Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 162


لاَ
يُبْصِروُنَ
blank.gif
1
﴿ cümlesi ise üçüncü bir hüsranlarına işarettir. Çünkü insan zulmete düşmekle yolunu kaybettiği zaman, arkadaşlarını ve eşyasını görmekle bir derece mütesellî olur. Fakat bunları da görmediği gibi, onun o karanlıkta durması ve yürümesi bir musibet ve bir vahşettir.

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْىٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ
blank.gif
2 ﴿ Yani, “Sağır, lâl, kör olup dönemezler.”

Bir insan, böyle bir belâya düştüğü zaman, dört cihetle ümitvar ve müteselli olabilir.

Birincisi: Köylü halkından veya geçen yolculardan bir ses gelir de, o ses vasıtasıyla yolunu bulup görmek ümidinde olur. Halbuki gecesi sâkit ve sâkin, sessiz ve sadâsız bir gece olduğundan, o adamla bir sağırın arasında fark kalmaz. Bu cihetten ümidinin kesik olduğuna işaret eden Kur’ân-ı Kerim صُمٌّ
blank.gif
3
kelimesini demiştir.


İkincisi: Eğer çağırıp yardım isterse, belki bir işiten olur da onun kurtulmasına gelir diye bir ümit besleyebilir. Fakat gecesi sağır olduğu için, dilli, dilsiz birdir. Bu recasını da kesmek için بُكْمٌ
blank.gif
4
denilmiştir.


Üçüncüsü ise:Gideceği cihetin yolunu tahminen tayin etmek ve görmek için bir alâmet, bir ateş, bir yıldız arar, müteselli olur. Halbuki gecesi öyle zulmetlidir ki, gözlü gözsüz bir olur. O adamın bu emelini söndürmek için عُمْىٌ
blank.gif
5
denilmiştir.


Dördüncüsü: O belâdan kurtulup rücu etmek için var kuvvetiyle çalışmaktan mâada bir çare kalmadığını görür görmez, kuvvetine güvenir, ümitvar olur. Halbuki zulmet her taraftan o adamı öyle ihata etmiştir ki, o adam bütün kuvvetiyle çalıştığı halde kurtuluş imkânını bulamaz. Kendi su-i ihtiyarıyla bataklığa giren ve bir daha çıkması mümkün olmayan bir hayvan gibi, o zulmet içinde kalır. Evet, çok şeyler var ki, insan ihtiyarıyla girer, fakat çıkması mümteni olur. İnsan onu bırakır, fakat o insanı bırakmaz.

İşte onların şu vaziyetlerine karşı فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ
blank.gif
6
denilmiştir ki, o musibetten



[NOT]Dipnot-1 Görmezler.
Dipnot-2 Bakara Sûresi, 2:18.
Dipnot-3 Sağırlar.
Dipnot-4 Dilsizler.
Dipnot-5 Körler.
Dipnot-6 “Onlar geri dönemezler.” Bakara Sûresi, 2:18.
[/NOT]

alâmet: belirti, işaret
cihet: yön
emel: arzu, istekeşya: şeyler, varlıklar
hüsran: zarar, kayıpihata: kuşatma
ihtiyar: irade, dileme, tercihlâl: dilsiz
musibet: belâ, sıkıntımâada: -den başka
mümteni: imkânsızmütesellî: teselli bulan
reca: ümitrücu etmek: dönmek
sadâsız: sessizsu-i ihtiyar: iradenin kötüye kullanımı, kötü seçim
sâkit: suskun, susanvahşet: ürküntü, korku
zulmet: karanlıkümitvar: ümitli
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 163


kurtulup rücularına bir çare kalmadığına ve son ümitlerinin de kesildiğine binaen, vahşet, yeis ve korkular içinde kaldıklarına işarettir.

Cümlelerin hey’etlerine gelince:

مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَاراً
blank.gif
1
﴿ cümlesi, nüktelere bir define hükmündedir. Şöyle ki:

Lisanlarda deveran eden ve beynennas garip ve acip şeylerde kullanılan ve “hikmetü’l-avam” ve “felsefetü’l-umum” ile anılan مَثَلُ
blank.gif
2
kelimesi, münafıkların vaziyetleri bir uğrube ve kıssaları bir acube olduğuna işarettir. Bu işaretten, onların sıfatları üstünde nefretin, lisanları üstünde lânetin ilelebed darb-ı mesel gibi deveran etmek şânında olduğuna bir remiz vardır.


Sual: Teşbihi ifade eden her iki mesel arasındaki ك ’in hazfı belâğatçe daha makbul olduğu halde, niçin burada hazfedilmemiştir?

Elcevap: Bu makamda edat-ı teşbihin zikri, hazfından daha beliğdir. Zira sâmi, teşbih edatını görür görmez, teşbihle alâkadar olur. Müşebbehünbihte olan her noktayı, müşebbehteki nazirine tatbik eder. Fakat edat-ı teşbihin mahzufu takdirde, teşbihten gaflet ederek her iki tarafı birbirine tatbik etmek fikrine gelmemesi ihtimali vardır. İkinci mesel kelimesi ise, ateş yakan o adamın vaziyeti, efkâr-ı âmmece bir darb-ı mesel hükmüne geçmiş olduğuna işarettir.

Sual: Ateşi yakanlar bir cemaat iken müfred işareti olan اَلَّذِى ile işaret edilmesi neye binaendir?


Elcevap: Ferdin yapacağı bir işe cemaatin iştirak etmesiyle ziyadelik veya noksanlık hasıl olmadığı takdirde, fert veya nevi, cüz veya küll bir olur. Maahaza اَلَّذِى


[NOT]Dipnot-1 “Onların durumu bir ateş yakan kişi gibidir.” Bakara Sûresi, 2:17.
Dipnot-2 Örnek.[/NOT]

acube: çok acayip, garip, şaşırtıcıbeliğ: açık; belâğat ilminin kurallarına uygun olan
belâgat: sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesibeynennas: insanlar arasında
binaen: -dayanarak cüz’: parça
darb-ı mesel: meşhur söz, atasözüdefine: gizli hazine
deveran etmek: dönüp dolaşmakedat-ı teşbih: teşbih, benzetme edatı
efkâr-ı amme: umumun fikir ve düşünceleri, kamuoyufelsefetü'l-umum: halk felsefesi
hasıl olma: meydana gelmehazf: bir sözü bir sırra binaen ifade içinde zikretmeme, aradan çıkarma, kaldırma
hey’et: genel yapıhikmetü'l-avam: avam felsefesi; halk arasında bilinen hikmetli sözler
ilelebed: sonsuza kadar iştirak etme: ortak olma, katılma
küll: bütünkıssa: ibretli hikâye
lisan: dilmaahaza: bununla birlikte, bununla beraber
mahzuf: bir sırra binaen ifade içinde zikredilmeyen, aradan çıkarılan, kaldırılan sözmesel: meşhur söz
müfred: gr. tekil münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kimse
müşebbeh: benzetilenmüşebbehünbih: kendisine benzetilen
nazir: benzer, benzeyennevi: çeşit, tür
nükte: ince ve derin mânâremiz: gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme
rücu: geri dönmesâmi: işiten, dinleyen
tatbik etmek: uygulamakteşbih: benzetme
uğrube: çok garip, tuhafvahşet: ürküntü, korku
yeis: ümitsizlikzira: çünkü
ziyade: çok, fazlaاَلَّذِى: (bk. n-ḥ-v
ك: “gibi, benzeri” mânâsına gelen teşbih edatı
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 164

