Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 432
Üçüncüsü: Tagayyür, tebeddül, tecezzî, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberrâ, muallâ olan Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücuduna ve takaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurâta sebebiyet verir ve telkinât-ı bâtılaya medar olur.
Evet, vahdetü’l-vücuddan bahseden, fikren serâdan Süreyyaya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı Âlâya diken, istiğrâkî bir surette kâinatı mâdum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i imanla Vâhid-i Ehadden görebilir. Yoksa, kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arşa çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi, Cenâb-ı Haktan işitebilirsin.” Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten Arşa kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama “Kulak ver, herkesten kelâmullahı işitirsin” desen, mânen Arştan ferşe sukut eder gibi, hilâf-ı hakikat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur.
قُلِ اللهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ 1 مَا لِلتُّرَابِ وَلِرَبِّ اْلاَرْبَابِ 2سُبْحَانَ مَنْ تَقَدَّسَ عَنِ اْلاَشْبَاهِ ذَاتُهُ وَتَنَزَّهَتْ عَنْ مُشَابَهَةِ اْلاَمْثَالِ صِفَاتُهُ وَشَهِدَ عَلٰى رُبوُبِيَّتِهِ اٰياَتُهُ جَلَّ جَلاَلُهُ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 3
[NOT]Dipnot-1 “Sen Allah de; sonra da bırak onları, daldıkları batakta oyalanadursunlar.” En’âm Sûresi, 6:91.
Dipnot-2 Rabbü’l-Erbâb olan Allah’ı anlatmak, topraktan halk olunan insanın haddine mi düşmüştür?
Dipnot-3 Zâtında şebihten mukaddes ve sıfâtında misillerin benzemesinden münezzeh olan, âyetleri Onun rububiyetine delâlet eden, celâli nihayet derecede yüce olan ve Ondan başka hiçbir ilâh bulunmayan Zâtı her türlü kusurdan tenzih ederiz.[/NOT]
Arş/Arş-ı Âlâ: Cenâb-ı Hakkın büyüklük ve yüceliğinin tecelli ettiği yer | Arştan ferşe: göğün en yüksek tabaksından yere |
Celâleddin/Celâleddin-i Rumî: (bk. bilgiler – Mevlânâ Celâleddini Rumî) | Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah |
Vâhid-i Ehad: bir olan ve birliği her bir şeyde görülen Allah | Zât-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Zât, Allah |
esbab: sebepler | ferş: yer |
ferşten Arşa: yerden göğün en yüksek tabakasına | fikren: düşünce olarak |
fonoğraf: gramofonun ilk şekli, ses cihazı | fıtrî: doğal, yaratılıştan gelen |
giriftar olmak: tutulmak | hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı |
istiğrâkî: Allah aşkıyla kendinden geçme | kelâmullah: Allah’ın konuşması |
kuvvet-i iman: iman gücü | kâinat: evren |
medar olmak: sebep olmak, vesile olmak | mevcudat: varlıklar |
muallâ: yüksek, yüce | mukaddes: kusur ve eksiklikten uzak, kutsal |
muvafık: uygun | mâdum: yok, hiç olmuş |
mânen: mânevî olarak | müberrâ: arınmış, temiz |
münezzeh: arınmış, kusur ve eksiklikten yüce | nazar: bakış |
sebebiyet vermek: sebep olmak | serâdan Süreyyaya: yerden Ülker yıldızına kadar; birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenen bir ifadedir |
sukut etmek: düşmek, alçalmak | suret: biçim, şekil |
tagayyür: başkalaşma, değişme | tahayyüz: yer tutma, yer alma |
takaddüs: kutsal olma, yüce ve temiz olma | tasavvurât: düşünceler, tasavvurlar |
tasavvurât-ı bâtıla: batıl şeyleri zihinde canlandırma | tebeddül: değişme |
tecezzî: bölünme, parçalanma | telkinât-ı bâtıla: doğru olmayan telkinler |
tenezzüh: kusur ve noksandan uzak olma | vahdetü’l-vücud: “Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş |
vücub-u vücud: varlığının gerekli ve zorunlu oluşu |
|
<TBODY>
</TBODY>