2. Ruh Dünyasının Kahramanları
O’nun ikinci derecede bir buudu, velâyet.. velâyet adına Hz. Muhammed (sav), öyle insanlar yetiştirmiş ve açtığı kapı ile öylelerini evc-i kemâlat-ı insaniyeye yükseltmiştir ki, kimileri “perde-i gayb açılsa yakînim artmayacaktır” der. Kimileri, yerde iken Arş-ı A’zam’ı seyreder, kimileri, Hz. Cebrail’in o muhteşem heykelini müşahede ile kendinden geçer.. kimileri Kur’ân ve sünnetin sır buudlarını didik didik eder ve işaretlerden dantelalar örer.. işte, Celcelûtiye, işte Nehcu’l-Belâğa, işte Mesnevî, işte Fütûhulgayb, işte Füsûs ve Fütû-hât! Kadirşinaslığının depreştiği bir gün Edison şöyle der: “Ben elektriğe giden yolu Muhyiddin İbn Arabî’nin Futû-hât-ı Mekkiye’sinde buldum.” O, sırlı beyanlarıyla, Fütûhat-ı Mekkiye, bugün de elimizde.. Kur’ân’ın bir sırlı ifadesinden, elektriği, elektronları, ampülü istinbat etmek, bazı noktalardan tenkîd görse de tevili çıkmış bir hadisenin kritiğini yapmak bir bencillik gayreti olsa gerek. İnsan, pek çok hakikati, hem böyle velayet rampasıyla, hem de laboratuarlarla, araştırma merkezleriyle ulaşabilir. Biz, ulaşamamışsak, ulaşamıyorsak, o düşünce tutarsızlığında, muhakeme fakirliğinde; kalb za’fında, irade ve azim yetersizliğinde aranmalıdır. İbn Arabî, Mevlânâ, İmam-ı Rabbanî ve Bediüzzaman gibi çağlarını aşmış insanları anlamak şöyle dursun, onların keşfettikleri şeylere akıl erdirmek bile çok zordur. Bir Şah-ı Nakşibendî Hazretlerini, bir Marûf-u Kerhî’yi, bir Şazelî’yi, bir Şah-ı Geylanî’yi, bir Ahmet Bedevî’yi, bir Şeyhu’l-Harrânî’yi nasıl anlayacağız ki? İşte bütün bunlar, Hz. Muhammed (sav) mektebinin sadece çırakları ve tilmîzleridirler. Bize göre dâhî insanlardır ama, Hz. Muhammed (sav) mektebine ve medresesine göre sadece bir düzine çıraklardır o çıraklara ruhum feda olsun ve hep O şem’aya pervane olmuş, O’nun etrafında dönmüş, ışık âşıklarıdırlar. Gözleri gayba açılmışsa, (İmam-ı Suyûtî gibi: “Ben uykuda değil; uyanıkken hayatımda 28 defa Hz. Muhammed (sav)’le görüştüm” diyor) yine Allah Rasûlü’nden öğrendikleriyle açılmıştır.. ışığa koşmuşlarsa O’nun cazibesiyle olmuştur.
Bizler, derdest üç boyutlu mekanın hapisleri ve onun itibarî bir buudu olan zamanda esirleriyiz. Onlar ise zaman ve mekanı aşarak bir değişik buuda, belki hergün Hz. Muhammed Mustafa (sav) ile yüz yüze ve diz dize yaşıyorlar.! Hatta onlardan biri şöyle diyor: “Eğer bir lâhza O’nunla görüşmesem mahvolurum. Çünkü bütün varlığımı O’na borçluyum, günebakanın (ayçiçeğinin) açılıp kapanmasının güneşe programlandığı gibi, ben de hayatımı O’nu takip ve müşahedeye borçluyum. O, gönlümde battığı zaman, ben de bittim demektir.” Bunlar Hz. Muhammed (sav) mektebinin talebeleridir ve gelecekte de aynı kaynaktan yeni oluşumlar inşaallah fışkıracaktır. Velîlik benim saham değil. Ben velîler bezminde olsam olsam, onların kitmîri olabilirim.. veya o âlemin sadece hayranı. İnşaallah bir gün içinizdeki, hususi uyanmalar sayesinde, pek çok kimsenin hakaika gözleri açılacak ve beni tasdik edeceklerdir.