müfred işareti olması, onlardan herbir ferdin, dehşeti temessül ve kabahati tasvir etmekte müstakil olduğuna işarettir. اِسْتَوْقَدَ
blank.gif
1
’deki س ateş yakmalarının külfetle ve araştırmakla husule geldiğine işarettir. Hem اِسْتَوْقَدَ ’nin ifrad sigasıyla olması نُورِهِمْ
blank.gif
2
’deki cem’ zamiri, bir cemaat için bir ferdin ateş yakması âdet olduğuna işarettir. Hem lâmba vesaire gibi âlât-ı tenviriye arasında نَارٌ ’ın intihap edilmesi, teklifin pek şiddetli bir nur olduğuna ve onların izhar ettikleri zahirî nur altında fitne ateşini yaktıklarına işarettir.

İhtar: Nekre olarak نَارٌ
blank.gif
3 kelimesinin zikri, onların şiddet-i lüzumundan dolayı herhangi bir ateş olursa olsun, hemen yakmak ihtiyacında olduklarına işarettir.


فَلَمَّا اَضَآءَتْ مَاحَوْلَهُ ذَهَبَ اللهُ بِنُورِهِمْ
blank.gif
4 ﴿: Takibi ifade eden فَلَمَّا
blank.gif
5 ’deki ف onların yeisten sonra ümit ve reca zamanlarının geldiğine işarettir.

لَمَّا ise, kıyas-ı istisnaî ile anılan, dahil olduğu cümlelerden birinci cümlenin tahakkuk ve vücuda geldiğine delâlet etmekle, ikinci cümlenin de vücuda geldiğini intaç ettiğine ve onların tesellî ve ümitlerinin tamamıyla kesilmiş olduğuna işarettir.

اَضَآءَتْ
blank.gif
6
kelimesi, onların ısınmaya değil, aydınlanmaya ihtiyaçları olduğuna işarettir ki, etrafında bulunan zararlı şeyleri görüp onlardan tahaffuz etsinler.


[NOT]Dipnot-1 Ateş yaktı.
Dipnot-2 Onların nuru, ışığı.
Dipnot-3 Ateş.
Dipnot-4 “Ateş çevresini aydınlattığı zaman Allah onların gözlerinin nurunu yok etti.” Bakara Sûresi, 2:17.
Dipnot-5 Ne zaman ki.
Dipnot-6 Işık verdi.
[/NOT]

cem’: gr. çoğuldelâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
husule gelmek: meydana gelmekifrad sigası: gr. tekil kipi; yani “ateş yaktı” anlamındaki “istevkade” fiilinin 3. tekil şahıs kipinde olması kastediliyor
ihtar: hatırlatma, ikazintaç etme: sonuç verme
intihap etmek: seçmekizhar etmek: göstermek, açığa çıkarmak
kabahat: suç, günahkülfet: yük, ağırlık
kıyâs-ı istisnâî: seçmeli kıyas; bir kıyasın sonucunun aynı yahut karşıt halinin öncüllerde hem anlam hem de şekil bakımından bulunmasıyla meydana gelen kıyasmaahaza: bununla birlikte, bununla beraber
müfred: gr. tekil müstakil: bağımsız
nekre: gr. başına “el” takısı almamış, mânâsı kapalı, belirsiz isimreca: ümit
tahaffuz etme: korunmatahakkuk: gerçekleşme
takip: takip edatıtemessül: yansıtma
vücuda gelmek: var olmak, meydana gelmekyeis: ümitsizlik
zahirî: dış görünüşe aitzamir: gr. ismin yerini tutan kelime
âlât-ı tenvir: aydınlatma âletleri, cihazlarışiddet-i lüzum: şiddetli gereklilik, ihtiyaç
اَلَّذِى: (bk. n-ḥ-vف: (bk. ḥ-r-f
لَمَّا: (bk. ḥ-r-f
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 165

مَاحَوْلَهُ
blank.gif
1
dehşetin her dört taraftan ihata eylediğine ve ziya ile cihât-ı sitteden hücum eden zararlardan tahaffuz etmek lüzumuna işarettir.

ذَهَبَ
blank.gif
2
Bu kelime ile اَضَآءَتْ
blank.gif
3
kelimesi arasındaki lüzum meselesi geçmiştir; oraya bakılsın.

ذَهَبَ اللهُ
blank.gif
4
Zehabın Allah’a isnadı, iki cihetten reca ve ümitlerinin kesik olduğuna işarettir. Birincisi: Âfet, semâvî olduğundan, def’i mümkün değildir. İkincisi: O âfet, kusurlarının cezası olduğundan Cenâb-ı Haktan merhamet de reca edilemez. Çünkü iptal-i hak için çalışan adam Haktan yardım ve merhamet talep edemez.


بِنُورِهِمْ
blank.gif
5
’deki harf-i cer olan ب nur ve ziyanın bir daha avdet etmemesine işarettir. Çünkü ذَهَبَ اللهُ بِنُورِهِمْ ’in mânâsı, “Allah onların nurlarını götürmüştür.” Malûmdur ki, Allah’ın aldığı birşeyi kimse reddedemez. نُورٌ
blank.gif
6
ünvanı ise, sırat üstündeki hallerini andırır. İhtisası ve hasrı ifade eden نُورٌ ’un هُمْ
blank.gif
7
zamirine olan izafesi, onların şiddet-i teessürlerine işarettir. Zira halkın ateşleri yanarken bir insanın ateşi sönse, o insan çok müteessir olur.


