Yirmi Sekizinci Lem'a

Ukbaa

Well-known member


Yirmi Sekizinci Lem’a

Eskişehir Hapishanesinde ihtilattan ve konuşmaktan memnû’ olduğum zamanda karşımdaki kardeşlerime teselli için yazdığım kısacık fıkraların bir kısmıdır. 1

Birinci Nükte

Risale-i Nur’dan haber veren İkinci Keramet-i Aleviye Risalesi 2



endOfSection.gif
endOfSection.gif




İkinci Nükte

Hakikatli bir teselli

Eskişehir'de tevkifhânede Risale-i Nur şakirdlerine yazılan fıkralardır.

Aziz kardeşlerim,

Sizin için pek çok müteessirdim, elem beni eziyordu. Fakat bana ihtar edildi ki; kader ve kısmetinizde, beraber bu hapishânenin suyunu içmek ve ekmeğini yemek vardı. Bir eser-i rahmet-i İlâhiye ve bir cilve-i inâyet-i Rabbâniyye olarak bu suyu ve bu ekmeği beraber yememizin ve içmemizin en kolayı ve en hafifi ve en hayırlısı ve sevablısı ve Risale-i Nur şakirdlerinin en menfaatli bir dershâneleri ve en feyizli bir çilehâneleri ve düşmanlarına karşı ne derece ihtiyatlı davranmak lâzım geldiğini tâlim eden en hassas bir imtihan meydanı ve her birinde ayrı ayrı güzel meziyetleri bulunan bu arkadaşların birbirinin âlî meziyetlerinden ve güzel hasletlerinden ve birbiriyle tesis ve tecdid-i uhuvvetlerinden istifade etmek ve ders almak için en nurlu bir dershâne, bir tekke suretinde gördüğümden, bu vaziyetten değil şekvâ, belki bütün ruhumla şükür ettim. Evet, mesleğimiz şükürdür. Ve her şeyde bir vech-i rahmeti, bir cihet-i nimeti görmektir.

Umumunuzun elemleriyle müteellim kardeşiniz Said Nursî




[NOT]Dipnot-1 Risale-i Nur’un telifinden sonra Üstad Bediüzzaman’ın bizzat kendisinin yazdığı ve bazılarını da talebelerine yazdırdığı Risale-i Nur’un fihristesindeki tanzime göre 28. Lem’a sıraya konulmuştur. Nâşirler

Dipnot-2 İkinci Keramet-i Aleviye Risalesi Sikke-i Tasdik-i Gaybî ve teksir Lem’alar’da yer aldığından buraya konulmamıştır.[/NOT]





Eskişehir Hapishanesi/Eskişehir: (bk. bilgiler – Eskişehir)
Said Nursî: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
aziz: çok değerli, izzetli
cihet-i nimet: nimet yönü
cilve-i inâyet-i İlâhiye: Allah’ın inâyetinin, yardımının bir yansıması
elem: acı, keder
eser-i rahmet-i İlâhiye: Allah’ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmetinin eseri
feyiz: ilim, irfan, mânevî gıda
fıkra: bölüm, ifade
haslet: huy, özellik, karakter
ihtilat: karışıp görüşmek
ihtiyatlı: tedbirli
istifade etmek: faydalanmak, yararlanmak
kader: Allah’ın meydana gelecek şeyleri olmadan önce takdir edip planlaması
memnu’: yasaklı
meslek: gidilen yol, metod
müteellim: elemlenen, acı çeken
müteessir: üzüntülü, kederli
tekke: zikir ve ibâdet için toplanılan yer
tesis ve tecdid-i uhuvvet: kardeşliği kurma ve devamlı pekiştirme
tevkifhâne: tutukevi, hapishane
tâlim eden: ders veren, öğreten
umum: herkes
vech-i rahmet: rahmet yönü
âli: yüksek
çilehane: yalnız başına ve çile içinde ibadet edilen yer
şakird: talebe, öğrenci
şekvâ: şikayet
şükür: teşekkür etme, Allah’ın nimetlerine karşı minnet duyma

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 419

<META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>
Üçüncü Nükte

(Sadâkatte namdar, safvet-i kalbde mümtaz Süleyman Rüştü ile bir muhâvere-i lâtife münasebetiyle)

Büyük bir âyetin küçük bir nüktesidir.

Şöyle ki: Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına yakın bir vakitte, hodgâm insanlar, cüz’î tâcizleri için sinekleri itlâf etmek üzere hapishanedeki odamızda bir ilâç istimâl ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilâhare, o insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü’ye dedim: “Bu küçücük kuşlara ilişme; başka yere ser.” O da, kemâl-i ciddiyetle, dedi ki: “Bu ip bize lâzımdır; sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun.”

Her ne ise... Bu lâtife münâsebetiyle, seher vaktinde, sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki:Böyle nüshaları çoğalan nevilerin ehemmiyetli vazifeleri ve kıymetleri vardır. Evet, bir kitap, kıymeti nisbetinde nüshaları teksir edilir. Demek, sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kıymeti var ki, Fâtır-ı Hakîm, o küçücük kaderî mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir etmiş. Evet, Kur’ân-ı Hakîmin

يَآ اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُ اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ وَاِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْئًا لاَ يَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ 1




[NOT]Dipnot-1 “Ey insanlar, size bir misal getirildi. Şimdi onu dinleyin: Sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse de, aslâ bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan birşey kapacak olsa, onu da geri alamazlar. İsteyen de âciz, istenen de...” Hac Sûresi, 22:73.[/NOT]






Fâtır-ı Hakîm
: her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yoktan yaratan Allah
Süleyman Rüştü/Rüştü: (bk. bilgiler – Süleyman Rüştü Çakın)
bilâhare: daha sonra cüz’î: küçük
derc edilen: yerleştirilengüz: sonbahar
hodgâm: bencilistimâl etmek: kullanmak
itlâf etmek: telef etmek, öldürmekkaderî: kaderle belirlenmiş
kemâl-i ciddiyetle: çok ciddî olarak kesretli: çok sayıda
kudret: güç, iktidar lâtife: şaka, nükte, espri
mecmua: yazılı metinlerin bir araya getirilmesiyle oluşan eser muhâvere-i lâtife: karşılıklı olarak yapılan güzel ve nükteli bir sohbet
mümtaz: seçkin, üstünnamdar: namlı, şan ve şöhret sahibi
nevi: çeşit, türneşredilmek: yayınlanmak
nisbetinde: oranında nükte: ince ve derin anlamlı söz
nüsha: kopya, birbirinin aynısı olanrikkat: acıma, yufka yüreklilik
safvet-i kalb: kalp temizliği seher vakti: tan yerinin ağarmaya başladığı zaman
teksir etmek: çoğaltmak terhisat: görevin sona ermesi
tâciz: rahatsızlık verme âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümle

<TBODY>
</TBODY>


 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 420

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --> <META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>yani, “Cenâb-ı Haktan başka, bütün esbab ve ulûhiyetleri ehl-i dalâlet tarafından dâvâ edilen âliheler içtimâ etse, bir sineği halk edemezler. Yani, sineğin hilkati öyle bir mûcize-i Rabbâniyedir ve bir âyet-i tekvîniyedir ki, bütün esbab toplansa, onun mislini yapamazlar, o âyet-i Rabbâniyeye muâraza edemezler, taklidini yapamazlar” meâlindeki âyetine ehemmiyetli bir mevzu teşkil eden ve Nemrud’u mağlûp eden; ve Hazret-i Mûsâ (a.s.) onların tâcizlerine karşı müştekiyâne, “Yâ Rab, bu muacciz mahlûkları ne için bu kadar çoğaltmışsın?” deyince, ilhâmen cevap gelmiş ki: “Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki: ‘Yâ Rab, bu koca kafalı beşer Seni yalnız bir lisân ile zikrediyor. Bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin, binler lisân ile Sana zikredecek bizim gibi mahlûklar olurlardı” diye, Hazret-i Mûsâ’nın (a.s.) şekvâsına bin itiraz kuvvetinde hikmet-i hilkatini müdafaa eden sineğin; hem gayet nezâfetperver, her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü, kanatlarını temizleyen bu tâife, elbette mühim bir vazifesi vardır. Hikmet-i beşeriyenin nazarı kàsırdır; daha o vazifeyi ihâta edememiş.

Evet, Cenâb-ı Hak, nasıl ki deniz yüzünü temizlemek ve her günde milyarlarla vefiyat bulunan hayvânât-ı bahriye cenazelerini
HAŞİYE-1 toplamak ve deniz yüzünü cenazelerle âlûde, müstekreh manzaradan kurtarmak için, sıhhiye memurları


[NOT]Haşiye-1 Evet, bir balık, binler yumurta, binler yavru ve bazan bir milyon yumurtadan ibâret olan havyardan çıkan tevellüdât-ı semekiyeye nisbeten vefiyatları bulunacak—tâ ki muvâzene-i bahriye muhâfaza edilebilsin. Rahîmiyet-i İlâhiyenin lâtif cilvelerindendir ki, valide balıkların yavrularıyla nisbetsiz bir tefâvüt-ü cismîde bulunduklarından, yavrulara valideleri kumandanlık edemiyorlar. Sokuldukları yere giremedikleri için, Hakîm ve Rahîm, yavrular içinde onlara küçük bir kumandan çıkarıp, validelik vazifesini o küçük kumandancıklara gördürür.
[/NOT]





