Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 56
bazı nümuneler göstermek için meclisleri var; zaman zaman tahavvül eder. Bu vaziyet, bu dar menzil ve meydan ve meşherden sonra daimî bir menzil, sabit saraylar, açık hazineler bulunup ve sakinleri sabit ve daimî kalacaklarına bilbedâhe delâlet eder.
Ve keza, dikkat sahibi bir sultan ki, milletinin bütün a’mallerini, ef’allerini, hizmetlerini, hâcetlerini tamamıyla yazar ve yazdırır ve mülkünde cereyan eden herbir hâdise ve herbir vakıanın suretlerini, fotoğraflarını alıp tesbit ve hıfz ederse, elbette bu vaziyet, bir muhasebenin, bir muhakemenin, bir mükâfat ve mücâzâtın vukua geleceğine kat’î bir surette delâlet eder.
Ve keza, mükâfat ve mücâzat hakkında tekrarla pek çok vaadleri ve tehditleri olursa ve o vaad ü vaîd edilen şeyler kudretine ağır gelmezse ve o şeyler raiyeti için pek ehemmiyetli olursa, elbette söz verdiği şeylerde hilâf olmayacaktır. Çünkü hulfül-vaad, kudretin izzetine zıttır.
Ve keza, hadd-i tevatüre bâliğ olan muhbirlerin ittifak ve icmâlarına göre, o muhteşem ve azîm saltanatın medarı ve cevelangâhı ancak âhiret memleketidir. Bu küçük menziller, meydanlar o azamete daimî bir mekân olamaz. Çünkü, bu gibi zâil, mütebeddil şeyler, o müstakar saltanata makar olamaz.
Evet, o Sultan şu küçük menzilde ve meydanda çok şeyleri, içtimâları, iftirakları gösteriyor. Fakat, bizzat maksat o şeyler değildir. Ancak âhiretin meydan-ı ekberinde vukua gelecek hallerin, emirlerin nümunelerini göstermektir. Çünkü, o mahşer-i azîmde yapılacak muameleler, bu küçücük nümunelere göre cereyan edecektir. Demek bu menzilde gösterilen fâni, zâil haller, o âlemde bâki ve daimî semereler verecektir.
azamet: büyüklük
| azîm: büyük, yüce |
a’mal: ameller, işler | bilbedâhe: açık bir şekilde |
bizzat: bir şeyin aslı; kendisi | bâki: devamlı ve kalıcı olan |
bâliğ olmak: erişmek, ulaşmak | cereyan etmek: meydana gelmek |
cevelangâh: dönüp dolaşma yeri | daimî: devamlı |
delâlet etmek: delil olmak, işaret etmek | ef'al: fiiller, hareketler |
ehemmiyetli: önemli | emir: iş |
fâni: geçici | hadd-i tevatür: tevatür derecesinde; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan topluluklar tarafından aktarılan en doğru haber seviyesi |
hadise: olay | hal: durum |
hilâf: yalan, cayma | hulfül-vaad: sözünden dönme, verdiği sözü yerine getirmeme |
hâcet: ihtiyaç | hıfz etmek: saklamak, korumak |
icmâ: fikir birliği, birleşme | iftirak: ayrılık |
ihsanât: ihsanlar, ikramlar, bağışlar | ittifak: bir mesele üzerinde birleşme, görüş birliğine varma |
izzet: değer, itibar, yücelik | içtimâ: toplanma |
kat'î: kesin | keza: bunun gibi |
kudret: güç, kudret, iktidar | mahşer-i azîm: bütün varlıkların yeniden diriltilip hesaba çekileceği büyük toplanma yeri; mahşer meydanı |
makar: oturulan, karar kılınan yer; merkez; pâyitaht | maksat: amaç, gaye |
medar: dayanak noktası, kaynak | menzil: durak, yer, mekân |
meydan-ı ekber: çok büyük meydan | meşher: sergi |
muamele: uygulama | muhakeme: yargılama |
muhasebe: hesaba çekilme, sorgulanma | muhbir: haber veren |
muhteşem: görkemli, ihtişamlı | mücâzât: cezalandırma |
mükâfat: ödüllendirme | mülk: sahip olunan şey |
müstakar: yerleşmiş, oturmuş | mütebeddil: değişken |
nümune: örnek | raiyet: halk, tabi olanlar |
sabit: değişmeyen | sakin: ikâmet eden, yerleşmiş olan |
saltanat: egemenlik, hâkimiyet | semere: meyve; sonuç |
suret: şekil, tarz | tahavvül etmek: değişmek, dönüşmek |
tesbit etmek: sağlam şekilde yerleştirmek | vaad: söz verme, verilen söz |
vakıa: olay | vaziyet: durum |
vaîd: cezalandırma sözü vermek | vukua gelmek: gerçekleşmek |
zâil: yok olup gidici, geçici | âhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayat |
âlem: dünya |
|