Şemme

Huseyni

Müdavim

Şemme

Hidayet-i Kur’âniyyenin nesîminden



besmele.jpg



اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلٰى رَحْمَتِهِ عَلَى الْعَالَمِينَ بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
blank.gif
1



İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu âlem, görünen ve görünmeyen bütün tabakat ve envâiyle Lâ ilâhe illâ Hû diye tevhidi ilân ediyor. Çünkü aralarındaki tesanüt böyle iktizâ ediyor.


Ve o tabakat ile envâ, bütün erkânıyla Lâ rabbe illâ Hû diye ilân-ı şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki müşabehet böyle istiyor.

Ve o erkân bütün âzâsıyla Lâ mâlike illâ Hû diye şehadetlerini ilân ediyorlar. Çünkü aralarındaki temâsül böyle iktizâ eder.


Ve o âzâ, bütün eczâsıyla Lâ müdebbire illâ Hû diye şehadet eder. Çünkü aralarında teâvün ve tedahül vardır.

Ve o eczâ, bütün cüz’iyatıyla Lâ mürebbiye illâ Hû diye olan şehadetini ilân eder. Çünkü, aralarındaki tevâfuk, kalemin bir olduğuna delâlet ediyor.




[NOT]
Dipnot-1 Peygamberlerin Efendisi Muhammed’in risaletini âlemlere rahmet kılan Âlemlerin Rabbine hamd olsun. Allah, ona ve bütün âl ve ashabına rahmet etsin.[/NOT]



Lâ ilâhe illâ hû: Allah’tan başka ilâh yokturLâ müdebbire illâ Hû: idare eden, ilmiyle her şeyin sonunu görüp ona göre hikmetle iş yapan Allah’tan başka ilâh yoktur
Lâ mürebbiye illâ Hû: terbiye edici olarak Allah’tan başka ilâh yokturRab: her bir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
cüz'iyat: fertler, kısımlardelâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
eczâ: bütünü oluşturan parçalarenvâ: çeşitler, türler
erkân: rükünler, temel unsurlareyyühe'l-aziz: ey aziz
hamd: şükür ve övgülerini sunmahidayet-i Kur'âniyye: Kur’ân’ın hak ve doğru yola erdirmesi
i'lem: biliktizâ etmek: gerektirmek
ilân-ı şehadet: şahitliğini ilân etmeklâ mâlike illâ Hû: her şeyin hakiki sahibi olan Allah’tan başka ilâh yoktur
lâ rabbe illâ Hû: her bir varlığı terbiye edip idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’tan başka ilâh yokturmüşabehet: benzeyiş
nesîm: hoş ve hafif rüzgârrahmet: İlâhî şefkat ve merhamet
risalet: peygamberliktabakat: tabakalar, katmanlar
tedahül: iç içe olmatemâsül: benzerlik
tesanüt: dayanışmatevhid: Allah’ı bir olarak bilme ve ilân etme
tevâfuk: uygunluk, denk gelmeteâvün: yardımlaşma
âl ve ashab: sülâle ve arkadaşlarâlem: dünya; evren, kâinat
âzâ: uzuvlar, organlarşehadet: şahitlik
şemme: en küçük miktar; bir defacık koklama; Mesnevî-i Nûriye’de yer alan bir risale

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şemme - Sayfa: 252


O cüz’iyat bütün hüceyratıyla Lâ mutasarrife fi’l-hakikati illâ Hû diye şehadet eder. Ve o hüceyrat bütün zerratıyla Lâ nâzime illâ Hû diye ilân-ı şehâdet eder. Çünkü, cevâhir-i fert arasındaki haytın bir olduğu böyle iktiza eder.

Ve o zerrat bütün esîriyle Lâ ilâhe illâ Hû cevheresiyle ilân-ı tevhid eder. Çünkü, esîrin besâteti, sükûnu, intizam ile emr-i Hâlıka sür’at-i imtisali böyle iktizâ eder.


İ’lem eyyühe’l-aziz! Hiçbir insanın Cenâb-ı Hakka karşı hakk-ı itirazı yoktur. Ve şekvâ ve şikâyete de haddi yoktur. Çünkü, şikâyet eden ferdin hilâf-ı hevesini iktizâ eden, nizam-ı âlemde binlerce hikmet vardır. O ferdi irzâ etmekte, o bin hikmetin iğdâbı vardır. Bir ferdi razı etmek için bin hikmet fedâ edilemez.


وَلَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاۤءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَاْلاَرْضُ
blank.gif
1


Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider.


Ey müteşekkî! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, nakmet olarak gördüğün şey belki ayn-ı nîmettir? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvâzi olmayan hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin?

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cesedin bir uzvundaki bir hüceyrede yapılan tasarruf, en evvel cesedi tasavvur etmeye mütevakkıftır. Çünkü, küllün nakışlarıyla, ahvâliyle cüz’ün çok alâka ve münasebetleri vardır. Öyleyse, cüzde tasarruf, Hâlık-ı Küllün emri altındadır.




[NOT]Dipnot-1 “Eğer hak onların keyiflerine tâbi olsaydı, gökler ve yer fesâda uğrardı.” Mü’minûn Sûresi, 23:71.
[/NOT]



Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi AllahHâlık-ı Küll: herşeyi yaratan Allah
Lâ ilâhe illâ Hû: Allah’tan başka ilâh yokturLâ mutasarrife fi’l-hakikati illâ Hû: mülkünde istediği gibi tasarruf eden O’ndan başka ilâh yoktur
Lâ nâzime illâ Hû: bütün kâinat ve varlık âlemini bir fayda ve gayeye göre düzenleyen Allah’tan başka ilâh yokturahvâl: haller, vaziyetler
besâtet: basitlik, sadelikbinaen: dayanarak
cevher: asıl, temel, özcevâhir-i fert: tek başına olan cevherler; atomlar, zerreler
cüz: parçacüz’iyat: kısımlar, küçük bireyler şeyler
cüz’î: ferdî, bireyselemr-i Hâlık: herşeyi yaratan Allah’ın emri
esîr: atomların öz maddesi; uzayı dolduran ince maddeevvel: önce
eyyühe’l-aziz: ey azizfelek: kader
ferd: kişi, şahısfesad: bozukluk, karışıklık
hakk-ı itiraz: itiraz hakkıhayt: bağ, ip
heves: gelip geçici arzu ve istekhikmet: amaç, gaye
hilâf-ı heves: nefsin arzu ve isteklerinin aksinehüceyrat: hücreler
iktiza etmek: gerektirmeilân-ı tevhid: herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu ilân etme
ilân-ı şehâdet: şahitliğini ilân etmekintizam: düzen
irzâ etmek: bir kimseyi râzı etme, hoşnut etmeiğdâb: öfke, öfkelendirmek
i’lem: bilküll: bütün, genel
külliyat-ı kâinat: bütün evrenkıymet: değer
mikyas: ölçekmizan: tartı
münasebet: bağlantı, ilişkimütevakkıf: bağlı
müteşekkî: şikâyet eden; itiraz edenmüvâzi: denk, eşit
nakış: işleme, süslemenikmet: azap, nimetin tersi
nizam: düzennizam-ı âlem: âlemin düzeni
sükûn: hareketsiz durma, sabit olmasür’at-i imtisal: hızlıca uymak, yerine getirmek
tasarruf: dilediği gibi kullanmatasavvur etmek: düşünmek, hayal etmek
teskin: sakinleştirme, rahatlatmazerrat: zerreler, maddenin en küçük parçaları
şehadet etmek: şahitlik etmeşekvâ: şikayet

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şemme - Sayfa: 253


İ’lem eyyühe’l-aziz! Hevâm, balık gibi küçük hayvanların yumurtalarını, haşerat ve nebatatın tohumlarını, pek büyük bir rahmetle, bir lûtufla, bir hikmetle hıfzeden Sâni-i Hakîmin hafîziyetine lâyık mıdır ki, âhirette semere veren ağaçlara çekirdek olacak a’mâlinizi hıfzetmesin, ihmal etsin? Halbuki, sen hâmil-i emânet, halife-i arzsın.

