Takdis
(Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmın çamurunu eliyle yoğurdu) ve
(Mü’minin kalbi Rahmânın iki parmağı arasındadır) hadîs-i şerîflerinde
geçen el (yed) ve parmak (usbu’) kelimeleri teşbîhe götüren, müteşâbih
lafzlardır. El kelimesi duyulduğunda iki ma’nâ akla gelir.
Bunlardan
biri et, kemik, sinir ve damarlardan müteşekkil uzva konulmuş ismdir. Et,
kemik, sinir ve damarlar husûsî sıfatları olan husûsî cismlerdir. Cism, uzunluğ
u, genişliği ve derinliği olan [boşlukda yer kaplayan maddenin şekl almı
ş hâli olan] şeylerdir.
Bulunduğu mekânda başka birinin bulunmasına
mâni’ olur. Kendisi yerinden ayrılmadıkca oraya başkası giremez.
Ba’zan bu el lafzı, aslâ cism ile alâkalı olmayan bir ma’nâya da gelebilir.
Meselâ, “Ülke Emîrin elindedir” denildiğinde, emîrin eli kesik olsa
bile ülkenin emîrin hükmü ve idâresi altında olduğu anlaşılır. Avâm olsun,
havâs olsun hadîs-i şerîfde bildirilen elin et, kan ve kemikden müteşekkil
olan uzv olmadığını düşünmelidir.
Çünki, Allahü teâlâ hakkında
böyle düşünmek muhaldir, mümkin değildir. Zîrâ Allahü teâlâ, cism olan
şeylerle vasıflandırılmakdan münezzehdir. Allahü teâlâyı uzvlardan meydâna
gelmiş bir cism olarak düşünen, puta tapmış olur.
Çünki her cism
mahlûkdur. Mahlûka ibâdet etmek küfrdür. Puta tapmak küfrdür. Çünki
put, mahlûkdur ve cismdir.
Cisme tapan da halef ve selef imâmlarının icmâ’ı
ile kâfir olur.
Bu kendisine tapılan cism, ister sert ve katı dağlar gibi
kesîf olsun, ister hava ve su gibi latîf olsun, ister yeryüzü gibi karanlı
k, ister güneş, ay ve yıldızlar gibi parlak olsun, ister hava gibi renksiz ve
şeffaf olsun, ister Arş, Kürsî ve gök kadar büyük olsun, ister zerre ve toz
gibi küçük olsun, ister taş gibi cansız olsun, ister insan gibi canlı olsun,
her hâl-ü kârda putdur.
Cismin güzelliği, cemâli, azameti, küçüklüğü, katılığı,
kalıcı olması onu put olmakdan çıkarmaz.
Allahü teâlâ cism değildir, eli ve parmağı cism değildir diyen kimse,
Onu uzviyyetden, et ve sinirden nefy etmiş olur. Böylece hâdis olmanın
îcâb etdirdiği şeylerden Rabbini tenzîh etmiş olur.
Ondan sonra, Allahü
teâlânın eline ve parmağına dâir Kur’ân-ı kerîm veyâ hadîs-i şerîfde
geçen kelimenin, cism olmayan veyâ cismlere has olan sıfatlardan başka,
Allahü teâlânın şânına lâyık bir ma’nâsı olduğuna inanmak lâzımdır.
Bu ma’nâyı anlıyamıyan, hakîkatini kavrıyamıyan için mükellefiyet yokdur.
Çünki bu ma’nâları bilmekle aslâ mükellef tutulmamışdır.
Bunların hakîkî
ma’nâsını veyâ te’vîlini bilmesi üzerine vâcib değildir. Vâcib olan, ileride
geleceği gibi, müteşâbih kelimeler üzerinde derin düşüncelere dalmamakdır.
İkinci misâl:
Hadîs-i şerîflerde bildirilen sûret lafzıdır. (Allahü teâlâ
Âdemi kendi sûretinde yaratdı) ve (Ben Rabbimi en güzel sûretde gördüm)
hadîs-i şerîflerindeki sûret lafzı, müşterek ismdir.
Ba’zan et ve kemikden
meydâna gelmiş, herbiri husûsî yapıda olan göz, burun, ağız, yanak
gibi cismlerin özel bir şeklde düzenlenmesinden hâsıl olan hey’ete
verilen ismdir. Ba’zan de sûret lafzı kullanılınca, cism olmayan, cismde
hey’et ve cismlerde tertîb olmıyan şey murâd olunur.
Meselâ, “Mes’elenin
sûretini bildi” ve benzeri sözlerdeki sûret lafzları böyledir. Her mü’min
bilmelidir ki, sûret lafzı, Allahü teâlâ için yukarıdaki birinci ma’nâdaki gibi
et ve kemikden meydâna gelmiş burun, ağız ve yanakdan müteşekkil
düşünülemez.
Çünki bunların hepsi cismdir ve cismlerdeki hey’etdir.
Cismlerin ve hey’etlerin yaratıcısı, bunlara benzemekden ve sıfatlarından münezzehdir.
Bunu yakînen böyle bilen mü’mindir.
Eğer hâtırına, bu kelimeden kasd edilen ma’nâ bu değilse, acabâ
istenen ma’nâ nedir, diye gelirse, bu durumda bilmelidir ki, bu mevzû’da
araşdırma yapmak emr olunmamış, bu mevzû’a dalmamak emr
olunmuşdur.
