nothisse: pay
hâli: uzakhüccet: kanıt, delil
icmâ: fikir birliği, birleşmeihata etmek: kuşatmak
imkân: mümkün olma, olabilirlikkalem-i kader: kader kalemi
kasdî: bilerek, kasıtlı olarakkatre: damla; Katre Risalesi Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer alır
lâtife: insanın manevî yapısındaki ince duygulardan her birimendub: dinen yapılması emredilmese de, güzel görülen davranış
muntazam: düzenlimusallî: namaz kılan
mütehâlif: birbirinden farklımü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inanan
nazar: bakış, görüşnazara almak: dikkate almak
remiz: işaretsath-ı arz: yeryüzü
tasdik etmek: doğruluğunu kabul etmektebeî: dolaylı
tersim ve terkîm etmek: resim ve yazı olarak belirlemektevatür: güvenilir insanların birbirlerine anlatarak getirdikleri kesin haber
tezyin etmek: süslemek, donatmakteşekkül eden: oluşan
teşkil eden: meydana getirenvesvese: şüphe, tereddüt
zeyil: ilâve, ekâlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem
âlem-i İslâm: İslâm dünyasıİlâhî: Allah tarafından olan
şuur: bilinç, anlayış, idrak

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 104


Remz

Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer’î, zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse, şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye olacaktır.

Ve keza, o sünnetleri, sanki semâdan tedellî ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semâya çıkmak hamakatinde bulunan Firavun gibi bir firavun olur.


Remz

Arkadaş! Nefiste öyle dehşetli bir nokta ve açılmaz bir ukde var ki, zıtları birbirinden tevlid eder. Ve aleyhte olan herbirşeyi lehte zanneder. Meselâ, güneşin eli sana yetişir, ziyasıyla başını okşar. Fakat, senin elin ona yetişemez. Ve senin keyfin üzerine hareket etmez. Demek, şemsin sana karşı iki ciheti vardır: biri kurb, diğeri bu’d. Eğer senin ondan baîd olduğun cihetle “O bana tesir edemez” ve onun sana karîb olduğu cihetle “Ona tesir edebilirim” desen, cehlini ilân etmiş olursun.

Kezâlik, Hâlık ile nefis arasında da bir kurb ve bu’d vardır. Kurb Hâlıkındır, bu’d nefsindir. Eğer nefis uzaklığı cihetiyle enâniyet ile Hâlıka bakıp “Bana tesir edemez” diye bir ahmaklıkta bulunursa, dalâlete düşer. Ve keza, nefis mükâfatı gördüğü zaman “Keşke ben de öyle yapaydım, böyle olaydım” der. Mücâzâtın şiddetini de gördüğü vakit, teâmî ve inkâr ile kendisini tesellî eder.

Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef’âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit





Firavun: (bk. bilgiler)Hâlık: her şeyi yaratan Allah
Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)baîd: uzak
bu’d: uzaklıkcehil: cahillik, bilgisizlik
cihet: yöndalâlet: doğru yoldan sapkınlık
dalâlete düşmek: doğru yoldan sapmakef'âl: fiiller, işler
ehval: korkularenâniyet: benlik
evham: kuruntular, şüphelerhadd-i şer'î: İslâm dininin emir ve yasakları, esasları
hamakat: ahmaklıkhendese: mühendislik ilmi; plân, proje
hilkat-i âlem: âlemin yaratılışı
inhiraf etmek: sapmak, yönünü değiştirmek
karîb: yakınkeza: aynı, aynı biçimde
kezâlik: bunun gibikurb: yakınlık
matiye: binek hayvanıma’rez: ortaya çıkma yeri
mel'ab: oyuncakmerkeb: binek
muhalefet etmek: karşı durmak, zıt gitmekmücâzât: cezalandırma
mükâfat: ödülnefis: bir kimsenin kendisi; insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden duygu
nokta-i sevda: siyah nokta; burada nefis kastediliyornâil olmak: ulaşmak, erişmek
nâzır: bakan; yönelikremz/remiz: işaret
saadet: mutluluksemâ: gökyüzü
sünnet: Peygamberimizin (a.s.m.) söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensiplertedellî eden: aşağıya sarkan
temessük eden: sarılan, tutunantenezzül eden: aşağıya inen
tesir etmek: etkilemektevlid etmek: doğurmak, sebep olmak
teâmî: görmez gibi görünmek, görmezden gelmekudûl etmek: geri dönmek
ukde: düğüm, çözümü zor işvesvese: şüphe; asılsız düşünceler
zerre miskal: çok az miktarda, zerre ağırlığındaziya: ışık, parlaklık
zulmet: karanlıkşems: güneş
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 105


tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî’nin (r.a.) dediği gibi: “Melikin atiyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir.”

