Lâsiyyemalar

Huseyni

Müdavim

Lâsiyyemalar

Onuncu Sözün bir cihette esası ve Yirmi Sekizinci Sözün Arabî ikinci makamıdır.


besmele.jpg



Kâinatın bütün zerratı, müçtemian ve münferiden, lisan-ı acz ve fakr ile vücub-u vücud ve vahdetine şehadet ettikleri Sâni-i Hakîme hamdler, senâlar, şükürler olsun. Ve kâinatın tılsımını açıp, âyâtını keşf ve beyan eden Resulü ile âl ü ashabına ve sair enbiya ve mürselîn ihvanına ve ibâd-ı sâlihîne salât ü selâmlar olsun.

Arkadaş! Tabiat ve esbab, bazı insanlara şükür kapısını kapatıp şirk ve küfür kapısını açmıştır. Halbuki, şirkin temeli sayısız muhalâttan kurulmuş olduğundan haberleri yok. O muhalattan bir taneyi beyan edeyim ki, şirkin ne kadar fena bulunduğunu kör gözleriyle görsünler. Şöyle ki:

Şirk sahibi, cehalet sarhoşluğunu terk ve ilim gözüyle küfrüne baktığı zaman, o küfrü iman ve iz’an edebilmek için, bir zerre-i vahideye bir ton ağırlığında bir yük yükletmeye ve her zerrede sayısız matbaaları icad edip tabiat ve esbabın eline vermeye ve bütün masnuatta bütün san’at inceliklerini tabiata ders vermeye muztar ve mecbur olur. Zîra, hava unsurundan, meselâ, herbir zerre, bütün nebatlar, çiçekler, semereler üstünde konup bünyelerinde vazifesini yapmak salâhiyetindedir.





Arabî: ArapçaSâni-i Hakîm: herşeyi hikmetle ve san’atla yapan Allah
ashab: arkadaşlar, Peygamber Efendimizi görmüş olan mü’minlerbeyan etmek: açıklamak, izah etmek
bünye: yapı; bedencehalet: cahillik
cihet: şekil, yönenbiya: nebiler, peygamberler
esas: temelesbab: sebebler
fakr: fakirlikfena: kötü, çirkin
hamd: övgü, teşekkür, minnetibâd-ı sâlihîn: Allah’ın sevgili kulları
icad etmek: var etmek, yaratmakihvan: kardeşler
iman ve iz'an etmek: inanmak ve kabul etmekkeşf: gizli bir şeyi açığa çıkarma
küfür: Allah’ı inkâr etme, inançsızlık, dinsizliklisan-ı acz: acizlik dili
lâsiyyema: özellikle; bilhassamasnuat: san’atla yaratılmış varlıklar
muhalât: muhaller, olması mümkün olmayan şeylermuztar olmak: mecbur olmak, çaresiz kalmak
münferiden: tek olarakmürselîn: resuller, peygamberler
müçtemian: topluca, hepsi birdennebat: bitki
resul: elçi, peygambersair: diğer, başka
salât ve selam: Peygamberimiz (a.s.m.) için yapılan dua ve niyazsemere: meyve
senâ: övgütabiat: canlı cansız bütün varlıklar, doğa; doğadaki kanunlar
tılsım: sır, gizli gerçekunsur: element, temel yapı taşı
vahdet: Allah’ın birliğivücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmaması
zerrat: zerreler, atomlarzerre: atom, maddenin çok küçük parçası
zerre-i vahide: bir tek zerre, atomzîra: çünkü, şundan dolayı
âl: âile; âile çevresi; soyundan gelenler; Peygamberimizin (a.s.m.) en yakın akrabaları; Ehl-i Beytâyât: âyetler, deliller
şehadet etmek: şahid olmakşirk: Allah’a ortak koşma
şirk sahibi: Allah’a ortak koşanşükür: medih, övgü; Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 49


Eğer bu zerreler, yaptıkları vazifelerde memur olup Cenâb-ı Hakkın emir ve iradesine tâbi oldukları kâfirâne inkâr edilirse, o zerre herhangi bir bünyeye girse, o bünyenin bütün cihazatını, keyfiyetiyle teşekkülünü bilmesi lâzımdır. Bu bilginin o zerrede bulunmasını ancak o kâfir itikad edebilir.

Maahaza, bir semere, bir şecerenin bir misal-i musağğarıdır. Ve o semeredeki çekirdek, o şecerenin defter-i a’mâlidir. O ağacın tarih-i hayatı o çekirdekte yazılıdır. Bu itibarla, bir semere şecerenin tamamına, belki o şecerenin nev’ine, belki küre-i arza nâzırdır. Öyleyse, bir semerenin san’atındaki azamet-i mâneviyesi, arzın cesameti nisbetindedir. O zerreyi, san’atça hâvi olduğu o azamet-i mâneviyeyle bina eden, arzı haml ve bina etmekten âciz olmayacaktır. Acaba o kâfir münkir, kalbinde böyle bir küfrü taşımakla, akıl ve zekâ iddiasında bulunması kadar bir ahmaklık var mıdır?

Arkadaş! Her birşey için iki suret ve şekil vardır:

Biri: Maddiyedir ki, âdeta bir gömlek gibi, herşeyin vücuduna göre kaderin takdiriyle biçilmiş şu görünen suretlerdir.

Diğeri: Mâkuledir ki, birşeyin yaşadığı bir ömürde mürur-u zamanla değiştirdiği muhtelif maddî suretlerin içtimâından tasavvur edilen bir suret-i vehmiyedir.

Bir ateşin sür’atle tedvirinden hasıl olan daire-i vehmiye gibi, herşeyin tarih-i hayatını bildiren ve kadere medar olan ve mukadderat-ı eşya denilen şu ikinci suret, mâkuledir. Suret-i maddiye itibarıyla herşeyin bir nihayeti, bir gayesi olduğu gibi, suret-i mâneviye itibarıyle de bir nihayeti ve gizli bazı hikmetler için



Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
ahmaklık: akılsızlık
arz: yer, dünyaazamet-i mâneviye: mânevî büyüklük
bina etmek: yapmak, inşa etmekbünye: yapı; beden
cesamet: büyüklükcihazat: cihazlar, donanımlar
daire-i vehmiye: vehmî daire; olmadığı halde var görülen dairedefter-i a'mâl: amellerin kaydedildiği defter
emir ve irade: Allah’ın yaratılışa dair emir ve dilemesihaml: yüklenme, üstlenme
hasıl olmak: meydana gelmek, ortaya çıkmakhikmet: fayda, gaye, ince sır
hâvi olmak: ihtiva etmek, içine almakitibarıyla: bakımından, özelliğiyle
itikad etmek: inanmakiçtimâ: toplanma, bir araya gelme
kader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlamasıkeyfiyet: özellik, mahiyet, nitelik
kâfir: Allah’ı veya Onun kesin olarak bildirdiği şeylerden herhangi birini inkâr eden kimsekâfirâne: kâfirce, inançsızca
küfür: inkâr ve inançsızlıkküre-i arz: yer küre, dünya
maahaza: bununla beraber, bununla birliktemaddiye: maddî, maddeye ait
maddî suret: maddî şekil, dış görünüşmedar olan: dayanak noktası olan, kaynak olan
misal-i musağğar: küçültülmüş nümune, örnekmuhtelif: çeşitli, ayrı ayrı
mukadderat-ı eşya: yaratılmış her şeyin ileride hangi durumda olacağının Allah tarafından bilinmesi, takdir olunmasımâkule: akıl çerçevesinde, tasavvur edilen hayal edilen, tasavvur edilen
münkir: inkâr edenmürur-u zaman: zamanın geçmesi
nev’i: çeşit, türnihayet: sonuç
nisbet: oran, ölçünâzır: bakar, yönelik
salâhiyet: gerekli şartlara sahip olmasan’atça: san’at itibariyle
semere: meyvesuret: biçim, şekil
suret-i maddiye: maddî suret; maddenin dış görünüşü, biçimisuret-i mâneviye: mânevî suret; maddî olmayan şekil, biçim
suret-i vehmiye: vehmî suret; var olmadığı halde varsayılan suret, şekilsür'at: hız
takdir: herhangi bir şeyin ne ve nasıl olacağını belirlemetarih-i hayat: bir hayat boyu yaşanan hadiseler, özgeçmiş
tasavvur edilmek: zihinde canlandırarak düşünülmek, hayal edilmektedvir: döndürme, çevirme
teşekkül etmek: belirli özelliklerle meydana gelmek, şekillenmektâbi olmak: uymak
vücud: beden, yapızerre: atom, maddenin çok küçük parçası
âciz olmak: güçsüz, zayıf olmakşecere: ağaç

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 50


bir gayesi de vardır. Binaenaleyh, herşeyin suret-i maddiyesinde, kudret-i Rabbânî ustadır, kader mühendistir. Suret-i mâneviyesinde ise, kader mistardır, yani, teşekkülâtın çizgilerini çizer; kudret mastardır, yani o çizgiler üstünde yapılan teşekkülât, kudretten sudur eder.

Ey kâfir! Bunu işittikten sonra iyice düşün. Bir zerreye bir terzilik san’atını öğretmeye kudretin var mıdır? Kendine hâlık ittihaz ettiğin tabiat ve esbab, herşeyin muhtelif ve mütenevvi suretlerini biçip dikmesine kudretleri var mıdır?

Bak, ey gözden mahrum kâfir! Şecere-i hilkatin semeresi ve kuvvet ve ihtiyarca esbabdan üstün olan insan, terziliğin bütün kabiliyetlerini, bilgilerini cem edip dikenli bir şecerenin âzâlarına uygun bir gömleği dikemez. Halbuki, Sâni-i Hakîm herşeyin nemâsı zamanında pek muntazam, cedid ve taze taze gömlekleri ve yeşil yeşil hulleleri kemâl-i sür’at ve sühuletle yapar, giydirir. Fesübhânallah!

Evet, münezzehtir, herşeyin vücudu emrine bağlı olan Allah münezzehtir. Herşeyin içyüzü elinde bulunan Sâni münezzehtir. Bütün mahlûkata merci olan Sâni münezzehtir.

Arkadaş! Herbir mevcudun üstünde, Sâni-i Ehad ve Samedin bir sikkesi, bir hâtemi olup, o mevcudun Sâni-i Ehad ve Samedin mülkü ve eser-i san’atı olduğuna şehadet ediyorlar.