وَتَرَكَهُمْ فِى ظُلُمَاتٍ لاَيُبْصِروُنَ
blank.gif
8
﴿ [SUP]Harf-i atıf olan و onların iki zararı[/SUP]
[SUP]
[/SUP]

[NOT][SUP]Dipnot-1 [/SUP][SUP] Çevresine.[/SUP]
[SUP]Dipnot-2 [/SUP][SUP] Giderdi, aldı.[/SUP]
[SUP]Dipnot-3 [/SUP][SUP] Aydınlattı.[/SUP]
[SUP]Dipnot-4 [/SUP][SUP] Allah giderdi, aldı.[/SUP]
[SUP]Dipnot-5 [/SUP][SUP] Onların nurunu.[/SUP]
[SUP]Dipnot-6 [/SUP][SUP] Bir nur.[/SUP]
[SUP]Dipnot-7 [/SUP][SUP] Onlar.[/SUP]
[SUP]Dipnot-8 [/SUP][SUP] “Allah onları karanlıklar içinde, hiçbir şeyi göremez halde bıraktı.” Bakara Sûresi, 2:17.[/SUP][/NOT][SUP]
[/SUP][SUP]
[/SUP]
[SUP]Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah[/SUP]
[SUP]Hak: varlığı doğru ve gerçek olan, her şeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah[/SUP]
[SUP]avdet etme: geri dönme[/SUP][SUP]cihet: taraf, yön[/SUP]
[SUP]cihât-ı sitte: altı yön[/SUP][SUP]harf-i atıf: atıf harfi, bağlaç; (Ar. gr.) mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harf, “vav” gibi[/SUP]
[SUP]harf-i cer: cer harfi; gr. cümlede kendinden önceki fiilin veya ismin mânâsını kendinden sonraki kelime veya kelime guruplarına taşıyan harfler “an, min, be” gibi[/SUP][SUP]hasr: sınırlandırma, ait kılma; bir hükmün yalnızca bir şeye, veya bir şahsa verilmesi[/SUP]
[SUP]ihata: kapsama, kuşatma[/SUP][SUP]ihtisas: mahsus olma, özel olma, ait olma[/SUP]
[SUP]iptal-i hak: hakkın ortadan kaldırılması[/SUP][SUP]isnad: dayandırma[/SUP]
[SUP]izafe: isnad etme, dayandırma[/SUP][SUP]merhamet: şefkat etme[/SUP]
[SUP]müteessir: etkilenen, üzülen[/SUP][SUP]nur: aydınlık, ışık[/SUP]
[SUP]reca: istenme, ümit[/SUP][SUP]semâvî: Allah tarafından olan, İlâhî[/SUP]
[SUP]sırat: Cennete gidebilmek için herkesin üzerinden geçmesi gereken, Cehennem üzerinde kurulmuş köprü[/SUP][SUP]tahaffuz etme: korunma[/SUP]
[SUP]zamir: ismin yerini tutan kelime; ben, sen, o gibi[/SUP][SUP]zehab: giderme, alıp götürme[/SUP]
[SUP]zira: çünkü[/SUP][SUP]ziya: ışık[/SUP]
[SUP]âfet: felâket, musibet[/SUP][SUP]şiddet-i teessür: şiddetli üzüntü[/SUP]
[SUP]ب: (bk. ḥ-r-f[/SUP][SUP]و: (bk. ḥ-r-f[/SUP]
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 166


cem etmiş olduklarını ifade ediyor. Birisi, ziyalarının selb edilip söndürülmesidir. İkincisi ise, zulmetin onlara ilbas edilip giydirilmesidir.

تَرَكَ
blank.gif
1
ünvanı ise, onlar ruhsuz bir ceset, içsiz bir kabuk hükmünde olduklarından, bu gibilerin hali, onlardan alâkayı kesip bütün bütün terk edilmelerine delâlet eder.


فِى edatının ifade ettiği zarfiyetten anlaşılır ki, zulmetin şiddetinden, onların nazarında herşey ademe gitmiş, yalnız zulmet kalmıştır. Onlar da, dehşetlerinden, o zulmeti kendilerine kabir yapmışlar ve içine girip gizlenmişlerdir.

ظُلُمَاتٍ
blank.gif
2
Bu kelimenin cem sigasıyla zikri ise, gecenin karanlığıyla beraber bulutların zulmetinden, onların ruhlarında yeis ve havfın yerlerinde vahşet ve dehşet ve zamanlarında sükûn ve sükûnetiyle hasıl olan zulmetler gibi, türlü türlü zulmetler vücuda gelmişlerdir. ظُلُمَاتٍ kelimesindeki tenkir ise, o gibi zulmetlerin emsalini görmediklerinden, kendilerince meçhul ve ülfet edilmemiş birtakım zulmetler olduğuna işarettir.

لاَيُبْصِروُنَ
blank.gif
3
cümlesi, musibetlerin en büyüğünü gösterir. Zira gözü görmeyen adam pek çok belâlar çeker. Gözlerini kaybedenler, pek gizli musibetlerin elemlerini daima çekiyorlar.

لاَيُبْصِروُنَ ’nin siga-i muzari ile zikri, onların vaziyetlerini tasvirle hayalin gözü önüne getirip ihzar eder ki, sâmi hayaliyle dehşetlerini görsün, vicdanıyla ibret alsın.

لاَيُبْصِروُنَ ’nin mef’ulsuz bırakılması, tamim içindir. Şöyle ki: Onlar menfaat-lerini


[NOT]Dipnot-1 Terk etti, bıraktı.
Dipnot-2 Karanlıklar.
Dipnot-3 Göremezler.
[/NOT]

adem: hiçlik, yoklukcem etmek: toplamak, bir araya getirmek
cem’ sîgası: gr. çoğul kipidehşet: korku, ürküntü
delâlet: delil olma, göstermeelem: acı, keder, sıkıntı
emsal: benzerler, örneklerhasıl olmak: oluşmak, meydana gelmek
havf: korkuihzar etmek: getirmek
ilbas etmek: giydirmekmef'ul: gr. tümleç, nesne
meçhul: bilinmeyenmusibet: belâ, sıkıntı
nazar: dikkat, bakışselb etmek: ortadan kaldırmak
siga-i muzari: gr. Arapçada şimdiki, geniş ve gelecek zamanı birden ifade eden fiil kipisâmi: dinleyen, işiten
sükûn: sakinlik, durgunluksükûnet: durgunluk, sakinlik
tasvir: canlandırarak anlatma, ifade etmetenkir (tenvini): gr. nekre tenvini; kelime sonlarına gelerek o kelimeye kapalılık ve belirsizlik mânâsı veren iki üstün (en), iki esre (in) ve iki ötre (ün) işareti
tâmim: umumileştirme, genelleme; bir hükmü aynı cinsin bütün fertlerine vermevahşet: ürküntü, korku
vicdan: kalbe ait hislerin mazharı, aynasıvücuda gelmek: oluşmak, meydana gelmek
yeis: ümitsizlikzarfiyet: gr. zarf olma, zaman ve mekân bildirme hâli
zira: çünküziya: ışık
zulmet: karanlıkülfet: alışkanlık
فِى: (bk. ḥ-r-f

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 167


görmüyorlar ki, celp ve muhafaza etsinler. Tehlikeleri görmüyorlar ki, içtinap etsinler. Arkadaşlarını görmüyorlar ki, bir parça ferahlasınlar. Sanki herbirisi tek başıyla o zulmet içinde kalmışlardır.