Cenâb-ı Hak
: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah





Hakîm
: her işini hikmetle ve belli bir sebeple yapan Allah
Hazret-i Mûsâ: [bk. bilgiler – Mûsâ (a.s.)]Nemrud: (bk. bilgiler)
Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan, her bir varlığa ayrı ayrı şefkatini gösteren Allah beşer: insan
cilve: görüntü, yansıma ehemmiyetli: önemli
ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar, inançsız kimseler esbab: sebepler
gaflet: Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli gayet: çok
halk etme: yaratma havyar: balık yumurtası
hayvânât-ı bahriye: deniz hayvanları haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hikmet-i beşeriye: insanlığın akıl yoluyla oluşturdukları felsefe bilimi hikmet-i hilkat: yaratılış hikmeti ve gayesi
hilkat: yaratılış ibâret: meydana gelmiş, toplanmış
ihâta etmek: içine almak, kuşatmakilhâmen: ilham olarak, Allah’ın kalbe yerleştirmesi şeklinde
içtimâ etmek: toplanmak kàsır: eksik, noksan
lisân: dil, anlatma şeklilâtif: güzel, hoş
mahlûk: varlık mağlûp etmek: yenmek
mevzu: bahis, konumeâl: açıklama, anlam
misil: benzer muacciz: rahatsız edici
muhâfaza etmek: korumak, saklamak muvâzene-i bahriye: denizin dengesi
muâraza etmek: sözle mücadele etmek, karşı gelmekmûcize-i Rabbâniye: her şeyin rabbi olan Allah’ın mucizesi
müdafaa etmek: savunmakmühim: önemli
müstekreh: çirkin, tiksinti uyandıranmüştekiyâne: şikâyet eder şekilde
nazar: bakış, görüş nezâfetperver: temizliğe düşkün
nisbeten: kıyasla nisbetsiz: oransız, ölçüsüz
rahîmiyet-i İlâhiye: Allah’ın her bir varlığa sonsuz şefkat göstermesi sual etmek: sormak
sıhhiye memuru: sağlık görevlisitefâvüt-ü cismî: görünüşteki farklılık
tevellüdât-ı semekiye: balıkların yumurtadan çıkmalarıteşkil eden: meydana getiren, oluşturan
tâciz etmek: rahatsız etmek tâife: topluluk
ulûhiyet: İlâhlık valide: anne
vefiyat: vefatlar, ölümleryâ Rab: ey Rabbim
zikretmek: anmak, ifade etmekâlihe: batıl ilâhlar, tanrılar
âlûde: karışıkâyet-i Rabbâniye: her şeyin rabbi olan Allah’ın âyeti, delili
âyet-i tekvîniye: yaratılış âyeti; Cenâb-ı Hakkın var etme fiil ve kudretine dair olan delil şekvâ: şikâyet

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 421

nev’inden gayet muntazam âkilüllâhm bir kısım hayvânâtı halk etmiş. Eğer o bahriye sıhhiye memurları gayet muntazam vazifelerini îfâ etmeseydiler, deniz yüzü âyine gibi parlamayacaktı. Belki hazîn ve elîm bir bulanıklık gösterecekti.

Hem her günde milyarlarla yabanî hayvanlar ve kuşların cenazelerini toplamakla rû-yi zemini o taaffünattan temizlemek ve zîhayatları o elîm, hazîn manzaralardan kurtarmak için, nezafet ve sıhhiye memurları hükmünde olan kartallar misilli, kerâmetkârâne, gizli ve uzak, beş altı saat mesafeden bir sevk-i Rabbânî ile o cenazenin yerini hisseden, giden ve kaldıran âkilüllâhm kuşları ve vahşî hayvanları halk etmiş. Eğer bu berriye sıhhiyeleri gayet mükemmel, intizamperver ve vazifedar olmasa idiler, zemin yüzü ağlanacak bir şekil alacaktı.

Evet, âkilüllâhm hayvanların helâl rızıkları, vefat etmiş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler, cezâ görürler.

1 حَتّٰى يَقْتَصُّ الْجَمَّاۤءُ مِنَ الْقَرْنَاۤءِ (ev kemâ kàl). Yani, “Boynuzsuz olan hayvanın kısâsı kıyâmette boynuzludan alınır” diye ifade-i hadîsiye gösteriyor ki: Gerçi cesetleri fenâ bulur; fakat ervahları bâkî kalan hayvânât mâbeyninde dahi, onlara münâsip bir tarzda, dâr-ı bekàda mücâzat ve mükâfatları vardır. Ona binâen, canavarlara sağ hayvanların etleri haramdır, denilebilir.

Hem küçücük hayvanların cenazelerini ve nimetin küçücük parçalarını ve tanelerini toplamak vazifesiyle karıncaları nezâfet memurları olarak, hem nimet-i İlâhiyenin küçücük parçalarını teleften ve çiğnemekten ve hakàretten ve abesiyetten sıyânet etmekle ve küçücük hayvânâtın cenazelerini toplamakla, sıhhiye memurları gibi tavzif olunmuşlar.

Aynen onlardan daha mühim, sinekleri dahi, insanın gözüne görünmeyen, hastalıkların mikroplarını ve madde-i semmiyeyi temizlemekle, sinekler muvazzaftırlar. Değil mikropların nâkıleleri, bilâkis, muzır mikropları mass, yani, emmek



[NOT]Dipnot-1 Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2: 235[/NOT]




abesiyet
: faydasız ve gayesiz oluş




bahriye sıhhiye memuru
: deniz sağlık görevlisi
berriye sıhhiyesi: karada yaşayan sağlık görevlisibilâkis: tersine
binâen: dayanarakbâkî kalan: kalıcı ve sürekli olan
dâr-ı bekà: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi elîm: acı ve sıkıntı veren
ervah: ruhlar ev kemâ kàl: veya söylediği gibi
fenâ bulmak: yok olmak hakaret: küçüklük, değersizlik
halk etmek: yaratmak hayvânât: hayvanlar
hazîn: hüzün veren, acıklıifade-i hadisiye: Hz. Peygamberden (a.s.m.) nakledilen hadisin açıklaması
intizamperver: intizamı çok seven, herşeyi tertipli ve düzenli yapan kerâmetkârâne: kerâmetli bir şekilde
kısâs: işlenen bir suçun cezasıkıyâmet: dünyanın yıkılıp harap olmasından sonra kurulacak âhiret âlemi
madde-i semmiye: zehirli maddemass etmek: emmek
misilli: benzeri muntazam: düzenli
muvazzaf: görevlimuzır: zararlı
mâbeyn: aramücâzat: cezalandırma
mühim: önemlimükemmel: kusursuz
mükâfat: ödüllendirmemünâsip: benzer, uygun
nev’: türnezafet: temizlik
nimet: rızık olarak verilen şey, lütuf nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti, yardımı
nâkile: taşıyıcırû-yi zemin: yeryüzü
rızık: Allah’ın ihsan ettiği nimetler, yiyecekler sevk-i Rabbânî: her şeyin rabbi olan Allah’ın yönlendirmesi
sıhhiye memuru: sağlık görevlisisıyânet etmek: korumak
taaffünat: çürümeler, kokuşmalartavzif olunmak: vazifelendirilmek
telef: zayi etme, yok etmevahşî: yabanî, saldırgan
vazifedar: görevliyabanî: evcilleştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan
zemin: yerzîhayat: canlı
âkilüllâhm: etçil, etle beslenenîfâ etme: yerine getirme

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 422

ve yemekle o mikropları imhâ, o madde-i semmiyeyi istihâleye uğratırlar, çok sârî hastalıkların önünü alırlar. Hem sıhhiye neferleri, hem tanzifat memurları, hem kimyager olduklarına ve geniş bir hikmete mazhar bulunduklarına delil ise, onların gayet kesretidir. Çünkü kıymettar, menfaattar şeyler teksir edilir. HAŞİYE-1

Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana âit bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak: Çünkü, gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve lâtif vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezâfet gibi vazife-i insâniyeti ihtar eder ve ders veren sineği görüyorsun.

Hem sineğin bir sınıfı olan arılar, nimetlerin en tatlısı, en lâtifi olan balı sana yedirdikleri gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânda, vahy-i Rabbânîye mazhariyetle serfirâz olduğundan, onları sevmek lâzım gelirken, sinek düşmanlığı, belki insana dâimâ muâvenete dostâne koşan ve her belâsını çeken o hayvânâta düşmanlığı gadirdir, haksızlıktır. Muzırların yalnız zararlarını def için mücâdele olabilir. Meselâ koyunları kurtların tecâvüzünden korumak için onlara mukàbele edilir. Acaba hararet zamanından vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve bazı mevâdd-ı muzırrayı hâmil evridede cereyan eden mülevves kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtrî haccâmlar olmasınlar mı? Muhtemel...

سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ 1




[NOT]Haşiye-1 Bir sineğin kanadı ve vücudu ne kadar hârika bir san’at-ı Rabbâniye olduğuna lâtifâne bir işaret olarak, meşhur Yûnus Emre‘nin bu fıkrası ne güzel bildirir: Bir sineğin kanadını kırk kağnıya yüklettim Kırkı da çekemedi, kaldı şöyle yazılı.
Dipnot-1 San’atına, akılların hayran olduğu Allah, her türlü kusur ve noksandan münezzehtir.[/NOT]





Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân: açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim Yûnus Emre: (bk. bilgiler)
belâ: büyük sıkıntıcereyan eden: dolaşan, akan
def: ortadan kaldırma, yok etmedostâne: dostça
evride: toplardamarfıkra: ifade, cümle (bk f-ḳ-r)
fıtrî: doğal, yaratılıştan gelen gadir: zulüm, acımasızlık
gaflet: sorumsuzluk, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma gurbet: gariplik, yabancı memlekette olma
haccâm: kan alma görevlisihararet: ısı
hayvânât: hayvanlar haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hikmet: herşeyin anlamlı ve yerli yerinde oluşu hikmet-i hayatiye: hayatta olmasındaki hikmet
hodgâm: bencilhâmil: taşıyan
ihtar etmek: hatırlatmakikaz etmek: uyarmak
imhâ: yok etmeistihâle: dönüşüm, bir halden başka bir hale dönüşme
kesret: çok kimyager: kimyacı
kıymettar: değerli lâtif: güzel, hoş
lâtifâne: hoş ve güzel bir şekilde madde-i semmiye: zehirli madde
mazhar: bir şeye erişme, ayna olma mazhariyet: elde etme, erişme
menfaattar: faydalı, yararlımevâdd-ı muzırra: zararlı maddeler
mukabele etmek: karşılık vermekmusallat: sataşma, ilişme
muzır: zararlımuâvenet: yardım
mücâdele: çekişme, uğraşma, savaşmamülevves: kirli, pis
nezâfet: temizlik nimet: Allah’ın rızık olarak verdiği yiyecek, içecek
san’at-ı Rabbâniye: Allah’ın san’atı serfirâz: benzerlerinden üstün olan
sârî: sirayet eden, bulaşıcısıhhiye neferi: sağlık görevlisi
tanzifat memuru: temizlik görevlisi tecâvüz: saldırı
teksir edilmek: çoğaltılmak vahy-i Rabbânî: her şeyin rabbi olan Allah’ın vahyetmesi
vazife-i insâniyet: insanlık görevivaziyet: durum
ünsiyet vermek: arkadaşlık etmek

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 423

Nefsimle mücâdele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: “Bu mülk senin değil, emânettir.” O vakit nefis gurur ve iftihârı bıraktı, fakat tembelliğe başladı. “Benim malım olmayana ne bakayım? Zâyi olsun, bana ne?” dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emânetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: “Bak.” Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu.