Evet, gayr-ı mütenahi ehadiyet sikkelerinden ve samedâniyet hâtemlerinden, yalnız bahar mevsiminde sahife-i arza darb edilen sikkeye bak ki, şu zikredilecek



Fesübhânallah: “Allah’ı her türlü kusur, ayıp ve eksiklerden tenzih ederim” mânâsına gelen bir tür hayret ifadesiSamed: Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, fakat herşey Kendisine muhtaç olan Allah
Sâni: her şeyin san’atkârı olan AllahSâni-i Ehad: Zâtı bir olan ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah
Sâni-i Hakîm: her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yaratan Allahbinaenaleyh: bundan dolayı
cedid: yenicem etmek: toplamak
darb edilme: basılma, damga vurulma; basılan vurulanehadiyet: Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi
esbab: sebeplereser-i san’at: san’at eseri
gayr-ı mütenahi: sonu olmayan, nihayetsizhulle: elbise
hâlık: yaratıcıhâtem: mühür
ihtiyar: irade, dileme; istediği şekilde hareket edebilmeittihaz etmek: edinmek, kabullenmek
kader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlamasıkemâl-i sühulet: noksansız bir kolaylık
kemâl-i sür'at: noksansız bir hız, ideal hız
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarı
kudret-i Rabbânî: her şeyi terbiye ve idare eden Allah’ın kudretikâfir: Allah'ı veya Allah’ın bildirdiği bir şeyi inkâr eden kimse
mahlûkat: yaratılmışlar, varlıklarmastar: kaynak, güç merkezi
merci: başvurulacak, sığınılacak yermevcud: varlık
mistar: şablon; plân; çizelgemuhtelif: çeşitli, ayrı ayrı
muntazam: düzenli, tertiplimülk: sahip olunan şey
münezzeh: arınmış, kusur ve eksiklikten yücemütenevvi: çeşit çeşit, değişik
nemâ: gelişme, büyüme, çoğaltmasahife-i arz: yeryüzü sahifesi; bir kitabın sayfasını andıran yeryüzü
samedâniyet: herşey Kendisine muhtaç olduğu halde, Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmamasısemere: meyve
sikke: damgasudur etmek: ortaya çıkmak; meydana gelmek
suret: biçim, şekilsuret-i maddiye: maddî suret, şeklî görüntü
suret-i mâneviye: mânevî suret; maddî olmayan şekil, biçimtabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, doğadaki kanunlar
teşekkülât: varlıkların belli bir nizamla meydana getirilmesivücud: varlık, var oluş
zerre: atom, çok küçük parçazikretmek: bildirmek, belirtmek, anlatmak
âzâ: organşecere: ağaç
şecere-i hilkat: yaratılış ağacışehadet etmek: şahid olmak

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 51


müteselsil fıkralar, cümleler o sikkeyi güneş gibi gösteriyorlar ve izhar ediyorlar.

Evet, sahife-i arzda pek garip, hakîmâne bir icad görünüyor. Bu görünen icadın gösterdiği kuvvet ve faaliyeti görmek istersen, şu gelen fıkralara dikkat et

1. O icad fiili, pek azîm ve geniş bir sehavet-i mutlakadan geliyor.

2. Bir suhulet-i mutlaka ile bir kuvvet-i mutlakadan çıkıyor.
3. Mutlak bir intizamla, sür’at-i mutlakada meydana geliyor.

4. Mevzun ve mizanlı olarak bir vüs’at-i mutlakada bulunuyor.

5. Güzel bir eser-i san’at olmakla beraber, mutlak bir ucuzlukta görünüyor.

6. Taallûk ettiği şeyler pek karışık olmakla beraber, büyük bir imtiyaz-ı mutlak ve adem-i iltibasla yapılıyor.

7. Mahall-i taallûku gayr-ı mütenahi olmakla beraber, eserlerinde çirkinlik görünmez, ahsen şekilde husule gelir.

8. Efrad ve envâ arasında, bu’d-u mutlak ile beraber, tevafuk-u mutlak var.

Arkadaş! Bu fıkraların herbirisi tek başına da o sikkeyi izhar etmeye kâfidir.

Bakınız, en harika bir sehavetle en harika bir hüsn-ü san’at, muhit bir kudretin hassasıdır.

Ve intizamla beraber harika bir suhulet, hiçbir şeyden âciz olmayan muhit bir ilim sahibine mahsustur.

Tartılmış gibi gayet mizanlı olmakla beraber, mu’cizâne bir sür’at-i mutlaka, herşeyi emrine ve kudretine teshir eden Zâta mahsustur.

Nevilerin pek dağınık bulunmasından, pek geniş bir tasarrrufla harika bir hüsn-ü san’at, ilim ve kudretiyle herşeyin yanında bulunan Zâta hastır.

Kesret ve mebzuliyetle beraber her ferdin san’at itibarıyla kıymettar olması, sonsuz bir zenginlikle gayr-ı mütenahi hazinelere malik olan Zâta mahsustur.




Zât: Allah (c.c.)adem-i iltibas: herhangi bir karıştırma hâlinin olmaması
ahsen: en güzelazîm: büyük
bu’d-u mutlak: sınırsız uzaklıkefrad: fertler, bireyler
envâ: neviler, türlereser-i san'at: san’at eseri
ferd: kişi, bireyfıkra: bölüm, kısım
gayet: son derecegayr-ı mütenahi: sonu olmayan, sonsuz
hakîmâne: hikmetle; bir maksat ve faydaya yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerindehas: özgü, mahsus
hassa: nitelik, özellikhusule gelmek: meydana gelmek
hüsn-ü san’at: san’at güzelliğiicad: var etme, yaratma
imtiyaz-ı mutlak: varlıklar arasında tam ve kusursuz ayırımın olmasıintizam: düzen, tertip
itibarıyla: bakımından, özelliğiyleizhar etmek: açıklamak, göstermek
kesret: çoklukkudret: Allah’ın güç, kudret ve iktidarı
kuvvet-i mutlaka: sınırsız, tam güç, kuvvetkâfi olmak: yeterli olmak
kıymettar olmak: kıymetli, değerli olmakmahall-i taallûk: bağlantılı ve ilgili olduğu yer, bölge
mahsus: has, özgümebzuliyet: bolluk, ucuzluk
mevzun: ölçülümizan: ölçü, denge
muhit: kapsayıcı, herşeyi kuşatanmutlak: kayıtsız, sınırsız
mu’cizâne: mu’cizeli bir şekildemâlik olan: sahip olan
müteselsil: zincirleme, peş peşenevi: çeşit, tür
sahife-i arz: yeryüzü sayfası; bir kitabın sayfasını andıran yeryüzüsehavet: cömertlik
sehavet-i mutlaka: tam bir cömertlik; sınırsız, şartsız cömertliksikke: damga
suhulet: kolaylıksuhulet-i mutlaka: sınırsız, tam bir kolaylık
sür’at-i mutlaka: sınırsız hıztaallûk etmek: bağlantılı olmak
tasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetmeteshir etmek: boyun eğdirmek
tevafuk-u mutlak: sınırsız uyum, uygunlukvüs'at-i mutlaka: sınırsız genişlik
âciz olmak: güçsüz, zayıf

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 52


Efradın ziyadesiyle karışık olmasıyla beraber iltibassız ve fevkalâde imtiyaz ve teşahhuslara mazhar olmaları, herşeye basîr ve herşeye şehîd ve herbir fiili kendisini diğer bir fiilden men etmeyen Zâta mahsustur.

Ve keza, arzda dağınık bulunan efrad arasındaki uzaklıkla beraber, suretçe, vücutça, teşkilâtça aralarında husule gelen tevafuk, küre-i arz yed-i tasarrufunda, ilminde, hükmünde, hikmetinde bulunan Zâta mahsustur.Ve keza, nev’in kesret-i efradıyla beraber her ferdin harikulâde bir hüsn-ü hilkate mâlik olması, Kadîr-i Mutlaka hastır ki, az çok, küçük ve büyük herşey Ona nisbeten birdir.

Geçen fıkraların herbirisinde, herşeyin tek bir Sâniin sun’u ve san’atı olduğuna delâlet eden başka bir âyet daha vardır. Evet, sehavetle kuvve-i iktisadiye arasında ve sür’atle mizanlı olmak arasında ve ucuzlukla kıymetli olmak arasında ve karışık olmakla mümtaz bulunmak arasında tezat vardır. Bu zıtları bir fiilinde cem etmek, ancak kudreti hadsiz bir Sâni-i Kadîre mahsustur.

Hülâsa: Herbir fıkra, tek başına hâtem-i ehadiyeti izhara kâfi olduğu takdirde, fıkraların heyet-i içtimaiyesi pek zahir bir tarik-i evlâ ile hâtem-i ehadiyeti gösterir. İşte bu izahtan,
وَلَئِنْ سَئَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللهُ
blank.gif
1
âyet-i kerîmesinin sırrı zahir oldu. Yani, o inatlı münkire, “Hâlık-ı Semavat ve Arz kimdir?” diye sorulduğu zaman, çar u nâçâr, “Allah’tır” diyecektir.


[NOT]Dipnot-1 Lokman Sûresi, 31:25.
[/NOT]


Hâlık-ı Semavat ve Arz: yeri ve göğü yaratan Allah
Kadîr-i Mutlak: kudreti her şeyi kuşatan, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah
Sâni: her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan AllahSâni-i Kadîr: her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan ve kudreti sınırsız olan Allah
arz: yer, dünyabasîr: gören
cem etmek: toplamakdelâlet etmek: işaret etmek
efrad: fertler, bireylerferd: kişi, şahıs
fevkalâde: olağanüstüfıkra: bölüm, kısım
hadsiz: sonsuz, sınırsızharikulâde: olağanüstü, şaşırtıcı şekilde
has: özgüheyet-i içtimaiye: bir şeyin tamamı, bireylerinin toplamı
hikmet: her şeyi bir fayda ve gayeye yönlendirme ve yerleştirme niteliğihusule gelmek: meydana gelmek
hâtem-i ehadiyet: Allah’ın, her bir varlık üzerindeki birliğini gösteren mühürhükmü: hakimiyeti
hülâsa: özetlehüsn-ü hilkat: yaratılış güzelliği
iltibassız: birbirine karışmayanimtiyaz: seçkinlik, diğerlerinden farklı olma, ayrılma
izah: açıklamaizhar: ortaya çıkarma, gösterme
kesret-i efrad: fertlerin çokluğukeza: bunun gibi
kudret: güç, kudret ve iktidarkuvve-i iktisadiye: tutumluluk, iktisat gücü
kâfi olmak: yeterli olmakküre-i arz: yer küre, dünya
kıymetli olmak: değerli olmakmahsus: has, özgü
mazhar olmak: erişmek, kavuşmakmen etmek: yasaklamak
mizan: ölçü, dengemâlik olmak: sahip olmak
mümtaz bulunmak: benzerlerinden ayrılmış, seçilmiş bulunmakmünkir: inkâr eden
nev'i: tür, çeşit
nisbeten: bir şeye göre, oranla
sehavet: cömertliksun': san’atlı iş yapmak
suretçe: şekil ve görünüm açısındansür’at: hız
sır: gizem, gizli gerçek; ince hakikattarik-i evlâ: en uygun ve iyi yol
tevafuk: uyum, uygunluktezat: zıtlık
teşahhus: belirlenme, şahıslanma, bir birey hâline gelmeteşkilâtça: yapı ve şekillendirme açısından
yed-i tasarruf: tasarruf eli; yönetimi ve hakimiyeti altında tutmazahir: görünen, açıkta olan
zahir olmak: açıkta olmak, görünmekziyade: fazla, çok
âyet: delilâyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi
çar u nâçâr: ister istemez, mecburenşehîd: her şeyi müşahede eden; gören

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 53


Arkadaş! Ulûhiyet, risalet, ahiret, kâinat arasında hakikatte telâzum vardır. Yani, bunlardan birisinin vücut ve sübutu, ötekisinin de vücut ve sübutunu istilzam eder. Birisine iman, ötekisine de imanı icab ettirir.

Evet, meselâ, herbir kelimesi bir kitabı ve herbir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, kâtipsiz vücudu mümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelînin vücub-u vücuduna bağlıdır. Sarhoş olmayanlar, ancak Nakkaş-ı Ezelîye iman etmekle kitab-ı kâinata şahit olabilirler.