Evet, herbir zîhayatta bulunan hıfzu’l-hayat hissi, vücudun ebedî bir bekaya ism-i Hayy, Hafîz, Bâki’nin tecellîsiyle incirar edeceğine delâlet eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir incir tohumunu tavırdan tavıra hıfzeden, devirden devire himaye eden, inhilâlden vikaye eden ve o tohumda incir ağacının teşkilâtına lâzım olan esasları kemâl-i ihtimam ile muhafaza eden, elbette ve elbette, halife-i arz ünvanını alan nev-i beşerin â’mâlini ihmal etmez, hıfzeder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, bâki kalır. Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır. Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır. Ceset ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır, amma vahid-i fert bâki kalır. Kesret bozulur, vahdet bâkidir. Madde kırılır, nur bâkidir. Binaenaleyh, ömrün bidâyetinden sonuna kadar devam eden mânâ, çok cesetleri tebeddül ve tavırdan tavıra intikal ve devirden devire yuvarlandığı halde vahdetini, bekasını muhafaza ettiği gibi, ölüm hendeğini de atlayarak sâlimen ebed yoluna devam edecektir. Maahaza, her vakit “Fenâya hazır ol” emrini intizar eden zail ve bekasız maddiyatta, şu hıfz ve muhafaza düsturu, beka ile çok münasebettar olan ruh ve mânâda da câridir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ulûhiyetin azameti, izzeti, istiklâliyeti, herşeyin küçük




Bâki: devamlı, kalıcı, ölümsüz; kendi varlığı sonsuza kadar devam eden ve dilediği varlığa bekà veren, onları sonsuz ve kalıcı hale getiren AllahHafîz: esirgeyen, koruyan, yarattıklarını koruyup gözeten Allah
Sâni-i Hakîm: herşeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yaratan Allahazamet: büyüklük, yücelik
a’mâl: ameller, işlerbeka: devamlılık ve kalıcılık, sonsuzluk
bidâyet: başlangıçbinaenaleyh: bundan dolayı
cisim: bedencâri: geçerli, yürürlükte
delâlet etmek: delil olmak, işaret etmekdüstur: kural
ebed: sonsuzlukebedî: sonsuz
enâniyet: benlikeyyühe’l-aziz: ey aziz
fenâ: göçüp gitme, ölümlü olmahafîziyet: Allah’ın herşeyi koruyup saklaması
halife-i arz: yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip O’nun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde O’nun adına egemen olan insanhaşerat: zararlı hayvanlar
hevâm: böceklerhikmet: amaç, gaye
hâmil-i emânet: emâneti taşıyanhıfz: koruma
hıfzetmek: saklamak, korumakhıfzulhayat: hayatı koruma
ihmal etmek: önemsememekincirar etmek: sonuçlanmak
inhilâl: bozulma, dağılmaintikal: geçme, yer değiştirme
intizar eden: bekleyenism-i Hayy: Cenâb-ı Hakk’ın gerçek hayat sahibi olduğunu ve her canlıya hayat verdiğini ifade eden ismi
istiklâliyet: bağımsızlık, birşeye bağlı olmayışizzet: değer, itibar, yücelik
i’lem: bilkemâl-i ihtimam: son derece dikkat, özen ve titizlik
kesret: çokluklibas: elbise
lâfız: ifade, kelimelûtuf: iyilik, ihsan, bağış
lüb: öz, içmaahaza: bununla birlikte
maddiyat: maddi şeylermuhafaza: saklama, koruma
münasebettar: alâkalı, ilgilinebatat: bitkiler
nev-i beşer: insanlar, insanlık türürahmet: İlâhî şefkat ve merhamet
semere: meyvesâlimen: zarar görmeyerek
tebeddül: değişimtecellî: yansıma, görünme
teşkilât: meydana gelme, oluşmaulûhiyet: Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı
vahdet: birlik, teklikvahid-i fert: bir, tek kişi
vikaye etmek: korumakvücud: varlık
zeval: geçip gitme, sona ermezîhayat: canlı
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şemme - Sayfa: 254


olsun, büyük olsun, yüksek olsun, alçak olsun taht-ı tasarrufunda bulunduğunu istiyor. Senin hissetin veya hakaretin, Onun tasarrufundan hariç kalmasına sebep olamaz. Çünkü senin Ondan bu’dun varsa da, Onun senden bu’du yoktur. Veya senin bir sıfatının hakareti, vücudunun hakaretini istilzam etmez. Veya mülk cihetinin mülevves olması, melekût cihetinin de mülevves olmasını iktiza etmez. Ve keza, Hâlıkın azameti, çirkin şeylerin, tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Bilâkis, azamet-i hakikiye, icad hususunda infiradı, tasarruf cihetiyle de ihatayı iktiza eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Maddî olan birşey, kesafeti ne kadar fazla olursa o nisbette ince ve gizli şeyleri göremez ve onları idrakten kasırdır. Fakat nur ve nurânî şeyler, ne kadar nurâniyette terakki ederse, o nisbette ince ve gizli şeylere nüfuzu tam ve keskin olur. Ve keza, ne kadar lâtif olursa, o derecede maddiyatın içlerini keşfeder: (Röntgen şuâı gibi.) Mümkinatta mesele bu merkezde ise, Vâcib, Vâhid olan Nûru’l-Envâr ne derece نَافِذُ الْخَفَايَا عَالِمٌ بِاْلاَسْرَار 1 olacağı bir derece anlaşıldı. Öyleyse, azameti, tam mânâsıyla ihata, nüfuz, şümulü iktiza ve istilzam eder.


İ’lem eyyühe’l-aziz! Ekseriyet-i mutlakayı teşkil eden avâm-ı nâsın fehimleri Kur’ân’ca o kadar mürâat edilmiştir ki, birkaç dereceyi, birkaç ciheti ihtivâ eden bir meselede, avâmın fehimlerine en me’nus, en karib ciheti ve nazarlarına en vâzıh, en zahir dereceyi söylüyor. Çünkü, öyle olmasa, delilin neticeden hafî olması lâzım gelir.

Kur’ân’ın kâinattan yaptığı bahis, Hâlıkın sıfatlarını ispat ve izah içindir. Binaenaleyh, ne kadar cumhurun fehmine yakın olursa irşada daha lâyık ve daha muvâfık olur. Meselâ, Hâlıkın tasarrufâtına delâlet eden âyetlerden en zahir, en âşikâr olan tabakayı






[NOT]Dipnot-1 Gizliliklere nüfuz eden, sırları bilen.

