Müteşâbih Haberler Hakkında Selefin İ'tikâdı

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Basîret ehli yanında şübhesiz en açık hak mezheb, Selefin mezhebidir.
Ya’nî Eshâb-ı kirâm ve tâbi’înin mezhebidir.

İşte şimdi bu mezhebi
ve delîllerini açıklıyarak diyorum ki, bizce hak olan Selef mezhebinin
hakîkati, avâmdan olan, ya’nî islâm i’tikâdını iyice bilmiyen bir kimseye,
Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları hakkında müteşâbih bir haber veyâ söz ulaşı
nca, onun üzerine yedi şey vâcib olur:

1– Takdîs,

2– Tasdîk,

3– Aczini i’tirâf etmek,

4– Sükût,

5– Keff (el çekmek, çekinmek),

6– İmsâk,

7– Ma’rifet ehline teslîm olmak.


1– Takdîs:
Allahü teâlâyı cism olmakdan ve cisme benzer şeylerden
tenzîh etmekdir.

2– Tasdîk: Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdukları
na inanmakdır. Bütün bildirdikleri hakdır, doğrudur. Buyurduklarında sâdı
kdır. Hak Onun dediği ve murâd etdiği yöndedir.

3– Aczini i’tirâf etmek: Avâmın, müteşâbih bir haberde Allahü
teâlânın ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” murâdını bilmenin
ve anlamanın, gücü dışında olduğunu ikrâr etmekdir. Zâten bu avâmın şânı
ndan değildir, vazîfesi de değildir.

4– Sükût: Teşbîhe götüren haberlerin ma’nâsından avâmın süâl sor-
maması, o mevzu’a dalmaması, ondan süâl etmenin bid’at olduğunu bilmesidir.
O mevzu’a dalmasında dîni için tehlüke vardır. Farkında olmadan
küfre düşebilir.

5– İmsâk:
Teşbîh uyandıran lafzlarda tasarruf etmemek [hükm
vermemek], başka bir dile çevirmemek, onda ziyâde ve noksanlık yapmamak,
cem’ ve tefrîk [birleşdirme ve ayırma] yapmamakdır. Belki söylenen
lafzı, îrâdı, irâbı, tasrîfi ve sîgası nasıl bildirilmişse, o şeklde söylemelidir.

6– Keff: Avâmın, müteşâbih sözlerin ma’nâlarını irdelemekden
gönlünü ve zihnini men’ etmek ve tefekkür etmemekdir.

7– Teslîm: Ma’rifet ehline teslîm olmakdır. Kendisine âcizliği dolayı
sıyla gizli olan müteşâbihlerin, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”,
Peygamberlere “aleyhimüsselâm”, sıddîklara ve velîlere gizli kalmadığı-
na i’tikâd etmekdir.

Selef-i sâlihîn, yukarıdaki yedi maddeyi avâmın herbiri üzerine vazîfe
olarak vâcib kılınmasını i’tikâd etmişlerdir. Selefin bu yedi vazîfenin
herhangi birine muhâlefeti düşünülemez.

Şimdi bu vazîfeleri teker teker
açıklayalım:


İlcamlul - Avam an İlm'il Kelam - İmam Gazali

 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Takdis

(Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmın çamurunu eliyle yoğurdu) ve
(Mü’minin kalbi Rahmânın iki parmağı arasındadır) hadîs-i şerîflerinde
geçen el (yed) ve parmak (usbu’) kelimeleri teşbîhe götüren, müteşâbih
lafzlardır. El kelimesi duyulduğunda iki ma’nâ akla gelir.

Bunlardan
biri et, kemik, sinir ve damarlardan müteşekkil uzva konulmuş ismdir. Et,
kemik, sinir ve damarlar husûsî sıfatları olan husûsî cismlerdir. Cism, uzunluğ
u, genişliği ve derinliği olan [boşlukda yer kaplayan maddenin şekl almı
ş hâli olan] şeylerdir.