Ve keza, pek çok san’at harikalarına ve nakış ve ziynetlerin garaibine müştemil olan bir binanın bâni ve sânisiz vücudu mümkün olmadığı gibi, bu âlemin vücudu da Sâniin vücuduna tâbidir. Dalâlet sarhoşluğuyla sarhoş olmayanlar, onu bunsuz tasdik edemezler.

Ve keza, deniz ve nehirlerin yüzünde, şemsin aksini gösteren kabarcıklardaki güneşin parıltısı, şemsin vücudunu inkâr etmekle mümkün olmadığı gibi, aklı bozuk olmayanlar için, kemâl-i intizamla tahavvül ve teceddüd eden şu kâinatın şuhudu, Bâni ve Sâniin vücub-u vücudunun tasdikiyle olabilir. Çünkü, şu muhteşem kâinatı meşiet ve hikmetiyle tesis ve kaza ve kaderinin düsturlarıyla tafsil ve âdetinin kanunlarıyla tanzim ve inayet ve rahmetinin namuslarıyla tezyin ve esmâ ve sıfâtının cilveleriyle tenvir eden, ancak ve ancak Bâni ve Sânidir.

Evet, Hâlık-ı Vâhid kabul edilmediği takdirde, kâinatın zerrat ve mürekkebatı adedince sonsuz ilâhların kabulüne mecburiyet hasıl olur. Ve aynı zamanda, herbir ilâhın şu kâinatı halk etmeye kàdir olması lâzımdır. Çünkü, zîhayatın herbir



Bâni: bina eden, kuran; bütün varlıkları bina eden ve yaratan AllahHâlık-ı Vâhid: bir ve tek olan ve her şeyin yaratıcısı Allah
Nakkaş-ı Ezelî: herşeyi san’atlı ve nakışlı bir şekilde işleyen, varlığı ezelî olan AllahSâni: san’atkâr, san’atla iş yapan; herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah
adet: sayı, miktarakis: yansıma
cilve: görüntü, akis; yansımadalâlet: sapkınlık, doğru yoldan sapma
düstur: kural, kanunesmâ: isimler
garaib: şaşkınlık ve hayret verici şeylerhakikatte: gerçekte, aslında
halk etmek: yaratmakhasıl olmak: meydana gelmek
hikmet: her şeyi bir fayda ve gayeye sevk edip yerli yerine yerleştirme sıfatı, niteliğiicab etmek: gerektirmek
ilâh: tanrıinayet: Allah’tan gelen yardım, ihsan, iyilik
istilzam etmek: gerektirmekkader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması
kanun: tabiat olaylarının bağlı olduğu İlâhî disiplinkaza: olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması
kemâl-i intizam: kusursuz mükemmel düzenkeza: bunun gibi
kitab-ı kâinat: kâinat kitabıkàdir olmak: güç ve iktidar sahibi olmak
kâtip: yazan, yazıcımeşiet: irade, dileme
muhteşem: ihtişamlı, göz kamaştırıcı, görkemlimürekkebat: bir bütünü oluşturan parçalar; bileşikler
müştemil olmak: içine almak, sarmaknakış: işleme, süsleme
namus: şeriat, maddî mânevî bütün ölçü ve keyfiyetleri düzen altına alan kalıp, kuralrahmet: İlâhî şefkat ve merhamet
risalet: elçilik, peygamberliksübut: sabit olma, kesin olarak var olma
sıfât: sıfatlartafsil: açıklama, ayrıntılarıyla anlatma
tahavvül etmek: değişmek, dönüşmektanzim: düzenleme, düzene koyma
tasdik: doğrulama, onaylamateceddüd etmek: tazelenmek, yenilenmek
telâzum: karşılıklı gerektirme, birbirini gerekli kılmatenvir etmek: aydınlatmak
tesis: kurma, yerleştirmetezyin: süsleme
tâbi: bir şeye bağlı olanulûhiyet: Cenâb-ı Allah’ın ilâhlığı
vücub-u vücud: varlığının zorunlu oluşu ve var olmak için bir sebebe ihtiyacının olmayışıvücut: varlık, var olma
zerrat: zerreler, atomlarziynet: süs
zîhayat: canlı, hayat sahibiâdet: usul, kàide, kural
şahit olmak: tanık olmak; görmekşems: güneş
şuhud: görme, müşâhede etme

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 54


cüz’îsi, zevilhayatın küllüne, yani umumuna bir fihristedir. Cüz’îyi halk eden, küllîyi de halk etmeye kàdir olmalıdır.

Ve keza, ziyasız güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi, ulûhiyet de tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise, irsal-i rusül ile olur.

Ve keza, hadd-i kemâle bâliğ olan en yüksek bir cemâlin bilinmesi, görünmesi, gösterilmesi için resullerin tarifi lâzımdır.

Ve keza, kemâl-i cemâle bâliğ olan kemâl-i hüsn-ü san’at, resullerin delâletiyle olur.

Ve keza, rububiyet-i âmme, ubudiyet-i külliye ister. Bu da zülcenaheyn resullerin vahdet-i İlâhiyeyi halka ilân etmeleriyle mümkün olur.

Ve keza, bir hüsün sahibinin isteği olmasa ve bir ayine bulunmasa ve tarif edici bir şahıs tavassut etmezse, onun hüsnünün görünmesi, gösterilmesi mümkün değildir. Bu da ancak resuller vasıtasıyla olur. Çünkü, resul, ubudiyetiyle Hâlıkın hüsnüne ayinedir; risaleti cihetiyle de halka izhar ve ilân eder.

Ve keza, bir zâtın cevahirle, zîkıymet eşya ile dolu hazinelerini açıp halka göstermek ve arz etmekle o zâtın kudretini, zenginliğini, saltanatını ilân etmek için, ancak o zâtın müsaadesiyle ve iradesiyle emir ve tayin edilmiş bir memur lâzımdır. İşte o memur resuldür.

Arkadaş! Bu sıfatları hâiz, bu vazifeleri en mükemmel görebilecek Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka âlemde bir şahıs yoktur. En câmi, en kâmil, en fâzıl o zâttır. Tam tamına teşhir, tebliğ, tarif, tavsif, izhar, ilân eden, o zâttır.




Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunHâlık: her şeyi yaratan Allah
arz etmek: göstermek, sunmakbâliğ olmak: erişmek, ulaşmak
cemâl: güzellikcevahir: cevherler
cihet: yöncâmi: kapsamlı, içine alan
cüz’î: birey, ferd; bir sınıf veya türün bireyidelâlet: işaret, delil olma
emir: buyrukfihriste: indeks, içindekiler
fâzıl: faziletli, üstün niteliklere sahiphadd-i kemâl: olgunluk, kusursuzluk sınırı, haddi
halk: insanlarhalk etme: yaratma
hâiz: sahiphüsün: güzellik
irade: istek, arzuirsal-i rusül: peygamberlerin gönderilmesi; Cenâb-ı Hakkın insanlara peygamber göndermesi
izhar: ortaya çıkarma, göstermekemâl-i cemâl: eksiksiz ve mükemmel güzellik
kemâl-i hüsn-ü san’at: san’attaki güzelliğin mükemmelliği ve kusursuz olmasıkeza: bunun gibi
kudret: güç, iktidarkàdir olmak: güç ve iktidar sahibi olmak
kâmil: olgunluk ve mükemmellik sahibiküll: bütün, genel
küllî: ferdlerden meydana gelen sınıf, türmükemmel: eksiksiz
müsaade: izinresul: kendisine bir kitap ve şeriat gelen elçi, peygamber
risalet: elçilik, peygamberlikrububiyet-i âmme: bütün varlık âlemini kuşatan egemenlik ve idare; umumî Rablık
saltanat: egemenliksıfat: özellik
tarif: etrafıyla, ayrıntılarıyla anlatmatavassut etmek: vasıta olmak, aracılık etmek
tavsif: bir şeydeki özellikleri, nitelikleri dile getirmetayin edilme: görevlendirilme, atanma
tebliğ: bir hususu muhataplara iletmetezahür: ortaya çıkma, görünme
teşhir: sergilemekubudiyet: kulluk
ubudiyet-i külliye: büyük ve umumî kullukulûhiyet: ibadete ve itaat edilmeye lâyık olma, İlâhlık
umum: genel, bütünvahdet-i ilâhiye: ilâhın bir olması, tanrının tekliği
vasıta: araçvücud: varlık
zevilhayat: hayat sahipleri, canlılarziya: ışık
zât: kişi, şahıszîkıymet eşya: kıymetli şeyler
zülcenaheyn: iki taraflı; dünya ve âhiret bilgisine sahip olan.âlem: dünya, evren

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 55


Aziz arkadaş! “İman-ı billâh” ile “âhiret imanı” arasındaki telâzuma geldik. Hazır ol, dinle:

Bir sultan, itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de mücazat etmezse, saltanatı inhidama yüz çevirir. Ve keza, bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahr ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücâzâtı ister. Mükâfat ve mücâzat menzilleri âhirettir.

Ve keza, yüksek bir hikmet ve adalet sahibi olan bir sultan, saltanatının şanını kusurdan saklamak üzere, kendisine iltica edenleri taltif ve hâkimiyetinin haşmetini göstermek için milletinin hukukunu muhafaza eder. Bu cihetlerin mühim bir kısmı âhirette olur.

Ve keza, lebâleb dolu hazinelere mâlik ve sehavet-i mutlakaya sahip olan bir sultan için umumî ve daimî bir dâr-ı ziyafet lâzımdır. Ve ayrı ayrı ihtiyaç sahiplerinin devam ve bekàlarını ister. Bu da ancak âhirette olur.

Ve keza, bir cemâl sahibi, dâima hüsün ve cemâlini görmek ve göstermek ister. Bu ise âhiretin vücudunu ister. Çünkü daimî bir cemâl, zâil ve muvakkat bir müştaka râzı olmaz, onun da devamını ister. Bu da âhireti ister.

Ve keza, yardım isteyenlere yardım ve dua edenlere cevap vermek hususunda, pek rahîmâne bir şefkat sahibi olan bir sultan—ki ednâ bir mahlûkun ednâ bir isteğini derhal yapar, verir—elbette bütün mahlûkatın en büyük bir ihtiyacını kemâl-i suhuletle yapar. Böyle umumî ve en mühim bir ihtiyaç ancak âhirettir.

