Risale-i Nur'da Hz. Muhammed (s.a.v.) Bahisleri

Huseyni

Müdavim
Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz.

Çünkü onlar

Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler.
Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler.
Allah’ı bilmeseler de, kemâlâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir.

Fakat bir Müslüman,


hem enbiyayı,
hem Rabbini,
hem bütün kemâlâtı

Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor.

Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan,
daha hiçbir peygamberi tanımaz
ve Allah’ı da tanımaz
ve ruhunda kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez.

Çünkü,

peygamberlerin en âhiri
ve en büyükleri
ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için
ve mucizatça
ve dince umuma faik
ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden
ve nev-i beşerin medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini terk eden,
elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl bulamaz.

Sukut-u mutlaka mahkûmdur.


|Sözler - s.209|
 

Huseyni

Müdavim
Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) kendine rehber etmek gerektir.


|Sözler - s.210|
 

Huseyni

Müdavim
Rabian: Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki,
nev’-i benî Âdemin en büyük ve muhteşem ordusu olan
ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) mukaddes kumandanı olan Kur’ân,

bilmüşahede kuvvetli kanunlarıyla,
esaslı düsturlarıyla,
nâfiz emirleriyle,
o pek büyük orduyu iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği
ve bir inzibat altına aldığı
-maddî ve mânevî teçhiz ettiği
ve umum o efradın derecâtına göre akıllarını talim
ve kalblerini terbiye
ve ruhlarını teshir
ve vicdanlarını tathir,
âzâ ve cevârihlerini istimal ve istihdam ettiği halde

hâşâ, yüz bin defa hâşâ

kuvvetsiz,
kıymetsiz,
asılsız bir düzme farz edip,
yüz derece muhali kabul etmek lâzım gelmekle beraber;

müddet-i hayatında ciddî harekâtıyla,..
Hakkın kanunlarını benî Âdeme ders veren
ve samimî ef’âliyle hakikatin düsturlarını beşere talim eden
ve hâlis ve makul akvâliyle istikametin ve saadetin usullerini gösteren ve tesis eden
ve bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, Allah’ın azâbından çok havf eden
ve herkesten ziyade Allah’ı bilen ve bildiren
ve nev-i beşerin beşten birisine
ve küre-i arzın yarısına bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle kumandanlık eden
ve cihanı velveleye veren
ve şöhretşiar şuûnâtıyla, nev-i beşerin, belki kâinatın elhak medar-ı fahri olan bir zâtı

hâşâ, yüz bin defa hâşâ

sahtekâr,
Allah’tan korkmaz ve bilmez,
haysiyetini tanımaz,
insaniyetin âdi derecesinde farz etmekle,
yüz derece muhali birden irtikâp etmek lâzım gelir.

Çünkü şu meselenin ortası yoktur.


Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’ân kelâmullah olmazsa, Arştan düşse, orta yerde kalamaz. Belki yerde en yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, ey Şeytan, yüz derece sen katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin.

Şeytan döndü, dedi: “Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine Kur’ân’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.”

Elcevap

Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadar denilebilir.

Saniyen: Hem tebeî ve sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhal birşey mümkün görünebilir.

Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş, “Ayı gördüm” demiş. İşte, muhaldir ki, hilâl o beyaz kıl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için, o muhali mümkün telâkki etmiş.


|Sözler - s.263-264|

ilaahir..
 

Huseyni

Müdavim
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ

Madem kâinatta hüsn-ü san’at, bilmüşahede vardır ve kat’îdir. Elbette, risalet-i Ahmediye (a.s.m.), şuhud derecesinde bir kat’iyetle sübutu lâzım gelir. Zira, şu güzel masnuattaki hüsn-ü san’at ve ziynet-i suret gösteriyor ki, onların San’atkârında ehemmiyetli bir irade-i tahsin ve kuvvetli bir taleb-i tezyin vardır. Ve şu irade ve talep ise, o Sânide ulvî bir muhabbet ve masnularında izhar ettiği kemâlât-ı san’atına karşı kudsî bir rağbet var olduğunu gösteriyor. Ve şu muhabbet ve rağbet ise, masnuat içinde en münevver ve mükemmel fert olan insana daha ziyade müteveccih olup temerküz etmek ister.