صُمٌّ بُكْمٌ عُمْىٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ
blank.gif
1
﴿ Yani, “Sağır, lâl, kör şahıslar gibi o zulmetten çıkıp kurtulamazlar.” Bu cümlede bulunan sıfât-ı erbaa, münafıklarla ateş yakanlar arasında müşterek olup, her iki taraftan haber verir, vaziyetlerini bildirir, âyine gibi hallerini gösterir.

İşte, ateş yakanlara karşı işârâtı şöyledir: Böyle bir zulmete düşen bir adam, evvelen kendisini kurtaracak bir sese kulak verir, etrafı dinler. Lâkin gecenin sessiz ve lâl olması, o adamın sağırlığını intaç etmiştir. Sonra yardımına gelecek bir adamı çağırmak ister. Lâkin gecenin sakit ve sağırlığı, onun lâl olmasına sebep olmuştur. Sonra yolunu bulmak ümidiyle bir alâmet, bir nişan arar. Fakat gecenin ziyasızlığı ve körlüğü, onun körlüğünü mucip olmuştur. Sonra bu zulmetten kurtulmak için, evvelki yerine avdet etmek ister. Fakat kapılar bağlanmış, rücua imkân kalmamıştır. Bataklığa düşen adam gibi titredikçe batar. Battıkça zulmette kalır.

Münafıklara nazır ciheti ise: Evet, münafıklar küfür ve nifak zulmetine düştükleri zaman, onların dört cihetle kurtulmaları mümkündü:

Zira, o nifaktan başlarını kaldırıp hakkı dinlemek, Kur’ân’ın irşadına kulak vermek ile necatları mümkündü. Fakat nefislerinin şeytanî olan hevâsı—Kur’ân’ın sadasını kulaklarına işittirecek hevâyı karıştırdığı için—Kur’ân’ın kendilerini irşad etmesine mani olmuştur. Kur’ân-ı Kerim, bu cihetten onların ümitleri inkıta etmiş olduğuna işareten صُمٌّ
blank.gif
2
demiştir. Ve bu işaretten, sanki onların kulakları kesilmiş olup, kulakları kesik hayvanların kulaklarını andıran bir remiz vardır.

Saniyen: Başlarını aşağıya indirip vicdanlarıyla müşavere ederek doğru yolu ve hakkı sual etmekle necat cevabını almak imkânı varken, kalblerindeki inat, zebhedilen tavuk gibi, dillerini içeri tarafa çekerek, konuşmalarına ve nedametle



[NOT]Dipnot-1 Bakara Sûresi, 2:18.
Dipnot-2 Sağırlar.[/NOT]

alâmet: belirti, işaret
avdet etmek: geri dönmek
celp: kendine çekmecihet: taraf, yön
evvelen: ilk olarakhak: doğru, gerçek, hakikat
hevâ: nefsin hoşuna giden faydasız ve gelip geçici arzularinkıta etme: kesilme, bitme, sona erme
intaç etme: netice vermeirşad: doğru yolu gösterme
içtinap etme: kaçınma, çekinmeişârât: işaretler, belirtiler
küfür: inkâr, inaçsızlıklâl: dilsiz
mani olmak: engel olmakmucip olma: gerektirme, sebep olma
muhafaza etme: korunmamünafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kimse
müşavere etmek: danışmakmüşterek: ortak
nazır: bakannecat: kurtuluş
nedamet: pişmanlıknefis: insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden duygu
nifak: münafıklık, ikiyüzlülükremiz: gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme
rücu: geri dönmesada: ses
sakit: suskun, suskunluksaniyen: ikinci olarak
sıfât-ı erbaa: dört sıfat; sağırlık, dilsizlik, körlük, karanlıkvicdan: kalbe ait hislerin mazharı, aynası
zebhetmek: kesmek, boğazlamakzira: çünkü
ziyasızlık: ışıksızlıkzulmet: karanlık
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 168

tevbe etmelerine mani olmuştur. Kur’ân-ı Kerim bu kapının da kapalı olduğuna işareten بُكْمٌ
blank.gif
1
demiştir. Ve bu işaretten, dilleri çekilip atılmış bedbaht kimseler olduklarına bir remiz vardır.

Salisen: İbret nazarıyla bakıp, dahilî ve haricî delilleri görüp hakka rücuları mümkünken, gafletleri gözlerini perdelemiş, körlük de gözlerinin kapaklarını kapatmakla yine necattan mahrum kalmışlardır. Kur’ân-ı Kerim buna işareten عُمْىٌ
blank.gif
2
demiştir. Yani, şeytanlara bir yuva inşa edilmek üzere gözleri örtülmüş. Âteşî mahlûklar gibi, şeytanların başlarını andıran bir vaziyeti hayale arz ediyorlar.

Rabian: Pis ve çirkin vaziyetlerine bakıp nâdim olarak tevbe etmeleri mümkün olduğu halde, nefislerinin hevâsına tâbi olarak, hem bozuk fıtratlarının iktizasını destekleyerek, şeytanlarının iğvâsıyla yaptıkları o çirkin halleri, gözlerine güzel göründüğünden terk edemediler. İşte Kur’ân-ı Kerim buna da
فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ
blank.gif
3
demekle, onların son ümitlerinin de suya düştüğüne ve kum deryasına ihtiyarlarıyla giren ve bir daha çıkamayan bedbaht insanlar olduklarına işaret etmiştir.


endOfSection.gif
endOfSection.gif

[NOT]Dipnot-1 Dilsizler.
Dipnot-2 Körler.
Dipnot-3 “Onlar geri dönemezler.” Bakara Sûresi, 2:18.[/NOT]

arz etmek: söylemek, sunmakateşî mahlûklar: ateşten yaratılan varlıklar
bedbaht: talihsiz, kötü talihlidahilî: içe ait; kalb ve nefisle ilgili
fıtrat: mizaç, karaktergaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli, umursamazlık
hakka rücu: hakka dönmek, yönelmekharicî: dışa ait, dış dünya ile ilgili
hevâ: nefsin hoşuna giden faydasız ve gelip geçici arzularihtiyar: irade, dileme, tercih
iktiza: bir şeyin gereğiinşa etme: bina etme, yapma
iğvâ: sapıtma, azdırıp baştan çıkarmaişareten: işaret ederek
mahrum: yoksunnazar: görüş, bakış
necat: kurtuluş, kurtulmanefis: insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden duygu
nâdim: pişmanrabian: dördüncü olarak
remiz: gizli bir mânâyı ince bir işaretle göstermesalisen: üçüncü olarak
tevbe: dönme; pişmanlık duyarak günahtan vazgeçerek Allah’a dönmetâbi olmak: uymak
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 169