Ve keza, icraatından, faaliyetinden anlaşılan pek harika bir ihtişam içinde bir saltanatı varken, milletinin içtimâları için yalnız dar bir misafirhane yapılmış; dâimî olarak milleti istiâb edemez, daima dolar boşalır. Ve bir imtihan meydanı var; her vakit değişir, tebeddül eder. Ve sultanın bazı âsâr-ı san’atına ve ihsanatına




adalet: her hak sahibine hakkını tam ve eksiksiz verme, zâlimden mazlumun hakkını alma sıfatıaziz: çok değerli
bekà: sürekli şekilde var olmacemâl: güzellik
cihet: tarafdaimî: devamlı
derhal: hemendâr-ı ziyafet: ziyafet yurdu
ednâ: en basit, küçükhaşmet: büyüklük, görkem
hikmet: Allah’ın her bir varlığı bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratma sıfatı, niteliğihukuk: haklar
husus: mevzu, konuhâkimiyet: egemenlik, hüküm ve idare altına alma
hüsün: güzellikicraat: faaliyet, uygulama
ihtişam: haşmetlilik, heybetlilikiktiza etmek: gerektirmek, zorunlu kılmak
iltica etmek: sığınmakiman-ı billâh: Allah’a iman
inhidam: yıkılmaistiâb etmek: içine almak, içine sığdırmak, kapsamak
itaat etmek: emre uymak, boyun eğmekiçtimâ: toplanma
kahr: Allah’ın üstünlük ve azap verici vasıflarının tecellîsikemâl-i suhulet: tam ve eksiksiz bir kolaylık, kolayca
keza: bunun gibilebâleb: dop dolu
lütuf: iyilik, ikram, bağışmahlûk: varlık
mahlûkat: yaratıklar, yaratılanlarmenzil: yer, mekân
merhamet: şefkat etmemuhafaza etmek: korumak
muvakkat: geçicimâlik: sahip
mücazat etmek: cezalandırmakmücâzât: cezalandırma
mühim: önemlimükâfat: ödüllendirme
müştak: arzulu, çok istekli; insanrahîmâne: çok merhametli ve şefkatli bir şekilde
saltanat: hakimiyet, egemenliksehâvet-i mutlaka: her yeri kaplayan, kusursuz ve sınırsız cömertlik
taltif: iyilik ve güzellikle muamele etmektebeddül etmek: başkalaşmak, değişmek
telâzum: karşılıklı gerektirme, birbirini gerekli kılmaterbiye: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunlaştırma
umumî: genel, herkese aitvücud: varlık
zâil: yok olup gidici, geçiciâhiret: öbür dünya, öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayat
âsâr-ı san'at: san’at eserlerişefkat: merhamet
şân: yüksek makam

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 56


bazı nümuneler göstermek için meclisleri var; zaman zaman tahavvül eder. Bu vaziyet, bu dar menzil ve meydan ve meşherden sonra daimî bir menzil, sabit saraylar, açık hazineler bulunup ve sakinleri sabit ve daimî kalacaklarına bilbedâhe delâlet eder.

Ve keza, dikkat sahibi bir sultan ki, milletinin bütün a’mallerini, ef’allerini, hizmetlerini, hâcetlerini tamamıyla yazar ve yazdırır ve mülkünde cereyan eden herbir hâdise ve herbir vakıanın suretlerini, fotoğraflarını alıp tesbit ve hıfz ederse, elbette bu vaziyet, bir muhasebenin, bir muhakemenin, bir mükâfat ve mücâzâtın vukua geleceğine kat’î bir surette delâlet eder.

Ve keza, mükâfat ve mücâzat hakkında tekrarla pek çok vaadleri ve tehditleri olursa ve o vaad ü vaîd edilen şeyler kudretine ağır gelmezse ve o şeyler raiyeti için pek ehemmiyetli olursa, elbette söz verdiği şeylerde hilâf olmayacaktır. Çünkü hulfül-vaad, kudretin izzetine zıttır.

Ve keza, hadd-i tevatüre bâliğ olan muhbirlerin ittifak ve icmâlarına göre, o muhteşem ve azîm saltanatın medarı ve cevelangâhı ancak âhiret memleketidir. Bu küçük menziller, meydanlar o azamete daimî bir mekân olamaz. Çünkü, bu gibi zâil, mütebeddil şeyler, o müstakar saltanata makar olamaz.

Evet, o Sultan şu küçük menzilde ve meydanda çok şeyleri, içtimâları, iftirakları gösteriyor. Fakat, bizzat maksat o şeyler değildir. Ancak âhiretin meydan-ı ekberinde vukua gelecek hallerin, emirlerin nümunelerini göstermektir. Çünkü, o mahşer-i azîmde yapılacak muameleler, bu küçücük nümunelere göre cereyan edecektir. Demek bu menzilde gösterilen fâni, zâil haller, o âlemde bâki ve daimî semereler verecektir.



azamet: büyüklük
azîm: büyük, yüce
a’mal: ameller, işlerbilbedâhe: açık bir şekilde
bizzat: bir şeyin aslı; kendisibâki: devamlı ve kalıcı olan
bâliğ olmak: erişmek, ulaşmakcereyan etmek: meydana gelmek
cevelangâh: dönüp dolaşma yeridaimî: devamlı
delâlet etmek: delil olmak, işaret etmekef'al: fiiller, hareketler
ehemmiyetli: önemliemir: iş
fâni: geçicihadd-i tevatür: tevatür derecesinde; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan topluluklar tarafından aktarılan en doğru haber seviyesi
hadise: olayhal: durum
hilâf: yalan, caymahulfül-vaad: sözünden dönme, verdiği sözü yerine getirmeme
hâcet: ihtiyaçhıfz etmek: saklamak, korumak
icmâ: fikir birliği, birleşmeiftirak: ayrılık
ihsanât: ihsanlar, ikramlar, bağışlarittifak: bir mesele üzerinde birleşme, görüş birliğine varma
izzet: değer, itibar, yücelikiçtimâ: toplanma
kat'î: kesinkeza: bunun gibi
kudret: güç, kudret, iktidarmahşer-i azîm: bütün varlıkların yeniden diriltilip hesaba çekileceği büyük toplanma yeri; mahşer meydanı
makar: oturulan, karar kılınan yer; merkez; pâyitahtmaksat: amaç, gaye
medar: dayanak noktası, kaynakmenzil: durak, yer, mekân
meydan-ı ekber: çok büyük meydanmeşher: sergi
muamele: uygulamamuhakeme: yargılama
muhasebe: hesaba çekilme, sorgulanmamuhbir: haber veren
muhteşem: görkemli, ihtişamlımücâzât: cezalandırma
mükâfat: ödüllendirmemülk: sahip olunan şey
müstakar: yerleşmiş, oturmuşmütebeddil: değişken
nümune: örnekraiyet: halk, tabi olanlar
sabit: değişmeyensakin: ikâmet eden, yerleşmiş olan
saltanat: egemenlik, hâkimiyetsemere: meyve; sonuç
suret: şekil, tarztahavvül etmek: değişmek, dönüşmek
tesbit etmek: sağlam şekilde yerleştirmekvaad: söz verme, verilen söz
vakıa: olayvaziyet: durum
vaîd: cezalandırma sözü vermekvukua gelmek: gerçekleşmek
zâil: yok olup gidici, geçiciâhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayat
âlem: dünya

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 57


Evet, o Sultanın şu fâni menzillerde ve korkunç meydanlarda gösterdiği hikmet, inayet, adalet, rahmet ve şefkatin fevkinde bir derecenin tasavvuru imkân hâricidir. Elbette bu kadar yüksek ve geniş harika san’atlar, daimî mekânları, sabit meskenleri ve zevalsiz sakinleri isterler ki, o büyük hikmet ve adaletin hakikatlerine mazhar olsunlar. Ve illâ, şu görünen hikmet, inayet ve merhametin inkârı lâzım gelir. Ve aynı zamanda, bu kadar hikmetinden ve inayetinden zuhur eden fiiller sahibinin—hâşâ!—zâlim, gaddar, sefih olduğuna zehab edilir. Bu ise, inkılâb-ı hakâiki istilzam eder.

Ve keza, şu muvakkat menzillerin saltanat-ı daimeye makar olacak bir şekle gireceğine pek çok deliller, burhanlar vardır. Maahaza, bu âlemi icad edip öteki âlemi icad etmemek ve bu kâinatı vücuda getirip öteki kâinatı getirmemek, bu dünyayı yaratıp öteki dünyayı yaratmamak imkânı yoktur. Çünkü rububiyetin saltanatı mükâfat ve mücâzatı ister.

Ve keza, Sâni-i Âlemin herşeyi içine almış ve herşeyi istilâ ve istiab etmiş bir rahmet-i vâsiası vardır. Validelerin, hattâ bir cihette nebatatın evlâdına olan şefkatleri ve küçük, zayıf yavrularının suhulet-i rızıkları, o rahmet deryasından bir katredir. O bahr-i rahmetin azametiyle, şu fâni dünyada, bu kısa ömürde, şu kadar zahmet ve belâlarla karışık, zâil ve gayr-ı sabit olan şu nimetler ve ebedî bekayı isteyen insanlar arasında münasebet yoktur. Ve aynı zamanda, iade edilmemek üzere zeval, nimeti nikmete, şefkati zahmete, muhabbeti musibete ve lezzeti eleme ve rahmeti zıddına kalb eder…



Sâni-i Âlem: bütün varlık âlemini san’atlı bir şekilde yaratan Allahadalet: her hak sahibine hakkının tam ve eksiksiz verilmesi ve zâlimden mazlumun hakkının alınması
azamet: büyüklükbahr-i rahmet: İlâhî şefkat ve merhamet denizi
bekà: sonsuzlukburhan: güçlü ve sarsılmaz delil
cihet: yöndaimî: devamlı
derya: denizebedî: sonsuz
elem: acı, keder, sıkıntıevlât: çocuk
fevkinde: üstündefiil: hareket, iş, etki
fâni: geçicigaddar: acımasız, çok zulmeden
gayr-ı sabit: sabit olmayanhakikat: bir şeyin içyüzü, gerçek yüzü
hikmet: bir şeyi belli bir amaç ve yarar doğrultusunda yerli yerinde yapmahâriç: dış
hâşâ: asla, kesinlikle öyle değiliade etmek: geri vermek
icad etmek: var etmek, yaratmakillâ: ancak
inayet: bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik; İlâhî özen ve yardıminkâr: etmek kabul etmemek, reddetmek
inkılâb-ı hakâik: gerçeklerin inkılâbı, zıtlarına dünüşmesiistiab etmek: içine almak, kaplamak
istilzam etmek: gerektirmekistilâ etmek: ele geçirmek
kalb etmek: dönüştürmekkatre: damla
keza: bunun gibilâzım gelmek: gerekli olmak
maahaza: bununla beraber, bununla birliktemakar: oturulan, karar kılınan yer; merkez; pâyitaht
mazhar olmak: ulaşmak, elde etmekmenzil: durak, yer, mekân
merhamet: acıma, şefkat etmemesken: oturulan ve kalınan yer
muhabbet: sevmemusibet: belâ, dert, felâket
muvakkat: geçicimücâzat: cezalandırma
mükâfat: ödüllendirmenebatat: bitkiler
nikmet: azap, cezarahmet: merhamet, bağış, acıma, esirgeme
rahmet-i vâsia: herşeyi kuşatan geniş rahmetrububiyet: Rablık; kâinatın idaresi, terbiyesi, tedbiri gibi işlerde Cenâb-ı Hakkın isimlerinin tecellîsi
sabit: değişmeyensakin: ikâmet eden, yerleşmiş olan
saltanat: hâkimiyet, egemenliksaltanat-ı daime: devamlı, kesintisiz bir egemenlik, hâkimiyet
sefih: yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün olansuhulet-i rızık: rızkın kolay elde edilmesi
tasavvur: düşünme, hayalvalide: anne
vücuda getirmek: var etmek, meydana getirmekzehab etmek: bir fikre veya zanna kapılma
zeval: geçip gitme, sona ermezuhur etmek: ortaya çıkmak, görünmek
zâil: yok olup gidici, geçip gidicizâlim: zulmeden, acımasız
âlem: dünyaşefkat: merhamet

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 58


Ve keza, âlemde görünen tasarrufattan anlaşılıyor ki, Sâni-i Âlemin pek yüksek, celâlli, izzetli bir haysiyeti vardır ki, ubudiyetle Sânii tâzim etmeyenlerin veya istihfaf edenlerin te’diplerini, tehir ve imhal etse bile, ihmal etmez.