Bulunduğu mekânda başka birinin bulunmasına
mâni’ olur. Kendisi yerinden ayrılmadıkca oraya başkası giremez.
Ba’zan bu el lafzı, aslâ cism ile alâkalı olmayan bir ma’nâya da gelebilir.
Meselâ, “Ülke Emîrin elindedir” denildiğinde, emîrin eli kesik olsa
bile ülkenin emîrin hükmü ve idâresi altında olduğu anlaşılır. Avâm olsun,
havâs olsun hadîs-i şerîfde bildirilen elin et, kan ve kemikden müteşekkil
olan uzv olmadığını düşünmelidir.

Çünki, Allahü teâlâ hakkında
böyle düşünmek muhaldir, mümkin değildir. Zîrâ Allahü teâlâ, cism olan
şeylerle vasıflandırılmakdan münezzehdir. Allahü teâlâyı uzvlardan meydâna
gelmiş bir cism olarak düşünen, puta tapmış olur.

Çünki her cism
mahlûkdur. Mahlûka ibâdet etmek küfrdür. Puta tapmak küfrdür. Çünki
put, mahlûkdur ve cismdir.

Cisme tapan da halef ve selef imâmlarının icmâ’ı
ile kâfir olur.


Bu kendisine tapılan cism, ister sert ve katı dağlar gibi
kesîf olsun, ister hava ve su gibi latîf olsun, ister yeryüzü gibi karanlı
k, ister güneş, ay ve yıldızlar gibi parlak olsun, ister hava gibi renksiz ve
şeffaf olsun, ister Arş, Kürsî ve gök kadar büyük olsun, ister zerre ve toz
gibi küçük olsun, ister taş gibi cansız olsun, ister insan gibi canlı olsun,
her hâl-ü kârda putdur.

Cismin güzelliği, cemâli, azameti, küçüklüğü, katılığı,
kalıcı olması onu put olmakdan çıkarmaz.

Allahü teâlâ cism değildir, eli ve parmağı cism değildir diyen kimse,
Onu uzviyyetden, et ve sinirden nefy etmiş olur. Böylece hâdis olmanın
îcâb etdirdiği şeylerden Rabbini tenzîh etmiş olur.

Ondan sonra, Allahü
teâlânın eline ve parmağına dâir Kur’ân-ı kerîm veyâ hadîs-i şerîfde
geçen kelimenin, cism olmayan veyâ cismlere has olan sıfatlardan başka,
Allahü teâlânın şânına lâyık bir ma’nâsı olduğuna inanmak lâzımdır.
Bu ma’nâyı anlıyamıyan, hakîkatini kavrıyamıyan için mükellefiyet yokdur.
Çünki bu ma’nâları bilmekle aslâ mükellef tutulmamışdır.

Bunların hakîkî
ma’nâsını veyâ te’vîlini bilmesi üzerine vâcib değildir. Vâcib olan, ileride
geleceği gibi, müteşâbih kelimeler üzerinde derin düşüncelere dalmamakdır.

İkinci misâl:

Hadîs-i şerîflerde bildirilen sûret lafzıdır. (Allahü teâlâ
Âdemi kendi sûretinde yaratdı) ve (Ben Rabbimi en güzel sûretde gördüm)
hadîs-i şerîflerindeki sûret lafzı, müşterek ismdir.

Ba’zan et ve kemikden
meydâna gelmiş, herbiri husûsî yapıda olan göz, burun, ağız, yanak
gibi cismlerin özel bir şeklde düzenlenmesinden hâsıl olan hey’ete
verilen ismdir. Ba’zan de sûret lafzı kullanılınca, cism olmayan, cismde
hey’et ve cismlerde tertîb olmıyan şey murâd olunur.