Hz. Muhammed (sav) ne muhteşem bir mürşiddir ki, bugün mistisizm dünyasında, yogizm dünyasında, O’nun çırakları, boşluğun, lafazan mürşit taslaklarını öyle bir silip geçmişlerdir ki, muhalif bir rüzgar esmezse, daha şimdiden “geleceğin dünyası bizimdir” diyebiliriz. Evet, Muhyiddin İbni Arabî bugün, batılıyı öyle büyülemiştir ki, Almanya’da hem de Alman ırkından binlerce Müslüman, Muhyiddin ve emsalinin neşrettiği nurlar sayesinde, Hz. Muhammed demektedir. Eğer bir yerde Abdulkadir Geylânî, Mevlânâ, Muhyiddin, İmam Rabbânî ve Bediüzzaman, kalblere girip gönülleri Hz. Muhammed (sav)’e çevirebiliyorlarsa, bu tamamen onların üstadlarına ait bir kuvve-i kudsiyyedir.
Hz. Mevlânâ bir dev insandır. (Bazılarının, onu değişik bir zâviyeden ele almaları, hatta ve hatta Peygamber Efendimiz’in yerine koymaya çalışmaları, şubu peygamberidir demeleri bir yana) Hz. Mevlânâ namütenahiliğe yelken açmış, büyük kâmetlerden ve melekûta açık hikmet erlerindendir. Aşkın, ızdırabın, heyecanın, samimiyetin eşsiz temsilcisi.. ve teşbihlerle temsillerle hakîkat-ı uzmâ’ya, mutlak hakîkata ulaşmanın en büyük kâşiflerinden birisidir. Ve, Hz. Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, aynı zamanda bir söz üstadıdır. Erbâbına göre bir sihirli asa da onun elinde vardır ve iklimine giren mutlaka büyülenir.
3. ...Ve Dil ErbabıAllah Rasûlü Arap söz sultanlarının şahı, acem büleğasının da şehinşahıdır.
Bu sahada da O’nun dünya kadar şahidi vardır. Hasan bin Sâbit’den Ka’b bin Mâlik’e, Abdullah bin Revâha’dan Ka’b bin Züheyr bin Ebi Sülmâ’ya, Lebid’den Hansâ binti Züheyre.. ve ondan da bütün Abbâsî, Emevî, Selçukî ediplerine kadar gelmiş-geçmiş ne kadar söz üstadı varsa, en değerli beyanlarını O’nunla, O’nun mesajıyla ve O’nun sözleriye alâkalı ifade etmiş ve o üstadlarına karşı ta’zimde kusur etmemişlerdir. Ve hele İran şairleri... Goethe’nin bir gün Prens Müller’e şöyle dediğini Haydar Bammad naklediyor: “İslâm tarihinde özellikle Selçukluların, Abbâsîlerin ve İranlıların yaşadığı İran’da, çeşitli devirlerde dev şairler yetiş-miştir. Fakat İslâm dünyasında bunların sadece dördü, beşi kabul edilir.” Goethe gibi Almanya’da dile yeniden haysiyetini kazandıran ve onu yeniden keşfeden bilhassa Faust’u ile edebiyatta yeni çığır açan bu adam diyor ki: “Bu ülkede çeşitli devirlerde, dev insanlar yetişmiştir, fakat İslâm dünyası bunların beşini alır; Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, Hâfız, Firdevsî, Enverî, Nizamî. Bunun dışında hepsini atarlar, yani diğerlerini şair saymazlar. Edip değil diye attıkları arasında öyleleri vardır ki (Goethe’nin sözü) ben onların ellerine su dökemem.” Şaşkınlığımızla kalalım! Kimleri şişiriyor, balonlaştırıyoruz ve kimlere karşı alâkasız ve biganeyiz.!
Bilmiyorsak bilelim, Hâfız’ı taklit etmeyen batılı yoktur. Osmanlı edebiyatı da büyük ölçüde Hâfız’ın dünyasıyla içli dışlıdır. Evet işte, İranîsiyle Turanîsiyle bütün bunlar, Hz. Muhammed (sav) mektebinin çırakları ve O’nun bıraktığı malzemeyi kullanan mimarlardır.
Benim size arzetmeyi plânladığım daha pek çok şey olabilirdi.. ama, tasdi’ etmemek için kesiyorum; zira, O’nunla alâkalı, anlatmayı düşündüğüm daha pek çok şey var.. ve tabii bu arada O’nun askerlik yanı...
M.Fethullah Gülen