Ve keza, o Sultanın emirlerini, nehiylerini kıymetsiz görüp imanla imtisal etmeyenler ve ibadetle kendilerini sevdirmeyenler ve şükranla hürmette bulunmayanlar için rububiyetin ebedî karargâhında elbette bir dâr-ı mükâfat ve mücâzat olacaktır.

Ve keza, bütün mahlûkatta görünen hüsn-ü san’atlar, intizamlar ve ihtimamlardan ve herşeyde takip edilmekte olan maslahat ve faidelerden anlaşılıyor ki, kâinat taht-ı tasarrufunda bulunan Sâni-i Zülcelâlde pek büyük bir hikmet-i âmme vardır ki, itaat ve iltica edenlerin büyük taltif ve in’amlara mazhar olacakları o hikmet-i âmmenin iktizasındandır.

Ve keza, görünüyor ki, herşey lâyık mevkiine vaz ediliyor. Ve her hak, hak sahibine veriliyor. Ve her ihtiyaç sahibinin hâceti, istediği gibi yapılır. Ve her sual edenlerin matlupları—bilhassa istidat lisanıyla veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla veya ıztırar ve zaruret lisanıyla olsun—cevaplandırılıyor. Böyle eserleri görünen bir adalete bir mahkeme-i kübrâ lâzımdır ki, rububiyetin hâkimiyetiyle hukuk-u ibad muhafaza edilsin. Çünkü, fâni olan şu dünya menzili, o büyük adalet-i hakikiyeye mazhar olamaz. Öyleyse, o büyük Sultan-ı Âdil için bir Cennet‑i bâkiye, bir cehennem-i dâime lâzımdır.

Ve keza, görünüyor ki, bu âlemin Sahibi, yaptığı şu kadar fiillerin delâletiyle, harika bir sehavete sahip olduğu gibi, nur ve ziya ile dolu güneşler ve meyve ve



Cehennem-i dâime: kâfirlerin devamlı olarak kalacakları CehennemCennet-i bâkiye: devamlı ve kalıcı olan Cennet hayatı
Sultan-ı Âdil: her işini sınırsız bir adaletle ve yerli yerinde yapan Sultan; AllahSâni: herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allah
Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atla yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi AllahSâni-i Âlem: bütün varlık âlemini san’atlı bir şekilde yaratan Allah
adalet: her hak sahibine hakkının tam ve eksiksiz verilmesi, zâlimden mazlumun hakkının alınmasıadalet-i hakikiye: gerçek adalet
celâlli: görkemli, haşmetli, yücedelâlet: delil olma, işaret etme
dâr-ı mükâfat ve mücâzat: mükâfat ve ceza yeriebedî: sonsuz
fiil: hareket, iş, etkifâni: geçici
haysiyet: şeref, itibar, değerhikmet-i âmme: herşeyi kuşatan hikmet, gaye ve fayda
hukuk-u ibâd: kulların haklarıhâcet: ihtiyaç
hâkimiyet: egemenlik, hükmü ve idaresi altına almahürmet: saygı gösterme
hüsn-ü san'at: san’at güzelliğiihtimam: özen, önem verme
ihtiyac-ı fıtrî: yaratılıştan gelen doğal ihtiyaçiktiza: gereklilik
iltica etmek: sığınmakimhal etmek: süre vermek
imtisal etmek: emre uymak, itaat etmekintizam: düzenlilik, tertip
in’am: nimetleristidat: kabiliyet, yetenek
istihfaf etmek: küçümsemek, hafife almakitaat etmek: emre uymak
izzetli: şerefli, değerli, yücekarargâh: karar yeri; yolculuğun bittiği yerdeki sonsuz hayat
keza: bunun gibilisan: dil
mahkeme-i kübrâ: âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkememahlûkat: yaratılmış varlıklar
maslahat: faydamatlup: istek
mazhar olmak: ayna olmak, erişmek, nail olmakmenzil: durak, yer, mekân
mevki: yer, konumnehiy: yasak
nur: aydınlıkrububiyet: Rablık; herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
sehavet: cömertliksual etmek: istemek
sultan: hükümdâr, hâkimtaht-ı tasarruf: dilediği gibi kullanım ve yönetimi altında bulundurma
taltif: iyilik ve güzellikle muamele etmektasarrufat: tasarruflar, kullanma ve yönetme işlemleri
tedip: edeplendirme, haddini bildirmetehir etmek: ertelemek, sonraya bırakmak
tâzim etmek: Allah’ın büyüklüğünü dile getirmekubudiyet: kulluk
vaz etmek: koymak, yerleştirmekzaruret: zorunluluk, mecburiyet
ziya: ışıkâlem: dünya, evren
ıztırar: çaresizlikşükran: minnettarlık, teşekkür

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 59


semereleriyle hâmile eşcar ve ağaçlar misillü pek çok hazineleri vardır. Binaenaleyh, bu ebedî sehavet, tükenmez servet ebedî bir ziyafetgâhı ister ve devam ile muhtaçların da devam-ı vücudunu iktiza eder. Zira, nihayet bir sehavet, harika bir kerem, daima halka ihsan ve in’am etmek iktiza eder. Bu ise, ihsan ve in’amlara minnettar ve muhtaç olanların devam-ı vücutlarını ister.

Ve keza, şu mu’cizeli ve hikmetli ef’âl-i kerîmânenin tezahüratından anlaşılıyor ki, Sâni-i Fâilin pek gizli kemâlâtı vardır. Ve daima o kemâlâtı, enzar-ı âleme arz ve teşhir etmek ister. Çünkü, daimî bir kemâl, daimî bir tezahürle takdir edicilerin devam-ı vücutlarını iktiza eder. Çünkü, adem-i mutlaka namzet olan insan, kemâlâta kıymet vermez ve istihsan ve takdire bedel istiskal ve tahkir eder.

Ve keza, bu güzel, müzeyyen, münevver masnûatın Sânii için mücerred mânevî bir cemâl vardır. Ve Onun, o mahfî hüsün ve cemâl için pek çok mehâsin ve letâifi vardır ki, kısa akıllarımızla idrak edemeyiz. Ezcümle, o cemâlin kesif ayinelerinden biri sath-ı arzdır. Bu sath-ı arz her asırda, her mevsimde, her vakitte daima tecellî etmekte olan o cilvelerin gölgelerini teşhir, tavsif, ilân ve izhar eder.

Ve keza, hakaik-i sabitedendir ki, yüksek bir cemâl sahibi, bizzat kendi gözüyle ve bilvasıta başkasının gözüyle, cemâlini ve cemâlinin inceliklerini görmek istiyor. Binaenaleyh, cemâl sermedî ve dâim olursa, behemehal onun inceliklerini gösteren ayinelerinin de ebedî ve dâimî olması zarurîdir. Çünkü, bâki




Sâni: herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan AllahSâni-i Fâil: her şeyi san'atla yaratan ve bütün fiillerin sahibi olan Allah
adem-i mutlak: sınırsız yoklukarz etmek: sunmak
bedel: karşılıkbehemehal: ister istemez
bilvasıta: vasıtaylabinaenaleyh: bundan dolayı
bâki: devamlı, kalıcı, sonsuzcemâl: güzellik
cilve: görüntü, yansımadevam-ı vücut: vücudun sürekliliği, varlığın devamı
dâim olmak: süreklilik sahibi olmakdâimî: devamlı, sürekli
ebedî: sonsuzef'âl-i kerîmâne: cömertçe ve iyilik gayesi olan işler
enzâr-ı âlem: bütün varlık âleminin bakışlarıezcümle: meselâ, örneğin
eşcar: ağaçlarhakaik-i sabite: değişmez gerçekler
hikmet: herşeyin bir gaye ve maksada yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yapılmasıhüsün: güzellik
idrak etmek: anlamak, kavramakihsan: bağış, ikram, lütuf
ihsan etmek: bağış ve ikramda bulunmakiktiza etmek: gerektirmek
in’am: nimet vermein’am etmek: nimet vermek
istihsan etme: beğenme, güzel bulmaistiskal etmek: soğuk muameleyle hoşlanmadığını göstermek, küçümsemek
izhar etmek: ortaya çıkarmak, gösterişkemâl: fazilet, kusursuzluk, mükemmellik
kemâlât: faziletler, iyilikler, mükemmel özelliklerkerem: cömertlik, ikram, lütuf, bağış
kesif: yoğun, katı, saydam olmayankeza: bunun gibi
letâif: ince ve hoş özelliklermahfî: gizli
masnuat: san’at eseri varlıklarmehâsin: güzellikler, iyilikler
minnettar: şükran duymamisillü: benzeri, gibi, aynısı
mu’cize: Allah tarafından verilen ve bir benzerini yapma hususunda insanların aciz kaldığı olağanüstü hal ve özellikmânevî: mânâya ait, maddî olmayan
mücerred: maddî özelliği bulunmayan; hâlis, safmünevver: aydın, nurlu
müzeyyen: süslünamzet olmak: aday olmak
nihayet: son derecesath-ı arz: yeryüzü
sehavet: cömertliksemere: meyve
sermedî: daimî, sürekliservet: zenginlik
tahkir etmek: aşağılamaktavsif etmek: vasıflandırmak, anlatmak, tanıtmak
tecellî etmek: görünmek, yansımaktezahür: ortaya çıkma, görünme
tezahürat: görünümlerteşhir etmek: sergilemek
zarurî: zorunlu, şartzira: çünkü
ziyafetgâh: ziyafet yeri, yurdu

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 60


bir hüsn fâni bir müştaka razı olamaz. Ve zâil ve fâni bir âşıkın, ebedî ve bâki olan mahbubuna muhabbeti adavete kalb olur. Evet insan, eli veya fehmi yetişmediği güzel birşeyi, kendisini tesellî için takbih eder. Bu itibarla, bu âlem Sâni’i istilzam ettiği gibi, Sâni’ de âlem-i âhireti istilzam eder.

Ve keza, bu âlemin Sâni’inde pek rahîmâne bir şefkat vardır. Zîra görüyoruz ki, bu âlemde yardım isteyen bir musibetzedeye kemâl-i sür’atle yardım ediliyor. Dergâh-ı izzete iltica eden kurtuluyor. Sual eden sâillerin istekleri veriliyor. En âdi bir zîhayatın sesi işitiliyor ve hâceti kabul ediliyor. İşte böyle bir şefkat sahibi, nev-i beşerin en büyük, en lâzım, en zarurî, şedit bir hâceti hakkında, bütün insanlar namına yaptığı duada istediği Cenneti ve saadet-i ebediyeyi ve ba’sü ba’del mevti yapacaktır. Bilhassa, o reis-i muhteremin şu umumî duasına, bütün zevilhayat, bütün mahlûkat “Âmin! Âmin!” diyorlar.

Bak, o zât öyle bir maksat, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki, insanı ve bütün mahlûkatı, esfel-i sâfilîn olan fenâ-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyetten, âlâ-yı illiyîn olan kıymete, bekàya, ulvî vazifeye, mektubat-ı Samedâniye olması derecesine çıkarıyor.

Bak, hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdatkârâneyle istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâneyle yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata, semâvâta, arşa işittirip, vecde getirip, duasına “Âmin, Allahümme, âmin!” dedirtiyor.