﴿ اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَآءِ فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فِى اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا اَضَاۤءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَاِذَاۤ اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا وَلَوْ شٰآءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
blank.gif
1


“Yahut münafıkların meseli; semadan yağan şiddetli, fırtınalı yağmura tutulan yolcuların meseli gibidir. O yağmurun şiddetini arttıran zulmetler, gürültüler, şimşekler yağmurun içinde vardır. Şimşeklerin çakmasıyla ölmek korkusundan parmaklarını kulaklarına sokarlar. Cenâb-ı Hak, kudretiyle kâfirleri ihata etmiştir. Kâfirlerden küfürlerinin cezasından kurtulan yoktur. Çakan şiddetli şimşekler, hemen hemen gözleri kör edecek şânındandır. Onlar, şimşekler çaktığı ve etraf aydınlandığı zaman yürürler, karanlık çöktüğü vakit dururlar. Eğer Cenâb-ı Hak murad etseydi, onların kulaklarının ve gözlerinin nurlarını götürürdü. Cenâb-ı Hak herşeye kàdirdir.”

Bu âyette beyan edilecek üç nokta vardır.

Birincisi: Bu âyetin mâkabliyle veçh-i irtibatı.


İkincisi: Cümleleri arasındaki cihet-i intizam.

Üçüncüsü: Cümlelerin heyetlerinde, eczalarında, kelimelerindeki nizamdır.

Evet, bu âyetin cümleleri arasındaki nizam ve irtibat, aynen saniye, dakika, saatleri sayan miller arasındaki irtibat gibidir.

Evvelâ, bu âyeti evvelki âyetle rapteden cihet:

Kur’ân-ı Kerim münafıkların vaziyetlerini tasvir için itnab ve tatvil ile, yani uzun ibareleri havi misal ve temsilleri tekrar etmiştir. Bu da münafıkların vaziyetine terettüp eden dehşet ve hayretin iki kısma ayrıldığından ileri gelmiştir. Zira, birinci temsilin hülâsasına göre, münafık olan kimse, kendisini vücut sahrâsında


[NOT]Dipnot-1 Bakara Sûresi, 2:19-20.
[/NOT]

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allahbeyan etmek: açıklamak, izah etmek
cihet-i intizam: tertip ve düzen yönüecza: cüzler, bölümler, kısımlar
heyet: bir şeyi oluşturan unsunlar, bileşenler, genel yapıhâvi: içine alan
hülâsa: özetihata etmek: kuşatmak, kapsamak
irtibat: bağ, ilişkiitnab: sözü uzatma; herhangi bir yeni fayda için, maksadı alışılagelmişin dışında uzun bir söz ile ifade etme
kudret: Allah’ın güç ve iktidarıkàdir: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah
kâfir: Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin olan şeylerden birini inkâr eden kimseküfür: inkâr etme, kabul etmeme
mesel: benzer, örnekmurad: irade edilen, istenen
mâkabli: öncesimünafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kimse
nizam: düzen, sistemraptetmek: bağlamak
sema: göktasvir: canlandırarak anlatma, ifade etme
tatvil: sözü uzatma, uzun tutmatemsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetme
terettüp etmek: sonuç olarak ortaya çıkmak, netice vermekveçh-i irtibat: bağlantı, ilişki yönü
vücut: varlıkzira: çünkü
zulmet: karanlık
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 170


arkadaşlarından ayrılmış, tek başına kaldığını ve kâinat cemiyetinden tard edilmiş sahipsiz kaldığını bildiği gibi, herşeyi de mâdum bilir. Ve vahşetle ihata edilmiş, sükûn ve sükûnet içinde bütün mahlûkata ecnebî nazarıyla bakar. Münafıkın şu bakışıyla mü’minin bakışı arasında dağlar kadar fark vardır. Zira, mü’min olan zat, nur-u iman ile bütün mevcudatı kendisine dost ve aşina bilir. Ve kâinatla, tevahhuş etmek değil, tam bir ünsiyeti ve muarefesi vardır.

İkinci temsilin hülâsasına göre: Münafık olan adam, âlemi musibetleriyle öldürücü, belâlarıyla boğucu, dehşetli hâdisâtıyla tehdit edici, şedâidiyle sıkıcı bir şekilde görür. Bütün dünyayı, envâıyla beraber kendisine adâvet etmekte ittifak ettiklerini zanneder. İşte o münafıkın bu zannına göre, âlemde ona menfaat verecek hiçbir şey yoktur. Bütün eşya ve mevcudat onun aleyhindedirler. Halbuki mü’min olan zat nur-u imanın iktizasıyla, kâinatın yaptığı tesbihleri ve tebşirleri manen işitir, ferahnâk olur.

Ve keza, Kur’ân-ı Kerimin temsil hususunda yaptığı tekrar, münafıkların iki kısma ayrılmış olduklarına işarettir. Birisi, süflî ve âmi olan tabakadır. Bu tabakanın haline uygun birinci temsildir. İkincisi, kibirli, gururlu, güya yüksek tabakadır. Buna münasip ikinci temsildir. Demek temsillerin tekrarı, kısımların taaddüdüne işarettir.

Sual: Şu ikinci temsilin münafıkların nazarına göre, bu makamla münasebeti nedir?


