Kıssadan Hisseler

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
KÖR KALPLİLER İÇİN...


Bir elinde fener, omzunda da ağır bir testi taşıyan kör bir adam, karanlık bir sokakta yürüyordu. Onu gören birisi:

-Ey akılsız adam, diye çıkıştı.

Senin için gece ile gündüzün ne farkı var ki, elinde fener taşıyorsun?

Adam yürüyüşünü hiç bozmadan :

-Bu fener kendim için değil, senin gibi kör kalpliler içindir, dedi. Bana çarpıp da testimi kırmanızı istemem.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Cevap: İbret Tabloları..

Televizyon



Adam kapıyı açtığında, polislerle karşılaştı.
-Bir şey mi istediniz? Diye sordu heyecanla.. Bir olay mı var?
İçlerinden komiser olanı:
-Geçen yıl evinizi soyan hırsızı yakaladık, diye cevap verdi. İfadesinden, bu eve de girdiğini anladık.
Adam polislerin arasında sıkışıp kalan 18-20 yaşlarındaki genci bir müddet süzdükten sonra:
-Buyurun, içeri girin, diye kenara çekildi. Herhalde bazı şeyler soracaksınız.

Hep birlikte oturma odasına geçtiler. Adam önce polislerin, sonrada hırsızın elini sıkarak:
-Geldiğinize sevindim, dedi. Bu gençle tanışmayı da çok arzu ediyordum.

Polislerden biri:
-Herhalde yanlış anladınız, diye lafa karıştı. Bu delikanlı sivil polis falan değil, evinize giren hırsızdır.

Adam:
-Daha o kadar yaşlanmadım memur bey, diye çıkıştı. Hırsız olduğunu biliyorum ama, açık söylemek gerekirse şikayetçi de değilim.

Konuşulanlar, hırsızı da şaşırtmış görünüyordu. Adam, misafirlerine şeker ikram ettikten sonra tane tane konuşmaya devam etti:
-Evim soyulmadan önce geç vakitlere kadar oturur, haliyle sabah namazlarına kalkamazdım. Ve çok istediğim halde, günde bir sayfa bile Kur’an okumaya vakit bulamazdım. Kıldığım namazlarda, Allah kabul etsin hep yarım yamalak olurdu. Ama delikanlı, bilmeden de olsa beni bu gafletten kurtardı.
Polislerden biri dayanamayıp atıldı:
-Ne yaptı ki bey amca?

Adam, biraz önce ikram ettiği şekerleri kutusuyla birlikte hırsızın önüne koyarken:
-Daha ne yapsın ki evlat, diye gülümsedi. Evime girdiğinde, televizyonumu çalmıştı…

‘‘Gerçekten de bundan daha güzel iyilik olabilir mi?
Ya televizyonun bizden çaldığı zamanı kim geri getirebilir?…
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Cevap: İbret Tabloları..

Doğruluk


Zalim bir vali vardı. Bu vali bir gün adamlarını göndererek Hasan Basri Hazretleri'ni yakalatmak istedi. O da bir vakit ders verdiği Habib-i Acemi Hazretleri'nin kulübesine gelip saklandı. Valinin adamları geldi ve hışımla:

- Hasan Basri'yi (r.a.) gördün mü? diye sordular.

O gayet sakin:
- Evet, dedi.
- Nerede?
- İşte şu kulübemde...
Adamlar kulübeye daldı, fakat bir türlü Hasan Basri Hazretleri'ni bulamadılar. Dışarı çıkınca tehdit edip:

- Ya şeyh, niçin yalan söylüyorsun? dediler.

- Ben yalan söylemedim, dedi. Siz göremedinizse, benim suçum ne?
Tekrar girdi, aradı, fakat bulamadılar. Onlar gidince, Hasan Basri Hazretleri:

- Ey Habib! Biliyorum ki Rabb'im senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur? dedi.

Hazreti Habib mahcub bir şekilde:

- Ey Üstadım! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru söylediğimizdendir. Çünkü bilirsiniz ki, Doğruların yardımcısı Allah'tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de götürürlerdi, dedi
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Cevap: İbret Tabloları..