Acaba bütün benî Âdemi arkasına alıp, şu arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa-i ubudiyetini câmi hakikat-i ubudiyet-i




Allahümme: âmin ey Allahım, kabul eyleArş-ı Âzam: Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer
Sâni’: herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allahabesiyet: faydasızlık, anlamsızlık
adavet: düşmanlıkarz: dünya
arş: gök, semâba’sü ba’del mevt: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilme
bekà: devamlılık ve kalıcılık, sonsuzlukbenî Âdem: Âdem oğulları, insanlar
bilhassa: özelliklebâki: devamlı, kalıcı
câmi: kapsayan, içine alandergâh-ı izzet: Allah’ın üstünlük, yücelik kapısı
ebedî: sonsuzesfel-i sâfilîn: aşağıların aşağısı
fehm: anlayış, kavrayışfenâ-yı mutlak: sonsuz yok oluş, her şeyini kaybedip gitme
fâni: geçici, sonlufîzar-ı istimdatkârâne: imdat ve yardım isteyen bir edâ ile inleme
gaye: amaç, hedefhâcet: ihtiyaç
hülâsa-i ubudiyet: kulluğun özü, özetihüsün: güzellik
iltica etmek: sığınmakistilzam etmek: gerektirmek
itibar: özellikkalb olmak: dönüşmek
kemâl-i sür'at: çok hızlı bir şekildekezâ: bunun gibi
lâzım: gereklimahbub: sevgili
mahlûkat: yaratılmış varlıklarmaksat: amaç, hedef
mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserlermevcudat: varlıklar, var edilenler
muhabbet: sevgimusibetzede: belâya, sıkıntıya düşmüş olan kimse
müteveccihen: yönelerekmüştak: çok istekli, aşık
namına: adınanev-i beşer: insanlar, insanlık türü
niyaz-ı istirhamkârâne: rahmet dileyerek dua etme, yalvarmarahîmâne: çok merhametli ve şefkatli bir şekilde
razı olmak: hoşnut olmakreis-i muhterem: hürmet ve saygıya lâyık olan önder
saadet: mutluluksaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk
semâvât: göklersual etmek: istemek
sukut: alçalış, düşüşsâil: dileyen, isteyen
takbih etmek: kötülemekulvî: yüksek, yüce
umumî: genel, herkese aitvazife: görev
vecde getirmek: coşkuya getirmekzarurî: zorunlu
zevilhayat: canlılarzâil: yok olup gidici, geçici
zât: kişizîhayat: canlı, hayat sahibi
zîra: çünküâdi: basit, sıradan
âlem: dünya; kâinatâlem-i âhiret: öldükten sonraki hayat, âhiret âlemi
âlâ-yı illiyîn: yüceler yücesi, en yüksek mertebeâmin: kabul eyle, ey Allahım
şedit: şiddetlişefkat: merhamet

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 61


Ahmediye (a.s.m.) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, bekà istiyor, Cennet istiyor. Hem mevcudat ayinelerinde cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyeyle beraber istiyor, o esmâdan şefaat talep ediyor, görüyorsun.

Eğer, âhiretin hesapsız esbab-ı mucibesi, delâil-i vücudu olmasaydı, yalnız şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîmin kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti. Demek, nasıl ki, o zâtın risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi,
blank.gif
1 لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ sırrına mazhar oldu; onun gibi, ubudiyeti dahi, öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi.


اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى ذٰلِكَ الْحَبِيبِ الَّذِى هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَفَخْرُ الْعَالَمَيْنِ وَحَيَاةُ الدَّارَيْنِ وَوَسِيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ وَذُو الْجَنَاحَيْنِ وَرَسُولُ الثَّقَلَيْنِ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَعَلٰى اِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ، اٰمِينَ.
blank.gif
2


Ve keza, bu âlemin geliş ve gidişatında ve bütün mahlûkatın bir hedefe sevkinde ve semâvî, süflî bütün ecramın bir kudrete bağlı ve musahhar olmasında pek büyük bir saltanat eseri görünüyor. Ve bundan anlaşılıyor ki, bu mevcudatta tasarruf eden Sâniin azîm rububiyetinde harika bir saltanatı vardır. Halbuki, bu



[NOT]Dipnot-1 Hadis-i kudsî. “Sen olmasaydın ben âlemleri yaratmazdım.” Ali el-Kari, Şerhü’ş-Şifâ, 1:6; el-Aclunî, Keşfü’l-Hafâ, 2:164.

Dipnot-2 Allahım, her iki dünyanın efendisi, iki âlemin medar-ı fahri, dünya ve âhiretin hayatı, iki cihan saadetinin vesilesi, zülcenâheyn ve cin ve insin resulü olan şu Habîbine, onun bütün âl ve ashabına ve onun enbiyâ ve mürselîn kardeşlerine salât ve selâm et. Âmin.
[/NOT]



Fahr-i Kâinat: kâinatın kendisiyle övündüğü zât olan Peygamberimiz (a.s.m.)Hâlık-ı Rahîm: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan ve herşeyi yaratan Allah
Sâni: herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allahazîm: büyük
bekà: devamlılık ve kalıcılık, sonsuzlukcemâl: güzellik
delâil-i vücudu: varlığının delilleridâr-ı imtihan: imtihan yeri olan dünya
dâr-ı saadet: mutluluk yurdu olan Cennetecram: gök cisimleri, yıldızlar
esbab-ı mucibe: gerektirici sebepleresmâ: Allah’ın isimleri
esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleriferîd-i kevn ü zaman: bütün varlıkların en değerlisi ve bütün zamanlarda biricik ve tek olan
gidişat: olayların durumu, işlerin gelişme biçimi, işlerin gidiş tarzıhakikat-i ubudiyet-i Ahmediye: Peygamberimizin (a.s.m.) kulluğunun aslı ve esası
icad: var etme, vücuda getirmekeza: bunun gibi
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarımahlûkat: yaratıklar, yaratılmış varlıklar
mazhar olmak: erişmek, nail olmakmevcudat: varlıklar, var edilenler
musahhar olma: boyun eğme, itaat etmerisalet: elçilik, peygamberlik
rububiyet: Allah’ın her varlığa, yaratılış gayelerine ulaşmaları için zarar verici şeylerden koruyup, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye etmesi, tedbir, tasarruf ve egemenliği altında bulundurması ve mutlak bir düzenlilik içinde yönetmesisaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk
saltanat: egemenlik, hâkimiyetsebebiyet vermek: sebep olmak
semâvî: gökle ilgilisevk: yönlendirilme
süflî: aşağısır: gizem, gizli gerçek
talep etmek: istemektasarruf etmek: hakimiyeti altında tutmak
ubudiyet: kullukâlem: dünya; kâinat
ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minlerşefaat: af için aracılık
şeref-i nev-i insan: insanlığın şerefi

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 62


dünya menzili tahavvülâta, zevale mâruzdur. Sanki misafirler için yapılmış bir handır ki daima dolup boşalıyor. Ne kendisinin sabit bir şekli vardır ve ne de içinde oturanların bir kararı vardır. Ve Sâni-i Âlemin garip ve acip san’atlarının nümunelerini teşhir ve ilân için tahavvülden hâli kalmayan bir meşherdir. Bu itibarla o handa ve o meşherde içtimâ eden insanlar sabit kalacak değiller. Çünkü meskenleri sâbit değildir.

İşte bu hal ve şu vaziyet, bu fâni menzilden sonra o sermedî saltanata karargâh olmak üzere, sabit, bâkî, ebedî, sermedî saadetlerin, Cennetlerin ve sarayların olacağına kat’î bir delâletle şehadet eder. Çünkü, fâni, bâkiye makam ve medar olamaz. Evet, bir melikin gelip giden misafirleri için yolda yaptığı şu menzile ve o menzilde oturan misafirlere bakıldığı zaman görülüyor ki, milyonlarca lirayla yapılan o menzil, pek az bir zaman içindir. Ve ondaki ziynetler, kıymetli şeyler, hep suret ve örneklerdir. Ve misafirler o nefis taam ve yemeklerin yalnız tadına bakıp, karınlarını doyuracak derecede yemiyorlar. Ve herbir misafir, hususî makinesiyle o menzildeki zînetlerin resimlerini alırlar. Ve melikin de gizli memurları onların bütün harekât, ef’al ve muamelelerini yazıyorlar. Ve o melik her mevsimde milyonlarca o ziynetleri, o güzel şeyleri yeni gelecek misafirler için tahrip ve tecdit ediyor. Ve hakeza, pek çok garip ve acip şeyler görünüyor.

İşte bu vaziyet gösterir ki, o muvakkat menzil sahibinin pek yüksek kıymetli menzilleri, daireleri ve ebedî, sermedî sarayları vardır. Bu küçük menzilde görünen şeyler, haller, misafirleri ebedî menzillerdeki yüksek şeylere teşvik için gösterilen nümunelerdir.

Kezalik, bu dünya menzilinin ve içinde oturan insanların ahvâline dikkat edilirse anlaşılıyor ki, bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenâb-ı Hakkın ebedî ve sermedî olan Dârüsselâm menziline dâvetlisi olan mahlûkatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur. Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir. Çünkü, visallerinin lezzeti, firaklarının elemine mukabil gelmez.



Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce AllahDârüsselâm: esenlik yurdu, Cennet
Sâni-i Âlem: bütün evreni san’atlı bir şekilde yaratan Allahacip: hayret verici, şaşırtıcı
ahvâl: haller, durumlarbâkî: ölümsüz, devamlı, kalıcı
delâlet: delil olmaebedî: sonsuz
ef'al: fiiller, işlerelem: acı, keder
firak: ayrılıkfâni: geçici
garip: hayrette bırakıcıharekât: hareketler
hususî: özelhâkeza: böylece, bunun gibi
hâli kalma: boş kalma, onsuz olmaitibarla: özellikle
içtima: toplanmaiçtimâ eden: toplanan
karar: değişmeyen istikrarlı durum, istikrarkarargâh: karar yeri, yolculuğun sonundaki ebedî hayat yurdu
kat'î: kesin, şüphesizkezâlik: bunun gibi, böylece
leziz: lezzetlimahlûkat: yaratılmış varlıklar
makam: konum, yermedar: dayanak, sebep, vesile
melik: hükümdarmenzil: mesken, yurt, ev
mesken: oturulan yer, mekânmeşher: sergi
muamele: iş, davranışmukabil: karşılık
muvakkat: geçicimâruz: hedef olma, yüz yüze gelme
nümune: örnek, misalsaadet: mutluluk
sabit: değişmeyensaltanat: egemenlik, hâkimiyet, sultanlık
sermedî: dâimî, süreklisuret: şekil, görüntü
taam: yemek, yiyecektahavvül: değişim
tahavvülât: değişimler, başkalaşmalartahrip ve tecdit etmek: yıkıp sonra yeniden yapmak
teşhir: sergilemevaziyet: durum
visal: kavuşmazeval: sona erme, geçip gitme
ziynet: süszînet: süs
şehadet etme: şahitlik yapma

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 63


Maahaza, o lezzetlerden hiç kimse tam mânâsıyla muradına nail olamaz. Ya o lezzetlerin ömürleri kısa olur veya insanın ömrü kısa olduğundan muradına yetişemez. Ancak, o lezzetler ve o nefîs şeyler ibret ve şükre sevk içindir. Çünkü, onlar Cenâb-ı Hakkın ehl-i iman için Cennetlerde ihzar ettiği hakikî nimetlere nümunelerdir.