Meselâ, “Mes’elenin
sûretini bildi” ve benzeri sözlerdeki sûret lafzları böyledir. Her mü’min
bilmelidir ki, sûret lafzı, Allahü teâlâ için yukarıdaki birinci ma’nâdaki gibi
et ve kemikden meydâna gelmiş burun, ağız ve yanakdan müteşekkil
düşünülemez.

Çünki bunların hepsi cismdir ve cismlerdeki hey’etdir.

Cismlerin ve hey’etlerin yaratıcısı, bunlara benzemekden ve sıfatlarından münezzehdir.

Bunu yakînen böyle bilen mü’mindir.

Eğer hâtırına, bu kelimeden kasd edilen ma’nâ bu değilse, acabâ
istenen ma’nâ nedir, diye gelirse, bu durumda bilmelidir ki, bu mevzû’da
araşdırma yapmak emr olunmamış, bu mevzû’a dalmamak emr
olunmuşdur.

Çünki bu mevzû’, tâkatinin üstündedir. Fakat o kimseye lâzım
olan, sûret lafzı ile, cism ve cisme has sıfat olmayan ve Allahü teâlânın
azamet ve celâline lâyık olan bir ma’nânın murâd buyurulduğunu i’tikâd
etmesidir.

Üçüncü misâl: Bir kimsenin kulağına nüzûl (inme) kelimesi çalınınca,
bunun müşterek ism olduğunu bilmelidir. (Allahü teâlâ her gece dünyâ
semâsına iner) hadîs-i şerîfindeki inme (nüzûl), müteşâbih bir kelimedir.
İnsanın hâtırına cismin inmesi gelebilir.

Ba’zan nüzûl cismler için kullanılır. O zemân nüzûl kelimesinin üç cisme ihtiyâcı vardır. Birincisi, sâkinine mekân olan yüksek cismdir.

İkincisi, yine sâkinine mekân olan alçak
cismdir. Üçüncüsü, aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya intikâl
eden cismdir. Aşağıdan yukarıya çıkmağa su’ûd, urûc veyâ raky denir.
Yüksekden alçağa inmeğe de nüzûl ve hübût denir.


Ba’zan da nüzûl lafzı cismden başka ma’nâda kullanılır. O zemân
cismin hareketi ve intikâlini düşünmeğe ihtiyâc kalmaz. Nitekim Allahü teâlâ,
Zümer sûresi, altıncı âyetinde meâlen, (Sizin için [büyük baş] hayvanlardan
sekiz çift indirdi) buyurmuşdur.

Deve, sığır gibi hayvanların
gökden intikâl ederek nüzûl etmeleri görülmemişdir. Bunların rahmlerde
yaratıldığı bilinmekdedir. O hâlde bu inzâlde şübhesiz başka bir ma’nâ
vardır.

İmâm-ı şâfi’î “radıyallahü anh” da, “Mısra gitdiğimde, Mısr halkı sözümü
anlamadılar. Ben de indim, sonra dahâ indim, sonra dahâ da indim”

buyurmuşdur. İmâm-ı şâfi’î bu inme ile, vücûdünün aşağıya indiğini
kasd etmemişlerdir.

[Halkın seviyesine indiklerini söylemişlerdir.]

O hâlde her mü’min, Allahü teâlâ hakkında nüzûl, birinci ma’nâda
olduğu gibi, bir şahsın cesedi ile yukarıdan aşağıya intikâli olmadığını kesin
bilmelidir. Çünki şahs ve cesed cismdir. Allahü teâlâ ise cism değildir.

Eğer bu ma’nâ kasd edilmiyor ise, hangi ma’nâ kasd ediliyor, diye
hâtırına bir düşünce gelirse, ona deriz ki:

Semâdan devenin indirilmesini
anlamakda âciz olan sen, Allahü teâlânın dünyâ semâsına nüzûlünü anlamakda
dahâ da âcizsin.

Bu konu seni ilgilendirmez.


İbâdetin ile veyâ mesleğinle meşgûl ol.

Dilini tut.