[/NOT]



Hâlık: herşeyi yaratan AllahNûru’l-Envâr: nurların nuru, sonsuz nur sahibi Allah
Vâcib: varlığı zorunlu olanVâhid: bir olan ve birliği her şeyi kaplayan
avâm: sıradan halk; fazla ilmi olmayan kimseleravâm-ı nâs: sıradan halk; fazla ilmi olmayan kimseler
azamet: büyüklük, yücelikazamet-i hakikiye: gerçek büyüklük, yücelik
bilâkis: aksine, tersinebinaenaleyh: bundan dolayı
bu’d: uzaklıkcumhur: çoğunluk
delâlet etmek: delil olmak, işaret etmekekseriyet-i mutlaka: genel, çoğunluk
fehim: anlayış, kavrayışhafî: gizli, saklı
hakaret: küçüklük, basitlikhisset: cimrilik, tamahkârlık
icad: var etme, yaratmaihata: içine alma, kapsama
ihtivâ eden: içinde bulunduran, içine alaniktiza etmek: gerektirmek
infirad: tek başına olmairşad: doğru yolu gösterme, uyarma
istilzam etmek: gerektirmeki’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kardeşim bil ki
karib: yakınkasır: eksik, noksan
kesafet: yoğunluk, katılıkkeza: aynı, aynı biçimde
lâtif: şeffafmaddiyat: maddî şeyler
melekût ciheti: iç yüzü; arka plânıme’nus: ünsiyet edilen, alışılmış
muvâfık: uygun, yerindemülevves: kirli, bulaşık
mülk ciheti: dış yüzümümkinat: varlığı ile yokluğu eşit olan varlıklar; Allah’ın var ettiği her şey.
mürâat etmek: gözetmeknazar: düşünce, görüş
nisbette: orandanurâniyet: nur özelliği, parlaklık
nurânî: nurlu, nurdan yaratılmışnüfuz: etkileme, içine girme
sıfat: özellik, vasıftaht-ı tasarruf: tasarrufu altında
tasarruf: tecellî, icraat; dilediği gibi kullanmatasarrufât: tasarruflar
terakki etmek: ilerlemek, yükselmekteşkil etme: meydana gelme, oluşturma
vâzıh: açıkvücud: varlık
zahir: açıkâşikâr: apaçık
şuâ: ışın, güçlü ışık hüzmesişümul: kapsamlılık, kuşatıcılık

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şemme - Sayfa: 255


وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ
blank.gif
1

âyetiyle zikretmiştir. Halbuki bu tabakanın arkasında vücuhun taayyünat, teşahhusat tabakası vardır. Evvelki tabakanın fehmi, ikinci tabakanın fehminden daha yakındır. Ve keza, en âşikâr dereceyi 2 اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ âyetiyle zikretmiştir. Bu derecenin arkasında, arzın şems etrafında emir ve irade-i İlâhî kanunuyla tahrik ve tedvîri derecesi de vardır. Lâkin bu derece evvelki dereceden bir derece mahfî olduğundan terk edilmiştir.

Ve keza,
blank.gif
3 وَجَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا cümlesiyle en okunaklı sahifeyi göstermiştir. Halbuki bu sahifenin arkasında, “Direk ve kazıklarla tehlikeden muhafaza edilen bir sefine gibi, arz da içerisinde vukua gelen hercümerçten dolayı parçalanmak tehlikesinden korumak için dağlarla kazıklanmıştır” sahifesi da vardır. Fakat bu sahife, avâm-ı nâsça o kadar okunaklı olmadığından terk edilmiştir. Ve bu sahifenin altında da şöyle bir haşiye vardır:

Hayatı besleyip sağlamak üzere dağlar arza direk yapılmıştır. Çünkü, dağlar suların mahzenidir. Havanın tarağıdır, tasfiye ediyor. Toprağın hâmisidir, denizin istilâsından vikaye ediyor. Zaten hayatın direkleri bu unsurlardır. Bu sırra binaendir ki, şeriatça hilâlin tulû ve gurubu nazara alınmıştır. Çünkü, bu ise, ayları, günleri hesap etmekten avâmca daha kolaydır. Ve yine o sırra binaendir ki, ezhan-ı avâmda tesbit ve takrir için Kur’ân’da tekrarlar vukua gelmiştir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalâttan pek vâsi ve pek yüksektir. Bu itibarla şiirden addedilmemiştir. Hem de,





[NOT]Dipnot-1 “Göklerin ve yerin yaratılışı; dillerinizin ve renklerinizin, (seslerinizin ve simalarınızın) farklılığı da yine Onun âyetlerindendir.” Rûm Sûresi, 30:22.
Dipnot-2 “Göklerin ve yerin yaratılmasında, gecenin ve gündüzün değişmesinde...” Bakara Sûresi, 2:164.
Dipnot-3 “Dağları birer kazık yaptık.” Nebe’ Sûresi, 78:7.

[/NOT]



addedilmek: sayılmak, tutulmakarz: dünya
avâm: sıradan halk; fazla ilmi olmayan kimseleravâm-ı nâs: sıradan halk; ilmi fazla olmayan kimseler
binaen: -dayanarakevvelki: önceki
ezhan-ı avâm: avamın zihinleri; sıradan halkın akıllarıfehm: anlayış ve kavrayış
gurub: batışhakikat: gerçek
hayalât: hayallerhaşiye: dipnot, açıklayıcı not
hercümerç: karışıklık, dağınıklık
hilâl: yay şeklinde görülen ay
hâmi: koruyucuirade-i İlâhî: Allah’ın iradesi, dilemesi
istilâ: kuşatmai’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kardeşim bil ki
keza: aynı, aynı biçimdemahfî: gizli
mahzen: depomuhafaza etmek: korumak
nazara almak: dikkate almaksefine: gemi
taayyünat: belirlenmeler; kadere ait şekillenmelertabaka: sınıf, derece
tahrik: harekete geçirmetakrir: yerleştirme, sağlamlaştırma
tasfiye etmek: arıtmak, temizlemektedvîr: döndürme; yönetme
tesbit: sağlam şekilde yerleştirmeteşahhusat: somutlaşmalar, belirlenmeler
tulû: doğmaunsur: madde
vikaye etmek: korumakvukua gelmek: meydana gelmek
vâsi: genişvücuh: vecihler, yönler
zikretmek: bildirmek, anlatmakâyet: Kur’ân’ın her bir cümlesi
âşikâr: apaçıkşems: güneş
şeriat: Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şemme - Sayfa: 256


âyetler, sahibinin şuûnat ve ef’âlinden bahseder. Şiir ise, fuzulî olarak gayrdan bahseder. Hem de, filcümle âdi şeylerden bahsi harikulâdedir. Şiirin harikulâdelerden bahsi, alel-ekser âdidir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hâlıkın vahdetini gösteren ayineler ve delillerini okutan sahifelerin pek çok çeşitleri olduğu gibi, merkezleri bir ve birbirinin içine dahil olmuşlardır. Binaenaleyh, bir ayinede göründü veya bir sahifede okundu mu, hepsinde de görünür ve okunur. Fakat birisinde görünmemesi, hepsinde görünmemesini istilzam etmez.


İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir kelimeyi yazan harfini yazanın gayrısı, bir sahifeyi yazan satırı yazanın gayrısı, kitabı yazan sahifeyi yazanın gayrısı olması mümkün olmadığı gibi; karıncayı halk eden cins-i hayvanı halk edenin gayrısı, hayvanı yaratan arzı yaratanın gayrısı, arzı halk eden, Rabbü’l-Âlemînin gayrısı olması muhaldir.