Halinden yoksul olduğu anlaşılan bir adam,deniz kenarında oltayla balık tutuyordu.Tesadüfen oradan geçmekte olan ülkenin padişahı bu gariban adamla ilgilendi ve ona.

-”Oltana ben burada iken ilk takılan şey ne olursa sana onun ağırlığınca altın vereceğim,” dedi.

Biraz sonra oltaya takıla takıla ortası delik bir kemik takıldı.Hükümdar balıkçıya,

-”Ne yapalım,şansın bu kadar,oltana ağır bir şey takılmadı” diyerek alıp sarayına götürdü.

Saraya varınca adamlarına,balıkçıya elindeki kemiğin ağırlığınca altın vermelerini emretti.Kemiği terazinin kefesine koydular,öbür kefesine de altın koymaya başladılar.Beş,on ,yirmi,elli diyerek altınları koydular ama kemik yerinden oynamıyordu.Görünüşte dört beş altını zor tartar göründüğü halde,tahminlerin on milli üzerinde altın koydular kemik bana mısın demedi.Altını doldurmaya devam ettiler,terazinin kefesi doldu taştı ama kemik tarafı yerinden kımıldamıyordu.Bunda bir sır olduğunu anladılar.

Bir bilgeyi çağırıp bu sırrın ne olduğunu sordular.Bilge kemiği eline alıp şöyle bir baktıktan sonra şu açıklamada bulundu.

” Bu kemik açgözlü bir insanın göz çukurudur.Siz bunu tartmak için bütün hazineyi koysanız yine yerinden oynamaz.Çünkü doymaz.Ama bir avuç toprak bunu doyurur”

Nitekim bir avuç toprak alıp terazinin kefesine koydu ve kemik yukarı kalkıverdi.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Cevap: İbret Tabloları..

Arkadasi anlatir:

Evli bir arkadasim vardi. Cocuklari olmuyordu, bunun için de ailece çok üzülüyorlardi, dualar adaklar yapiyorlardi. Cocuk olursa da illâ erkek evlat istiyorlardi. Ben baska sehre göç ettim. Seneler sonra köyüme ziyaret için geldim. Arkadasimi aradim, hapiste dediler. Cok sasirdim,

O iyi bir insandi, hapse düsecek bir suç islemez dedim.Dogru dediler,o yine öyledir ama, düsman basina vermesin, bir oglu var, yikip yakar, çalar çirpar. En son, oglu sarap içmis, kavga etmis, birinin kanina girmis, sehirden kaçmis. Ayirmak için kavgada babasi da oldugundan yakalayip hapse attilar.

Cok sasirdim. Ne diyecegimi bilemedim. Niye böyle hayret ettigimi sordular; (O, erkek evlat için adaklar yapardi, gece gündüz ü teâlâya yalvarirdi, demek ki, bu belayi 'tan adaklarla yalvara yalvara istemis) diye ona hayret ettim.

insan bir isin neticesinin iyi mi, kötü mü olacagini bilemez. Muhakkak su isim olsun diye israr etmemeli, Hayirli ise olsun demelidir.


Bugün seni günâhdan korumayan ve ibâdete sevketmeyen ilm, yarin Cehennem atesinden de korumaz. (imam-i Muhammed Gazali)
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Cevap: İbret Tabloları..

Sabri....



“…Olur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki, sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şer olur. Doğrusunu Allah bilir, siz bilmezsiniz!” (Bakara, 216)

Uzun yıllardır bu sevinçli haberi bekliyordu. Sanki ayakları yerden kesilmiş heyecanından uçuyordu. Hemen beyine, annesine, ne bileyim, onun derdini yüklenen herkese bu müjdeli haberi vermeliydi. Hızlı hızlı hastane merdivenlerinden indi. Gördüğü herkese gülümsüyordu. Kapıdaki dilenci çocuğa çıkarıp 20 milyon verdi. Çocuk şaşkınlık içinde gözleri faltaşı gibi açılmış:

“-Bu çok değil mi abla?” diyebildi.