Remz

Arkadaş! Bilhassa muztar olanların dualarının büyük bir tesiri vardır. Bazan o gibi duaların hürmetine, en büyük birşey en küçük birşeye musahhar ve muti’ olur. Evet, kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir mâsumun duası hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar. Demek dualara cevap veren Zât, bütün mahlûkata hâkimdir. Öyleyse, bütün mahlûkata dahi Hâlıktır.

Remz

Kardeşlerim! Nefsin en mühim bir hastalığı da şudur ki, küllü cüz’îde, büyüğü küçükte görmek istiyor. Göremediği takdirde red ve inkâr eder. Meselâ, küçük bir kabarcıkta, güneşin tamamıyla tecelliyâtını ister. Bunu göremediği için, o kabarcıktaki cilvenin güneşten olduğunu inkâr eder. Halbuki, şemsin vahdeti, tecelliyâtının da vahdetini istilzam etmez.

Ve keza, delâlet etmek tazammun etmeyi iktizâ etmez. Meselâ, kabarcıktaki güneşin cilvesi güneşin vücuduna delâlet eder, fakat güneşi tazammun edemez, yani içine alamaz.

Ve keza, birşeyi birşeyle tavsif edenin o şeyle muttasıf olması lâzım gelmez. Meselâ, şeffaf bir zerre, şemsi tavsif eder, fakat şems olamaz. Balarısı Sâni-i Hakîmi vasıflandırır, amma Sâni olamaz.

Remz

Arkadaş! Küfür yolunda yürümek, buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikelidir. İman yolu ise, suda, havada, ziyada yürümek ve yüzmek gibi pek kolay ve zahmetsizdir. Meselâ: Bir insan, gövdesinin cihât-ı sittesini güneşlendirmek istediği zaman, ya bir Mevlevî gibi dönerek gövdesinin her tarafını güneşe karşı getirir veya güneşi o mesafe-i baîdeden celp ile gövdesinin etrafında döndürecektir. Birinci şık, tevhidin kolaylığına misaldir. İkincisi de, küfrün zahmetlerine misaldir.



Hâlık: her şeyi yaratan AllahMevlevî: Mevlevîlik tarikatına mensup kimse
Sâni: her şeyi san’atla yaratan AllahSâni-i Hakîm: her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah
Zât: Cenâb-ı Hakkın Kendisiatiye: hediye
bilhassa: özelliklecelp: çekme
cihât-ı sitte: altı yön; sağ, sol, ön, arka, yukarı ve aşağı yönlericilve: görüntü, yansıma
cüz’î: ferd, bireydelâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
hâkim: hükmeden, idareciiktizâ etmek: gerektirmek
istilzam etmek: gerektirmekkeza: aynı, aynı biçimde
küfür: inkâr ve inançsızlıkküll: bütün, genel
mahlûkat: yaratılmış varlıklarmatiyye: binek hayvanı
melik: hükümdar, sultanmesafe-i baîde: uzak mesafe
misal: örnekmusahhar: boyun eğen, emre uyan
muti’: itaat edenmuttasıf olma: sıfatı üzerinde taşıma
muztar: çaresiz, zorda kalanmühim: önemli
nefis: bir kimsenin kendisi; maddî zevk ve isteklere sevk eden duyguremiz: işaret
tavsif etme: tanıtma, niteliğini bildirmetazammun etmek: içine almak
tecelliyât: yansımalar, görünümlertevhid: birleme, her şeyi bir şeye verme
vahdet: bir, tek olmavasıf: belli bir özellik
vücud: varlık (v-c-d)zerre: atom, maddenin en küçük parçası
ziya: ışık, parlaklıkİmam-ı Rabbânî: (bk. bilgiler)
şems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 106


Sual:
Şirk bu kadar zahmetli olduğu halde niçin kâfirler kabul ediyorlar?