İnsan ise, şecere-i hilkatin zîşuur meyvesidir. Meyve ise, en cemiyetli ve en uzak ve en ziyade nazarı âmm ve şuuru küllî bir cüz’îdir. Nazarı âmm ve şuuru küllî zat ise, o San’atkâr-ı Zülcemâle muhatap olup görüşen ve küllî şuurunu ve âmm nazarını tamamen Sâniinin perestişliğine ve san’atının istihsanına ve nimetinin şükrüne sarf eden en yüksek, en parlak bir fert olabilir.

Şimdi iki levha, iki daire görünüyor:

Biri, gayet muhteşem, muntazam bir daire-i Rububiyet ve gayet musannâ, murassâ bir levha-i san’at.

Diğeri, gayet münevver, müzehher bir daire-i ubûdiyet ve gayet vâsi, câmi’ bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman vardır ki, ikinci daire, bütün kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder.

İşte, o Sâniin bütün makàsıd-ı san’atperverânesine hizmet eden o daire reisinin ne derece o Sâni ile münasebettar ve onun nazarında ne kadar mahbup ve makbul olduğu bilbedâhe anlaşılır.

Acaba hiç akıl kabul eder mi ki, şu güzel masnuâtın bu derece san’atperver, hattâ ağzın her çeşit tadını nazara alan in’âmperver San’atkârı, Arş ve ferşi çınlattıracak bir velvele-i istihsan ve takdir içinde, ber ve bahri cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran ve tekbirle, perestişkârâne Ona müteveccih olan en güzel masnuuna karşı lâkayt kalsın ve onunla konuşmasın ve alâkadarâne onu resul yapıp güzel vaziyetinin başkalara da sirayet etmesini istemesin?

Kellâ! Konuşmamak ve onu resul yapmamak mümkün değil...


اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللهِ اْلاِسْلاَمُ
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ اَشِدَّاءُ عَلَى اْلكُفَّارِ رُحَمَاۤءُ بَيْنَهُمْ



|Sözler - s.316-317|

 

Huseyni

Müdavim
On Dokuzuncu Söz

Risalet-i Ahmediyeye dairdir


وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّداً بِمَقَالَتِى وَلٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ [SUP][SUP]1[/SUP] [/SUP]

Evet, şu Söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsâf-ı Muhammediyedir.
On Dört Reşahâtı tazammun eden On Dördüncü Lem’anın

BİRİNCİ REŞHASI

Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var:
Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem’a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Birisi de Kur’ân-ı Azîmüşşandır. Şimdi, şu ikinci burhan-ı nâtıkı olan Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak:


Sath-ı arz bir mescid,
Mekke bir mihrap,
Medine bir minber;

o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm

bütün ehl-i imana imam,
bütün insanlara hatip,
bütün enbiyaya reis,
bütün evliyaya seyyid,
bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri;
bütün enbiya hayattar kökleri,
bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki,
herbir dâvâsını, mu’cizatlarına istinat eden bütün enbiya
ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.

Zira, o Lâ ilâhe illâllah der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile, mânen Sadakte ve bilhakkı natakte derler.

Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın?

[SUP]1[/SUP] : “Ben sözlerimle Muhammed’i (a,s.m.) övmüş olmadım; aslında sözlerimi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmla övmüş ve güzelleştirmiş oldum.” İmam Rabbânî, Mektubat, 1:58.



|Sözler - s.319-320|

 

Huseyni

Müdavim
İKİNCİ REŞHA

O nuranî burhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenâhın icmâ ve tevatürüyle teyid ediliyor.