Tebessüm ederek yolun karşısına geçti. Bir taksiye binip doğruca beyinin dükkânına gitti. İçeride müşteriler vardı. Telaşla içeri girince beyi:

“-Ne oldu Hatice?!” dedi. Hatice:

“-Seninle çok önemli bir konuyu konuşmam lâzım. Burada olmaz!” deyince, beyi merak içinde onu bir çay bahçesine götürdü. Hatice hanım, beyini sakinleştirmeye çalışırken kendi içi içine sığmıyordu:

“-Muratçığım, sâkin ol şimdi, sana bir haberim var! Duyunca lütfen heyecanlanıp bağırma!” Beyi daha bir meraklanmış ve:

“-Hadi ne olduğunu anlatmayacak mısın?” deyince, Hatice hanım, sırrını beyinin kulağına fısıldadı.

“-Hâmileyim!..”

Beyi önce duraksadı, sonra:

“-Allah'ım, Sana şükürler olsun!” diye bağırmaya başladı. Âdetâ çocuklar gibiydi, yerinde duramıyordu. Bütün gücüyle çığlık atmak ve “baba” olduğunu bütün dünyaya ilân etmek istiyordu. Herkes başlarını çevirmiş tebessümle onları izliyordu.

Murat bey:

“-Hatice, ben bile unuttum, kaç yıldır bu bebeğin yolunu gözlüyoruz!..” dedi.

“-10 yıldır, Murat'ım, 10 yıldır!..” dedi Hatice hanım.

Murat bey, annesine, akrabalarına telefon açıyor; Hatice hanım da sevinç gözyaşlarıyla onu seyrediyordu…

Sanki evliliklerinin en güzel günlerini geçiriyordu Hatice… Ne istese ânında oluyordu. Kahvaltısı yatağına geliyor, bir dediği iki edilmiyordu. Hem şaşkın, hem de sevinç içindeydi.

Kayınvâlidesiyle de problemleri sanki bir anda bitmiş, ana-kız gibi olmuşlardı.

* * *

Hamileliğin üçüncü ayında, doktor, ultrasonla bebeği inceliyordu. Birden yüzü değişti. Hatice'nin kalbinin atışı değişmiş, bakışını doktorun mimiklerine odaklamıştı.

Doktor sıkıntıyla Murat beyi de çağırdı. Hatice'yle beyi çok korkmuşlardı. Neler oluyordu. Doktor:

“-Sizi üzmek istemem, ama gerçekleri söylemem gerekiyor. Bu çocuğun beyninde bir tümör var. Doğarsa zekâ özürlü olacak. İsterseniz hemen kürtaj yapalım, isterseniz bir hafta düşünün. Sonra karar verirsiniz.” dedi.

Hatice olduğu yere yıkıldı. Beyi ise o kadar şaşkındı ki, gözü Hatice'yi bile görmüyordu. Sevinç yumağı olan evleri bir anda mâtem ocağına dönmüştü. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.

Haberi, yavaş yavaş bütün akrabaları duydu. Herkes akıl vermeye başladı.

“-Nasıl uğraşacaksın onunla. Biz, akıllı çocukla bile baş edemiyoruz, aldır gitsin!..” diyenler bir tarafta…

“-Müftüye danış, günah!..” diyenler, “Onunla her gün uğraşırken tahammül edemez, sonunda sert davranmaya başlarsın. O zaman her gün vicdanının kâtili olacağına, bir kere aldır, bir kere kâtil ol!..” diyenler…

* * *

Artık kimseyle görüşüp konuşmak istemiyorlardı. İşin garip tarafı, eskisi gibi birbirleriyle de konuşmuyorlardı.

Murat bey:

“-Hatice, kararı çabuk vermemiz lâzım!” deyince, Hatice hanım:

“-Ne yapalım?” dedi. Murat bey:

“-Bence kürtaj!.. Allah, sonra tekrar verir!” dedi. Hatice bu cevaptan irkilmişti:

“-Yani evlat kâtili mi olacağız?” diyebildi. Beyi:

“-Ama zekâ özürlü olacak, nasıl bakarız? Elâlemin içine nasıl çıkarız? Nasıl «bu çocuğumuz!» deriz.” diye cevap verdi. Hatice büyük bir kararlılıkla:

“-Hayır, ben bu çocuğu yıllardır Allah'tan diliyorum. Şimdi verdi ve bizi imtihan ediyor. Murat'ım, ne olur aldırmayalım!” dedi.