Sinek pisliği, tıp cihetiyle zararı yok bir maddedir ki, bazan tatlı bir şuruptur. Fakat sinek, yediği binler muhtelif muzır maddelerin ve mikropların ve semlerin menşei olmakla, sinekler küçücük istihâle ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri hikmet-i Rabbâniyeden uzak değildir, belki şe’nindendir. Evet, arıdan başka sineklerin bazı tâifeleri var ki, HAŞİYE-1 muhtelif ve müteaffin maddeleri yerler, mütemâdiyen pislik yerine katre katre şurup damlatırlar. O semli, müteaffin maddeleri ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifâlı bir şuruba tebdil ederek, bir istihâle makinesi olduklarını ispat ederler. Bu küçücük fertlerin ne kadar büyük bir milleti, bir tâifesi olduğunu göze gösterirler. “Küçüklüğümüze bakma. Tâifemizin azametine bak, ‘Sübhânallah’ de” diye lisân-ı hâl ile söylerler.



endOfSection.gif
endOfSection.gif





[NOT]Haşiye-1 Evet, sineğin küçücük bir tâifesini baharın âhirinde, badem ve zerdali ağaçlarının dallarında, siyah bir kütle halinde halk olunup, dala yapışık olup kalırlar. Mütemâdiyen, pislik yerine damlacıklar onlardan akıyor. O katreler bal gibi, sâir sinekler etrafına toplanırlar, emerler. Diğer bir başka tâifesi de nebâtâtın çiçeklerinin ve incir gibi bir kısım ağaçların telkîhinde istihdâm olunuyorlar. Sinek tâifelerinden yıldızlı, mumlu, ışıklı olan yıldız böceğin şâyân-ı temâşâ olduğu gibi, sinek tâifelerinden yaldızlı, altın gibi parlak kısmı da şâyân-ı dikkattir. Mızraklı sinekle, eşkıyaları hükmünde olan yabanî arıları da unutmamalıyız. Eğer Hâlik-ı Rahmân onların dizginini çekmeseydi, bu mızraklı tâifeler, pireler gibi insanlara hücum etseydiler, Nemrud’u öldürdükleri gibi, nev-i insanı da hırpalayacak idiler; وَاِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْئًا لاَ يَسْتَنْقِذُوهُ âyetinin mânâ-yı işârîsini tefsir ederdi. İşte, bunlar gibi yüz namdar hâsiyetli tâifeleri bulunan sinek cinsinin büyük bir ehemmiyeti vardır ki, mezkûr azîm âyet onu mevzu yapmış;
يَآ اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ (ilâ âhir) demiş.
[/NOT]






Hâlık-ı Rahmân: her şeyin yaratıcısı olan ve bütün varlıklara şefkat gösteren Allah Nemrud: (bk. bilgiler)
Sübhânallah: Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir azamet: büyüklük
azîm: büyük, yüce cihet: yön, şekil
emânetullah: Allah’ın emâneti eşkiya: yol kesici, isyancı
halk olunmak: yaratılmak haşiye: dipnot
hikmet-i Rabbâniye: Allah’ın herşeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması hâsiyetli: üstün özellikli
ilâ âhir: ve devamı istihdam olunmak: görevlendirilmek
istihâle: dönüşüm, bir halden başka bir hale dönüşmekatre: damla
kudret: güç, iktidar lisan-ı hâl: hâl ve beden dili
mağrur: gururlu, kendini beğenmişmenşe: kaynak
mevzu yapmak: konu etmekmezkûr: zikredilen, anılan
muallim: öğretmen muzır: zararlı
mânâ-yı işârî: işaret edilen mânâ mîrî: devlete ait
müteaffin: kokuşmuşmütemadiyen: sürekli olarak
namdar: şan ve şöhret sahibinebâtât: bitkiler
nefer: askernefis: insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden güç
nev-i insan: insan türü, insanlıknimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti
sem: zehirsâir: diğer
tasfiye: arındırma tebdil etmek: değiştirmek
tefsir etmek: açıklamak, yorumlamak telkih: aşılama
temeddüh: böbürlenmetevehhüm etmek: zannetmek
tâife: grup, türzâyi olmak: kaybolmak
âhir: son âyet: Kur’an’da yer alan her bir cümle
şe’n: temel özellik şâyân-ı dikkat: dikkate değer
şâyân-ı temâşâ: seyretmeye değer

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 424

Dördüncü Nükte

besmele.jpg


وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ 1


âyetine dâir gayet ehemmiyet kesb etmiş. Mühim ve mütefennin bir adam bu sual ile bazı hocaları ilzâm ettiği bir suale muhtasar bir cevaptır.

SUAL: Deniliyor ki: “Demir yerden çıkıyor; yukarıdan inmiyor ki 2 اَنْزَلْنَا denilsin. Neden 3 اَخْرَجْنَا dememiş; zâhiren muvâfık görülmeyen اَنْزَلْنَا demiş?”

ELCEVAP: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, اَنْزَلْنَا kelimesiyle, demirdeki azîm ve çok ehemmiyetli nimet cihetini ihtar etmek için اَنْزَلْنَا demiş. Çünkü yalnız demirin zâtını nazara vermiyor ki, “ihrac” desin. Belki demirdeki nimet-i azîmeyi ve nev-i beşerin demire ne derece muhtaç olduğunu ihtar içindir. Nimet ciheti ise aşağıdan yukarıya çıkmıyor, belki rahmet hazinesinden geliyor. Rahmet hazinesi elbette âlî, yukarı ve mânen yüksek mertebededir. Elbette nimet yukarıdan aşağıyadır ve muhtaç olan beşerin mertebesi aşağıdadır. Elbette in’âm, ihtiyâcın mâfevkindedir. Onun için, nimetin hazine-i rahmetten beşerin ihtiyâcına imdâd için gelmesinin hak tâbiri, اَنْزَلْنَا dır, “ihrac” değildir.




[NOT]Dipnot-1 “Biz demiri de indirdik ki, onda hem kuvvet ve şiddet, hem de insanlar için faydalar vardır.” Hadîd Sûresi, 57:25.
Dipnot-2 İndirdik.
Dipnot-3 Çıkardık.
[/NOT]





Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân
azîm: büyük
beşer: insan
cihet: yön
ehemmiyet: değer, önem
emr-i İlâhiye: Allah’ın emri
hak tâbir: en doğru tâbir, ifade
hazine-i rahmet: Allah’ın rahmet hazinesi
ihrac: dışarı çıkarma
ihtar etmek: hatırlatmak
ilzâm etmek: susturmak
imdâd: yardım
in’âm: nimet verme
kelimât: kelimeler, sözler
kesb etmek: kazanmak
mertebe: derece, makam
muhtasar: kısa, özet
muvafık: uygun
mâfevk: üst
mânen: mânevî olarak
mühim: önemli
mütefennin: bilim adamı
nazara verme: dikkati çekme
nev-i beşer: insanlık
nihâyetsiz: sınırsız
nimet: Allah’ın rızık olarak verdiği, ihtiyaç duyulan herşey
nimet-i azîme: büyük nimet
rahmet: İlâhî şefkat, merhamet
zâhiren: görünüş itibariyle
âlî: yüce

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 425

Hem tedricî ihrâcat beşerin eliyle olduğu için, “ihrac” kelimesi ihsan cihetini nazar-ı gaflete hissettirmez. Evet, demirin maddesi murad olunsa, mekân-ı maddî itibarıyla ihraçtır. Fakat demirin sıfatı ve burada mânâ-yı maksudu olan “nimet” ise, mânevîdir. Bu mânâ-yı maddî, mekâna bakmıyor, belki mânevî mertebeye bakar. Rahmân’ın hadsiz mertebe-i ulviyetinin bir tecellîsi olan hazine-i rahmetten gelen nimet, elbette en yüksek makamdan en aşağı mertebeye gönderiliyor. Hak tâbiri اَنْزَلْنَا 1 dır. Bu tâbirle nev-i beşere ihtar eder ki, demir en büyük bir nimet-i İlâhiyedir.

Evet, nev-i beşerin bütün san’atlarının mâdeni ve terakkiyâtının menbaı ve kuvvetinin medârı demirdir. İşte bu azîm nimeti ihtâr için, makam-ı imtinan ve in’âmda, kemâl-i haşmetle
2 وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ ferman ediyor. Nasıl ki Hazret-i Dâvud’a en mühim bir mûcize olarak 3 وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ ferman ediyor. Yani, büyük bir peygambere büyük bir mûcize ve büyük bir nimet olarak demiri yumuşatmasını gösteriyor.