Öyle de,

Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semâviyenin [SUP][SUP]HAŞİYE[/SUP] [/SUP] yüzler işârâtı
ve irhâsâtın binler rumuzâtı
ve hâtiflerin meşhur beşârâtı
ve kâhinlerin mütevatir şehâdâtı
ve şakk-ı kamer gibi binler mu’cizâtının delâlâtı
ve şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi,
zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesi
ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâyâ-yı gàliyesi
ve kemâl-i emniyeti
ve kuvvet-i imanını
ve gayet itminanını
ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvâsı,
fevkalâde ubûdiyeti,
fevkalâde ciddiyeti,
fevkalâde metaneti,

dâvâsında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.


[SUP]HAŞİYE[/SUP] : Hüseyin-i Cisrî Risale-i Hamidiye’sinde yüz on dört işârâtı o kitaplardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihat varmış.



|Sözler - s.320|
 

Huseyni

Müdavim
ÜÇÜNCÜ REŞHA

Eğer istersen, gel, Asr-ı Saadete, Ceziretü’l-Araba gideriz. Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret ederiz.

İşte, bak:

Hüsn-ü sîret ve cemâl-i suretle mümtaz bir zâtı görüyoruz ki,

elinde mu’ciznümâ bir kitap,
lisanında hakaik-âşinâ bir hitap,
bütün benî Âdeme,
belki cin ve inse ve meleğe,
belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor.

Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acibânesini hal ve şerh edip
ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını fetih ve keşfederek,
bütün mevcudattan sorulan,
bütün ukulü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş sual-i azîm olan
“Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine mukni, makbul cevap verir.


|Sözler - s.320|
 

Huseyni

Müdavim
DÖRDÜNCÜ REŞHA

Bak,

öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki,
eğer onun o nuranî daire-i hakikat-i irşadından hariç bir surette kâinata baksan,

elbette kâinatın şeklini bir matemhane-i umumî hükmünde
ve mevcudatı birbirine ecnebî,
belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler
ve bütün zevilhayatı zevâl ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.

Şimdi bak,

onun neşrettiği nur ile,
o matemhane-i umumî, şevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkılâp etti.
O ecnebî, düşman mevcudat, birer dost ve kardeş şekline girdi.
O câmidât-ı meyyite-i sâmite, birer mûnis memur, birer musahhar hizmetkâr vaziyetini aldı.
Ve o ağlayıcı ve şekvâ edici, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir suretine girdi.


|Sözler - s.321|
 

Huseyni

Müdavim
BEŞİNCİ REŞHA

Hem o nur ile,

kâinattaki harekât,
tenevvüat,
tebeddülât,
tagayyürat,

mânâsızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp,


birer mektubat-ı Rabbâniye,
birer sahife-i âyât-ı tekvîniye,
birer merâyâ-yı esmâ-i İlâhiye
ve âlem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedâniye mertebesine çıktılar.

Hem insanı bütün hayvânâtın mâdûnuna düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyâcâtı
ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasıta-ı nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı
o nurla nurlandığı vakit,
insan bütün hayvanat, bütün mahlûkat üstüne çıkar.
O nurlanmış acz, fakr, akıl ile, niyaz ile nazenin bir sultan ve fîzar ile nazdar bir halife-i zemin olur.

Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner.
Evet, elbette böyle bedî bir kâinatta böyle bir zat lâzımdır.
Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.


|Sözler - s.321|
 

Huseyni

Müdavim
ALTINCI REŞHA

İşte, o zat,

bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi,
bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı
ve saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi
ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan,

böyle baksan-yani ubûdiyeti cihetiyle-onu

bir misal-i muhabbet,
bir timsal-i rahmet,
bir şeref-i insaniyet,
en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin.

Şöyle baksan yani risaleti cihetiyle

bir burhan-ı hak,
bir sirac-ı hakikat,
bir şems-i hidayet,
bir vesile-i saadet görürsün.