Her ne kadar hakîkatini ve nasıl olduğunu
bilmesen de arab lügatinde nüzûl kelimesinin, Allahü teâlânın azamet
ve celâline yakışır bir ma’nâsının câiz olduğunu bilmelisin.
Dördüncü misâl: Kur’ân-ı kerîmdeki fevk [üst] lafzıdır.

En’am sûresi,
onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O kullarının fevkınde yegâne
tasarruf sâhibidir)
ve Nahl sûresi, ellinci âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar) buyurulmuşdur. Bu âyet-i
kerîmelerde geçen fevk kelimesini avâmdan birisi duyduğu zemân, fevk
kelimesinin iki ma’nâda kullanılan müşterek bir ism olduğunu bilmelidir.

Birinci ma’nâsı, yukarıda olan bir cismin aşağıda olan bir cisme nisbeti
gibidir. Ya’nî yukarıda olan aşağıdakinin başının üzerinde olmasıdır.
İkinci ma’nâda fevk, rütbe için kullanılır.


Bu ma’nâda, “ilm ilmden üstündür”
denildiği gibi, “Halîfe sultânın fevkındedir” ve “Sultân vezîrin fevkındedir”
denir. Birinci ma’nâ, bir cismin diğer bir cisme nisbetini gerekdirir.
İkinci ma’nâda ise, cisme ihtiyâc yokdur.

O hâlde mü’min, kesin olarak bilmelidir ki, birinci ma’nâ, istenen
ma’nâ değildir. Allahü teâlâ hakkında muhâldir.

Çünki birinci ma’nâ,
cismin veyâ cismlerin sıfatlarının îcâb etdirdiklerindendir.
O hâlde fevk kelimesinin birinci ma’nâsının Allahü teâlâ hakkında
nefy edileceğini bilen kimsenin, bu kelimenin niçin ve ne ma’nâda kullanı
ldığını bilmese de, üzerine herhangi bir mes’ûliyyet yüklenmez ve bu
mevzû’a dalıp araşdırmasına lüzûm yokdur.

Zikr etdiğimiz müteşâbih lafzların
üzerine zikr etmediklerimiz kıyâs edilebilir.
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
İMAN VE TASDİK

Müteşâbih lafzlarda irâde olunan ma’nânın, Allahü teâlânın azamet
ve celâline yakışır bir ma’nâ kasd edildiğini kesin olarak bilmek ve Resûlullahın

“sallallahü aleyhi ve sellem” Allahü teâlâyı bu lafzlarla vasf etmesinde
sâdık olduğunu bilmek ve inanmakdır.

Resûlullahın buyurduklarının doğru, haber verdiklerinin hak olduğunu şübhe etmeden kalben tasdîk
etmeli, ya’nî muhakkat, şeksiz ve şübhesiz inandık ve tasdîk etdik, demelidir.

Hakîkatine vâkıf olmasam da, Allahü teâlâ kendisini ne ile vasf etmiş
veyâ Resûlü Onu nasıl vasf etmiş ise, Allahü teâlâ [kendisinin ve Resûlünün]
vasf etdikleri gibidir. İrâde etdikleri ma’nâ ve söyledikleri vech
üzere hakdır, demelidir.

Süâl: Tasdîk ancak tasavvurdan sonra, îmân ise, ancak anladıkdan
sonra olur. Müteşâbih lafzların ma’nâlarını anlamıyan kimse, bu lafzları
söyliyenin sâdık olduğuna nasıl inanır?


Cevâb: İşleri icmâlî, ya’nî kısa ve toplu hâlde olarak tasdîk etmek
muhal değildir. Her akl sâhibi, bu müteşâbih lafzlardan ma’nâlar murâd
edildiğini ve her ismin bir müsemmâsı kasd edildiğini bilir.

O hâlde haber
verilen şeyin haber verildiği üzere doğru olduğuna i’tikâd etmek
mümkindir. Bu icmâl yolu ile ma’kûldür. Bu lafzlardan mufassal değil, mücmel
işleri anlamak ve tasdîk etmek mümkindir.