Sâniyen: “Yukarı,” “aşağı” nisbîdir. Küre-i arzın merkezine göre yukarı ve aşağı oluyor. Hattâ bize nisbeten aşağı olan birşey, Amerika kıt’asına nazaran yukarı oluyor. Demek, merkezden sath-ı arz tarafına gelen maddeler, sath-ı arzda olanlara göre vaziyeti değişir.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân i’câz lisânı ile ifade ediyor ki: Demirin o kadar çok menâfii, o kadar geniş fevâidi vardır ki, insanın hânesi olan küre-i arzın mahzeninden çıkarılacak âdi bir madde değildir. Ve rastgele hâcâtta istimâl edilmiş fıtrî



[NOT]Dipnot-1 İndirdik.Dipnot-2 “Biz demiri de indirdik ki, onda hem kuvvet ve şiddet, hem de insanlar için faydalar vardır.” Hadîd Sûresi, 57:25.
Dipnot-3 “Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.
[/NOT]




Amerika Kıt’ası
: (bk. bilgiler – Amerika)




Hazret-i Dâvud
: [bk. bilgiler – Dâvud (a.s.)]
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân Rahmân: çok merhamet sahibi olan ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren Allah
azîm: büyük, yüce cihet: yön, taraf
ferman etmek: emretmek, buyurmakfevâid: faydalar, kazançlar
hadsiz: sınırsızhâcât: ihtiyaçlar
hâne: evihrac: dışarı çıkarma
ihrâcat: bir madeni yerin altından çıkarma işlemleriihsan: bağış
ihtar etmek: hatırlatmakistimâl edilmek: kullanılmak
itibarıyla: açısından i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma
kemâl-i haşmet: büyüklük ve heybetteki mükemmellik küre-i arz: yerküre, dünya
lisan: dilmahzen: depo
makam: derece, yermakam-ı imtinan ve in’âm: minnet ve nimeti hatırlatma yeri
medâr: sebep, neden, kaynakmekân: yer
mekân-ı maddî: maddî yer menba: kaynak
menâfi: faydalar, yararlarmertebe: derece, makam
mertebe-i ulviyet: yücelik mertebesimurad: kast edilen, istenen
mâden: kaynakmânâ-yı maddî: maddî anlam
mânâ-yı maksud: asıl kastedilen anlam mûcize: insanların benzerini yapmakta aciz kaldıkları olağanüstü şey
nazar-ı gaflet: bir şeyin mânâsını anlamadan bakmak nazaran: –göre
nev-i beşer: insanlıknimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti
nisbeten: kıyasla nisbî: konumuna göre farklı hüküm alan, göreceli
sath-ı arz: yeryüzüsâniyen: ikinci olarak, ikinci derecede
tecellî: görünüm, yansıma tedricî: derece derece, aşamalı
terakkiyât: ilerlemelervaziyet: durum, hâl
âdi: basit, sıradan

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 426

<META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>bir mâden değildir. Belki Hâlık-ı Kâinatın tarafından rahmet hazinesinde ve kâinatın büyük tezgâhından ihzâr edilmiş bir nimet olarak, “Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz” ünvân-ı haşmetiyle de küre-i arz sekenesinin hâcâtına medâr olmak için demiri inzâl etmiş, indirmiş diye, demirdeki umûmî menfaati ifade için, güya demirin gökten gelen rahmet, hararet ve ziyâ gibi öyle şümullü faydaları var ki, kâinat tezgâhından gönderiliyor, küre-i arzın dar anbarından değil. Belki kâinat sarayındaki büyük hazine-i rahmetten ihzâr edilerek gönderilip, küre-i arzın anbarında yerleştirilmiş; o anbardan asırların ihtiyâcına nisbeten parça parça ihraç ediliyor.

Kur’ân-ı Azîmüşşân, bu küçük anbardaki parça parça çıkarılan demiri, yalnız “sarf etmek” mânâsını ifade etmek istemiyor. Belki Hazine-i Kübrâdan o nimet‑i azîmeyi küre-i arz ile beraber indirdiğini ifade etmek için; yani, bu küre-i arz hânesine en lâzım şey demirdir ki, Hâlık-ı Zülcelâl, güya küre-i arzı güneşten ayırıp insanlar için indirdiği zaman, demiri de beraber inzâl etmiş ve ekser ihtiyâc-ı beşer onunla temin edilmiştir. Kur’ân-ı Hakîm, “Bu demirle işlerinizi görünüz ve onu çıkarmaya çalışarak istifade ediniz” diye, mûcizâne ferman ediyor.

Bu âyette hem def-i a’dâya, hem celb-i menâfie medâr iki nimet beyan ediyor. Nüzûl-u Kur’ân’dan evvel demirle ehemmiyetli menâfi-i beşeriye temin edildiği görülmüş. Fakat istikbalde demirin gayet hârika ve muhayyirü’l-ukùl bir surette, denizde, havada ve karada gezerek küre-i arzı musahhar edip, mevt-âlûd bir hârika kuvveti gösterdiğini ifade için, 1 فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ kelimesiyle, ihbâr-ı gaybî nev’inden bir lem’a-i i’câz gösteriyor.





endOfSection.gif
endOfSection.gif



[NOT]Dipnot-1 “Onda kuvvet ve şiddet vardır.” Hadid Sûresi, 57:25.[/NOT]






Hazine-i Kübrâ: Allah’ın sonsuz nimetlerinin bulunduğu hazine Hâlık-ı Kâinat: evreni ve bütün varlıkları yaratan Allah
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve görkem sahibi, her şeyin yaratıcısı olan Allah Kur’ân-ı Azîmüşşan: şan ve şerefi yüce olan Kur’ân
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz: göklerin ve yerin Rabbi
asır: yüzyılbeyan etmek: açıklamak
celb-i menâfi: faydalı şeylerin çekilmesidef-i a’dâ: düşmanların uzaklaştırılması
ekser: pek çok evvel: önce
ferman etmek: buyurmakfıtrî: doğal, yaratılıştan gelen
hararet: ısı, sıcaklıkhazine-i rahmet: Allah’ın sonsuz rahmet hazinesi
ihbâr-ı gaybî: gaybla ilgili haber; önceden haber verme ihraç etmek: bir mâdeni yer altından çıkarmak
ihtiyac-ı beşer: insanın ihtiyacı ihzar edilmek: hazırlanmak
inzal etmek: indirmek istikbal: gelecek
kâinat: evren küre-i arz: yerküre, dünya
lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı medâr: kaynak, sebep
menfaat: yarar, faydamenâfi-i beşeriye: insanlığın yararına olan şeyler
mevt-âlûd: ölümle karışık mucizâne: mucizeli bir şekilde
muhayyirü’l-ukùl: akıllara şaşkınlık verenmusahhar etmek: boyun eğdirmek, bir şeyin emrine vermek
nev’inden: türündennimet: Allah’ın rızık olarak verdiği, ihtiyaç duyulan herşey
nimet-i azîme: çok büyük ve değerli nimet nisbeten: bağlantılı olarak
nüzûl-u Kur’ân: Kur’ân’ın indirilmesi rahmet: İlâhî şefkat, merhamet
sarf etmek: harcamak, kullanmak sekene: bir yerde ikâmet edenler, sakinler
surette: şekilde tezgâh: üretim yeri
umûmî: genelziyâ: ışık, parlaklık
âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümleünvân-ı haşmet: görkem ve heybetli oluşu ifade eden isim
şümullü: kapsamlı

<TBODY>
</TBODY>


 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 427

Beşinci Nükte

Geçmiş nükteden bahsederken hüdhüd-ü Süleyman’dan bahis açıldı. Israrcı ve sualci bir kardeşimiz:HAŞİYE-1 “Hüdhüdün, Cenâb-ı Hakkı tavsifte1 يَخْرُجُ الْخَبْءَ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرَضِ diyerek mühim makamda, mühim evsâf-ı İlâhiye içinde, nisbeten hafif bu vasfın zikrine sebep nedir?”

Elcevap: Beliğ bir kelâmın bir meziyeti şudur ki, söyleyenin ziyade meşgul olduğu san’atını, meşgalesini ihsâs etsin. Hüdhüd-ü Süleymanî ise, suyu az olan sahrâ-yı Ceziretü’l-Arabda gizli su yerlerini ferâsetle, kerâmetvâri keşfeden bedevî arîfleri gibi, hayvan ve tuyûrun arîfi olarak ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma küngânlık eden ve su buldurup çıkarttıran mübârek ve vazifedar bir kuş olmakla, kendi san’atının mikyasçığıyla Cenâb-ı Hakkın semâvât ve arzdaki mahfiyâtı çıkarmakla mâbûdiyetini ve mescûdiyetini ispat ettiğini, kendi san’atçığıyla bilip ifade ediyor.

Evet, hüdhüd pek güzel görmüş. Çünkü, toprak altındaki had ve hesaba gelmeyen tohumların, çekirdeklerin, mâdenlerin muktezâ-yı fıtrîsi, aşağıdan yukarıya çıkmak değildir. Çünkü ecsâm-ı sakîle ihtiyarsız, ruhsuz olduğu için, kendi yukarıya çıkamaz; yukarıdan kendi kendine aşağıya düşebilir. Aşağıdan, hususan toprak sıkleti altında gizlenen bir cisim, câmid omuzundaki ağır yükü silkip çıkmak, kat’iyyen kendi kendine olamaz. Demek bir kudret-i hârika ile çıkarılıyor.

İşte, hüdhüd, berâhîn-i mâbûdiyet ve mescûdiyetin en gizlisini ve en mühimmini kendi arîfliğiyle bilmiş, bulmuş; Kur’ân-ı Hakîm onun hakkındaki ifadesine bir i’câz vermiştir.