Cevap: Kasten ve bizzat kimse küfrü kabul etmez. Yalnız şirk hevâ-i nefislerine yapışır. Onlar da içine düşer; mülevves, pis olurlar. Ondan çıkması müşkülleşir. İman ise, kasten ve bizzat takip ve kabul edilmekle kalbin içine bırakılır.

Remz

Arkadaş! Bir kelime-i vahidenin işitilmesinde, bir adam, bin adam birdir. Yaratılış hususunda da, kudret-i ezeliyeye nisbeten birşey, bin şey birdir. Nev’ ile fert arasında fark yoktur.

Remz

Arkadaş! Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve mânevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur’ân’ın hârikulâde hâiz olduğu câmiiyet ve vüs’atle beraber, tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı mürâat ve okşamalar, bilhassa en büyük tabakayı teşkil eden avâm-ı nâsın fehmini okşayarak, tevcih-i hitap esnasında yaptığı tenezzülât, Kur’ân’ın kemâl-i belâgatine delil ve bâhir bir burhan olduğu halde, hasta olan nefislerin dalâletine sebep olmuştur. Çünkü, zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. İnsanlar fikirce, hisçe, zekâca, gabâvetçe bir değildir. Kur’ân mürşiddir. İrşad umumî oluyor. Bunun için, Kur’ân’ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, muhatapların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur. Hakikat-i hal bu merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeşitlerini Kur’ân’ın herbir ifâdesinde aramak hatâ olduğu gibi, muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadıyla, mütekellime bakan, elbette dalâlete düşer.



avâm-ı nâs: halk tabakasıbilhassa: özellikle
burhan: güçlü ve sarsılmaz delilbâhir: çok açık
câmiiyet: kapsımlılık, kapsamlı oluşdalâlet: doğru yoldan sapkınlık
fehim: anlama, kavrayışfert: birey
gabâvet: anlayışsızlıkhakikat-i hal: işin aslı, gerçeği
hevâ-i nefis: nefsin gelip geçici arzu ve isteklerihissiyat: duygular, hisler
hâiz: sahiphârikulâde: olağanüstü, şaşırtıcı derecede
iktiza: gerektirmeiman: inanç, inanma
irşad: doğru yolu göstermekasten ve bizzat: bilerek ve kendisi isteyerek
kelime-i vahide: bir tek kelimekemâl-i belâgat: hal neyi gerektiriyorsa tam ona göre, mükemmel bir şekilde konuşma
kudret-i ezeliye: Allah’ın ezelden beri var olan kudreti, güç ve kuvvetikâfir: Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin şeylerden birini inkâr eden kimse
küfür: inkâr ve inançsızlıkmakam: derece, konum
mirsad: gözetleme vasıtası; dürbünmizan: terazi
muhatap: hitap edilen kimsemülevves: kirli, pis
mürâat: riayet etme, uymamürşid: doğru yolu gösteren
mütehalif: farklımütekellim: konuşan
müşkül: zornefis: bir kimsenin kendisi; insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden duygu
nev': türnisbeten: oranla, kıyasla
nâzil olan: inen, indirilenremiz: işaret
sual: sorutabakat-ı beşer: insan tabakaları
tenezzülât: muhatabın seviyesine göre hitap etmelertevcih-i hitap: sözü birine yöneltme, birine hitap etmeler
teşkil eden: oluşturanumumî: genel, herkese ait
vaziyet: durumvüs’at: genişlik
üslûb: ifade ve söyleyiş tarzışirk: Allah’a ortak koşma

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 107


Remz

Arkadaş! Dünyanın üç vechi vardır:

Birisi: Âhirete bakar. Çünkü onun mezraasıdır.


İkincisi: Esmâ-i Hüsnâya bakar. Çünkü onların mektep ve tezgâhlarıdır.