“Evde canlı vardır” denildiğ
inde, bu söze, insan mıdır, at mıdır veyâ başka bir canlı mıdır bilmeden,
evde bir canlının olduğunu tasdîk etmek mümkindir.


Hattâ “Evde bir
şey vardır” denildiğinde, o şeyin ne olduğunu bilmese de, evdeki şeyin
varlığını tasdîk etmek mümkindir. Bunun gibi, meâl-i şerîş (Rahmân Arşa
istivâ etmişdir) olan, Tâhâ sûresi beşinci âyet-i kerîmesini duyan kimse,
istivâ lafzından, mücmel olarak Arşa özel bir nisbet irâde edildiğini anlar.

Bu nisbetin Arş üzerine istikrâr, mahlûklarına dönüş, Arş-ı a’lâ ile ittihâd
[birleşme], Arşı istîlâ etme [hükmü altına alma] veyâ nisbete delâlet
eden başka bir ma’nâya geldiğini bilmeden de, istivâdan murâdın Arşa
özel bir nisbetin olduğunu tasdîk etmesi mümkindir.

Süâl: Halka anlamadığı şeklde hitâb etmenin fâidesi nedir?

Cevâb: Bu hitâbdan maksad, ehli olan kimselere anlatmakdır. Onlar
da Evliyâ ve râsih ilmli âlimlerdir. Bunlar kasd edilen ma’nâyı anlamışlardı
r. Akllı olanlara hitâb eden kimsenin, çocukların anlıyabileceği sözlerle
hitâb etmesi şart değildir.

Avâmın ârişere nisbeti, çocukların bâlig
olanlara nisbeti gibidir. Çocukların, anlamadığı şeyleri bâliglerden sorması,
bâliglerin de çocuklara, “Bu sizin işiniz değil, bunlar üzerinde durmayı
nız, başka sözler üzerinde durunuz”, demeleri lâzımdır.

Avâmdan olan
câhiller bir şey sorarlarsa, onlara meâl-i şerîş (Ehl-i zikre [ya’nî âlimlere]
sorunuz) olan Nahl sûresi kırküçüncü âyet-i kerîmesini söylemelidir.
Eğer anlama kâbiliyyetinde iseler, onlara anlatılır.

Aksi takdîrde onlara,
meâl-i şerîş, (Size az bir bilgi verilmişdir) olan İsrâ sûresi, seksenbeşinci
âyet-i kerîmesi ile, meâl-i şerîş, (Size açıklanınca, hoşunuza gitmeyecek
olan şeyleri sormayınız) olan Mâide sûresi, yüzbirinci âyet-i kerîmesini
söylemelidir. Bu süâlin ma’nâları bunlardır.

Bunlara îmân etmek
vâcibdir. Keyfiyyeti, nasıl olduğu sizin için mechûldür. Bu müteşâbih
lafzlardan süâl etmek bid’atdir. İmâm-ı Mâlik “rahmetullahi aleyh”, “İstivâ
ma’lûmdur. Keyfiyyeti mechûldür. Ona inanmak vâcibdir” buyurmuşdur.

O hâlde zihnde tafsîlâtı olmayan mücmel şeylere îmân etmek mümkindir.
Allahü teâlâ hakkında muhal olanları nefy ederek tenzîh etmek tafsîlâtlı
olmalıdır.

Çünki nefy edilenler cism ve cismin îcâblarıdır. Burada
cismden maksadımız, eni, boyu ve derinliği olan, kuvvetli ise, bulundu-
ğu yere geçmeği taleb edene mâni’ olan, za’îf ise, kendisini yerinden çı-
karmak isteyen itici bir kuvvet ile kendi yerinden ayrılan bir şeydir.


Çok
açık olmakla berâber cismi açıklamamız, avâmın bir kısmının belki cism
ile ne murâd edildiğini anlayamazlar diye düşündüğümüz içindir.