[NOT]Haşiye-1 Sual etmekte çalışkan, yazmakta tembellik eden Re’fet’tir.Dipnot-1 “Göklerde ve yerdeki bütün gizlilikleri meydana çıkarır...” Neml Sûresi, 27:25.[/NOT]





Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)]Hüdhüd/Hüdhüd-ü Süleyman: Hz. Süleyman’ın (a.s.) haberleşme vasıtası olarak görevlendirdiği kuş
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân Re’fet: (bk. bilgiler – Re’fet Barutçu)
arz: yerarîf: bilge
bedevî: çölde yaşayan, göçebebeliğ: sözün düzgün, kusursuz, yerinde hâlin ve makamın gereğine göre söylenmesi
berâhîn-i mâbûdiyet: ibadet edilmeye lâyık olmanın delilleri câmid: cansız
ecsâm-ı sakîle: ağır cisimlerevsâf-ı İlâhiye: Cenâb-ı Allah’ın Zâtını niteleyen yüce sıfatlar
ferâset: çabuk sezme ve anlama kabiliyetihad ve hesaba gelmemek: sınırsız ve sayısız olmak
haşiye: dipnothususan: özellikle
ihbâr-ı gaybî: gayb âleminde olan şeyler hakkında haber verme ihsas etmek: hissettirmek
ihtiyarsız: iradesi olmayan i’câz vermek: mucizelik özelliği vermek
kat’iyyen: kesinliklekelâm: ifade, söz
kerâmetvâri: keramet gösterir gibi keşfetmek: gizli bir şeyi açığa çıkarmak
kudret-i hârika: benzersiz kudret, güç küngânlık: su kaynağını bulma işi
küre-i arz: yerküre, dünyalem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı
mahfiyât: gizli şeylermakam: derece, konum
mescudiyet: secde edilmeye lâyık olmamevt-âlûd: ölümle karışık
meziyet: üstün özellikmeşgale: meşguliyet
mikyas: ölçümuktezâ-yı fıtrî: doğal yapılarının gereği
musahhar etmek: boyun eğdirmek, bir şeyin emrine vermekmâbûdiyet: ibadet edilmeye lâyık olma
mübarek: bereketli nev’inden: türünden
nisbeten: kıyasla, oranla nükte: ince ve derin anlamlı söz
sahrâ-yı Ceziretü’l-Arab: Arap Yarımadasında bulunan çölsemâvât: gökler
sıklet: ağırlıktavsif: özelliklerini anlatma
tuyûr: kuşlarvazifedar: görevli
zikir: anmak, hatırlatmakziyade: çok, fazla

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 428

Altıncı Nükte

besmele.jpg


قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا 1


Şu âyet-i azîme çok büyük ve çok âlî ve çok geniş bir denizdir. Onun cevherlerini beyan etmek için koca bir cilt kitap yazmak lâzım gelir. Onun o kıymettar cevâhirini başka zamana tâliken, şimdilik yalnız birkaç gün evvel tahattur-u hakàik noktasında, benim için ehemmiyetli bir zaman olan namaz tesbihâtında, uzaktan uzağa fikrin nazarına ilişen bir nüktenin şuâı göründü. O zamanda kaydedemedik; gittikçe tebâud ediyordu. Bütün bütün kaybolmadan evvel o nüktenin bir cilvesini avlamak için, etrafında dâirevâri birkaç kelime söyleyeceğiz.

BİRİNCİ KELİME: Kelâm-ı Ezelî, ilim, kudret gibi bir sıfat-ı İlâhiye olduğu cihetle, gayr-ı mütenâhidir. Nihâyetsiz olan birşeye denizler mürekkep olsa, elbette bitiremez.

İKİNCİ KELİME:Bir zâtın vücudunu ihsâs eden en zâhir, en kuvvetli eser, tekellümüdür. Bir zâtın kelâmını işitmek, bin delil kadar vücudunu, belki şuhud derecesinde, ispat ettiği nokta-i nazarda, bu âyet-i kerîme mânâ-yı işârîsiyle diyor ki: “Rabb-i Zülcelâlin vücudunu gösteren kelâm-ı İlâhînin adedini, denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa, yazsalar, bitiremezler. Yani, bir zâtın böyle bir kelâmı, vücuduna şuhud derecesinde delâlet ettiğine bedel; Zât-ı Ehad-i Samede, kelâmın mütekellime delâleti ve ihsâsı gibi had ve hesâba gelmeyen hadsizdir ki, umum denizlerin suyu mürekkep olsa, yazmasına kifâyet etmez” demektir.



[NOT]Dipnot-1 “De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, hattâ bir o kadarını daha getirip ilâve etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.” Kehf Sûresi, 18:109.
[/NOT]





Rabb-i Zülcelâl
: sonsuz heybet ve yücelik sahibi ve herşeyin Rabbi olan Allah






Zât-ı Ehad-i Samed
: herşey Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, bir ve benzersiz olup ortağı olmayan Zât, Allah

bedel: karşılık
beyan etmek: açıklamak
cevher: öz, temel
cevâhir: cevherler, özler
cihet: yön, şekil
cilve: görünme, yansıma
delâlet etmek: delil olmak, işaret etme
dâirevâri: daire şeklinde
ehemmiyetli: değerli, önemli
evvel: önce
gayr-ı mütenâhi: sınırsız, sonsuz
had ve hesaba gelmemek: sınırsız ve sayısız olmak
hadsiz: sınırsız, sayısız
ihsas eden: hissettiren, belli eden
ihsâs: hissettirme, belirtme
kelâm: ifade, söz
kelâm-ı Ezelî: başlangıcı ve sonu olmayan Allah’ın konuşması, sözleri
kelâm-ı İlâhî: Allah’ın kelâmı, sözü
kifâyet etme: yeterli olma
kudret: güç, iktidar
kıymettar: değerli
lâzım gelmek: gerekli olmak
mânâ-yı işârî: işaret ile bildirilen mânâ
mütekellim: konuşan
namaz tesbihatı: namazın ardından Allah’ı çeşitli sıfatlarıyla anma
nazar: göz, bakış
nihâyetsiz: sonsuz
nokta-i nazar: bakış açısı
nükte: ince ve derin anlamlı söz
sıfat-ı İlâhiye: Allah’ın sıfatına ait özellik
tahattur-u hakàik: hakikatleri hatırlamak
tebâud etmek: uzaklaşmak
tekellüm: konuşma
tâliken: geciktirerek, erteleyerek
umum: bütün
vücud: varlık
zâhir: açık, âşikar
âlî: yüce
âyet-i azîme: büyük ve yüce âyet
şuhud: görme, şahid olma
şuâ: ışın, güçlü ışık

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 429

ÜÇÜNCÜ KELİME: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân hakàik-ı îmâniyeyi umum tabakàt-ı beşere ders verdiği için, tesbit ve tahkik ve iknâ etmek hikmetiyle, bir hakikati zâhiren tekrar ettiği için, ehl-i ilim ve ehl-i kitap bulunan o zaman ulemâ-i Yehûd, Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmîliğine ve kıllet‑i ilmine gayet haksız bir taarruz ettiklerine mânen bir cevaptır. Şöyle ki:

Âyet-i kerîme der: “Tahkik ve iknâ gibi pek çok hikmetler için ayrı ayrı faydalar nokta-i nazarında çok müteaddit neticeleri bulunan bir hakikati, umûmun, bilhassa avâmın kalbinde yerleştirmek için, erkân-ı îmâniye gibi herbir meselesi bin mesâil kıymetinde ve binler hakàikı tazammun eden meseleleri ayrı ayrı, mûcizâne tarzlarda tekrarını, hasr-ı kelâmî ve kusur-u zihnî ve sermâyenin noksâniyetinden değildir. Belki hadsiz, nihâyetsiz hazine-i ezeliye-i kelâm-ı İlâhîden alınan ve âlem-i gayb hesâbına âlem-i şehâdete müteveccih olup, cin, ins, ruh, melekle konuşan ve her ferdin kulağında tanînendâz olan Kur’ân’ın menbaı bulunan Kelâm-ı Ezelînin kelimâtını saymak için denizler mürekkep olsa, zîşuurlar kâtip, nebâtâtlar kalem, belki zerratlar kalem ucu olsalar, yine bitiremezler. Çünkü bunlar mütenâhi, o ise nihâyetsizdir.”

DÖRDÜNCÜ KELİME: Mâlûmdur ki, umulmadık birşeyden kelâmın sudûru, kelâmı ehemmiyetleştirir; kendini dinlettiriyor. Hususen cevv-i semâ ve bulutlar gibi büyük cirmlerde tekellümvâri sadâlar dahi ehemmiyetle herkese kendini dinlettiriyor. Hususen dağ cesâmetinde bir fonoğrafın nağamâtı daha fazla kulağın nazar-ı dikkatini celb eder. Hususen semâvât tabakalarını plâklar ittihâz edip küre-i arzın kafasına işittirmek için sudûr eden sadâ-yı semâvî-i Kur’ânîyi, radyo






Aleyhissalatü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
Kelâm-ı Ezelî: başlangıcı ve sonu olmayan Allah’ın kelâmı, Kur’ân-ı Kerim
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân
Peygamber-i Zîşan: şan ve şeref sahibi Hz. Muhammed (a.s.m.)
avâm: halk tabakası
cesâmet: büyüklük
cevv-i semâ: gökyüzü
cirm: cisim
ehl-i ilim: ilimle uğraşan kişiler, âlimler
ehl-i kitap: Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler
erkân-ı imaniye: iman esasları
fonoğraf: gramofonun ilk şekli, ses cihazı
hadsiz: sınırsız, sayısız
hakaik: hakikatler, gerçekler
hakikat: gerçek
hakàik-ı îmâniye: iman hakikatleri
hasr-ı kelâmî: konuşmanın yalnız belli şeyler üzerinde yoğunlaştırılması
hazine-i ezeliye-i kelâm-ı İlâhî: İlâhî konuşma sıfatının başlangıcı ve sonu olmayan hazinesi
hikmet: amaç, gaye
ins: insanlar
ittihâz etmek: edinmek
kelimât: kelimeler, sözler
kelâm: ifade, söz
kusur-u zihnî: zihin ve düşünce eksikliği
kâtip: yazıcı
küre-i arz: yerküre, dünya
kıllet-i ilim: bilgi azlığı
menba: kaynak
mesâil: meseleler
mucizâne: mucizeli bir şekilde
mâlûm: bilinen
müteaddit: bir çok, değişik
mütenâhi: sona eren, biten
müteveccih olmak: yönelmek
nazar-ı dikkati celb etmek: dikkat çekmek
nağamât: nağmeler, hoş sesler
nebâtât: bitkiler
nihâyetsiz: sonsuz
noksaniyet: eksiklik
nokta-i nazar: bakış açısı
sadâ: ses
sadâ-yı semâvî-i Kur’ânî: Kur’ân’ın semâvî sedâsı
semâvât: gökler
sudûr: ortaya çıkma, meydana gelme
sudûr eden: ortaya çıkan, meydana gelen
taarruz etmek: saldırmak
tabakat-ı beşer: insan grupları
tahkik: doğruluğunu araştırma
tanînendâz: çınlayan
tazammun eden: içine alan, kapsayan
tekellümvâri: konuşur gibi
tesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma
ulemâ-i Yehûd: Yahudi âlimleri
umum: bütün, genel, herkes
zerrat: zerreler, atomlar
zâhiren: dış görünüş itibariyle
zîşuur: şuur, bilinç sahibi
âlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlem
âlem-i şehâdet: görünen âlem, bu dünya
ümmî: okuma-yazma bilmeyen, tahsil görmemiş