Rububiyet-i âmmenin işaretlerindendir ki, kâinat kitabında öyle büyük harfler vardır ki, o harflerin bir kısmında bir kelime yazılıdır. Bir kısmında bir kelam, bir kısmında bir kitap yazılıdır. Meselâ, o kitapta bahr, şecer, arz birer harf makamındadırlar. Birinci harfte semek kelimesi, ikincisinde şecer kelâmı, üçüncüsünde hayvan kitabı yazılmıştır. Hattâ, Yâsin suretinde tam Yâsin Sûresi yazıldığı gibi, bazı masnûatta, bir kelime olan isminde, çekirdeğinde o masnûun sûresi ve kitabı yazılmıştır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Yıldızlar, şemsler arasında mümâselet olduğu gibi filcümle müsâvat da vardır. Binaenaleyh, onlardan biri ötekilere rab olamaz. Ve onlardan birine rab olan, hepsine de rab olur. Ve keza, herşeye de rab olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunur. Evet, her bir uzuv, birşey için yaratılmıştır. O uzvu, o şeyde kullanmakla mükelleftir. Meselâ, herbir hasse için bir ibadet vardır. Onun hilâfında kullanılması dalâlettir. Meselâ, baş ile yapılan secde Allah için olursa ibadettir, gayrısı için




Hâlık: herşeyi yaratan AllahRabbü’l-Âlemîn: âlemlerin Rabbi olan Allah
Rububiyet-i âmme: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği ve terbiyesiYâsin Sûresi: Kur’ân’ın otuz altıncı sûresidir
alel-ekser: çoğunluklaarz: dünya
bahir: denizbinaenaleyh: bundan dolayı
cemaat-i mükellefîn: dinen sorumlu olanlar topluluğucins-i hayvan: hayvan cinsi, türü
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık, inkâref’âl: fiiler, işler
ferd: kişi, şahısfilcümle: kısmen
fuzulî: fazladan, lüzumsuzgayr: diğer, başka
gayrısı: başkasıhalk eden: yaratan
harikulâde: olağanüstü, hayranlık vericihasse: duyu, organ
hilâf: zıt, tersibadet: kulluk
istilzam etmek: gerektirmeki’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kardeşim bil ki
kelâm: kelime, sözkeza: aynı şekilde
kâinat: evrenmakam: yer, konum
masnûat: san’at eseri varlıklarmasnû’: san’atlı şekilde yaratılmış varlık
muhal: imkânsız, olmayacak şeymükellef: yükümlü
mümâselet: benzerlikmüsâvat: eşitlik, denklik
rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduransecde: muhatabını yüceltmek maksadıyla başını yere koymak
semek: balıksuret: biçim, görünüş
uzuv: organvahdet: Allah’ın birliği
âdi: basit, değersizşecer: ağaç
şems: güneşşuûnat: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şemme - Sayfa: 257


dalâlettir. Kezâlik, şuarânın hayalen yaptıkları hayret ve muhabbet secdeleri dalâlettir. Hayal, onunla fâsık olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanları fikren dalâlete atan sebeplerden biri, ülfeti ilim telâkki etmeleridir. Yani melûfları olan şeyleri kendilerince mâlum bilirler. Hattâ, ülfet dolayısıyla âdiyâta teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki, ülfetlerinden dolayı malûm zannettikleri o âdi şeyler, birer harika ve birer mu’cize-i kudret oldukları halde, ülfet sâikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyâleye im’ân-ı nazar edebilsinler. Bunların meseli, deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair garip hâlâtına bakmayarak, yalnız rüzgârla husule gelen dalgalara ve şemsin şuââtından peydâ olan parıltısına dikkat etmekle Mâlikü’l-Bihar olan Allah’ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanların arza âit malûmat ve müsellemât-ı bedihiyatları, ülfete mebnîdir. Ülfet ise, cehl-i mürekkep üstüne serilmiş bir perdedir. Hakikate bakılırsa, zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kur’ân, âyetleriyle insanların nazarını melûfatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler, atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havâriku’l-âdât mu’cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Aralarında münasebet, muamele, hattâ mükâleme bulunan iki şeyin, birbirine müşabih veya müsâvi olmasını istilzam etmez. Meselâ, yağmurun bir katresi veya semerenin bir çiçeğinin, küçüklüğüyle beraber, şemsle münâsebeti ve muamelesi vardır.

Binaenaleyh, ey insan, Senin hakaretin, seni Hallâk-ı Âlemin nazar-ı inâyetinden setredecek bir sebep olamaz.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Denizlerde vukua gelen med ve cezir gibi, evliya arasında




Hallâk-ı âlem: âlemlerin yaratıcısı olan AllahMâlikü’l-Bihar: denizlerin sahibi olan Allah
arz: yer, dünyaazamet: büyüklük, yücelik
binaen: -dayanarakbinaenaleyh: bundan dolayı
cehil: cahillik, bilgisizlikcehl-i mürekkep: bilmediğinden habersiz kimsenin cahilliği; katmerli bilgisizlik
dalâlet: hak yoldan sapkınlıkehemmiyet: önem
evliya: Allah dostları velîlerfevkinde: üstünde
fikren: düşünce olarakfâsık: günahkâr
hakaret: basitlik, küçüklükhakikat: gerçek
havâriku’l-âdât: olağanüstü şeylerhayalen: hayale dayalı olarak
hayvanat: hayvanlarhusule gelmek: meydana gelmek
hâlât: haller, durumlarim’ân-ı nazar: bir işi dikkatle düşünmek; bir şeye inceden inceye bakmak
istilzam etmek: gerektirmeki’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kardeşim bil ki
katre: damlakezâlik: bunun gibi
malûmat: bilgilermebnî: bina edilmiş
med ve cezir: denizlerdeki gel-git olayımelûf: alışılmış, ülfet edilmiş
melûfat: alıştıkları, ülfet ettikleri şeylermesel: örnek, benzer
muamele: davranış; karşılıkmuhabbet: sevgi
mu’cize: şaşkınlık uyandıran olağanüstü şeymu’cize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi
mâlum: bilinen, bellimükâleme: karşılıklı konuşma
münasebet: alâka, ilgimüsellemât-ı bedihiyat: apaçık oluşları sebebiyle itirazsız kabul edilen şeyler
müsâvi: eşit, denkmüşabih: benzeyen, benzeşen
nazar: bakışnazar-ı inâyet: önem ve özen ihtiva eden dikkatli bakış,
necim: yıldızpeydâ olan: meydana gelen
sair: diğersecde: namazda yere kapanma
semere: meyvesetretmek: örtmek, gizlemek
sâikasıyla: sebebiyletecelliyat-ı seyyâle: akıp giden yansımalar, görünümler
teemmül: düşünme, inceden inceye araştırmatelâkki etmek: zannetmek
vukua gelmek: meydana gelmekâdi: basit, değersiz
âdiyat: alışılmış olan sıradan şeylerâyet: Kur’ân’ın her bir cümlesi
ülfet: alışkanlıkşems: güneş
şuarâ: şairlerşuâât: parıltılar, ışıklar

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şemme - Sayfa: 258


da bast-ı zaman,HAŞİYE-1 tayy-ı mekân meselesi şöhret bulmuştur. Ezcümle: Kitab-ı Yavâkitin rivayetine göre, İmam-ı Şa’rânî bir günde iki buçuk defa kocaman Fütuhat-ı Mekkiye namındaki büyük mecmuayı mütalâa etmiştir. Bu gibi vukuat istiğrabla inkâr edilmesin. Zira bu gibi garip meseleleri tasdike yaklaştıran misaller pek çoktur. Meselâ, rüyada bir saat zarfında bir senenin geçtiğini ve pek çok işler görüldüğünü görüyorsun. Eğer o saatte o işlere bedel Kur’ân okumuş olsaydın, birkaç hatim okumuş olurdun. Bu hâlet evliya için hâlet-i yakazada inkişaf eder. Zaman inbisat eder. Mesele ruhun dairesine yaklaşır. Ruh zaten zamanla mukayyed değildir. Ruhu cismâniyetine galip olan evliyanın işleri, fiilleri, sür’at-i ruh mizanıyla cereyan eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir burhanla elde edilen netice-i tevhidi bazı insanlar isti’zamla dar zihinlerine sıkıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hale karşı o kat’î, sahih burhanı reddetmek üzere, “Bu neticeyi, bu kadar





[NOT]Haşiye-1 Bast-ı zaman sırrıyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı Mirac, bu hakikatın vücudunu ispat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mirac’ın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs’ati ve ihatası ve uzunluğu vardır. Çünkü, Mirac yoluyla beka âlemine girdi. Beka âleminin birkaç dakikası bu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir. Hem, bu hakikate binaen, bazı evliya bir dakikada bir günlük işi görmüş. Bazıları, bir saatte bir senelik vazifesini yapmış. Bazıları, bir dakikada bir hatme-i Kur’âniye’yi okumuş oldukları gibi, Risale-i Nur’un telifinde de bu bast-ı zaman hakikati çok defa vukua gelmiş. Ezcümle: On Dokuzuncu Mektup yüz elli sahifedir. Üç yüzden fazla mu’cizatı, kitaplara müracaat edilmeden, ezber olarak, dağ, bağ köşelerinde dört gün zarfında hergün üçer saat meşgul olmakla, mecmûu on iki saatte telif edilmesi; Ramazan Risalesi kırk dakikada telif edilmesi; Yirmi Sekizinci Söz, yirmi dakikada telif edilmesi, bast-ı zamanın vukuunu ispat etmiştir. 1 قَالَ قَاۤئِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ âyeti tayy-ı zamanı gösterdiği gibi, 2 وَاِنْ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ âyeti de bast-ı zamanı gösterir.