Çünki bu mevzû’, tâkatinin üstündedir. Fakat o kimseye lâzım
olan, sûret lafzı ile, cism ve cisme has sıfat olmayan ve Allahü teâlânın
azamet ve celâline lâyık olan bir ma’nânın murâd buyurulduğunu i’tikâd
etmesidir.
Üçüncü misâl: Bir kimsenin kulağına nüzûl (inme) kelimesi çalınınca,
bunun müşterek ism olduğunu bilmelidir. (Allahü teâlâ her gece dünyâ
semâsına iner) hadîs-i şerîfindeki inme (nüzûl), müteşâbih bir kelimedir.
İnsanın hâtırına cismin inmesi gelebilir.
Ba’zan nüzûl cismler için kullanılır. O zemân nüzûl kelimesinin üç cisme ihtiyâcı vardır. Birincisi, sâkinine mekân olan yüksek cismdir.
İkincisi, yine sâkinine mekân olan alçak
cismdir. Üçüncüsü, aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya intikâl
eden cismdir. Aşağıdan yukarıya çıkmağa su’ûd, urûc veyâ raky denir.
Yüksekden alçağa inmeğe de nüzûl ve hübût denir.
Ba’zan da nüzûl lafzı cismden başka ma’nâda kullanılır. O zemân
cismin hareketi ve intikâlini düşünmeğe ihtiyâc kalmaz. Nitekim Allahü teâlâ,
Zümer sûresi, altıncı âyetinde meâlen, (Sizin için [büyük baş] hayvanlardan
sekiz çift indirdi) buyurmuşdur.
Deve, sığır gibi hayvanların
gökden intikâl ederek nüzûl etmeleri görülmemişdir. Bunların rahmlerde
yaratıldığı bilinmekdedir. O hâlde bu inzâlde şübhesiz başka bir ma’nâ
vardır.
İmâm-ı şâfi’î “radıyallahü anh” da, “Mısra gitdiğimde, Mısr halkı sözümü
anlamadılar. Ben de indim, sonra dahâ indim, sonra dahâ da indim”
buyurmuşdur. İmâm-ı şâfi’î bu inme ile, vücûdünün aşağıya indiğini
kasd etmemişlerdir.
[Halkın seviyesine indiklerini söylemişlerdir.]
O hâlde her mü’min, Allahü teâlâ hakkında nüzûl, birinci ma’nâda
olduğu gibi, bir şahsın cesedi ile yukarıdan aşağıya intikâli olmadığını kesin
bilmelidir. Çünki şahs ve cesed cismdir. Allahü teâlâ ise cism değildir.
Eğer bu ma’nâ kasd edilmiyor ise, hangi ma’nâ kasd ediliyor, diye
hâtırına bir düşünce gelirse, ona deriz ki:
Semâdan devenin indirilmesini
anlamakda âciz olan sen, Allahü teâlânın dünyâ semâsına nüzûlünü anlamakda
dahâ da âcizsin.
Bu konu seni ilgilendirmez.
İbâdetin ile veyâ mesleğinle meşgûl ol.
Dilini tut.
Her ne kadar hakîkatini ve nasıl olduğunu
bilmesen de arab lügatinde nüzûl kelimesinin, Allahü teâlânın azamet
ve celâline yakışır bir ma’nâsının câiz olduğunu bilmelisin.
Dördüncü misâl: Kur’ân-ı kerîmdeki fevk [üst] lafzıdır.
En’am sûresi,
onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O kullarının fevkınde yegâne
tasarruf sâhibidir) ve Nahl sûresi, ellinci âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar) buyurulmuşdur. Bu âyet-i
kerîmelerde geçen fevk kelimesini avâmdan birisi duyduğu zemân, fevk
kelimesinin iki ma’nâda kullanılan müşterek bir ism olduğunu bilmelidir.
Birinci ma’nâsı, yukarıda olan bir cismin aşağıda olan bir cisme nisbeti
gibidir. Ya’nî yukarıda olan aşağıdakinin başının üzerinde olmasıdır.
İkinci ma’nâda fevk, rütbe için kullanılır.
Bu ma’nâda, “ilm ilmden üstündür”
denildiği gibi, “Halîfe sultânın fevkındedir” ve “Sultân vezîrin fevkındedir”
denir. Birinci ma’nâ, bir cismin diğer bir cisme nisbetini gerekdirir.
İkinci ma’nâda ise, cisme ihtiyâc yokdur.
O hâlde mü’min, kesin olarak bilmelidir ki, birinci ma’nâ, istenen
ma’nâ değildir. Allahü teâlâ hakkında muhâldir.
Çünki birinci ma’nâ,
cismin veyâ cismlerin sıfatlarının îcâb etdirdiklerindendir.
O hâlde fevk kelimesinin birinci ma’nâsının Allahü teâlâ hakkında
nefy edileceğini bilen kimsenin, bu kelimenin niçin ve ne ma’nâda kullanı
ldığını bilmese de, üzerine herhangi bir mes’ûliyyet yüklenmez ve bu
mevzû’a dalıp araşdırmasına lüzûm yokdur.
Zikr etdiğimiz müteşâbih lafzların
üzerine zikr etmediklerimiz kıyâs edilebilir.