<TBODY>
</TBODY>


 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 430

kuvvetiyle, zerrât-ı havâiye o hurûfâta âhize ve nâkıle oldukları gibi, elbette bu kudsî hurûfât-ı Kur’âniyeye birer âyine, birer lisan, birer ibre ucu, birer kulak hükmüne geçtiğine remzen, Kur’ân-ı Hakîmin hurûfâtının ne derece ehemmiyetli, kıymetli, hâsiyetli, hayattar olduğuna işareten, âyet mânâ-yı işârîsiyle diyor ki: “Kelâmullah olan Kur’ân o kadar hayattar ve kıymettardır ki, onu dinleyen, işiten kulakların adedi ve o kulaklara giren o kudsî kelimelerin sayısını, bütün denizler mürekkep ve melâike kâtip ve zerreler noktalar ve nebatlar ve kıllar kalemler olsa, bitiremezler.”

Evet, bitiremezler. Çünkü Cenâb-ı Hak beşerin zayıf, ruhsuz kelâmının adedini havada milyonlar kadar teksir etse, elbette arz ve semâvâtın Pâdişâh-ı Bîmisâlinin arz ve semâvâta bakan ve arz ve semâvâtta umum zîşuurlara hitâb eden kelâmının herbir kelimesi zerrât-ı havâiye adedince kelimeler olur.

BEŞİNCİ KELİME: İki Harftir.

Birinci Harf: Nasıl ki sıfat-ı Kelâmın kelimeleri var. Öyle de, Kudretin de mücessem kelimeleri var; İlmin de hikmetli kaderî kelimeleri var ki, bütün mevcudattır. Hususen zîhayatlar, hususen küçük mahlûklar, herbiri birer kelime-i Rabbâniyedir ki Mütekellim-i Ezelîye, kelâmdan daha kuvvetli bir surette işaret eder. Ve onların adedini, denizler mürekkep olsa bitiremezler, demek olduğu mânâsına dahi şu âyet-i kerîme remzen bakıyor.

İkinci Harf: Bütün melâikelere ve insanlara, hattâ hayvanlara gelen umum ilhamlar, bir nevi kelâm-ı İlâhîdir. Bu kelâmın kelimâtı elbette gayr-ı mütenâhidir. Saltanat-ı Mutlakanın nihâyetsiz cünûdunun mütemâdiyen aldıkları ilhâm ve o emr-i İlâhiyenin kelimâtı ne derece çok ve nihâyetsiz olduğunu âyet bize haber veriyor demektir.

وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ 1 لاَيَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 2





[NOT]Dipnot-1 “Gerçek ilim Allah katındadır.” Mülk Sûresi, 67:26.
Dipnot-2 “Gaybı yalnız Allah bilir.” Neml Sûresi, 27:65; Tirmizi, Sevâbü’l-Kur’ân: 7; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân: 21.[/NOT]






Cenâb-ı Hak
: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah




Kudret
: Allah’ın bütün âlemleri kuşatan güç ve iktidarı
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân Mütekellim-i Ezelî: konuşma sıfatının başlangıcı ve sonu olmayan Allah
Pâdişâh-ı Bîmisâl: Benzersiz Pâdişah, Allah Saltanat-ı Mutlaka: Allah’ın bütün varlık âlemi üzerindeki sınırsız hâkimiyeti
arz: yerbeşer: insan
cünûd: askerlerehemmiyetli: değerli, önemli
gayr-ı mütenâhi: sınırsız, sonsuzhayattar: canlı
hikmetli: faydalı, gayeli hitap eden: konuşan
hurufât-ı Kur’âniye: Kur’ân harflerihurûfât: harfler
hâsiyetli: üstün özellikliilham: Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ
kaderî: kaderle ilgili kelime-i Rabbâniye: herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın kelimesi, sözü
kelimât: kelimeler, sözler kelâm: ifade, söz
kelâm-ı İlâhî: Allah’a ait söz, konuşma kelâmullah: Allah’ın kelâmı, sözü
kudsî: kutsal, her türlü kusur ve noksandan uzak kâtip: yazıcı
kıymettar: değerli mahlûk: varlık
melâike: melekler mevcudat: varlıklar
mânâ-yı işârî: işaret yoluyla kastedilen mânâ mücessem: cisimleşmiş
mütemadiyen: sürekli olaraknebat: bitki
nevi: çeşitnihâyetsiz: sonsuz
nâkile: taşıyıcıremzen: işareten
suret: şekil sıfat-ı Kelâm: Allah’ın hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın sahip olduğu konuşma sıfatı
teksir etmek: çoğaltmak umum: bütün
zerrât-ı havâiye: hava zerreleri, atomlarızîhayat: canlı
zîşuur: şuur, bilinç sahibi âhize: alıcı
âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümleâyet-i kerîme: Kur’ân-ı Kerim’de yer alan her bir cümle
âyine: ayna

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 431

Yedinci Nükte

Aziz kardeşim,

Vahdetü’l-vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu meseleye dair Otuz Birinci Mektubun bir lem’asında, Hazret-i Muhyiddin’in bu meseledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevap vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:

Bu mesele-i vahdetü’l-vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddî zarar verir. Nasıl ki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avâmın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telâkki edilir. HAŞİYE-1 Öyle de, vahdetü’l-vücud meselesi gibi hakaik-i ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse, tabiat telâkki edilir ve üç mühim zarar verir:

Birincisi: Vahdetü’l-vücudun meşrebi, Cenâb-ı Hak hesabına kâinatı adeta inkâr etmek iken, avâma girdikçe, gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlûde olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına ulûhiyeti inkâr yoluna gider.

İkincisi: Vahdetü’l-vücud meşrebi, mâsivâ-yı İlâhînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki, mâsivâyı inkâr ve ikiliği ref ediyor. Değil nüfus-u emmârenin, belki herbir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilâsıyla ve gurur ve enâniyetin nefs-i emmâreyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlıkı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfus-u emmâre küçük birer firavun, adeta nefsini mâbud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdetü’l-vücudu telkin etmek, nefs-i emmâreyi—el’iyâzü billâh—öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz.


[NOT]Haşiye-1 Nasıl ki iki melâike (teşbihin sırrı münasebetiyle Sevr ve Hût tesmiye edilen), avamca koca bir öküz ve koca bir balık telâkki edilmiştir.[/NOT]





Cenâb-ı Hak
: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah





Hazret-i Muhyiddin
: (bk. bilgiler – Muhyiddin-i Arabî)
Hâlık: her şeyi yaratan Allah Sevr ve Hut: Öküz ve Balık
avâm: halk tabakasıaziz: çok değerli
cehl: cahillik, bilgisizlikcihetiyle: yönüyle
ehl-i gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar el’iyâzü billâh: Allah korusun
enâniyet: benlik, gururesbab: sebepler
fikr-i tabiat: herşeyi tabiatın yarattığını kabul eden düşünce; tabiat fikri firavun: tanrılık iddiasında bulunma
gafil: Allah’ı düşünmeyen ve sorumluluklarından habersiz hakaik-i ulviye: yüce gerçekler
hakikat: doğru gerçek havas: seçkin kişiler, âlimler
haşiye: dipnothususan: özellikle
istidad: kabiliyet istilâ: işgal
ittihaz etmek: edinmek, kabullenmekizahat: açıklamalar
kâinat: evren lem’acık: küçük lem’a, parıltı
maddiyat: maddi şeylermaddiyyun: maddeciler, materyalistler
melâike: melekler mesele-i vahdetü’l-vücud: vahdetü’l-vücud meselesi
meşreb: hareket tarzı, metodmâbud: ibadet edilen
mâsiva/mâsivâ-yı İlâhî: Allah’ın dışındaki varlıklar mühim: önemli
münasebet: bağlantı, ilgi müstakil: bağımsız, başlı başına
nefs: bir varlığın kendisi nefs-i emmâre: hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu
nüfus-u emmâre: insana daima kötülüğü emreden, yasak zevk ve isteklere teşvik eden nefisler nükte: ince ve derin anlamlı söz
ref etmek: ortadan kaldırmakrububiyet: her bir varlığa muhtaç olduğu şeyleri verme, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurma
tabiat: canlı cansız bütün varlıklar, doğa telkin etmek: fikir aşılamak, zihinde yer ettirmek
telâkki etmek: kabul etmek, algılamaktemsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetme
tesmiye edilen: isimlendirilen teşbih: benzetme
teşbihat: benzetmelerulûhiyet: ibadete ve itaat edilmeye lâyık olma; İlâhlık
vahdetü’l-vücud: “Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş vücud: varlık
âhiret âlemi: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat âlûde: karışık

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 432

Üçüncüsü: Tagayyür, tebeddül, tecezzî, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberrâ, muallâ olan Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücuduna ve takaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurâta sebebiyet verir ve telkinât-ı bâtılaya medar olur.