İşte, bak:

Nasıl berk-i hâtıf gibi, onun nuru şarktan garbı tuttu.
Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun hediye-i hidayetini kabul edip hırz-ı can etti.

Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün dâvâlarının esası olan Lâ ilâhe illâllah’ı, bütün meratibiyle beraber kabul etmesin?


|Sözler - s.322|
 

Huseyni

Müdavim
YEDİNCİ REŞHA

İşte, bak:

Şu cezire-i vâsiada vahşî
ve âdetlerine mutaassıp
ve inatçı muhtelif akvâmı,

ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek,
bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip
bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi.

Bak,

değil zahirî bir tasallut,

belki akılları,
ruhları,
kalbleri,
nefisleri fetih ve teshir ediyor.

Mahbub-u kulûb,
muallim-i ukul,
mürebbi-i nüfus,
sultan-ı ervah oldu.


|Sözler - s.322|
 

Huseyni

Müdavim
SEKİZİNCİ REŞHA

Bilirsin ki, sigara gibi

küçük bir âdeti,
küçük bir kavimde,
büyük bir hâkim,
büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir.

Halbuki, bak:

Bu zat,
büyük ve çok âdetleri,
hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden,
zahirî küçük bir kuvvetle,
küçük bir himmetle,
az bir zamanda ref edip,

yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi ki
dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz ve tesbit eyliyor.
Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor.

İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü’l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?


|Sözler - s.323|
 

Huseyni

Müdavim
DOKUZUNCU REŞHA

Hem bilirsin:

Küçük bir adam,
küçük bir haysiyetle,
küçük bir cemaatte,
küçük bir meselede,

münazaralı bir dâvâda,

hicapsız,
pervâsız,
küçük fakat hacâlet-âver bir yalanı,
düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez.

Şimdi bak bu zâta:

Pek büyük bir vazifede,
pek büyük bir vazifedar,
pek büyük bir haysiyetle,
pek büyük emniyete muhtaç bir halde,
pek büyük bir cemaatte,
pek büyük husumet karşısında,
pek büyük meselelerde,
pek büyük dâvâda,
pek büyük bir serbestiyetle,

bilâpervâ,
bilâtereddüt,
bilâhicap,
telâşsız,
samimî bir safvetle,
büyük bir ciddiyetle,
hasımlarının damarlarına dokunduracak şedit, ulvî bir surette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulunabilir mi?
Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ!

اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى [SUP][SUP]1[/SUP] [/SUP] Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnîdir, Hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın?


[SUP]1[/SUP] : “Onun sözü, kendisine vahyolunandan başka birşey değildir.” Necm Sûresi, 53:4.


|Sözler - s.323|

 

Huseyni

Müdavim
ONUNCU REŞHA

İşte, bak:

Ne kadar merak-âver,
ne kadar cazibedar,
ne kadar lüzumlu,
ne kadar dehşetli hakaikı gösterir ve mesâili ispat eder.

Bilirsin ki, en ziyade insanı tahrik eden meraktır. Hattâ, eğer sana denilse, “Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek”; merakın varsa, vereceksin.

Halbuki, şu zat öyle bir Sultanın ahbârını söylüyor ki, memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervane etrafında döner. O Arz olan o pervane ise, bir lâmba etrafında pervaz eder.

Ve o Güneş olan lâmba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhanesinde, binler misbahlar içinde bir lâmbasıdır.

Hem öyle acaip bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkılâptan haber veriyor ki, binler küre-i arz bomba olsa, patlasalar, o kadar acip olmaz. Bak, onun lisanında - اِذَا السَّمَاۤءُ انْفَطَرَتْ - اَلْقَارِعَةُ اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ [SUP][SUP]1[/SUP] [/SUP] gibi sûreleri işit.

Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki, şu dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre serap hükmündedir.

Hem öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i zâilin bir şems-i sermede nisbeti gibidir.