Elcevap: Kur’ân-ı Kerimin muhataplarından tabaka-i ûlâda veya saff-ı evvelde olanlar, daima sahrâlarda gezen çöl adamlarıdır. Bunlar, bilumum bu hadiseyi ya görmüşler veya ebnâ-yı cinslerinden işitmişlerdir. Hem böyle ateş yakmak meselesi efkâr-ı amme ile alâkadardır. Ve bu hadise onlara bir darb-ı mesel kadar tesir eder. Sonra ikinci temsilin birinci temsille münasebeti pek aşikârdır. Zira, o ona ikmal edici bir tetimmedir. Hattâ çok noktalarda da ittihadları vardır.


adâvet: düşmanlıkalâkadar: alâkalı, ilgili
bilumum: bütünüyle, tamamıylacemiyet: topluluk, toplum
darb-ı mesel: meşhur söz, atasözüebnâ-yı cins: kendi cinsinden olanlar, insanlar
ecnebî: yabancıefkâr-ı âmme: genel düşünce, kamuoyu
envâ: çeşitler, türlereşya: şeyler, varlıklar
ferahnâk: neş’eli, sevinçlihâdisat: hadiseler, olaylar
hülâsa: özetihata etmek: kuşatmak, çepe çevre sarmak
ikmal etmek: tamamlamakiktiza: gerektirme
ittifak etmek: anlaşmak, uyuşmakittihad: birleşme, birlik
keza: bunun gibi, böylecekâinat: evren, bütün yaratılmışlar
mahlukât: yaratıklar, yaratılanlarmevcudat: varlıklar
musibet: belâ, sıkıntımuârefe: karşılıklı tanışma
mâdum: yokmânen: mânevî yönden, psikolojik olarak
münasebet: bağlantı, ilişkimünasip: uygun
mü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inanannazar: bakış
nur-u iman: iman nuru, ışığı, aydınlığısaff-ı evvel: ilk saf, ilk muhataplar, ilk nesil
sahrâ: alan, geniş saha, çölsüflî: aşağı, alçak
sükûnet: durgunluk, hareketsizliktaaddüd: çeşitlilik, birden fazla olma
tabaka-i ûlâ: birinci tabaka, gruptard etmek: kovmak, uzaklaştırmak
tebşir: müjdelemetemsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetme
tesbih: Allah’ı her türlü noksan ve kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anmatetimme: ek, tamamlayıcı not
tevahhuş etmek: korkmak, ürkmekvahşet: ürküntü, korku
zira: çünküâmi: basit, sıradan, cahil
âşikâr: ap açıkünsiyet: alışkanlık, âşinalık
şedâid: şiddetli durumlar, belâlar

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 171


Sonra, bu ikinci temsilin, münafıkların haline beş cihetten münasebeti vardır.

Birincisi: Her iki taraf da öyle hayrete düşmüşlerdir ki, kendilerine kurtuluş yolları tamamen kapanmış, necat vesileleri kaybolmuştur.

İkincisi: Her iki taraf da korku şiddetinden, bütün mevcudatın kendilerine düşman olduklarını zannederler. Bir dakika bile ölüm tehlikesinden emin olmazlar.

Üçüncüsü: Her iki taraf da dehşetin şiddetinden akıllarını kaybetmiş deliler gibi olurlar. Hattâ kılıçların parıltısını görüp gözlerini yummakla veya tüfeklerin seslerini işitip kulaklarını tıkamakla ölümden tahaffuz etmek isteyen veya güneşin gurubunu istemediğinden saatin zembereğini kısaltan ahmaklar gibi bir vaziyet gösterirler. Halbuki kulaklarını tıkamakla veya gözlerini yummakla gök gürültüsünden veya şimşek çakmasından kurtulamazlar.


Dördüncüsü: Güneş, yağmur, su, ziya, çiçeklere isabet ederse hayat verirler. Nebatata olursa terbiye ve tenmiye ettirirler. Pis şeylere isabet ederlerse kabih kokuları ihdas ederler. Emvat ve ölülere bakarlarsa ufunet tevlid ederler. Kezalik, rahmet ve nimet dahi kendilerine lâyık olan mevkilere isabet etmezler de, onları intizar edip kıymetlerini bilmeyen mevkilere isabet ederlerse zahmetlere ve nikmetlere inkılâp ederler.

Beşincisi: İkinci temsilin meâliyle münafıkların kıssasının meâli arasında, eczalarına bakılmaksızın münasebet olduğu gibi, her iki tarafın eczaları arasında da münasebetler vardır. Ezcümle, صَيِّبٍ
blank.gif
1
nebatata hayat verdiği gibi, İslâmiyet de ervaha hayat veriyor. Şimşek, gök gürültüsü, va’d, vaîd, yani hayırlı ve zararlı, Allah’ın emirlerine; zulümat da küfrün şüphelerine, nifakın şeklerine işarettir.


Sonra, bu temsilin cümleleri arasındaki münasebetler:

Kur’ân-ı Kerim اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَآءِ ﴿ cümlesiyle, “Münafıklar ıssız, korkunç, vahşetli bir sahrâda, karanlıklı bir gecede herbir katresi bir mermi gibi


[NOT]Dipnot-1 Yağmura yakalanan.
[/NOT]

cihet: yönecza: cüzler, bütünü oluşturan parçalar
emvat: ölülerervah: ruhlar
ezcümle: örneğin, meselâgurup: batış
ihdas etmek: ortaya çıkarmakinkılâp etmek: dönüşmek, değişmek
intizar etmek: beklemekkabih: çirkin
katre: damla kezalik: bunun gibi
küfr: inkâr ve inançsızlıkkıssa: ibretli hikâye
mevcudat: varlıklarmeâl: mânâ, anlam
münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kimsemünasebet: bağlantı, ilişki
nebatat: bitkilernecat: kurtuluş
nifak: münafıklık, ikiyüzlülüknikmet: azap, ceza
nimet: iyilik, lütuf, ihsanrahmet: İlâhî şefkat, merhamet ve ihsan
sahrâ: çöltahaffuz etmek: korunmak
temsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetmetenmiye: büyütme, geliştirme
terbiye: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, ihtiyaçlarını gidermetevlid etmek: üretmek, doğurmak
ufûnet: pis koku, kokuşmuşlukvahşet: ürküntü, korku
vaîd: Allah’ın azap ve cezayla korkutması; felâket, cehennemva’d: hayır ve iyilik yapmaya söz verme; rahmet, cennet
zemberek: hareketi sağlayan güç merkeziziya: ışık
zulümat: karanlıklar; dinsizlik, küfür şüphelerişek: şüphe
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 172


şiddetli bir yağmura tutulan yolcular gibidir” dediği zaman, sâmi derhal ayıldı, suale geldi ve dedi: Yağmurlar merğup ve matlup bir rahmet iken, niçin onlara korkunç bir musibete dönmüştür?

Kur’ân-ı Kerim, bu suale karşı o yağmurun dehşetini tasvir etmekle, فِيهِ ظُلُمَاتٌ
blank.gif
1
﴿ demiştir. Ve ظُلُمَاتٌ
blank.gif
2
’ın cem’iyle, bulutların zulmetine ve yağmurun kesafetinden hasıl olan zulmete ve o zulmet ihatalı ve kesretli olduğundan, sanki gecedeki bulut gibi, bulutun yağdırdığı siyah siyah katrelerin zulmetine zarf olduğunu bildirmiştir.

Sonra, zulmetli, yağmurlu geceler alelekser gürültülü olurlar. Sâmi yine suale geldi ve dedi: Acaba onların da bu gecelerinde gürültü var mıdır?