Evet, vahdetü’l-vücuddan bahseden, fikren serâdan Süreyyaya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı Âlâya diken, istiğrâkî bir surette kâinatı mâdum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i imanla Vâhid-i Ehadden görebilir. Yoksa, kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arşa çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi, Cenâb-ı Haktan işitebilirsin.” Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten Arşa kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama “Kulak ver, herkesten kelâmullahı işitirsin” desen, mânen Arştan ferşe sukut eder gibi, hilâf-ı hakikat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur.

قُلِ اللهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ 1 مَا لِلتُّرَابِ وَلِرَبِّ اْلاَرْبَابِ 2سُبْحَانَ مَنْ تَقَدَّسَ عَنِ اْلاَشْبَاهِ ذَاتُهُ وَتَنَزَّهَتْ عَنْ مُشَابَهَةِ اْلاَمْثَالِ صِفَاتُهُ وَشَهِدَ عَلٰى رُبوُبِيَّتِهِ اٰياَتُهُ جَلَّ جَلاَلُهُ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 3




[NOT]Dipnot-1 “Sen Allah de; sonra da bırak onları, daldıkları batakta oyalanadursunlar.” En’âm Sûresi, 6:91.
Dipnot-2 Rabbü’l-Erbâb olan Allah’ı anlatmak, topraktan halk olunan insanın haddine mi düşmüştür?
Dipnot-3 Zâtında şebihten mukaddes ve sıfâtında misillerin benzemesinden münezzeh olan, âyetleri Onun rububiyetine delâlet eden, celâli nihayet derecede yüce olan ve Ondan başka hiçbir ilâh bulunmayan Zâtı her türlü kusurdan tenzih ederiz.[/NOT]






Arş/Arş-ı Âlâ
: Cenâb-ı Hakkın büyüklük ve yüceliğinin tecelli ettiği yer




Arştan ferşe
: göğün en yüksek tabaksından yere
Celâleddin/Celâleddin-i Rumî: (bk. bilgiler – Mevlânâ Celâleddini Rumî)Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Vâhid-i Ehad: bir olan ve birliği her bir şeyde görülen Allah Zât-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Zât, Allah
esbab: sebepler ferş: yer
ferşten Arşa: yerden göğün en yüksek tabakasına fikren: düşünce olarak
fonoğraf: gramofonun ilk şekli, ses cihazıfıtrî: doğal, yaratılıştan gelen
giriftar olmak: tutulmakhilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı
istiğrâkî: Allah aşkıyla kendinden geçmekelâmullah: Allah’ın konuşması
kuvvet-i iman: iman gücü kâinat: evren
medar olmak: sebep olmak, vesile olmakmevcudat: varlıklar
muallâ: yüksek, yücemukaddes: kusur ve eksiklikten uzak, kutsal
muvafık: uygunmâdum: yok, hiç olmuş
mânen: mânevî olarak müberrâ: arınmış, temiz
münezzeh: arınmış, kusur ve eksiklikten yüce nazar: bakış
sebebiyet vermek: sebep olmak serâdan Süreyyaya: yerden Ülker yıldızına kadar; birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenen bir ifadedir
sukut etmek: düşmek, alçalmaksuret: biçim, şekil
tagayyür: başkalaşma, değişme tahayyüz: yer tutma, yer alma
takaddüs: kutsal olma, yüce ve temiz olma tasavvurât: düşünceler, tasavvurlar
tasavvurât-ı bâtıla: batıl şeyleri zihinde canlandırma tebeddül: değişme
tecezzî: bölünme, parçalanma telkinât-ı bâtıla: doğru olmayan telkinler
tenezzüh: kusur ve noksandan uzak olma vahdetü’l-vücud: “Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş
vücub-u vücud: varlığının gerekli ve zorunlu oluşu

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 433

Bir suale cevap

Mustafa Sabri ile Mûsâ Bekûf’un efkârlarını muvazene etmek için vaktim müsait değildir. Yalnız bu kadar derim ki:

Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor. Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Mûsâ Bekûf’a nisbeten haklıdır; fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mucizesi bulunan bir zâtı tezyifte haksızdır.

Evet, Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavâid-i Ehl-i Sünnete muhalefet ediyor ve bazı kelâmları zâhirî dalâlet ifade ediyor. Fakat kendisi dalâletten müberrâdır. Bazan kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz. Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış, kavâid-i Ehl-i Sünnete taassup cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiş.

Mûsâ Bekûf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümâşâtkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış tevillerle tahrif ediyor. Ebu’l-Âlâ-yı Maarrî gibi merdut bir adamı muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin’in Ehl-i Sünnete muhalefet eden meselelerine ziyade taraftarlığından, ziyade ifrat ediyor.

قَالَ مُحْىِ الدِّينِ: تُحْرَمُ مُطَالَعَةُ كُتُبِنَا عَلٰى مَنْ لَيْسَ مِنَّا


Yani,”Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür.” Evet, bu zamanda Muhyiddin’in kitapları, hususan vahdetü’l-vücuda dair meselelerini okumak zararlıdır.
Said Nursî




endOfSection.gif
endOfSection.gif






Ebu’l-Âlâ-yı Maarrî: (bk. bilgiler)Ehl-i Sünnet: Hz. Muhammed’in sünnetine uyan, onun yolundan giden büyük Müslüman topluluk
Muhyiddin: (bk. bilgiler – Muhyiddin-i Arabî)Mustafa Sabri: (bk. bilgiler – Mustafa Sabri Efendi)
Mûsâ Bekûf: (bk. bilgiler)Said Nursî: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
asrî: çağdaş, moderncihetiyle: yönüyle
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık, inkâr efkâr: fikirler, düşünceler
fevkinde: üstündehakaik: hakikatler, gerçekler
hakaik-i İslâmiye: İslâmiyetin hakikatleri, gerçekleri hususan: özellikle
hâdî: doğru ve hak yola ulaşan kişi ifade etmek: anlatmak, söylemek
ifrat etmek: bir şeyde aşırıya gitmekkavâid-i Ehl-i Sünnet: Hz. Muhammed’in sünnetine uyan, onun yolundan giden büyük Müslüman topluluğu tarafından belirlenen kurallar
kelâm: ifade, söz kâfir: Allah'ı veya Allah’ın bildirdiği kesin olan bir şeyi inkâr eden kimse
küfür: Allah’ı inkâr makam: derece, konum
makbul: kabul edilenmerdut: reddolunmuş, geri çevrilmiş
mizansız: ölçüsüz mucize: insanların benzerini yapmakta aciz kaldıkları olağanüstü iş
muhakkikîn: gerçekleri araştıran ve delilleriyle ortaya koyan âlimler muhalefet etmek: aykırı davranmak
muvazene etmek: karşılaştırmak; dengeye getirmek müberrâ: arınmış, temiz
müdafaat: savunmalarmühdî: hidayete ulaştıran
mümâşâtkâr: uyumlu olanmürşid: doğru yol gösteren
müsait: uygunnazara almak: dikkate almak
nisbeten: kıyasla taassup: körü körüne bağlılık
tahrif etmek: değiştirmek, bozmakteceddüd: yenilenme
tefrit etmek: bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalmaktevil: yorum
tezyif: küçük düşürmeulûm-u İslâmiye: İslâm ilimleri
vahdetü’l-vücud: “Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş ziyade: çok, fazla
zâhirî: görünürde

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 434

Sekizinci Nükte

Bu da güzeldir

1 اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ cümlesi namaz tesbihatında okunurken inkişaf eden lâtif bir nükteyi uzaktan uzağa gördüm. Tamamını tutamadım, fakat işaret nev’inden bir iki cümlesini söyleyeceğim.

Gördüm ki, gece âlemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı namazında o âleme girdim. Hayalin fevkalâde inbisatından ve mahiyet-i insaniyenin bütün dünya ile alâkadarlığından, koca dünyayı, o gecede bir menzil gibi gördüm. Zîhayatlar ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeyecek derecede küçüldüler. Yalnız o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran tek şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) hayalen müşahede ettim. Bir adam yeni bir menzile girdiği zaman menzildeki zatlara selâm ettiği gibi, “Binler selâm HAŞİYE-1 sana, yâ Resulallah” demeye bir arzuyu içimde coşar buldum. Güya bütün ins ve cinnin adedince selâm ediyorum. Yani, sana tecdid-i biat edip, memuriyetini kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve evâmirine teslim ve taarruzumuzdan selâmet bulacağını selâmla ifade edip, benim dünyamın eczaları ve zîşuur



[NOT]Dipnot-1 Sana milyonlar salât ve milyonlar selâm olsun, ey Allah’ın Resulü.Haşiye-1 Zât-ı Ahmediyeye (a.s.m.) gelen rahmet, umum ümmetin ebedî zamandaki ihtiyâcâtına bakıyor. Onun için, gayr-ı mütenâhi salât yerindedir. Acaba, dünya gibi koca, büyük ve gafletle karanlıklı, vahşetli ve hâlî bir haneye birisi girse, ne kadar tedehhüş, tevahhuş, telâş eder, Ve birden o haneyi tenvir ederek enîs, mûnis, habib, mahbub bir yaver-i ekrem, sadırda görünüp, o hanenin mâlik-i rahîm-i kerîmini, o hanenin her eşyasıyla tarif edip tanıttırsa, ne kadar sevinç, ünsiyet, sürur, ışık, ferah verdiğini kıyas ediniz, Zât-ı Risaletteki salâvatın kıymetini ve lezzetini takdir ediniz.[/NOT]





Mâlik-i Rahîm-i Kerîm
: bol ihsan ve ikram sahibi; sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan herşeyin sahibi Allah