Üçüncüsü: Kasten ve bizzat kendi kendine bakar. Bu vecihle insanların hevesatına, keyiflerine ve bu fâni hayatın tekâlifine medar olur.

Nur-u iman ile dünyanın evvelki iki vechine bakmak, mânevî bir cennet gibi olur. Üçüncü vecih ise, dünyanın fena yüzüdür ki zâtî ve ehemmiyetli bir kıymeti yoktur.

Remz

Arkadaş! İnsanın vücudu, bedeni, emvâl-i mîriyeden bir neferin elinde bulunan bir hayvan gibidir. O nefer, o hayvanı beslemeye ve hizmetine mükellef olduğu gibi, insan da o vücudu beslemeye mükelleftir

Aziz kardeşlerim! Burada bana bu sözü söylettiren, nefsimle olan bir münakaşamdır. Şöyle ki:

Mehâsiniyle mağrur olan nefsime dedim ki: “Sen birşeye mâlik değilsin, nedir bu gururun?”

Dedi ki: “Madem mâlik değilim, ben de hizmetini görmem.”

Dedim ki: “Yâhu, bu sineğe bak. Gayet küçücük zarif elleriyle kanatlarını, gözlerini siler süpürür. Her işini görür. Sen de lâakal onun kadar vücuduna hizmet etmelisin” diye ikna ettim.

Takdis ederiz o Zâtı ki, bu sineğe nezafeti ilhamen öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onunla nefsimi ikna ve ilzam ederim.

Remz

İnsanı dalâletlere sürükleyen cihetlerden biri de şudur ki: İsm-i Zâhir ile ism-i Bâtın’ın hükümleri ayrı ayrı oluyor; bunları birbirine karıştırıp mercilerini kaybetmek mahzurludur.




Zât: Allahaziz: çok değerli, izzetli
cihet: yöndalâlet: doğru yoldan sapkınlık inançsızlık
ehemmiyetli: önemliemvâl-i mîriye: devlete âit mallar
esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın sonsuz mükemmellikte ve güzellikte olan isimlerifena: gelip geçici olan
fâni: geçici olan, ölümlügayet: çok
hevesat: nefsin hoşuna giden gelip geçici istek ve arzularilhamen: ilham yoluyla
ilzam etmek: susturmak, cevap veremez hâle getirmekism-i Bâtın: Cenâb-ı Hakkın her varlığın içine hükmettiğini ifade eden ismi
ism-i Zâhir: Cenâb-ı Hakkın bütün varlıkları dıştan kuşatan ve varlığını eserleriyle ve delilleriyle açıkça ifade eden ismikasten ve bizzat: bilerek ve kendisi isteyerek
lâakal: en azındanmahzurlu: sakıncalı
mağrur: gururlu, kendini beğenmişmedar: dayanak noktası, kaynak
mehâsin: güzellikler, iyiliklermektep: ders okutulan yer; okul
merci: başvurulacak, sığınılacak yermezraa: tarla
mâlik: sahipmükellef: yükümlü
nefer: askernefis: bir kimsenin kendisi; insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden duyu
nezafet: temizliknur-u iman: iman nuru, aydınlığı
remz: işarettakdis etmek: Allah’ın her türlü eksiklikten pak ve yüce olduğunu dile getirmek
tekâlif: yükümlülükler, sorumluluklartezgâh: vitrin
vecih: yön, yüzzarif: ince, hoş
zatî: özüne ait olan, esasâhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat
üstad: hoca, öğretmen
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 108


Kezâlik, kudretin levazımıyla hikmetin levâzımı bir değildir. Birisine ait levazımatı ötekisinden talep etmek hatadır.

Ve keza daire-i esbabın iktizasıyla daire-i itikad ve tevhidin iktizası bir değildir Onu bundan istememeli.

Ve keza, kudretin taallûkatı ayrı, vücudun cilveleri veya sair sıfatın tecelliyâtı ayrıdır; birbirine iltibas edilmemeli. Meselâ, dünyada vücudun tedricîdir; berzahî ayinelerde âni ve def’îdir. Çünkü, icad ile tecellî arasında fark vardır.