Ve o müzeyyen masnuat-ı fâniye, fena ve adem için değildir. Ancak, onların suretleri ve misalleri, mânâları, neticeleri alınır; âlem-i bekàda, ehl-i bekà için ebedî manzaraların yapılmasına medar olurlar. Yahut ebedî âlemde Sâni-i Ebedî istediği şekillere sokar. Çünkü, o masnûat, bekà içindir. Onların o zahirî ölüm ve fenâları, vazifelerinden terhistir, idam değildir.

Evet, onların ölümleri fena olsa bile, yalnız bir cihetten fenaya gider, çok cihetlerden bâki kalır. Meselâ, kudret-i Ezeliyyenin yarattığı şu gül çiçeğine bak: Evet, nasıl bir kelime ağızdan çıkar çıkmaz zahiren fenaya giderse de, Allah’ın izniyle kulaklarda, kâğıtlarda, kitaplarda milyonlarca timsalleri kaldığı gibi, akıllarda da akıllar adedince mânâları kalır. Kezalik, o gül kısa bir zamanda vazifesi tamam olur olmaz solar, ölür, gider. Amma onu gören bütün insanların kuvve-i hafızalarında ve halefiyle hâmile olan tohumlarında suretleri, mânâları bâkidir. Demek, o gülün tohumu olsun, kuvve-i hafızalar olsun, o gül çiçeğinin suretini, ziynetini, menzilini hıfz için sanki birer fotoğraf ve bekàsı için birer menzildir.

Ey arkadaş! İnsan da başıboş, serseri, sahipsiz bir hayvan değildir. Ancak, onun da bütün harekât ve ef’âli yazılıyor, tesbit ediliyor. Ve a’mâlinin neticeleri hıfzediliyor ki, muhasebe-i kübrâda ona göre derece alsın. Hülâsa, her güz mevsiminde yapılan tahribat, gelecek bahar mevsimlerinde gelen yeni misafirler için yer tedarik etmek ve bir nevi terhis ve izinlerdir.



Cenâb-ı Hakk: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi AllahSâni-i Ebedî: varlığının sonu olmayan ve herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allah
a'mâl: ameller, işleradem: yokluk
bekà: devamlılık ve kalıcılık, sonsuzlukbâki: devamlı, kalıcı
cihet: yönebedî: sonsuz
ebedî âlem: sonu olmayan âlem, âhiretef'âl: fiiller, hareketler
ehl-i bekà: bâkî olanlar, sonsuza dek yaşayanlarehl-i iman: Allah’a ve Allah’tan gelen herşeye inanan kimseler
fenâ: geçip gitme, kaybolmagüz mevsimi: sonbahar
hakikî: asıl, gerçekhalef: birinin yerine sonradan geçen
harekât: hareketlerhâmile: taşıyan, yüklenen
hülâsa: özetlehıfz: koruma, saklama
idam: yokluğa mahkum etmeihzar etmek: hazırlamak
kezâlik: böylece, bunun gibikudret-i Ezeliyye: Allah’ın ezelden beri var olan kudreti, güç ve muktedir olan iktidarı
kuvve-i hafıza: hafıza gücü, bellekmaahaza: bununla beraber, bununla birlikte
masnuat: san’atla yaratılmış varlıklarmasnuat-ı fâniye: gelip geçici olan sa’nat eseri varlıklar
medar: sebep, vesilemenzil: oturulan mekân, yer
misal: akis, yansıma, temessül; örnekmuhasebe-i kübrâ: büyük muhasebe, hesaba çekilme; Allah’ın bütün insanları öldükten sonra dirilttiğinde hayatlarının tamamından hesaba çekmesi
müzeyyen: süslünail olmak: erişmek
nevi: tür, çeşitnimet: iyilik, lütuf, ihsan
nümune: örnek, misalsevk: yöneltme
suret: görüntütahribat: yıkımlar, bozmalar
tedarik etmek: elde etmekterhis: göreve son verme
timsal: örnek, benzerzahiren: dış görünüş itibariyle
zahirî: görünürde, dış görünüşteziynet: süs
âlem-i bekà: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemişükür: minnet duyma, teşekkür etme

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 64


Ve keza, bu âlemde tasarruf eden Sâniin öyle bir kitab-ı mübîni vardır ki, ne küçük ve ne büyük, o kitapta yazılıp hıfz edilmemiş hiçbir şey yoktur. O kitabın maddelerinden âlemde görünen yalnız nizam ve mizan maddelerine bak:

Evet, görüyoruz ki, herhangi muvazzaf bulunan birşey, vazifesinden terhis edilmekle daire-i vücuttan çıkarsa, Fâtır-ı Hakîm onun çok suretlerini levh-i mahfuzlarda tesbit eder. Ve tarih-i hayatını, tohumunda ve neticesinde nakşeder ve pek çok gaybî ayinelerde ibkà eder. Meselâ, bir şecere, meyvesiyle hâmile olduğu gibi, tohumu da meyveyle hâmiledir. Demek, ağacın bünyesinde semeresi mevcut olduğu gibi, tohumunda da semere mevcuttur. Ve keza, vücuttan çıkmış pek çok şeyler, insanın kuvve-i hâfızasında mevcut kalır.

İşte bu misallerden hıfz ve hafîziyet kanunu ne derece ihatalı olduğu anlaşıldı. Evet, bu mevcudatın sahibi pek büyük bir ihtimamla mülkünde cereyan eden herşeyi taht-ı hıfz ve muhafazasına almıştır. Ve hâkimiyetinin muhafazası için sonsuz bir dikkati vardır. Ve rububiyetinde tam bir intizam ve saltanat vardır ki, ednâ bir hadiseyi, âdi bir hizmeti yazar ve yazdırır.

İşte bu derece ihatalı, ihtimamlı bir hıfz kanunu, elbette âlem-i âhirette yapılacak bir divan-ı muhasebata bakar. Şu muhafaza kanunu, bütün eşyada câri olduğu gibi, mahlûkatın en eşrefi olan insana da şâmildir. Çünkü, insan Cenâb-ı Hakkın rububiyetine ait şuûnat ve ahvâline şahittir. Ve mahlûkatın cemaatleri içinde, Allah’ın birliğine dellâldır. Ve mevcudatın tesbihatına müşahit ve hilâfet-i kübrayla tekrim ve teşrif edilmiştir. İnsan bu keramete, bu şerefe nail olduğu



Cenâb-ı Hakk: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi AllahFâtır-ı Hakîm: her şeyi hikmetle ve benzersiz şeyleri üstün san’atıyla yaratan Allah
Sâni: herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allahahvâl: haller, durumlar
cemaat: toplulukcereyan etmek: meydana gelmek
câri olmak: geçerli olmakdaire-i vücut: varlık dairesi; dünya hayatı
dellâl: ilân edicidivan-ı muhasebat: insanların sorgulanıp hesaba çekileceği yüksek makam; mahşerdeki hesap
ednâ: en küçük, en aşağıeşref: en şerefli
gaybî: bilinmeyen, gayb âlemine aithadise: olay
hafîziyet: Allah’ın herşeyi koruyup saklamasıhilâfet-i kübra: en büyük halifelik; insanların Allah tarafından bütün varlıkların üzerinde bir temsilci kılınması
hâkimiyet: egemenlik, hükümranlıkhıfz: koruma, saklama
ibkà etmek: bâkileştirme, sürekli ve kalıcı hâle getirmeihatalı: kapsamlı; kuşatıcı
ihtimam: özen, önem vermeintizam: düzenlilik
kanun: tabiat olaylarının bağlı olduğu değişmez kàide; yasakeramet: yüksek şeref sahibi kılınmak
keza: bunun gibikitab-ı mübîn: her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap; Kur’ân-ı Kerim
kuvve-i hâfıza: hâfıza gücü, belleklevh-i mahfuz: herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir defteri, unvanı
mahlûkat: yaratılmış varlıklarmevcudat: varlıklar, var edilenler
mevcut: varmisal: örnek
mizan: ölçü, dengemuvazzaf: görevli
mülk: sahip olunan ve kendisine hükmedilen şeymüşahit: gören, şâhit olan
nail olmak: erişmeknakşetmek: işlemek
nizam: düzenrububiyet: Allah’ın her varlığa, yaratılış gayelerine ulaşmaları için zarar verici şeylerden koruyup, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye etmesi, tedbir, tasarruf ve egemenliği altında bulundurması ve mutlak bir düzenlilik içinde yönetmesi
saltanat: egemenlik, hâkimiyet, sultanlıksemere: meyve
suret: görüntütaht-ı hıfz ve muhafaza: koruma altına alıp kollama, kaydetme
tarih-i hayat: özgeçmiştasarruf etmek: dilediği gibi kullanmak
tekrim edilmek: yüceltilmek, saygıya lâyık bulunmakterhis edilmek: salıverilmek, görevi bitince işine son verilmek
tesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anmateşrif edilmek: şerefli kılınmış, kendisine bir makam verilmiş
âdi: basit, sıradanâlem: kâinat
âlem-i âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayatşahit: tanık
şecere: ağaçşuûnat: işler, hâller
şâmil: kapsayıcı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 65


halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mes’ul zannetmesin. Onun da divan-ı muhasebatta pek karışık hesapları vardır. Ondan kurtulduktan sonra, müstehak olduğu yere gidecektir.

Evet, Kudret-i ezeliyeye nisbetle, ölümden sonra haşrin gelmesi, güzden sonra baharın gelmesi gibidir. Evet, nebatat gibi insanın da bir güzü, bir de baharı vardır. Evet, geçmiş zamanda vukua gelmiş olan mu’cizat-ı kudret, Sâniin bütün imkânat-ı istikbaliyeye kadir olduğuna kat’î şahit ve burhanlardır.

Ve keza, bu âlemin mâliki, kendi kudretine pek kolay ve pek ehven ve ibâdına fevkalâde mühim ve pek şedidü’l-ihtiyaç olan haşrin tekrar be tekrar vaadinde bulunmuştur. Malûmdur ki, hulfül-vaad, kudretin izzetine, rububiyetin merhametine zıttır. Zira, vaadin hilâfını yapmak, cehlin veya aczin alâmetidir. Bu ise, Kadîr-i Mutlak, Hakîm-i Mutlak olan zâta muhaldir.

Maahaza, insanların haşri nebatatın haşri gibidir. Bunu gören onu nasıl inkâr eder? Haşrin icadına olan vaadi ise, bütün enbiyanın tevatürüyle ve büyük insanların icmâıyla sabit olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîmin lisanıyla da sabittir.