Zât-ı Ahmediye
: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) zâtı, kendisi
Zât-ı Risalet: Allah’ın elçisi olan zât, Hz. Muhammed (a.s.m.) alâkadar: alakalı, ilgili
ebedî: sonsuz ecza: kısımlar, bölümler
enîs: cana yakın, dostevâmir: emirler
ferah: rahatlıkfevkalâde: olağanüstü
gaflet: Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli gayr-ı mütenâhi: sınırsız, sonsuz
habib: sevgili hane: ev
hayalen: hayal ederek haşiye: dipnot
hâlî: ıssızifade etmek: anlatmak, söylemek
ihtiyâcât: ihtiyaçlar inbisat: genişleme, yayılma
inkişaf eden: açığa çıkan ins ve cin: insanlar ve cinler
itaat: emre uyma, boyun eğmekıymet: değer
lâtif: güzel, hoş mahbub: sevgili
mahiyet-i insaniye: insana ait temel özellik, insanın temel yapısımemuriyet: emir altında oluş, emir ile hareket
menzil: yer, mekân mûnis: cana yakın, dost
müşahede etmek: gözlemlemek nev’: çeşit, tür
nurlandıran: aydınlatan nükte: derin ve ince anlamlı söz
rahmet: İlâhî şefkat ve merhamet sadır: en ileride, en başta, en yüksek yerde
salât: Peygamberimiz için yapılan dua salâvat: Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duası
selâmet: güven ve esenlik içinde olma sürur: mutluluk, sevinç
taarruz: saygısız davranışta bulunmatakdir etmek: birşeyin değerini anlamak ve ilân etmek
tarif etmek: tanıtmak tecdid-i biat: bağlılık sözünü yenileme
tedehhüş etmek: dehşete kapılmak, korkmaktenvir etmek: aydınlatmak
tesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma teslim: bağlanma
tevahhuş etmek: korkmak, ürkmekumum: bütün
vahşetli: ürkütücüyaver-i ekrem: çok değerli, yüksek şeref sahibi elçi
yâ Resulullah: ey Allah’ın Resûlü zîhayat: canlı
âlem: dünya ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler
ünsiyet: cana yakın, dostşahsiyet-i mâneviye-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) mânevî şahsiyeti, varlığı

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 435

mahlûkları olan umum cin ve insi konuşturup, herbirerlerinin namına bir selâmı, mezkûr mânâlarla takdim ettim.

Hem o getirdiği nur ve hediye ile benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi, herkesin bu dünyadaki dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye o hediyesine şâkirâne bir mukabele nev’inden, “Binler salâvat sana insin” dedim. Yani, “Senin bu iyiliğine karşı biz mukabele edemiyoruz. Belki Hâlıkımızın hazine-i rahmetinden gelen ve semâvat ehlinin adedince rahmetler sana gelmesini niyaz ile şükranımızı izhar ediyoruz” mânâsını hayalen hissettim.

O zât-ı Ahmediye (a.s.m.), ubudiyeti cihetiyle, halktan Hakka teveccühü hasebiyle, rahmet mânâsındaki salâtı ister. Risaleti cihetiyle, Haktan halka elçiliği haysiyetiyle selâm ister. Nasıl ki cin ve ins adedince selâma lâyık ve cin ve ins adedince umumî tecdid-i bîatı takdim ediyoruz. Öyle de, semâvat ehli adedince, hazine-i rahmetten, herbirinin namına bir salâta lâyıktır. Çünkü getirdiği nurla herbir şeyin kemâli görünür ve herbir mevcudun kıymeti tezahür eder ve herbir mahlûkun vazife-i Rabbâniyesi müşahede olunur ve herbir masnudaki makasıd-ı İlâhiye tecellî eder. Onun için, herbir şey, lisan-ı hal ile olduğu gibi, lisan-ı kàli de olsaydı, “Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Resulallah” diyecekleri kat’î olduğundan, biz umum onların namına,
اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللهِ بِعَدَدِ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ وَبِعَدَدِ الْمَلَكِ وَالنُّجُومِ 1
mânen deriz.فَيَكْفِيكَ اَنَّ اللهَ صَلّٰى بِنَفْسِهِ وَ اَمْلاَكَهُ صَلَّتْ عَلَيْهِ وَسَلَّمَتْ 2
Said Nursî



endOfSection.gif
endOfSection.gif





[NOT]Dipnot-1 Cinler ve insanlar sayısınca, melekler ve yıldızlar adedince milyonlar salât insin sana, ey Allah’ın Resûlü.
Dipnot-2 Allah’ın bizzat sana salât etmesi yeter. Onun melekleri de Peygambere salât ve selâm ederler.[/NOT]





Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Resulallah
: Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun ey Allah’ın Resûlü





Hak
: herşeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah
Hâlık: her şeyi yaratan Allah Said Nursî: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
Zât-ı Ahmediye: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) zâtı, kendisi cihet: yön
cin ve ins: cinler ve insanlarhasebiyle: sebebiyle
haysiyetiyle: özelliğiylehazine-i rahmet: Allah’ın sonsuz rahmet hazinesi
izhar etmek: göstermek kat’î: kesin
kemâl: kusursuzluk, mükemmellik lisan-ı hal: hâl ve beden dili
lisan-ı kàl: söz ile anlatımmahlûk: varlık
makasıd-ı İlâhiye: İlâhî gayeler, istenilen şeyler masnu: san’at eseri
mevcud: varlık mezkûr: adı geçen, anılan
mukabele etmek: karşılık vermekmânen: mânevî olarak
müşahede: gözlemleme namına: adına
nev’: çeşit, türnimetlendirmek: nimet vermek
niyaz: dua, yalvarış, yakarışnur: aydınlık, ışık
rahmet: İlâhî şefkat ve merhamet risalet: elçilik, peygamberlik
salât: Peygamberimiz için yapılan dua salâvat: Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duası
semâvât ehli: ruhanî varlıklar, melekler tecdid-i bîat: bağlılık sözünü yenileme
tecellî etmek: görünmek, ortaya çıkmak tenvir etmek: aydınlatmak
teveccüh: ilgi, yönelmetezahür etmek: görünmek, ortaya çıkmak
ubudiyet: kulluk umum: bütün
umumî: genelvazife-i Rabbâniye: her şeyin Rabbi olan Allah’a karşı yapılan görev
zîşuur: şuur sahibi şâkirâne: şükrederek
şükran: minnettarlık, teşekkür

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 436

Dokuzuncu Nükte

besmele.jpg


اَوْ هُمْ قَاۤئِلُونَ 1




Refet, اَوْ هُمْ قَائِلوُنَ âyet-i celilesindeki قَائِلوُنَ kelimesinin mânâsını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atâlete uğratmamak için yazılmıştır.

Uyku üç nevidir.

BİRİNCİSİ: Gaylûledir ki, fecirden sonra, tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır. Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine hadisçe sebebiyet verdiği için, hilâf-ı sünnettir. Çünkü rızık için sa’y etmenin mukaddemâtını ihzar etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. O günkü sa’ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi, bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.

İKİNCİSİ: Feylûledir ki, ikindi namazından sonra, mağribe kadardır. Bu uyku ömrün noksaniyetine, yani, uykudan gelen sersemlik cihetiyle, o günkü ömrü nevm-âlûd, yarı uyku kısacık bir şekil aldığından, maddî bir noksaniyet gösterdiği gibi, mânevî cihetiyle de, o gün hayatının maddî ve mânevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uykuyla geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.

ÜÇÜNCÜSÜ: Kaylûledir ki, bu uyku sünnet-i seniyyedir. 2 Duhâ vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için



[NOT]Dipnot-1 “Veya onlar gündüz uykusunda iken…” A’râf Sûresi, 7:4.
Dipnot-2 İbni Mâce, Sıyâm: 22; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 4: 531; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 330; el-Elbânî, Sahîhu Camii’s-Sağîr, no: 4307.[/NOT]





Refet: (bk. Refet Barutçu)
atâlet: hareketsizlik, tembellik
cihet: yön
duhâ vakti: kuşluk vakti
ekseriya: çoğunlukla
fecir: sabah tan yerinin ağarmaya başladığı zaman
feylûle: ikindiden akşama kadarki zaman dilimi
gaylûle: sabah, tan yerinin ağarmaya başlamasından, tâ güneşin bir mızrak boyu (yaklaşık 45 dk.) yükselmesine kadar geçen zaman dilimi
hadis: Peygamberimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
hilâf-ı sünnet: sünnete zıt, aykırı
ihzar etme: hazırlama
kaylûle: kuşluk vaktinden öğlenden biraz sonraya kadarki zaman dilimidir ki bu zaman diliminde uyumak sünnettir
kıyam: ayakta olma, uyanık olma
mağrib: akşam vakti
mukaddemât: başlangıç şartları
münasebetiyle: sebebiyle
münasip: uygun
nevi: çeşit, tür
nevm-âlûd: uykulu
noksaniyet: noksanlık, eksiklik
rehavet: tembellik, uyuşukluk
rızık: Allah’ın ihsan ettiği nimetler, yiyecekler
sa’y etme: çalışma
sebebiyet verme: sebep olma
sünnet/sünnet-i seniyye: Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler
tezahür etmek: görünmek, ortaya çıkmak
vakt-i kerahet: kerahet vakti; güneşin doğduğu, battığı ve tepede olduğu anlar
ârız olmak: ortaya çıkmak, kendini göstermek
âyet-i celile: büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 437

sünnet olmakla beraber, Ceziretü’l-Arabda, vaktü’z-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o sünnet-i seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku hem ömrü, hem rızkı tezyide medardır. Çünkü yarım saat kaylûle, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek, ömrüne hergün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızık için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati, ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor.

Said Nursî




endOfSection.gif
endOfSection.gif







Ceziretü’l-Arab
: Arap Yarımadası






Said Nursî
: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)

kıyam: ayakta olma, uyanık olma
medar: sebep, vesile
muadil: denk
sünnet/sünnet-i seniyye: Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler
tatil-i eşgal: işe ara verme
tezyid: arttırma
vaktü’z-zuhr: öğle vakti
âdet-i kavmiye ve muhitiye: yerel ve genel çerçevede âdet olan uygulama
şiddet-i hararet: şiddetli sıcaklık

<TBODY>
</TBODY>
 
Üst