1 “İçlerinden söze başlayan biri, ‘Bu halde ne kadar kaldık?’ diye sordu. ‘Bir gün, yahut daha da az’ dediler.” Kehf Sûresi, 18:19.

2 “Lâkin Rabbinin katında bir gün, sizin hesabınıza göre bin yıl gibidir.” Hac Sûresi, 22:47.

[/NOT]




Fütuhat-ı Mekkiye: (bk. bilgiler)Kitâb-ı Yavâkit: İmâm-ı Şa’rânî’nin eseridir. Kitabın tam adı el-Yevakit ve’l-Cevahir fî Beyani Akaidi’l-Ekâbir’dir.
Mirac: Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculukbast-ı zaman: az bir zaman dilimi içine uzun bir zamanı sığdırmak ve onu yaşamış gibi olmak
beka âlemi: sonsuzluk âlemi, âhiret hayatıbilfiil: fiilen, gerçekte
binaen: -dayanarakburhan: güçlü, açık delil
cereyan etmek: meydana gelmekcismâniyet: maddî vücuda sahip olma
evliya: Allah dostları velîlerezcümle: meselâ, örneğin
galip olmak: üstün gelmekhakikat: gerçek, doğru
hatme-i Kur’âniye: Kur’ân’ın tamamını okumak, hatimhaşiye: dipnot, açıklayıcı not
hâlet: durum, hâlhâlet-i yakaza: uyanıklık hali
ihata: içine alma, kapsamainbisat etmek: genişlemek, yayılmak
inkişaf etmek: açığa çıkmakistiğrab: garip görme, acayip bulma
isti’zam: büyütmei’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kardeşim bil ki
kat’î: kesin, şüphesizmecmua: kitap
mecmûu: bütünü, tamamımisal: örnek
mizan: ölçü, dengemukayyed: kayıtlı, sınırlı
mu’cizat: mu’cizelermüddet: süre
müracaat etmek: başvurmakmütalâa etmek: dikkatle okumak, incelemek
namında: ismindenetice-i tevhid: birleme, her şeyin bir olan Allah’a ait olduğu sonucuna ulaşma
rivayet: bir sözü nakletmesahih: doğru, güvenilir
sür’at-i ruh: ruhun hızıtahammül etmek: yüklenmek
tayy-ı mekân: mekânı ortadan kaldırmak, bir şahsın bir anda çok uzak yerlere gidebilmesitayy-ı zaman: zamanı ortadan kaldırma, kısaltma
tazammun etmek: içermek, içine almaktelif: yazma; yazılma
vuku: gerçekleşme, meydana gelmevukua gelmek: meydana gelmek
vukuat: meydana gelen olaylarvücud: varlık
vüs’at: genişlikzaman-ı Miraç: Miraç zamanı; Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk süresi
âyet: Kur’ân’ın her bir cümlesiİmam-ı Şa’rânî: (bk. bilgiler – Şa’rânî)

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şemme - Sayfa: 259


azametiyle, şu burhan onu intaç edemez” diye bahanelerle kabul etmez. O miskin bilmez mi ki, neticenin kayyûmu imandır. Burhan, ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi, o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahaza, burhan bir değildir; bin değildir, zerrât-ı âlem adedince burhanlar vardır.

Fesübhânallah! Mülk ile melekût arasındaki hicap ne kadar incedir, aralarındaki mesâfe ne kadar büyüktür! Dünya ile âhiret arasındaki yol ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. İlim ile cehil arasındaki hicap ne kadar lâtif ve ne kadar kalındır! İman ile küfür arasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir! İbadet ile mâsiyet arasındaki mesafe ne kadar kısadır! Halbuki araları Cennet ile nârın araları kadardır. Hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur! Evet, hal ile mâzi arasında öyle ince bir perde vardır ki, ruhun mâzi cihetine geçmesine mâni değildir; cesede nisbeten bitmez bir mesafedir.


Kezâlik, mülk ile melekût, dünya ile âhiret arasında ehl-i kalb için şeffaf, ehl-i hevâ için kesif ince bir perde vardır.

Kezâlik, geceyle gündüz arasında lâtif bir perde var ki, gözün kapanmasıyla gece olup, açılmasıyla gündüz olduğu gibi; nefsin âlem-i mâneviyata gözü kapanırsa ebedî bir gece içinde kalır, gözü mâneviyata açılırsa neharı inkişaf eder.

Kezâlik, Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehl olur.

Kezâik, iman ve tevhid ile bakan, âlemi nurlu görür ve illâ âlemi zulümat içerisinde görecektir.

Kezâlik, ef’âl-i beşer için iki cihet vardır. Eğer niyet ile Allah’ın hesabına olursa, tecelliyata mâkes, şeffaf, parlak olur. Eğer Allah hesabına olmasa, zulmetli bir manzarayı göstermiş olur.

Kezâlik, hayatın da iki veçhi vardır. Biri siyah, dünyaya bakar; diğeri şeffaf, âhirete nâzırdır. Nefis, siyah veçhin altına girer, şeffaf veçhe terettüp eden saadet-i ebediyeyi ister.




Fesübhânallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” anlamında hayret ifade etmek için kullanılmıştıraded: sayı
azamet: büyüklük, yücelikberzah: aralık, mesafe
burhan: açık, güçlü delil, kanıtcehil: cahillik, bilgisizlik
cihet: yön, tarafebedî: sonsuz, sonu olmayan
ef’âl-i beşer insanların fiilleri, hareketleri: (bk. f-a-l)ehl-i hevâ: nefsin isteklerine uyanlar
ehl-i kalb: kalb ehli olanlar, kalbiyle mânevî makamlarda ilerleyenleremel: arzu, istek
esbab: sebeplergaflet: duyarsızlık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma hâli
hal: şimdiki zamanhicap: perde
inkişaf etmek: açığa çıkmakintaç etmek: sonuç vermek
kayyûm: ayakta tutankesif: yoğun, katı, şeffaf olmayan
kezâlik: bunun gibikâinat: evren
lâtif: ince, şeffafmaahaza: bununla beraber
melekût: görünen maddî âlemin arka plânı, iç yüzümenfez: delik
miskin: zavallımâkes: yansıma yeri, ayna
mâneviyat: mânevi âleme ait olan şeylermâsiyet: günâh, isyan
mâzi: geçmiş zamanmülk: görünen maddî ve cismanî âlem
müşahede etmek: görmek, gözlemlemeknefis: bir kimsenin kendisi, insanda lezzetlerin kaynağı olan ve onu maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet
nehar: gündüznâr: ateş
nâzır: bakar, yöneliksaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk, Cennet mutluluğu
tecelliyat: tecelliler, yansımalarterettüp etmek: sonuç olarak ortaya çıkmak
tevhid: birleme, her şeyin bir olan Allah’a ait olduğuna inanmavech: yüz, yön
vehim: kuruntu, varsayımzerrât-ı âlem: evrenin zerreleri
zulmet: karanlıkzulümat: karanlıklar
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayatâlem: dünya, evren
âlem-i mâneviyat: mânevi âleme ait olan şeyler

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şemme - Sayfa: 260


İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâinatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de mânen kapalıdır. Cenâb-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi açan ene namında bir miftahı insanın eline vermiştir. Fakat, ene de kapısı kapalı bir bilmecedir. Bunun kapısı açılıyorsa kâinatın da kapıları açılıyor.