[SUP]1[/SUP] : “Güneş dürülüp toplandığında...” Tekvir Sûresi, 81:1 • “Gök yarıldığı zaman...” İnfitar Sûresi, 82:1 • “Çarpacak olan felâket...” Kària Sûresi, 101:1.


|Sözler - s.324|
 

Huseyni

Müdavim
ON BİRİNCİ REŞHA

Böyle acip ve muammâ-âlûd şu kâinatın perde-i zahiriyesi altında, elbette ve elbette böyle acaip bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle harika ve fevkalâde mu’ciznümâ bir zat lâzımdır.

Hem bu zâtın gidişatından görünüyor ki, o görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor.

Hem bizi nimetleriyle perverde eden şu semâvât ve arzın İlâhı bizden ne istiyor, marziyâtı nedir; pek sağlam olarak bize ders veriyor.

Hem bunlar gibi daha pek çok merak-âver, lüzumlu hakaikı ders veren bu zâta karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken, ekser insanlara ne olmuş ki, sağır olup kör olmuşlar, belki divane olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar?


|Sözler - s.324|
 

Huseyni

Müdavim
ON İKİNCİ REŞHA

İşte, şu zat,

şu mevcudat Hâlıkının vahdâniyetinin hakkaniyeti derecesinde

hak bir burhan-ı nâtık,
bir delil-i sadık olduğu gibi,

haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi

bir burhan-ı katıı,
bir delil-i sâtııdır.

Belki, nasıl ki o zat,

hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür;
öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır.

Haşir meselesinde geçen şu sırrı, makam münasebetiyle tekrar ederiz.

İşte, bak: O zat öyle bir salât-ı kübrâda dua ediyor ki, güya şu cezire, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder.

Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda niyaz ediyor ki, güya benî Âdemin zaman-ı Âdemden asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî, kâmil insanlar, ona ittibâ ile iktidâ edip duasına âmin diyorlar.

Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudat, niyazına, “Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz” deyip iştirak ediyorlar.

Hem

öyle fakirâne,
öyle hazinâne,
öyle mahbubâne,
öyle müştakâne,
öyle tazarrukârâne niyaz ediyor ki,

bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.

Bak, hem

öyle bir maksat,
öyle bir gaye için dua ediyor ki,

insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı

esfel-i sâfilînden,
sukuttan,
kıymetsizlikten,
faidesizlikten,

âlâ-yı illiyyîne,
yani kıymete,
bekàya,
ulvî vazifeye çıkarıyor.

Bak, hem

öyle yüksek bir fizâr-ı istimdatkârâne
ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki,

güya bütün mevcudata ve semâvâta ve Arşa işittirip, vecde getirip, duasına “Âmin Allahümme âmin” dedirtiyor.

Bak, hem

öyle Semî, Kerîm bir Kadîrden,
öyle Basîr, Rahîm bir Alîmden hâcetini istiyor ki,

bilmüşahede,


en hafî bir zîhayatın
en hafî bir hâcetini,
bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder.

Çünkü istediğini velev lisan-ı hâl ile olsun verir. Ve öyle bir suret-i hakîmâne, basîrâne, rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbir öyle bir Semî ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîme hastır.


|Sözler - s.325|
 

Huseyni

Müdavim
ON ÜÇÜNCÜ REŞHA

Acaba

bütün efâzıl-ı benî Âdemi arkasına alıp,
arz üstünde durup,
Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp dua eden

şu şeref-i nev-i insan
ve ferîd-i kevn ü zaman
ve bihakkın fahr-i kâinat ne istiyor?

Bak, dinle:

Saadet-i ebediye istiyor.
Bekà istiyor.
Lika istiyor.
Cennet istiyor.

Hem, merâyâ-yı mevcudatta ahkâmını ve cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor.

Hattâ, eğer rahmet, inâyet, hikmet, adalet gibi hesapsız o matlubun esbab-ı mucibesi olmasaydı, şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti.