“-Hatice, ben zekâ özürlü bir çocuk istemiyorum!”

“-Allah'ın sana verdiğine râzı değil misin? Hatırlasana ne kadar sevinmiştin baba olacağına!..”

Murat susuyordu. Hatice gözyaşlarıyla devam etti:

“-Belki akıllı olsa hayırsız olacaktı, o zaman, «Keşke akılsız olsa da hayırsız olmasa!» derdik. Kimbilir belki bu bizim için hayırlıdır. Ne olur, evlad kâtili olmayalım!”

* * *

Hatice hanım, bütün gece duâ etti, ağladı. Rabbine sığındı:

“Rabbim! Ne olur nefsime uydurma!.. Başkalarının sözüne bakıp da kâtil olmama izin verme! Dayanma gücü ver. Şifâ ancak Sen'de!..”

Sabah olunca Murat Bey:

“-Eğer çocuğu aldırmazsan senden ayrılırım!..” diyerek Hatice'nin dünyasını bir kez daha başına yıkmıştı.

Hatice hanımın bir karşılık vermesini beklemeden kapıyı çarpıp çıkan Murat bey, arabasına bindi ve kontağı çevirmeye başlamadan önce düşüncelere daldı:

“Ben senden ayrılamam Hatice, ayrılamam. Ama senden bu çocuğu aldırmanı istiyorum. Aldırmıyorsun!..” diye söylendi.

* * *

Hatice eşyalarını topladı, annesinin evine gitti. Olanları annesine anlattı. Annesi Hatice'ye kızıp:

“-Beyin haklı, sen çocuk hasretiyle ne istediğini bilmiyorsun!” diye çıkıştı.

Onları, sessiz köşesinde Kur'ân okuyan Şefika nine dinliyordu. Annesi mutfağa gidince Hatice'yi yanına çağırdı. Hatice'nin başını kucağına yaslayıp:

“-Kızım, canı veren Allah'tır. Almak da O'nun hakkıdır. Korkma! Allah kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez. Demek, sen bunu kaldıracaksın ki, sana veriyor. Belki rızası bunda gizlidir. Sabret ve kâtil olma!” dedi.

Hatice kararını verdi. Doktoruna gitti:

“-Yavrumu doğurmak istersem, benim sağlığıma bir zararı olur mu, doktor hanım?” diye sordu. Doktor:

“-Hayır, hâmileliğin normal, anormal olan çocuk!” dedi.

“-O zaman aldıramam!” dedi ve geri döndü.

Beyine telefon açıp, kesinlikle çocuğu doğuracağını, Allah katında sorumlu olmaktan korktuğunu söyledi ve “Ben kaderime râzıyım!” diyerek telefonu kapattı.

Beyi telefonda duyduklarından sonra yaptığına pişman olmuş ve başkalarının dediklerine kulaklarını tıkayarak, vicdanın sesini dinlemeye karar vermişti. O akşam Hatice'nin yanına gitti, bir demet kırmızı gül yaptırmış, güllerin üstüne de küçük bir not eklettirmişti:

“Ben de kaderime râzıyım!..”

* * *

Sevinçle evlerine döndüler. Korkuyla geçen altı ay sonra doğum zamanı gelmiş çatmıştı. Hem üzgün, hem sevinçli, hem buruk… bütün zıt duyguları beraber yudumluyorlardı sanki.

Dört saatlik bir beklemeden sonra bebeğin ağlaması koridorda duyuldu. Murat Bey olduğu yere çöktü. Ellerini açtı ve:

“-Rabbim sevgisini de, sabrını da ver. İsyân ettirme!” diye duâ etti.

Bu sırada yanına kadar gelmiş olan hemşirenin sesiyle irkildi:

“-Müjde oğlunuz oldu!..”

İki eliyle gözyaşını sildi. Bebeği kucağına aldı. Bir anda sıcacık bir sevgi seli aktı kalbine, öptü kokladı.