Evet, Cenâb-ı Hak insana bir benlik, bir nevi hürriyet vermiştir ki, Cenâb-ı Hakkın rububiyetine ait evsafı bilmek için mevhum, farazî bir vahid-i kıyasî yapsın.


Mahiyet-i beşerde pek ince bir ip, insanın vücudunda şuurlu bir kıl, şahsın kitabında bir elif kıymetinde ve miktarında olan ene’nin iki vechi vardır. Biri hayra bakar. Bu vecihle yalnız kabil-i feyizdir, fâil değildir. Diğer veçhi ise şerre bakar. Bu vecihle kendisini fâil bilir.

Ene’nin mâhiyeti mevhûmedir. Rububiyeti hayalîdir. Vücudu birşeye hâmil olamaz. Ancak mizânülhararet gibi, Vâcibü’l-Vücudun rububiyetine âit sıfât-ı mutlaka-i muhitayı bilmek için bir mizan vazifesini görüyor.

Eğer insan benliğine mizan nazarıyla bakarsa, kâinattan zihnine akıp gelen âfakî malûmatı kendi malûmatıyla, tasarrufat ve sıfât-ı İlâhiyeyi de kendi sıfâtıyla tasdik eder. Yine merciine iade eder. Ve bu sâyede
blank.gif
1 قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا’daki مَنْ 2 şümulüne dahil olarak, bihakkın emâneti ifâ etmiş olur. Fakat kendisine müstakil nazarıyla bakmakla kendisini mâlik itikad ederse,
3 وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا ’nın şümulüne dahil olmakla emânetle hıyânet etmiş olur. Zira semâvat ve arzın, hamlinden korkarak imtinâ ettikleri cihet, ene’nin




[NOT]Dipnot-1 “Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir.” Şems Sûresi, 91:9.
Dipnot-2 Kim, kimse.
Dipnot-3 “Nefsini günaha daldıran da hüsrâna düşmüştür.” Şems Sûresi, 91:10.
[/NOT]



Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi AllahVâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah
arz: dünyabihakkın: hakkıyla, gerçek anlamıyla
cihet: yön, tarafelif: Arap alfabesinin ilk harfi
ene: ben, benlikevsaf: vasıflar, nitelikler
farazî: hayalî, var sayılmışfâil: bir işi yapan; fiilin sahibi
haml: yüklenme, üstlenmehayalî: hayale dayalı
hâmil: taşıyanifâ etmek: yerine getirmek
imtinâ etmek: çekinmek, yapmamakitikad etmek: inanmak
i’lemeyyühe’l-aziz: ey aziz kardeşim bil kikabil-i feyiz: bolluğu, bereketi, lütfu kabul eden
kenz-i mahfî: gizli hazinekâinat: evren
kıymet: değermahiyet-i beşer: insanın mahiyeti, niteliği
malûmat: bilgilermerci: kaynak
mevhum: gerçekte olmadığı halde var sayılanmiftah: anahtar
mizan: ölçü, terazimizânülhararet: termometre; sıcaklık ölçen âlet
mâhiyet: her bir şeyin aslı, esasımâlik: sahip, herhangi bir şeye sahip olan kimse
mânen: mânevî olarakmüstakil: bağımsız, başlı başına
namında: ismindenazar: bakış, bakma
nevi: çeşit, türrububiyet: Rablık; Allah’ın her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
semâvat: göklersıfât: nitelikler, özellikler
sıfât-ı mutlaka-i muhita: her tarafı kuşatan sınırsız sıfatlar, vasıflar, niteliklersıfât-ı İlâhiye: Allah’ın sıfatları, mukaddes özellikleri, nitelikleri
tasarrufat: faaliyetler, uygulamalartasdik etmek: doğruluğunu kabul etmek
vahid-i kıyasî: ölçü birimivech: yüz, yön
vücud: varlıkâfakî: dış dünyaya ait
âlem: dünya, evrenşer: kötülük
şuur: bilinç, anlayış, idrakşümul: kapsamlılık, kuşatıcılık

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şemme - Sayfa: 261


bu cihetidir. Çünkü, dalâletler, şirkler, şerler bu cihetten doğarlar. Eğer vaktiyle o ene’nin şiddetli bir terbiyeyle başı kırılmazsa büyür, insanın vücudunu yutar.

Eğer milletin de enâniyeti inzimam ederse, Sâniin emrine karşı mübarezeye çıkar. Tam mânâsıyla bir şeytan olur. Sonra, halkı da kendisine kıyas eder, esbabı da o kıyasa dahil eder, büyük bir şirke düşer. El-iyâzü billâh!

Mühim bir mesele: Ene’nin iki veçhi vardır. Bir veçhini nübüvvet almıştır, bir veçhini de felsefe almıştır.

Birinci vecih, ubudiyet-i mahzâya menşedir. Mahiyeti harfiye olup müstakil değildir. Vücudu tebeî olup aslî değildir. Mâlikiyeti vehmî olup hakikî değildir. Vazifesi Hâlıkın sıfâtını fehmetmek için bir mîzan ve bir mikyas olmaktır. En-biya (aleyhimüsselâm) enâniyetin bu veçhine bakmakla, mülkü tamamen Allah’a teslim ederek ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne ulûhiyetinde şeriki olmadığına hükmetmişlerdir. Ene’nin bu veçhinden, Cenâb-ı Hak şecere-i tûbâ-i ubudiyeti inbat edip dal ve budakları kâinat bahçesinde enbiya, evliya, sıddîkîn gibi mübarek semereleri vermiştir.

İkinci veçhi alan felsefe, ene’nin vücudunu aslî ve kendisini müstakil ve mâlik-i hakikî olduğunu zu’m etmişlerdir. Vazifesi de yalnız hubb-u zâtıyla tekemmül-ü hayattır. Ene’nin bu siyah yüzünden envâen şirkler, dalâletler çıkmıştır. Ezcümle: Kuvve-i behîmiye dalında sanemler doğmuşlardır. Kuvve-i gadabiye gusnundan firavunlar, nemrutlar çıkmıştır. Kuvve-i akliyeden dehriyun, maddiyun, felâsife çıkmışlardır ki, Vâcibü’l-Vücuda bir mahlûk-u vahidi verir, bâki kalan mülkünü gayra taksim ederler.