Ezcümle,
اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لاَرَيْبَ فِيهِ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللهِ حَدِيثًا
blank.gif
1

olan âyet-i kerime, büyük bir şiddet ve kuvvetle haşrin icadına söz veriyor. Fakat, bazı insan pek nankördür ki, bütün mevcudat, sıdkına ve hak olduğuna delâlet


[NOT]Dipnot-1 “Allah Teâlâ ki, Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. And olsun ki, geleceğinde şüphe olmayan kıyamet gününde O sizi kabirlerinizden toplayıp diriltecektir. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” Nisâ Sûresi, 4:87.
[/NOT]



Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi AllahKadîr-i Mutlak: herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah
Kudret-i ezeliye: ezelî olan Allah’ın kudreti, güç ve kuvvetiSâni: herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allah
acz: acizlik, güçsüzlükalâmet: belirti
burhan: güçlü ve sarsılmaz delilcehil: cahillik
divan-ı muhasebat: insanların sorgulanıp hesaba çekileceği yüksek makam; mahşerdeki hesapehven: daha kolay
enbiya: nebiler, peygamberlerezcümle: meselâ, örneğin
fevkalâde: olağanüstügayr-ı mes’ul: mes’ul olmayan, sorumlu tutulmayan
güz: sonbaharhak: doğru, gerçek
haşir: öldükten sonra yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanmahilâf: ters, zıt
hulfül-vaad: sözünden dönmeibâd: kullar
icad: var etme, vücuda getirmeicmâ: fikir birliği, aynı görüşte birleşme
imkânat-ı istikbaliye: geleceğe ait imkânlar, olması mümkün olan ihtimaller inkâr: reddetme
izzet: üstünlük, yücelikkadir: her şeye gücü yeten
kat'î: kesin, şüphesizkeza: bunun gibi
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarılisan: dil
maahaza: bununla birliktemalûm: bilinen, belli
merhamet: acıma, şefkatmevcudat: varlıklar, yaratılanlar
muhal: imkânsızmu’cizat-ı kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarının mu’cizeleri
mâlik: sahipmühim: önemli
müstehak olmak: lâyık olmak, hak etmeknebatat: bitkiler
nisbet: kıyas, oranrububiyet: herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri verme, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurma
sıdk: doğruluktevatür: yalanda birleşmeleri imkânsız olan insanların verdiği doğru ve kesin haber
vaad: söz vermevukua gelmek: gerçekleşmek
zira: çünküâlem: kâinat
âyet-i kerime: Kur’ân'da geçen her bir cümleşedidü’l-ihtiyaç: şiddetli ihtiyaç

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 66


ettiği o Mâlikü’l-Mülkün sözlerini tasdik etmez, kendi hezeyanına ve ahmaklığına itimat eder.

Ve keza, bu âlemde pek ihtişamlı bir rububiyet âsârıyla şâşaalı bir saltanatın şuâları görünmektedir. Evet, görüyoruz ki, koca arz, sekenesiyle beraber, ehlî, zelil, mutî bir hayvan gibi o rububiyetin emri altında beslenir. Güzde ölmesi, baharda dirilmesi ve bir Mevlevî gibi raks ve hareketi ve sair bütün işleri o emre tâbi olduğu gibi, şemsin de seyyaratıyla tanzim ve teshiri ve sair vaziyetleri o emre bağlıdır. Halbuki, azametli şu rububiyet-i sermediye ve bu saltanat-ı ebediye şöyle zayıf, zâil, muvakkat temeller ve esaslar üzerine bina edilemez. Ve bu mütebeddil, belâlı, kederli, fâni dünya üzerine kaim olamaz. Ancak, bu dünya o azametli rububiyetin pek azîm ve geniş dairesi içinde insanları tecrübe ve imtihan, kudretin mu’cizelerini teşhir ve ilân için kurulmuş muvakkat bir menzildir ki, tahrip edilip pek muazzam, geniş, ebedî ve bâki bir âleme cüz olmak için tebdil edilecektir. Binaenaleyh, bu tebeddülât ma’razı olan âlemin Sânii için, diğer tagayyürsüz, sabit bir âlemin vücudu zarurîdir.

Maahaza, zahirden hakikate geçen ervah-ı neyyire ashabı ve kulûb-u münevvere aktabı ve ukul-ü nuraniye erbabı ve kurb-u huzur-u İlâhîde dahil olanlar, o Zât-ı Zülcelâlin, mutîler için bir dâr-ı mükâfat ve âsiler için bir dâr-ı mücâzat ihzar ettiğini ve pek metin vaadlerle şedit tehditleri olduğunu kat’î ihbar ediyorlar.



Mevlevî: Mevlevîlik tarikatına mensup kimseMâlikü'l-Mülk: herşeyin gerçek sahibi olan Allah
Sâni: herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan AllahZât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan yüce Zât, Allah
arz: dünyaazametli: büyük, büyük heybet sahibi
azîm: büyükbina edilmek: kurulmak
binaenaleyh: bundan dolayıbâki: devamlı, kalıcı
cüz: parçadahil olmak: katılmak
delâlet etmek: göstermek, işaret etmekdâr-ı mücâzat: ceza yeri
dâr-ı mükâfat: mükâfat, ödül yeriebedî: sonsuz
ehlî: evcilervah-ı neyyire ashabı: nurlu ruh sahipleri; manevî âlemlerdeki nurlara ulaşan büyük zâtlar
esas: temelfâni: geçici
güz: sonbaharhakikat: her şeyin aslı ve esası, gerçek mahiyeti
hezeyan: boş söz, saçmalamaihbar etmek: haber vermek
ihtişamlı: haşmetli, heybetliihzar etmek: hazırlamak
itimat etmek: güvenmekkaim olmak: varlığı devam etmek, ayakta durmak
kat'î: kesinkeza: bunun gibi
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarıkulûb-u münevvere aktabı: kalp aracılığıyla nurlara ulaşan ve manevî bir kutup hâline gelen insanlar
kurb-u huzur-u İlâhî: İlâhî yakınlığa ulaşma makamımaahaza: bununla beraber, bununla birlikte
ma’raz: bir şeylerin sergilendiği yermenzil: durak, oturulan yer, mekân
metin: sağlammuazzam: azametli, çok büyük
mutî: itaat eden, emre uyanmuvakkat: geçici
mütebeddil: değişkenraks ve hareket: oynama, düzenli bir şekilde hareket etme
rububiyet: Allah’ın bütün varlıklar üzerindeki malikiyet ve egemenliği, her varlığı yaratılış amacına hikmetle ulaştıran terbiyesirububiyet-i sermediye: Allah’ın bütün varlıklar üzerindeki kesintisiz mâlikiyet ve egemenliği ve her varlığı yaratılış amacına hikmetle ulaştıran kesintisiz terbiyesi
sair: başkasaltanat: egemenlik, hâkimiyet
saltanat-ı ebediye: sonsuz hakimiyet; Allah’ın sonsuz egemenliği, hâkimiyetisekene: sakinler, ikamet edenler
seyyarat: gezegenlertagayyürsüz: değişmeyen, sabit
tahrip etmek: bozmaktanzim: düzenleme
tasdik etmek: doğrulamak, onaylamaktebdil etmek: değiştirmek
tebeddülât: değişimlerteshir: boyun eğdirme, itaat ettirilme
teşhir: sergilemetâbi olmak: uymak
ukul-ü nuraniye erbabı: nuranî akıl sahipleri; akıl yoluyla manevî hakikatlerin nuruna ulaşan kişilervaad: verilen söz
vaziyet: durumvücud: varlık
zahir: dış görünüşzarurî: zorunlu
zelil: aşağı, alçakzâil: gelip gidici
âlem: dünya, evrenâsi: isyan eden
âsâr: eserlerşedit: şiddetli
şems: güneşşuâ: ışık hüzmesi, ışın
şâşaalı: gösterişli, göz alıcı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 67


Malûmdur ki, vaadleri ifa etmemek bir züldür. Hâlık-ı Âlem züll ve zilletlerden münezzehtir. Ve aynı zamanda, o hakikati ihbar eden ehl-i hakikat ve enbiya ve evliya ve asfiya cemaatlerine kâinat bütün âyâtıyla, kelimatıyla, zâhir olarak ihbarlarını teyid ve takviye ediyor. Ey insan! Bu haberden daha doğru bir haber ve bu sözden daha doğru bir söz var mıdır?

Ve keza, bu âlemin mutasarrıfı, dar ve muvakkat şu arz meydanında, âlem-i âhiretin büyük meydanının çok misallerini, nümunelerini her vakit gösteriyor.

Ezcümle: Bahar mevsiminde arzın sathında yapılan nebatî haşirlere dikkat lâzımdır. Evet, altı gün zarfında, o karışık nebatatın tohumlarından ölmüş, çürümüş, kaybolmuş olan cesetleri galatsız, haltsız kemâ fi’s-sâbık inşa ve iâde etmekle, arz meydanında nebatî haşirleri yapan kudret, semâvat ve arzı altı günde halk etmesinden âciz değildir. Ve o kudrete nazaran göz işareti kadar kolay olan haşr-i insanîyi yapmamak imkânı var mıdır? Evet, haşr-i nebatîde kelimeleri, yazıları tamamen silinmiş üç yüz bin kadar sahifeleri, birlikte, bilâhalt ve bilâgalat, kısa bir zamanda eski yazılarını iâde eden bir kudrete tek bir sahifeden ibaret bulunan haşr-i insanî ağır gelir mi? Hâşa!

İşte o kudret sahibi, lisan-ı Kur’ân’la emrettiği,

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْىِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۤ اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْىِ الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
blank.gif
1
âyet-i kerimesi bu meselenin hakikat olduğuna sarahatle şehadet ediyor.

Ey aziz arkadaş! Cenâb-ı Hakkın şu tasarrufatından ve şuûnatından anlaşıldı




[NOT]

Dipnot-1 “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kàdirdir.” Rum Sûresi, 30:50.



[/NOT]



Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi AllahHâlık-ı Âlem: bütün evreni ve varlık âlemini yaratan Allah
arz: dünyaasfiya: Hz. Peygamber yolundan giden ilim ve takvâ sahibi velî kullar
aziz: çok değerli, izzetlibilâgalat: hatasız, yanlışsız
bilâhalt: karıştırmadancemaat: topluluk
ehl-i hakikat: hakikat ehli; hakikatlere ulaşan veya ulaşmayı temel alanlarenbiya: nebiler, peygamberler
evliya: Allah’ın sevgili kulları, velilerezcümle: meselâ, örneğin
galatız: hatasız, yanlışsızhakikat: her şeyin aslı ve esası, gerçek mahiyeti
halk etmek: yaratmakhaltsız: karıştırmaksızın
haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanmahaşr-i insanî: insanın öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzuruna getirilmesi
haşr-i nebatî: bitkilerin öldükten sonra her baharda yeniden yaratılmasıhâşa: asla öyle değil
ifa etmek: yerine getirmekihbar: haber verme
inşa etmek: bina etmek, yapmakkelimat: kelimeler
kemâ fi’s-sâbık: aynen eskisi gibi
keza: bunun gibi
kudret: güç, iktidar; Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve muktedir olan iktidarılisan-ı Kur'ân: Kur’ân dili ve lisanı
malûm: bilinenmisal: benzer
mutasarrıf: mülkünde dilediği gibi tasarruf edenmuvakkat: geçici
münezzeh: arınmış, temiznazaran: bakarak, –göre
nebatat: bitkilernebatî: bitkisel
nümune: örneksarahatle: açık bir şekilde
satıh: yüzeysemâvat: gökler
takviye: güçlendirme, desteklemetasarrufat: tasarruflar, herşeyi dilediği gibi kullanma ve yönetmeye dair işler
teyid: doğrulamavaad: verilen söz
zillet: alçaklık, aşağılıkzâhir: açık, görünür
zül: alçaklıkâciz: güçsüz
âlem-i âhiret: öldükten sonraki hayat, âhiret âlemiâyât: âyetler, deliller
şehadet etmek: şahid olmakşuûnat: hâller, durumlar, işler

 
Üst