Kur’ân-ı Kerim buna da cevaben
وَرَعْدٌ
blank.gif
3
﴿ diye, vaziyetin dehşet ve korkulu olduğuna işaret etmiştir. Sanki mevcudatın bir zahirî padişahı olan semâ, onları felâketlere ve helâketlere sevk etmek için, zemini sarsan gürültüsüyle, her tarafı dehşetlere veren şimşeklerinin sesleriyle çağırıp bağırıyor. İşte böyle bir vaziyet karşısında, böyle dehşetli bir musibete uğrayan bir adam, kendi sükûtu içinde kâinatın her tarafından zararlı hareketlerin, korkunç sayhaların kendisine gelmekte olduğunu tahayyül eder. Maahaza, ra’d sesini işittiği vakit, onun sayhalarını kendisine karşı pek şiddetli naralar olduğunu zanneder. Zira korkak ve hâin bir adam, her sayhayı aleyhine zanneder.

Sonra, ra’d ve berk arasında bir refakat-i zikriye bulunduğundan, birisinden bahsedildiği zaman, ötekisi de velev tufeylî bir surette olsun, yani dâvetsiz olarak zihne gelir, ondan da bahsedilir. İşte bu münasebetle, Kur’ân-ı Kerim رَعْدٌ dan sonra وَبَرْقٌ
blank.gif
4
﴿ demiştir. Ve tenkiriyle, berkin pek garip ve acip olduğu-na


[NOT]Dipnot-1 Onda karanlıklar vardır.
Dipnot-2 Karanlıklar.
Dipnot-3 Ve gök gürültüsü.
Dipnot-4 Ve şimşek.[/NOT]

acip: hayret veren, şaşırtıcı, acayipalelekser: çoğunlukla, genellikle
berk: şimşek, yıldırımcem': gr. çoğul kalıbı, kipi
dehşetli: korkunç, ürküntügarip: tuhaf, yabancı
hasıl olmak: meydana gelmekhelâket: mahvolma, yok oluş
ihatalı: kuşatıcı, kapsamlıkatre: damla
kesafet: yoğunlukkesretli: çokça
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarmaahaza: bununla beraber, bununla birlikte
matlup: talep edilen, istenilenmerğub: rağbet edilen, istenen
mevcudat: varlıklarmusibet: belâ, sıkıntı
münasebet: bağlantı, ilişkinara: yüksek sesle bağırma, haykırma
rahmet: İlâhî şefkat, merhamet ve ihsanra’d: gök gürültüsü
refakat-i zikriye: beraber zikredilme, birlikte anılma;sayha: bağırış, haykırış, sesleniş
semâ: gökyüzüsâmi: işiten, dinleyici
sükût: sessizlik, suskunluktahayyül etmek: hayal etmek
tasvir etme: anlatma, ifade etmetenkir: gr. belirsiz kılma; bir kelimenin sonunu iki üstün, iki esre veya iki ötreli yapmak sûretiyle nekre yapıp mânâyı kapalı, belirsiz yapma
tufeylî: istem dışı, davetsiz çıkıp gelen, asalakvelev: eğer, gerçi
zahirî: dış görünüştezarf olma: gr. yer ve zaman bildirme; kılıf
zemin: yeryüzüzira: çünkü
zulmet: karanlık
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 173


işaret etmiştir. Evet, berkin çakmasıyla zulümat âlemi ölür. Her tarafı dolduran o zulümat birden bire ortadan kaldırılır, adem deryasına atılır. Ve âni olarak berkin ölümüyle de zulümat âlemi tekrar dirilir, o vâsi meydanı tekrar kaplar. Sanki berk söndüğü zaman, âlemi tamamen dumanıyla dolduran hakikî, meçhul bir zulmet ateşi vücuda gelir ki, gören adam sathî bir nazarla değil, nazar-ı im’an ile dikkat edip baksın ve kudretin âsâr-ı azametini görsün.

Sonra sâmi, “Münafıklar şu musibetin çıkmaz sokağına girdiklerinde ne gibi bir tedbirde bulundular?” diye kendi kendine düşünmeye başlarken, Kur’ân-ı Kerim düşünmeye ihtiyaç bırakmadan ﴿ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فِىۤ اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ
blank.gif
1
diye onlara bir melce, bir kurtuluş çaresi kalmadığına işaret etmiştir. Hattâ boğulan adam denizin ortasında bir ot parçasına iltica ettiği gibi, bunlar da şaşkınlıklarından parmaklarının ucunu değil, parmaklarının tamamını kulaklarına sokuyorlar. Sanki onların musibetleri dehşet kırbacıyla kendi ellerine vuruyor, onlar da acısından parmaklarını ceplerine değil, şaşkınlıklarından kulaklarına sokuyorlar. Hülâsa, saikanın isabetinden kurtulmak zannıyla yaptıkları şu eblehâne hareketlerden, onların ne oldukları anlaşılır.
Sonra sâmiin zihnine gelir ki: Acaba bu musibet umumî midir, yoksa onlara mı mahsustur? Buna karşı Kur’ân-ı Kerim وَالل هُ
blank.gif
2
مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ ﴿ demiştir. Yani bu musibet, onların nimetlere karşı yaptıkları küfranın cezasıdır. Allah onları bu musibetle tecziye eder. Çünkü onlar cumhur için vaz edilen kanun-u İlahîden huruç etmişlerdir.

Sonra sâmi, “Ra’dın şiddetine mukabil berkin onlara bir faidesi olmadı mı?” diye nefsiyle konuşurken Kur’ân-ı Kerim
يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ
blank.gif
3
﴿ cümlesiyle, berkin onlara bir faidesi değil, bilâkis ışığıyla onların gözlerini hemen kör edecek kadar bir şiddet göstermektedir, diye sâmie cevap vermiştir. Âdetâ ra’d kulaklarına, berk de gözlerine ilân-ı husumet etmişlerdir.