Cenab-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi AllahFiravun: (bk. bilgiler)
Hâlık: herşeyi yaratan AllahNemrut: (bk. bilgiler)
Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan AllahVâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah
aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsunaslî: asıl, esas
bâki kalan: geride kalancihet: yön
dalâlet: doğru ve hak yoldan ayrılma, sapkınlıkdehriyun: dünyanın sonsuz olduğuna inanıp, âhireti inkâr edenler
el-iyâzü billâh: Allah korusun, Allah’a sığınırımenbiya: nebiler, peygamberler
ene: ben, benlikenvâen: çeşit çeşit, türlü
enâniyet: benlik, gururesbab: sebepler
evliya: Allah dostları velîlerezcümle: meselâ, örneğin
fehmetmek: anlamakfelâsife: felsefeciler
gayr: diğer, başkasıgusn: dal
harfiye: harf mânâsında; tek başına bir mânâsı olmayıp başkasının mânâsını göstermehubb-u zât: kendini sevme
inbat etmek: yeşertmek; büyütmekinzimam etmek: eklenmek katılmak
kuvve-i akliye: akıl gücü, duygusukuvve-i behîmiye: hayvânî güç, duygu
kuvve-i gadabiye: öfke gücü, duygusukâinat: evren
maddiyun: materyalistler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlarmahiyet: esas nitelik
mahlûk-u vahid: bir tek varlıkmenşe: esas, kaynak, kök
mikyas: ölçekmâlik-i hakikî: birşeyin gerçek sahibi olma
mâlikiyet: sahiplikmîzan: tartı, ölçü
mübarek: bereketli, hayırlımübareze: karşı koyma, çarpışma
mülk: sahip olunan ve hükmedilen yermüstakil: bağımsız, başlı başına
nübüvvet: peygamberlikrububiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi
sanem: putsemere: meyve
sıddîkîn: sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte, doğrulukta en ileri olanlarsıfât: nitelikler, özellikler
taksim etmek: bölüştürmek, paylaştırmaktebeî: başka birşeye tabi olan, ikinci derecede
tekemmül-ü hayat: hayatın mükemmelleşmesi, tamamlanması, gelişmesiubudiyet-i mahzâ: tam bir kulluk
ulûhiyet: Cenab-ı Allah’ın ilâhlığıvech: yüz, yön
vehmî: olmadığı halde varmış gibi görünen, hayal edilenvücud: varlık
zu’m etmek: sanmak, zannetmek; yanlışı doğru diye iddia etmekşecere-i tûbâ-i ubudiyet: kulluğun nurlu tûbâ ağacı; tûbâ ağacı gibi şekillenmiş ve dal budak salmış kulluk
şer: kötülükşerik: Allah’a ortak koşulan şey
şirk: Allah’a ortak koşma

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şemme - Sayfa: 262


Hülâsa: Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Hâlıkın evâmirine mübarezeye başlar. Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur.


Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâinat bir şeceredir. Anâsır onun dallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir. Bu semerelerden en ziyadar, nurlu, ahsen, ekrem, eşref, eltaf Seyyidü’l-Enbiyâ ve’l-Mürselîn, İmâmü’l-Müttakîn, Habîbi Rabbü’l-Âlemîn Hazret-i Muhammed’dir.

عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاتِ مَادَامَتِ اْلاَرْضُ وَالسَّموَاتُ
blank.gif
1



endOfSection.gif
endOfSection.gif




[NOT]Dipnot-1 Yer ve gökler devam ettikçe salâvatın en üstünü onun üzerine olsun.
[/NOT]



Habîbi Rabbü’l-Âlem: Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın sevgilisi, Hz. Muhammed (a.s.m.)Hâlık: herşeyi yaratan Allah
Seyyidü’l-Enbiyâ ve’l-Mürselîn: nebî ve resûllerin reisi olan Peygamberimizahsen: en güzel
ahval: haller, davranışlaramel: iş
anâsır: unsurlar (hava, su, toprak, ateş); bütün elementlerbizzat: kendisi
cihet: yönehemmiyet: değer, önem
ekrem: en cömerteltaf: en lâtif, çok hoş ve güzel
ene: ben, benlikesbab: sebepler
evâmir: emirlereşref: en şerefli, en üstün
ferah: sevinç, rahat, huzurfesad: bozulma
fıtrî: yaratılış gereğigaflet: duyarsızlık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma hâli
gam: sıkıntı, üzüntühaddizatında: esasen, aslında
hasenât: sevaplar, iyiliklerhayrat: hayırlar, iyilikler
hayvanat: hayvanlarhâkezâ: böylece, bunun gibi
hülâsa: kısaca, özetifsad etmek: bozmak
inkıtâ: kesintiizâle etmek: gidermek, yok etmek
i’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kadreşim bil kikeder: sıkıntı
kâinat: evrenmâyi: sıvı
mübareze: karşı koyma, çarpışmanebatat: bitkiler
riyâ: gösterişsemere: meyve
tabiat: doğatahfif etmek: hafifletmek
tekebbür: kibirlenme, büyüklenmetevâzu: alçakgönüllülük
tâğut: ibadet edilen bâtıl şey, putucub: kendini beğenme
vicdaniyat: vicdanla hissedilenlerziyadar: parlak, aydınlık
âlem: dünya, evrenülfet: alışkanlık
İmâmü’l-Müttakîn: Allah’tan korkan takvalıların önderişecere: ağaç
şuur: bilinç, anlayış, idrak

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şemme - Sayfa: 263


اِلٰهِى، اَلذُّنُوبُ اَخْرَسَتْنِى. وَكَثْرَةُ الْمَعَاصۤى اَخْجَلَتْنِى. وَشِدَّةُ الْغَفْلَةِ اَخْفَتَتْ صَوْتِى فَاَدُقُّ بَابَ رَحْمَتِكَ وَ اُنَادِى فِى بَابِ مَغْفِرَتِكَ بِصَوْتِ سَيِّدِى وَسَنَدِى الشَّيْخِ عَبْدِ الْقَادِرِ الْكَيْلاَنِى وَنِدَائِهِ الْمَقْبُولِ الْمَاْنُوسِ عِنْدَ الْبَوَّابِ.

بِيَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَىْءٍ وَيَامَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ، وَياَمَنْ لاَ يَضُرُّهُ شَىْءٌ، وَلاَ يَنْفَعُهُ شَىْءٌ، وَلاَ يَغْلِبُهُ شَىْءٌ، وَلاَ يَعْزُبُ عَنْهُ شَىْءٌ، وَلاَ يَؤُدُهُ شَىْءٌ وَلاَ يَسْتَعِينُ بِشَىْءٍ ، وَلاَ يُشْغِلُهُ شَىْءٌ عَنْ شَىْءٍ ، وَلاَ يُشْبِهُهُ شَىْءٌ، وَلاَ يُعْجِزُهُ شَىْءٌ اِغْفِرْلِى كُلَّ شَىْءٍ حَتّىَ لاَ تَسْئَلَنِى مِنْ شَىْءٍ.

يَامَنْ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَىْءٍ، وَبِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَىْءٍ، وَيَا مَنْ هُوَ اْلاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَىْءٍ، وَاْلاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَىْءٍ، وَالظَّاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَىْءٍ، وَالْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَىْءٍ، وَالْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَىْءٍ، اِغْفِرْلِى كُلَّ شَىْءٍ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ.

وَيَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَىْءٍ، وَمُحِيطًا بِكُلِّ شَىْءٍ، وَبَصِيرًا بِكُلِّ شَىْءٍ، وَيَا شَهِيدًا عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ، وَرَقِيبًا عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ، وَلَطِيفًا بِكُلِّ شَىْءٍ، وَخَبِيرًا بِكُلِّ شَىْءٍ، اِغْفِرْلِى كُلَّ شَىْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَالْخَطِيئَاتِ حَتّٰى لاَ تَسْئَلَنِى عَنْ شَىْءٍ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ.

اَللّٰهُمَّ اِنِّى اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلاَلِكَ وَبِجَلاَلِ عِزَّتِكَ وَبِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَبِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَاْلاَهْوَاءِ الرَّدِيئَةِ.

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şemme - Sayfa: 264


يَاجَارَ الْمُسْتَجِيرِينَ اَجِرْنِى مِنَ الشَّهَوَاتِ الشَّيْطَانِيَّةِ، وَطَهِّرْنِى مِنَ الْقَاذُورَاتِ الْبَشَرِيَّةِ، وَصَفِّنِى بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّةِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَاَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتّٰى تَفْنَى اْلاَناَنِيَّةُ، وَيَبْقَى الْكُلُّ ِللهِ وَبِاللهِ وَاِلَى اللهِ وَمِنَ اللهِ، غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللهِ فِى بَحْرِ مِنَّةِ اللهِ، مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللهِ، مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللهِ، مَحْفُوظِينَ بِحِمَايَةِ اللهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللهِ.