Remz

Arkadaş! İslâmiyet, bütün insanlara bir nur, bir rahmettir. Kâfirler bile onun rahmetinden istifade etmişlerdir. Çünkü, İslâmiyetin telkinatiyle küfr-ü mutlak, inkâr-ı mutlak, şek ve tereddüde inkılâp etmiştir. O telkinatın kâfirlerde de yaptığı in’ikâs ve tesirat sayesinde, kâfirlerin, hayat-ı ebediye hakkında ümitleri vardır. Bu sayede, dünya lezzetleri ve saadeti onlarca tamamıyla zehirlenmez. Bütün bütün o lezzetler elemlere inkılâp etmez. Yalnız tereddütleri vardır. Tereddüt ise, her iki tarafa baktırır. Devekuşu gibi, tam mânâsıyla ne kuş olur ve ne de deve olur. Ortada kalarak her iki tarafın zahmetinden kurtulur.

Remz

Arkadaş! Nefis, tembellik saikasıyla vazife-i ubudiyetini terk ettiğinden, tesettür etmek istiyor. Yani, onu görecek bir rakibin gözü altında bulunmasını istemiyor. Bunun için bir Hâlıkın, bir Mâlikin bulunmamasını temennî eder. Sonra mülâhaza eder. Sonra tasavvur eder. Nihayet, ademini, yok olduğunu itikad etmekle dinden çıkar. Halbuki, kazandığı o hürriyetler, adem-i mes’uliyetler altında ne gibi zehirler, yılanlar, elîm elemler bulunduğunu bilmiş olsa, derhal tevbe ile vazifesine avdet eder.



Hâlık: her şeyi yaratan AllahMâlik: her şeyin hakiki sahibi olan Allah
adem: hiçlik, yoklukadem-i mes'uliyet: sorumsuzluk
avdet etmek: dönmekberzahî: dünya ile âhiretin ortasında bulunan kabir âlemine ait; iki şey arasındaki ara bölme
cilve: görüntü, yansımadaire-i esbab: sebepler dairesi
daire-i itikad ve tevhid: sarsılmaz inanç ve her şeyin bir olan Allah’a ait olduğuna inanma dairesidef'î: birden bire, âni
elem: acı, kederelîm: acı ve sıkıntı veren
hayat-ı ebediye: sonsuz âhiret hayatıhikmet: bir gaye ve faydaya yönelik olarak tam yerli yerinde olma
icad: yaratma, var etmeiktiza: gerektirme
iltibas etme: karıştırmainkâr-ı mutlak: sınırsız bir inkâr, her türlü kutsal değeri inkâr etme
inkılâp etmek: değişmek, dönüşmekin’ikâs: yansıma
itikad etmek: sağlam bir şekilde inanmakkeza: aynı, aynı biçimde
kezâlik: bunun gibikudret: güç, kuvvet ve iktidar
kâfir: Allah’ı veya Allah’ın kesin olarak bildirdiği şeylerden birini inkâr eden kimseküfr-ü mutlak: kesin ve tam bir inkâr, bütün kutsal şeyleri inkâr etme
levazım: gerekli olan ve ihtiyaç duyulan şeylerlevazımat: gerekli olan ve ihtiyaç duyulan şeyler
mülâhaza etmek: düşünmek, akla getirmeknefis: bir kimsenin kendisi; insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden duygu
nihayet: sonundarahmet: İlâhî şefkat, merhamet ve ihsan
rakib: gözetleyenremiz: işaret
saadet: mutluluksaika: yönlendirici sebep
sair: diğer, başkasıfat: özellik, vasıf
taallûkat: ilgili ve bağlantılı hususlartasavvur etmek: düşünmek, hayal ederek canlandırmak
tecelliyât: tecellîler; yansımalartecellî: yansıma
tedricî: aşamalıtelkinat: telkinler
temennî etmek: dilemek, istemektereddüt: şüphe
tesettür etmek: gizlenmektesirat: tesirler, etkiler
tevbe: pişmanlık duyarak günahtan dönüşvazife-i ubudiyet: kulluk görevi
vücud: var olma (v-c-d)âni: en kısa zamanda
şek: şüphe, tereddüt