Evet, nasıl ki onun risaleti şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi. Öyle de, onun ubûdiyeti dahi öteki dârın açılmasına sebeptir.

Acaba

ehl-i akıl ve tahkike لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ [SUP][SUP]1[/SUP] [/SUP] dedirten

şu meşhud intizam-ı fâik,
şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at ve misilsiz cemâl-i Rububiyet,

hiç böyle bir çirkinliği,
böyle bir merhametsizliği,
böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki,

en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifa etsin;
en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın?

Hâşâ ve kellâ!. Yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.

Yahu, ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa, yüz sene şu zamanda, şu cezirede kalsak, yine o zâtın garaib-i icraatını ve acaib-i vezâifini, yüzden birisine tamamen ihata edip temâşâsında doyamayız. Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o şems-i hidayetten aldıkları feyizle çiçek açmışlar; Ebû Hanife, Şâfiî, Ebû Bayezid-i Bistâmî, Şah-ı Geylânî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.

Meşhudâtımızın tafsilâtını başka vakte tâlik edip, o mu’ciznümâ ve hidayet-edâya, bir kısım kat’î mu’cizâtına işaret eden bir salâvat getirmeliyiz.



عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِِِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَحْمٰنِ الرَّحِيمِ - مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ، سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ. عَلٰى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرٰيةُ وَاْلاِنْجِيلُ وَالزَّبُورُ - وَبَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَهَوَاتِفُ الْجِنِّ وَاَوْلِيَاۤءُ اْلاِنْسِ وَكَوَاهِنُ الْبَشَرِ - وَانْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ - سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَسَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ - عَلٰى مَنْ جَآئَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ، وَنَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَاۤئِهِ اْلمَطَرُ، وَاَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ - وَشَبَعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاٰۤتٌ مِنَ الْبَشَرِ، وَنَبَعَ الْمَآءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ، وَاَنْطَقَ اللهُ لَهُ الضَّبَّ وَالظَّبْىَ وَالْجِذْعَ وَالزِّرَاعَ وَالْجَمَلَ وَالْجَبَلَ وَالْحَجَرَ وَالْمَدَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَمَا زَاغَ الْبَصَرُ - سَيِّدِنَا وَشَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَسَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُروُفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى اْلكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَحْمٰنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجاَتِ الْهَوَاۤءِ عِنْدَ قِرَاءَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِئٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰۤى اٰخِرِ الزَّماَنِ. وَاغْفِرْ لَناَ وَارْحَمْناَ يَآ اِلٰهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا.. اٰمِينَ. [SUP][SUP]2[/SUP] [/SUP]

[SUP]
1
[/SUP] : “İmkân dairesinde, şu varlık âleminden daha mükemmeli, daha üstünü yoktur.” İmam-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn 4:258; İbni Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1:53, 4:154.

[SUP]2[/SUP] : Rahmânü’r-Rahîmden, Arş-ı Âzamdan gelen Furkan-ı Hakîmin kendisine indiği Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin hasenatı adedince milyonlar salât ve milyonlar selâm olsun.

Risaleti

Tevrat, İncil ve Zebur’da müjdelenen;

nübüvveti


irhâsâtla,
cinlerin hâtifleriyle,
insanlık âleminin evliyalarıyla,
beşerin kâhinleriyle müjdelenen;
bir işaretiyle ay parçalanan Efendimiz Muhammed’e,
ümmetinin hasenâtı adedince milyonlar salât ve selâm olsun.