فَيَا نُورَ اْلاَنْوَارِ، وَيَا عَالِمَ اْلاَسْرَارِ، وَيَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ، يَا مَلِكُ، يَا عَزِيزُ، يَا قَهَّارُ، يَا رَحِيمُ، يَا وَدُودُ، يَا غَفَّارُ، يَا عَلاَّمَ الْغُيُوبِ، يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَاْلاَبْصَارِ، يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ، يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْ لِي ذُنُوبِى، وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ اْلاَسْبَابُ، وَغُلِّقَتْ دُونَهُ اْلاَبْوَابُ، وَتَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ، وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَنَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِى مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَالْمَعْصِيَّةِ وَدَنِىِّ اْلاِكْتِسَابِ.

فَيَا مَنْ اِذَا دُعِىَ اَجَابَ، وَيَاسَرِيعَ الْحِسَابِ، وَيَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ، وَعَزَّ شِفَائُهُ، وَضَعُفَتْ حِيلَتُهُ، وَقَوِىَ بَلاَئُهُ وَاَنْتَ مَلْجَئُهُ وَرَجَائُهُ.

اِلٰهِى اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّى وَحُزْنِى وَشِكَايَتِى.

اِلٰهِى حُجَّتِى حَاجَتِى وَعُدَّتِى فَاقَتِى وَانْقِطَاعُ حِيلَتِى.

اِلٰهِى قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِ جُودِكَ تُغْنِينِي وَذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِى يَا وَدُودُ يَا وَدُودُ يَا وَدُودُ يَاذَا الْعَرشِ الْمَجِيدِ يَامُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَافَعَّالاً لِمَا يُرِيدُ.

اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِى مَـَلأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ، وَاَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِى قَدَرْتَ بِهَا عَلٰى جَمِيعِ خَلْقِكَ، وَبِرَحْمَتِكَ الَّتِى وَسِعَتْ كُلَّ شَـىْءٍ، لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَنْتَ، يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا، وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبِى، وَسَقَطَاتِ لِسَانِى فِى جَمِيعِ

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şemme - Sayfa: 265


عُمْرِى بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ. اٰمِين وَالْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ.
blank.gif
1



endOfSection.gif
endOfSection.gif



[NOT]Dipnot-1 İlâhî! Günahlar beni lâl etti. İsyanımın çokluğu yüzünden mahcubum. Gafletin şiddeti ise sesimi kıstı. İşte, ben de, seyyidim ve senedim Şeyh Abdülkadir Geylânî’nin sesiyle Senin dergâh-ı rahmetinin kapısını çalıyor ve onun, kapıcıya âşinâ nidasıyla Senin mağfiret kapında nida ediyorum:

Ey rahmeti herşeyi kuşatan ve ey herşeyin melekûtu elinde bulunan Zât; ey hiçbir şey Kendisine zarar veya fayda vermeyen Zât; ey hiçbir şey Kendisine galebe etmeyen ve hiçbir şey Kendisinden kaçıp gizlenmeyen, hiçbir şey Kendisine ağır gelmeyen ve hiçbir şeyin yardımına muhtaç olmayan, hiçbir şey Kendisini bir başka işten alıkoymayan, hiçbir şey Kendisine benzemeyen, ve hiçbir şey Kendisini hiçbir şeyden âciz bırakamayan Zât! Beni hiçbir şeyden hesaba çekmeyecek şekilde herşeyimi bağışla.


Ey herşeyi alnından tutup kudretine boyun eğdiren ve herşeyin anahtarları elinde bulunan Zât; ey herşeyden önce var olan Evvel, herşeyden sonra bâki kalan Âhir, herşeyin üstünde olan Zâhir, herşeyin içine ve arkaplanına nüfuz eden Bâtın, kudret ve galebesi herşeyin üstünde bulunan Kâhir! Benim herşeyimi bağışla. Şüphesiz Senin herşeye kudretin yeter.

Ey herşeyi her haliyle bilen Alîm ve herşeyi kuşatan Muhît ve herşeyi hakkıyla gören Basîr; ey herşey her an Kendisinin nazar-ı şuhudunda olan Şehîd ve herşeyi görüp gözeten Rakîb ve ilmi herşeyin bütün inceliklerine nüfuz eden Lâtif ve herşeyden hakkıyla haberdar olan Habîr! Beni hiçbir şeyden hesaba çekmeyecek şekilde, günah ve hatâ olarak her neyim varsa hepsini bağışla. Hiç şüphesiz, Senin herşeye kudretin yeter.

Allahım, gafletten ve kötü arzularımdan Senin izzet-i celâline ve celâl-i izzetine, Senin kudret-i saltanatına ve saltanat-ı kudretine sığınırım. Ey kurtuluş isteyenlerin tahassungâhı olan Allahım! Beni şeytanî şehvetlerden kurtar; beşeriyetin kazuratından temizle; Nebîn olan Muhammed’i (s.a.v.) sıddıkiyet muhabbetiyle bana sevdirmek suretiyle beni gaflet paslarından ve cehalet vehimlerinden ter temiz kıl—öyle ki, enaniyet fena bulsun ve Allah’ın minnet bahrinde Allah’ın nimetlerine gark olmuş, Allah’tan alıkoyan her meşgaleye karşı Allah’ın kılıcıyla mansur, Allah’ın inayetiyle mahzuz ve Allah’ın himayesiyle mahfuz olarak herşey Allah için, Allah ile, Allah’a ve Allah’tan olsun.

Ey Nurların Nuru; ey bütün sırların Âlimi; ey gecenin ve gündüzün Müdebbiri; ey Melik; ey Azîz; ey Kahhâr; ey Rahîm; ey Vedûd; ey Gaffâr; ey gayb âlemlerini her haliyle bilen, kalbleri ve gözleri dilediği gibi halden hale çeviren; ey ayıpları örten ve ey günahları bağışlayan, günahlarımı bağışla; esbabın tazyikatına mâruz ve bütün kapılar yüzüne kapanmış ve doğru yolda gidenlerin yoluna gitmek kendisine zorlaşmış ve bir kazanç elde edemeden ömrünü ve nefsini gaflet ve mâsiyet meydanlarında bâd-ı hava harcamış olan kuluna merhamet et.

Ey dua edildiğinde cevap veren; ey hesapları sür’atle gören; ey Kerîm; ey Vehhâb, hastalığı büyük ve şifası zor, çaresi zayıf ve belâsı kuvvetli olan ve Senden başka melce ve ümidi bulunmayan kuluna merhamet et.

İlâhî, derdimi, üzüntümü ve şikâyetimi Sana arz ediyorum.

İlâhî, Senin dergâhında hüccetim, hacetimdir; azığım ise fakrım ve çaresizliğimdir.

İlâhî, Senin cömertlik denizlerinden bir damla bana yeter; Senin af nehirlerinden bir zerre bana kâfi gelir; ey Vedûd; ey Vedûd; ey Vedûd; ey şan ve şerefi herşeyden yüce olan Arş-ı Mecîd Sahibi; ey Mübdi’; ey Muîd; ey herşeyi dilediği gibi yapan Fa’âlün limâ Yürîd!

Arşının rükünlerini kaplayan nur-u veçhin hürmetine, bütün mahlûkatını hükmüne râm ettiğin kudretin hürmetine ve herşeyi kuşatan rahmetin hürmetine Senden istiyorum. Senden başka ilâh yoktur; ey Muğîs, bize imdad et. Ve bütün ömrüm boyunca işlediğim bütün günahları ve lisanımın hatâlarını rahmetinle bağışla; ey Erhamü’r-Râhimîn. Âmin. Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
[/NOT]
 
Üst