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 109


Remz

Arkadaş! Herbir insanın bir nokta-i istinadı bulunduğuna nazaran, istinad noktalarının tefâvütüne göre insanların yapabileceği işler de tefâvüt eder. Meselâ, büyük bir sultana istinadı olan bir nefer, bir şâhın yapamadığı bir işi yapar. Çünkü, nokta-i istinadı şahtan büyüktür. Evet, kudret-i ezeliye tarafından memur edilen baûda, yani sivrisineğin Nemrud’a olan galebesi; ve bir çekirdeğin Fâlıku’l-Habbi ve’n-Nevâ tarafından verilen izin ve kuvvete binâen koca bir ağacın cihazatını, malzemesini tazammun etmesi, yani içine alması bu hakikati tenvir eden birer hakikattir.

Remz

Arkadaş! Katre nâmındaki eserimde Kur’ân’dan ilhamen takip ettiğim yol ile ehl-i nazar ve felsefenin takip ettikleri yol arasındaki fark şudur:

Kur’ân’dan tavr-ı kalbe ilham edilen asâ-yı Mûsâ gibi, mânevî bir asâ ihsan edilmiştir. Bu asâ ile, kitab-ı kâinatın herhangi bir zerresine vurulursa, derhal mâ-i hayat çıkar. Çünkü müessir ancak eserde görünebilir.

Mânevî asansör hükmünde olan murakabeler ile mâ-i hayatı bulmak pek müşküldür.

Vesaite lüzum gösteren ehl-i nazar ise, etraf-ı âlemi Arşa kadar gezmeleri lâzımdır. Ve o uzun mesafede hücum eden vesveselere, vehimlere, şeytanlara mağlûp olup caddeden çıkmamak için, pek çok burhanlar, alâmetler, nişanlar lâzımdır ki yolu şaşırtmasınlar.

Kur’ân ise, bize asâ-yı Mûsâ gibi bir hakikat vermiştir ki, nerede olsam, hattâ taş üzerinde de bulunsam, asâyı vuruyorum, mâ-i hayat fışkırıyor. Âlemin haricine giderek uzun seferlere ve su borularının kırılmaması ve parçalanmaması için muhafazaya muhtaç olmuyorum. Evet,



Arş: Cenâb-ı Allah’ın sınırsız egemenliğinin ve büyüklüğünün tecellî ettiği yerFâlıku’l-Habbi ve’n-Nevâ: tohum ve çekirdekleri çatlatıp açarak filiz çıkaran Allah
Nemrud: (bk. bilgiler)alâmet: belirti, işaret
asâ: değnek, bastonasâ-yı Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın asâsı, değneği [bk. bilgiler – Mûsâ (a.s.)]
baûda: sivrisinekbinâen: –dayanarak
burhan: güçlü ve sarsılmaz delilcihazat: cihazlar, donanım
ehl-i nazar: tecrübeye dayanarak görüş ve düşünceye sahip olanlarehl-i nazar ve felsefe: tecrübeye dayanarak görüş ve düşünce sahibi olanlar ve felsefeciler
etraf-ı âlem: âlemin her tarafıgalebe: üstün gelme
hakikat: herbir şeyin aslı ve esası, gerçek mahiyetihariç: dış
ihsan edilmek: bağışlanmakilham: Allah tarafından kalbe atılan mânâlar
ilhamen: kalbe gelen mânâlar ve ilhamlar olarakistinad: dayanak
kitab-ı kâinat: kâinat kitabı, evrenkudret-i ezeliye: Allah’ın ezelden beri var olan kudreti, güç ve kuvveti
mağlûp olmak: yenilmekmuhafaza: koruma, saklama
murakabe: iç âleme kapanıp kendini tamamen ibadet ve taate vermek, iç âleminde gözlem yapmakmâ-i hayat: hayat suyu
müessir: eser sahibimüşkül: zor
nazaran: bakarak, –görenefer: asker
nişan: işaretnokta-i istinad: dayanak noktası
nâmında: isminderemiz: işaret
tavr-ı kalb: kalbin merkezitazammun etmek: içermek, içine almak
tefâvüt: farklı olma, farklılık arz etmetenvir etmek: aydınlatmak, ışıklandırmak
vehim: kuruntu, olmayan şeyi varmış gibi gösteren düşüncevesait: vasıtalar
vesvese: kuruntu, şüphezerre: atom, maddenin en küçük parçası
âlem: dünya, evrenşâh: padişah