Davetine ağaçların koşup geldiği,
duâsıyla yağmurun hemen iniverdiği,
sıcaktan korumak için bulutların ona gölge yaptığı,
bir ölçek yemeğiyle yüzlerce insanın doyduğu,
parmaklarının arasından üç defa kevser gibi suların çağladığı,

onun hürmetine Allah’ın,

kertenkeleyi,
ceylânı,
ağaç kütüğünü,
zehirli keçinin kolunu,
deveyi,
dağı,
taşı ve toprağı konuşturduğu,

Miracın sahibi ve gözünün asla şaşmadığı o mu’cize-i kübrâda ruyetullaha mazhar olan Efendimiz ve Şefîimiz Muhammed’e, Kur’ân’ın ilk indiği zamanın sonuna kadar onu okuyan herbir okuyucunun okuduğu herbir kelimenin hava dalgalarının aynalarına Rahmân’ın izniyle yansıyan bütün kelimelerinin bütün harfleri adedince, milyonlar salât ve selâm olsun. Bütün bu salâvatlardan herbiri hürmetine bizi bağışla, ey İlâhımız, bize merhamet et. Âmin.



|Sözler - s.326-327|
 

Huseyni

Müdavim
Şuâât-ı Mârifetü’n-Nebî namındaki Türkçe bir risalede ve On Dokuzuncu Mektupta ve şu Sözde icmâlen işaret ettiğimiz delâil-i nübüvvet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) beyan etmişim. Hem onda Kur’ân-ı Hakîmin vücuh-u i’câzı icmâlen zikredilmiş. Yine Lemeât namında Türkçe bir risalede ve Yirmi Beşinci Sözde Kur’ân’ın kırk vech ile mu’cize olduğunu icmâlen beyan ve kırk vücuh-u i’câzına işaret etmişim. O kırk vecihte, yalnız nazımda olan belâğati, İşârâtü’l-İ’câz namındaki bir tefsir-i Arabîde, kırk sahife içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın varsa şu üç kitaba müracaat edebilirsin.


ON DÖRDÜNCÜ REŞHA

Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübrâ olan Kur’ân-ı Hakîm, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) ile vahdâniyet-i İlâhiyeyi o derece kat’î ispat ediyor ki, başka burhana hâcet bırakmıyor. Biz de onun tarifine ve medar-ı tenkit olmuş bir iki lem’a-i i’câzına işaret ederiz.


|Sözler - s.328|

ilaahir..
 

Huseyni

Müdavim
Hiç mümkün müdür ki,

bütün enbiya, mucizelerine istinad ederek sözünü teyid ettikleri
ve bütün evliya, keşif ve kerametlerine istinad edip dâvâsını tasdik ettikleri
ve bütün asfiya, tahkikatına istinad ederek hakkaniyetine şehadet ettikleri

Resul-i ekrem Sallâllahu Aleyhi ve Sellemin

tahakkuk etmiş bin mucizâtının kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle,
hem kırk vech ile mucize olan Kur’ân-ı Hakîm binler âyât-ı kat’iyesine istinad ederek bütün kat’iyetle
açtıkları âhiret yolunu ve küşad ettikleri Cennet kapısını,
sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vâhi vehimler, ne haddi var ki kapatabilsin?

Geçen Hakikatlerden anlaşıldı ki, haşir meselesi öyle râsih bir hakikattir ki, küre-i arzı yerinden kaldıracak, kırıp atacak bir kuvvet o hakikati sarsamaz. Zira, o hakikati Cenâb-ı Hak bütün esmâ ve sıfâtının iktizasıyla tesbit ediyor. Ve Resul-i Ekremi bütün mucizat ve berâhiniyle tasdik ediyor. Ve Kur’ân-ı Hakîm bütün hakaik ve âyâtıyla onu ispat ediyor. Ve şu kâinat bütün âyât-ı tekvîniye ve şuûnât-ı hakîmânesiyle şehadet ediyor. Acaba hiç mümkün müdür ki, haşir meselesinde Vâcibü’l-Vücud ile bütün mevcudat -kâfirler müstesna olarak- ittifak etmiş olsun; kıl kadar kuvveti olmayan şüpheler, şeytanî vesveseler, o dağ gibi hakikat-i râsiha-i âliyeyi sarssın, yerinden kaldırsın? Hâşâ ve kellâ!


|Sözler - s.136|
 
Üst