 

ASHAB-I BEDR

Well-known member

ACZİNİ İ'TİRAF

Müteşâbih sözlerin ma’nâlarının künhüne ve hakîkatine vâkıf olmayan,
bu ma’nâların te’vîlini ve murâd olunan ma’nâyı bilmeyen kimsenin
aczini ikrâr etmesi vâcib olur.

Çünki müteşâbihâtı tasdîk etmek vâcibdir.
Hâlbuki kendisi murâd olunan ma’nâyı anlamakdan âcizdir.

Bildiğini,
anladığını iddiâ ederse yalan söylemiş olur. İmâm-ı Mâlikin “rahimehullah”,
“keyfiyyeti mechûldür” sözünün ma’nâsı da budur. Ya’nî (istivâ) kelimesi
ile murâd olunan şeyin ne olduğu kesin olarak belirtilmemişdir.

Râsih
ilmli âlimler ve Evliyâdan ârif olanlar için keyfiyyet ma’lûmdur. Bunlar,
ma’rifetde avâmın sınırını aşıp, müteşâbihâtı anlama meydânında dönüp
dolaşdılar. Ma’rifet sahrâsında nice yollar kat’ etdiler.

Buna rağmen
onların da müteşâbihâtdan henüz ulaşamadıkları kısmları kalmışdır. Hattâ
kendilerine keşf olan ma’rifetler çok az, gizli kalan ma’rifetler çok
fazla olup, aralarında nisbet bile kurulamaz.

Ya’nî gizli ve örtülü ma’rifetlerin
çokluğuna izâfetle, keşf olunan ma’rifetlerin mikdârı çok azdır.
Seyyid-ül Enbiyâ “sallallahü aleyhi ve sellem”, gizli, örtülü ma’rifetlerin
çokluğuna izâfeten, (Seni medh ve senâ etmeğe kalkışsam sayamam.
Sen kendini senâ etdiğin gibisin)
buyurmuşdur.

Keşf olunan
ma’rifetlerin azlığına izâfeten de Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,
(Allahü teâlâyı en iyi tanıyanınız, Ondan en çok korkanınızdır.
Allahü teâlâyı en iyi tanıyanınız benim)
buyurmuşdur.


Kavuşulacak mertebelerin, hâllerin en sonuna gelenler de bu yolun
sonunda, onların acz ve kusûr içinde kalmaları zarûrî olduğundan, sıddîkların efendisi Ebû Bekr “radıyallahü anh”, “anlamakdan âciz olduğunu
bilmek, anlamakdır” veyâ “anlayamadığını anlamak, anlamakdır” buyurmuşdur.


Müteşâbih ma’nâların hakîkatlerinin evvellerinin avâma nisbeti,
sonlarının havâssa nisbeti gibidir.

[Ebû Bekrin “radıyallahü anh” sözünden
havâssın aczini i’tirâf etdiği görülmekdedir.]

Bu durumda avâmın
aczini i’tirâf etmesi nasıl vâcib olmaz?
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
SÜKUT

Müteşâbihât hakkında süâl sormakdan sükût etmek, ya’nî süâl
sormamakdır. Bu vazîfe bütün avâm üzerine vâcibdir.

Çünki süâl etmekle,
gücünün yetmediği, aklının ermediği işe atılmış ve ehli olmadığı
bir mevzu’a dalmış olur. Eğer avâm süâlini bir câhile sorarsa, onun vereceğ
i cevâb, avâmın cehlini artdırır.

Belki de onu, farkına varmadan küfre
götürür. Eğer avâm süâlini ârif bir kimseye sorarsa, ârif ona anlatmakdan
âciz kalır. Nitekim bir baba, mektebe yeni başlayan çocuğuna, mektebe
gitmenin fâidelerini anlatmakdan âciz kalır.

