Cevap: Lâsiyyemalar - Sayfa: 60
bir hüsn fâni bir müştaka razı olamaz. Ve zâil ve fâni bir âşıkın, ebedî ve bâki olan mahbubuna muhabbeti adavete kalb olur. Evet insan, eli veya fehmi yetişmediği güzel birşeyi, kendisini tesellî için takbih eder. Bu itibarla, bu âlem Sâni’i istilzam ettiği gibi, Sâni’ de âlem-i âhireti istilzam eder.
Ve keza, bu âlemin Sâni’inde pek rahîmâne bir şefkat vardır. Zîra görüyoruz ki, bu âlemde yardım isteyen bir musibetzedeye kemâl-i sür’atle yardım ediliyor. Dergâh-ı izzete iltica eden kurtuluyor. Sual eden sâillerin istekleri veriliyor. En âdi bir zîhayatın sesi işitiliyor ve hâceti kabul ediliyor. İşte böyle bir şefkat sahibi, nev-i beşerin en büyük, en lâzım, en zarurî, şedit bir hâceti hakkında, bütün insanlar namına yaptığı duada istediği Cenneti ve saadet-i ebediyeyi ve ba’sü ba’del mevti yapacaktır. Bilhassa, o reis-i muhteremin şu umumî duasına, bütün zevilhayat, bütün mahlûkat “Âmin! Âmin!” diyorlar.
Bak, o zât öyle bir maksat, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki, insanı ve bütün mahlûkatı, esfel-i sâfilîn olan fenâ-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyetten, âlâ-yı illiyîn olan kıymete, bekàya, ulvî vazifeye, mektubat-ı Samedâniye olması derecesine çıkarıyor.
Bak, hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdatkârâneyle istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâneyle yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata, semâvâta, arşa işittirip, vecde getirip, duasına “Âmin, Allahümme, âmin!” dedirtiyor.
Acaba bütün benî Âdemi arkasına alıp, şu arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa-i ubudiyetini câmi hakikat-i ubudiyet-i
Allahümme: âmin ey Allahım, kabul eyle | Arş-ı Âzam: Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer |
Sâni’: herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allah | abesiyet: faydasızlık, anlamsızlık |
adavet: düşmanlık | arz: dünya |
arş: gök, semâ | ba’sü ba’del mevt: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilme |
bekà: devamlılık ve kalıcılık, sonsuzluk | benî Âdem: Âdem oğulları, insanlar |
bilhassa: özellikle | bâki: devamlı, kalıcı |
câmi: kapsayan, içine alan | dergâh-ı izzet: Allah’ın üstünlük, yücelik kapısı |
ebedî: sonsuz | esfel-i sâfilîn: aşağıların aşağısı |
fehm: anlayış, kavrayış | fenâ-yı mutlak: sonsuz yok oluş, her şeyini kaybedip gitme |
fâni: geçici, sonlu | fîzar-ı istimdatkârâne: imdat ve yardım isteyen bir edâ ile inleme |
gaye: amaç, hedef | hâcet: ihtiyaç |
hülâsa-i ubudiyet: kulluğun özü, özeti | hüsün: güzellik |
iltica etmek: sığınmak | istilzam etmek: gerektirmek |
itibar: özellik | kalb olmak: dönüşmek |
kemâl-i sür'at: çok hızlı bir şekilde | kezâ: bunun gibi |
lâzım: gerekli | mahbub: sevgili |
mahlûkat: yaratılmış varlıklar | maksat: amaç, hedef |
mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler | mevcudat: varlıklar, var edilenler |
muhabbet: sevgi | musibetzede: belâya, sıkıntıya düşmüş olan kimse |
müteveccihen: yönelerek | müştak: çok istekli, aşık |
namına: adına | nev-i beşer: insanlar, insanlık türü |
niyaz-ı istirhamkârâne: rahmet dileyerek dua etme, yalvarma | rahîmâne: çok merhametli ve şefkatli bir şekilde |
razı olmak: hoşnut olmak | reis-i muhterem: hürmet ve saygıya lâyık olan önder |
saadet: mutluluk | saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk |
semâvât: gökler | sual etmek: istemek |
sukut: alçalış, düşüş | sâil: dileyen, isteyen |
takbih etmek: kötülemek | ulvî: yüksek, yüce |
umumî: genel, herkese ait | vazife: görev |
vecde getirmek: coşkuya getirmek | zarurî: zorunlu |
zevilhayat: canlılar | zâil: yok olup gidici, geçici |
zât: kişi | zîhayat: canlı, hayat sahibi |
zîra: çünkü | âdi: basit, sıradan |
âlem: dünya; kâinat | âlem-i âhiret: öldükten sonraki hayat, âhiret âlemi |
âlâ-yı illiyîn: yüceler yücesi, en yüksek mertebe | âmin: kabul eyle, ey Allahım |
şedit: şiddetli | şefkat: merhamet |