“-Hoş geldin Sabri!” diye mırıldandı. Bir anda ağzından çıkan bu isim, onu korkuttu. “Evet, adı Sabri!” dedi.

Ertesi gün bebeğin tahlilleri yapıldı. Doktor, tedirginlikle bekleyen anne-babanın yanına giderek sevinçle:

“-Müjde, bebeğiniz çok sağlıklı! Sandığımız gibi zekâ özrü yokmuş!” dedi.

Odadaki herkes sevinç gözyaşları döküyordu. Murat bey, kendisinden utandı.

“-Rabbim beni affet, affet!” diye ağlamaya başladı. Hatice'ye döndü:

“-Eğer senin îmân kuvvetin ve kararlılığın olmasaydı, şimdi bir evlad kâtili olacaktım. Sen de beni affet!” dedi.

* * *

“Allah her şahsı ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme!. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla!.. Bize acı sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!..” (Bakara, 286)

 

garp

Active member
Cevap: İbret Tabloları..

Misafir istemeyen Kadin...


Misafirperver bir sahabi vardi. Hanimi ise her gün kocasinin yaninda bir kaç misafirle gelmesine artik tahammül edemez olmustu. Birkaç defa kocasina:
- Sen her gün birkaç misafirle geliyorsun, gelen misafirler, çocuklarimizin rizklarini yiyorlar, dediyse de kocasi, her gün yaninda birkaç misafir getirmekte israr ediyordu.
Kadin sahabi dayanamayip, Resûlüllah'a ***âyete karar verdi:
- Ya Resûlüllah! Kocam her aksam eve birkaç misafir getiriyor, böylece de kocamin kazandiklari hep misafirlere gidiyor. Bir gün hastalaniverse, açliktan ölmekten korkarim, dedi.
Peygamber efendimiz(s.a.v.) kadinin kocasini, huzuruna çagirtti.
Adam:
- Ben misafirsiz edemem! Soframda misafir olmasi, bana nes'e ve bereket veriyor, diyor ve diretiyordu. Bu sefer Peygamberimiz (s.a.v.) kadina, bundan sonra fazla degil, bir misafire razi olup olmadigini sordu. Kadin buna da razi degildi:
- Ben çocuklarimin rizkini baskalarinin yemesine riza gösteremem, diyordu. Adam hiç olmazsa bir misafirde israr edince; kadin bosanmaktansa bir misafire razi oldu. Fakat o aksam üzeri beyinin, yine eve iki misafirle geldigini gördü. Kadin sinirlenmisti, içi rahat degildi. Yemek hazirlamak için mutfaga girdi, üç kisilik yemek hazirlayip tepsiyi kocasina verdi. Biraz sonra da misafirlerden birinin çikip gittigini gördü. Hazirlanan yemeklerden biri yenmemisti.
Kadin kocasina:
- Misafirin biri niçin yemek yemeden çikip gitti? diye sordu.
Adam, ikinci misafirin farkinda degildi:
- Sen hangi misafirden bahsediyorsun. Ben bir misafirle geldim, o da içerde iste diye cevap verdi.
Kadin çok iyi görmüstü. Misafirin birisi yemek yemeden çikmisti.
Bu münakasanin içinden çikamayacaklarini anlayan kari-koca, hemen Efendimiz Hazretlerine müracaata gittiler ve durumu anlattilar...
Onlari dinleyen Peygamber efendimiz (s.a.v.) söyle buyurdu.
- Evet! Eve iki misafir gelmisti. Fakat bunlardan birisi hakiki insan degil, insan suretine giren rizkti. Allah (c.c.) hanimini akillandirmak için rizki insan kiligina sokmustu.Haniminin ise, yine misafirler için bir miktar rizki gözden çikarip hazirladi, ama o rizki, eksilmedi.

Sunu iyi bilesiniz ki, her misafir kendi rizki ile gelir. Ve kimse, kimsenin rizkini yiyemez, eksiltemez... Hatta misafir, bir evin bereketini arttirir ve o evin rizkinda artma olur, buyurdular. Tabii ki kadin, bu hadiseden sonra itiraz edecek durumda degildi...
 
Üst