Kuyumcu da san’atının
inceliklerini mesleğinde mâhir olan bir marangoza anlatmakdan âcizdir.
Marangoz, kuyumculuğun inceliklerini anlamakdan âcizdir.

Çünki o, ömrünü
marangozluğu öğrenmekle ve yapmakla geçirdiği için, marangozluğ
un inceliklerini bilir. Bunun gibi kuyumcu da ömrünü, kuyumculuğu öğ-
renmekle ve yapmakla geçirmişdir.

Önceleri o mesleği bilmiyordu. Dünyâ
işleri ve ma’rifetullah kabîlinden olmayan şeylerle meşgûl olanlar
umûr-u ilâhiyye ma’rifetlerinden âcizdirler.

San’atdan yüz çevirenler de
hiç bir san’atı yapamazlar. Süt çocuğunun et ve ekmek ile beslenmesinden
âciz olması, fıtratındaki kusûrdandır.

Ekmek ve etin olmamasından
ve gıdâ olmakdan eksik oldukları için de değildir. Fekat [süt çocuğu gibi]
bünyesi za’îf olanların tabî’ati et ve ekmek ile, kuvvetli gıdâlar ile
beslenmeğe müsâid değildir. Onun için bir kimse, za’îf olan çocuğa et ve
ekmek yidirirse veyâ yimesine imkân sağlarsa, o çocuğu helâk etmiş olur.


Bunun gibi, avâmdan olan bir kimse, bu müteşâbihât ma’nâlarını sorarsa,
onu zecr etmek, mâni’ olmak ve halîfe Ömerin “radıyallahü anh”
müteşâbih âyetlerden soranlara yapdığı gibi, kamçı ile döğmek lâzımdır.

Nitekim Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir kaç kişinin kader
mes’elesine dalıp, tartışdıklarını gördü. Bu konuda kendisine bir süâl sorduklarında,


(Siz bununla mı emr edildiniz.Sizden öncekiler çok süâl
sormakla helâk oldular) buyurdular.


Bunun için derim ki:


Vâ’ızların kürsîler üzerinde halkın müteşâbihâtdan
olan süâllerine, te’vîle dalarak, açıklayarak cevâb vermeleri harâmdır.

Onlara vâcib olan, selef-i sâlihînin zikr etdiği ve bizim bildirdiğimizin
dışına çıkmamakdır.

Bu da, tenzîhde mübâlağa etmek, teşbîhi nefy etmek,
Allahü teâlânın cismden ve cismin sıfatlarından münezzeh olduğunu
söylemekdir. Bu mevzû’da dilediği kadar mübâlağa edebilir.

Hattâ “kalbinize
gelen her şeyi, içinize gelen her düşünceyi, hâtırınıza gelen her tasavvuru
Allahü teâlâ yaratmışdır.

Bunların hepsinden ve benzerlerinden
münezzehdir” demelidir.

Haberlerde cisme ve cismin sıfatlarına âid hiçbir
ma’nâ kasd edilmediğini, murâd olunan şeyin hakîkatini kavramak eh-
liyyetine sâhib olmadıklarını, bunlardan süâl etmeğe, irdeleme yapmağa
yetkili olmadıklarını beyân etmesi, bu gibi fâidesiz şeylerle değil, takvâ
ile meşgûl olmalarını tavsiye etmesi lâzımdır.

Allahü teâlânın kendilerine
bunu [müteşâbihâtı bilmeği] emr etmediğini, Onun emr etdiklerini yapıp,

men’ etdiklerinden kaçınmaları îcâb etdiğini söylemelidir. İşte siz, bunlardan
men’ edildiniz.

Bunlardan birşey süâl etmeyiniz.

Bu konuda her ne
zemân bir şey işitirseniz sükût ediniz, mutlaka, bize ilmden az verildi. Müteşâbihât,
bize verilen az ilm ile çözülecek mes’elelerden değildir demeleri
gerekdiğini söylemesi lâzımdır.


 
Üst