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Katre - Sayfa: 110


وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰۤى اَنَّهُ وَاحِدٌ
blank.gif

1

beytiyle, bu hakikat hakikatiyle tebarüz eder.HAŞİYE-1HTAR

Remz

Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük vücudunda zerre-miskal kaldıkça, hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicap olur. Evet, müşâhedemle sabittir ki, kat’î, yakînî burhanlarla deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taşta bir zafiyet görünürse, o kör olası nefis o kaleyi tamamen inkâr eder, altını üstüne çevirir. İşte nefsin cehaleti, hamakati, bu gibi insafsızca tahribattan anlaşılır.

Remz

Ey insan! Senin vücudunun sahasında yapılan fiiller ve işlerden senin yed-i ihtiyarında bulunan, ancak binde bir nisbetindedir. Bâki kalan Mâlikü’l-Mülke aittir. Binaenaleyh, kendi kuvvetine göre yük al. Yoksa altında ezilirsin. Kıl kadar bir şuur ile büyük taşları kaldırmak teşebbüsünde bulunma. Mâlikinin izni olmaksızın Onun mülküne el uzatma. Binaenaleyh, gafletle, kendi hesabına bir iş yaptığın zaman, haddini tecavüz etme. Eğer Mâlikin hesabına olursa, istediğin şeyi al ve yap—fakat izin ve meşiet ve emri dairesinde olmak şartıyla. İzin ve meşîetini de şeriatından öğrenirsin.

Remz

Ey şan ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al.

Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar. O belâ ve musibete düşersen,
blank.gif
2 اِنَّا ِللهِ وَاِنَّاۤ اِلَيْهِ رَاجِعُونَde, o belâdan kurtul.


endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Dipnot-1 “Herbir şeyde, Onun bir olduğuna delâlet eden bir âyet vardır.” İbnü’l-Mu’tez’in bir şiirinden alınmıştır. İbn-i Kesîr, Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Azîm, 1:24.


Haşiye-1
HTAR Kur’ân’ın delâletiyle bulduğum yola gitmek isteyen için ve ona o yolu güzelce tarif etmek için, Risale-i Nur Külliyatı güzel bir tarifçidir.


Dipnot-2 “Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz.” Bakara Sûresi, 2:156.
[/NOT]



Bâki: kendi varlığı sonsuza kadar devam eden ve dilediği varlığa bekà veren, onları sonsuz ve kalıcı hale getiren Allah
Mâlik: her şeyin hakiki sahibi olan Allah
Mâlikü'l-Mülk: bütün mülkün gerçek sahibi olan Allahabd: kul
ayn-ı riyâ: gösteriş ve ikiyüzlülüğün tâ kendisibeyt: anlam bakımından birbirine bağlı iki dizeden oluşmuş şiir parçası
binaenaleyh: bundan dolayıcehalet: cahillik
delâlet: delil olma, işaret etmegaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli, umursamazlık
haddini tecavüz etme: haddini aşma, ileri gitmehakikat: herbir şeyin aslı ve esası, gerçek mahiyeti
hamakat: ahmaklıkhicap: örtü, perde
meşiet: dileme, irade, istekmusibet: belâ, dert, felâket
mâni: engelmülk: sahip olunan şey, hükmedilen yer
müşâhede: gözlemnam: ad, şan
nefs/nefis: bir kimsenin kendisi; insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden duygunisbetinde: ölçüsünde, oranında
remz: işarettahribat: tahripler, yıkıp bozmalar
tebarüz etmek: ortaya çıkmakteşebbüs: girişim
vücud: varlıkyakînî burhan: güçlü ve sarsılmaz şüphesiz, kesin delil
yed-i ihtiyar: irâde elizafiyet: zayıflık, güçsüzlük
zerre miskal: zerre ağırlığınca, çok az şeriat: Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi
şuur: bilinç, anlayış, idrak
 
Üst