[NOT]Dipnot-1 “Yıldırımlardan ölmek korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar.” Bakara Sûresi, 2:19.
Dipnot-2 “Allah, inkârcıları tamamen kuşatmıştır.” Bakara Sûresi, 2:19.
Dipnot-3 “Şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar.” Bakara Sûresi, 2:20.[/NOT]

adem: hiçlik, yokluk
berk: şimşek, yıldırım
bilâkis: aksine, tersinecumhur: çoğunluk
dehşet: korku, ürkmederya: uçsuz bucaksız geniş alan, deniz, okyanus
eblehâne: ahmakçasınahakikî: doğru, gerçek
huruç etmek: çıkmakhülâsa: özetle, kısaca
iltica etme: sığınmailân-ı husumet: düşmanlık ilân etme, duyurma
kanun-u İlâhî: Allah’ın kanunukudret: Allah’ın güç ve iktidarı
melce: sığınakmeçhul: bilinmeyen
mukabil: karşılıkmusibet: belâ, sıkıntı
münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kimsenazar: görüş, bakış
nazar-ı im'an: derin ve etraflıca bakma, düşünmenefs: kişinin kendisi
ra’d: gök gürültüsüsaikanın isabeti: yıldırımın çarpması
sathî: yüzeyselsâmi: işiten
tecziye etmek: cezalandırmakumumî: umuma ait, genel
vaz etmek: koymak, yerleştirmekvâsi: geniş
vücuda gelmek: meydana gelmekzulmet: karanlık
zulümat: karanlıklarâsâr-ı azamet: haşmet ve büyüklük eserleri
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 174


Sâmi baktı ki, ra’d ve berk vesaire gibi kâinatın eczası müttefikan onların aleyhinde olup onları itlâf etmek için birbirine yardım ediyorlar; bunlara karşı onların ne yapacaklarını düşünmeye başladı. Kur’ân-ı Kerim,
كُلَّمَا اَضَاۤءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَاِذَا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا
blank.gif
1
﴿ cümlesiyle, onların hayret dairesinde tereddüt içinde şaşkın bir vaziyette yollarını görüp, yola devam etmek için cüz’î bir fırsat beklemekte olduklarına ve berkin ziyasıyla yol göründüğü zaman devamından ümitsiz, mezbuhane bir harekete geçerek bir iki adım attıklarına, fakat zulmet birden bire istilâ ettiğinde yerlerinde incimad etmiş gibi bir vaziyette kaldıklarına işaretle cevap vermiştir.

Sâmi bu vaziyeti görünce, suale geldi ve dedi: “Bu kadar tâzipler altında ezilmektense, birden bire ölüp gitmeleri veyahut bütün bütün sağır ve kör olmaları daha iyi değil midir?” diye sordu. Kur’ân-ı Kerim وَلَوْ شَآءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ
blank.gif
2
﴿cümlesiyle, “Onların ölümle azaptan ve ıztıraptan kurtulmaya istihkakları yoktur, bunun için meşiet-i İlâhiye onların ölümüne taallûk etmemiştir. Taallûk etseydi, gözlerini kör, kulaklarını sağır etmeye taallûk ederdi. Buna da taallûk etmiyor. Çünkü kanun-u İlâhîden hariç kalan bu gibi bedbahtların gözleri, kulakları daima sağ kalsın ki, azapları işitmekten ve akrepleri görmekten zevk alsınlar, yani titresinler” diye sâmie cevap vermiştir.

Sonra bu kıssanın ihtivâ ettiği azamet ve kudret-i İlâhiye ile Cenâb-ı Hakkın umum kâinatta tasarruf sahibi olduğu (ve bilhassa âsâr-ı kudretinden ra’d, berk, sehab mu’cizelerinin görünmesi ile) sâmice tahakkuk edince “Kâinat, heybetinin bir tecellîsi ve bu musibetlerde gazâbının bir kahrı olan Zâtın kudreti ne kadar


[NOT]Dipnot-1 “Onlar, her bir aydınlıkta orada biraz yürürler. Karanlık üzerlerine çökünce de oldukları yerde kalırlar.” Bakara Sûresi, 2:20.
Dipnot-2 “Eğer Allah dileseydi, onların kulakları sağır, gözlerini kör ederdi.” Bakara Sûresi, 2:20.[/NOT]

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allahazamet: büyüklük, yücelik
bedbaht: kötü talihli, talihsizberk: şimşek
cüz'î: az, küçük, ferdîecza: cüzler, bütünü oluşturan parçalar, unsurlar
gazap: hiddetihtivâ etme: içerme
incimad etmek: donmakistihkak: hak etme, lâyık olma
istilâ etmek: işgal etmek, kuşatmakitlâf etmek: yok etmek, ortadan kaldırmak
kahr: üstünlük, mahvetmekanun-u İlâhî: Allah’ın kanunu
kudret: güç, iktidarkudret-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın kudreti, güç ve iktidarı
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarkıssa: ibretli hikâye
mezbuhane: boğazlanırcasına, boğazlanan bir hayvan gibimeşîet-i İlâhiye: Allah’ın dilemesi, iradesi
musibet: belâ, sıkıntımu’cize: bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
müttefikan: birleşerekra’d: gök gürültüsü
sehab: bulutsâmi: işiten
taallûk etme: bitişme, bağlanmatahakkuk etme: gerçekleşme
tasarruf: dilediği gibi kullanma, yönetme, icraat ve faaliyette bulunma tecellî: görünme, yansıma
tâzip: azap verme, cezalandırmaumum: bütün, genel
ziya: ışıkzulmet: karanlık
âsâr-ı kudret: kudret eserleriıztırap: sıkıntı, aşırı acı
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 175

büyüktür, Sübhanallah!” diye tesbihata başlamıştır. Kur’ân-ı Kerim de onu tasdiken اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
blank.gif
1
﴿ demiştir.

Mezkûr âyetin ihtivâ ettiği cümlelerin heyetlerindeki münasebetlere gelince:

اَوْ كَصَيِّبٍ
blank.gif
2
﴿’deki اَوْ süflî ve gayr-ı süflî münafıkların iki kısma münkasım olduklarına işarettir. Ve her iki temsilin birbirine münasip olduğuna ve münafıkların haline uygun bulunduğuna remizdir. Ve aralarında müşabehetin bulunması, malûm ve müsellem olduğuna imadır. Ve keza, اَوْ kelimesi huruf-u atıftan terakkiyi ifade eden بَلْ kelimesinin mânâsını mutazammındır. Çünkü ikinci temsil, birinci temsilden daha şedittir.

كَصَيِّبٍ ’deki ك münafıkları yağmura teşbih etmek içindir. Halbuki birbirine müşabih değildir. Aralarında mutabakat yoktur. Öyleyse müşebbehün-bih olacak şey, mukadderdir. Zikredilmemesi, lâfzın îcaz ve ihtisarı içindir. Lâfzındaki îcaz da mânânın itnâbı, yani uzatılması içindir. Mânânın bu uzatılması da sâmiin vüs’at-i hayaline havale edilir ki, makama münasip cümleleri tayin etsin. Meselâ,اَوْ كَالَّذِينَ سَافَرُوا فِى صَحْرآءَ خَالِيَةٍ وَلَيْلَةٍ مُظْلِمَةٍ فَاَصاَبتْهُمْ مُصِيبَةٌ يُصِيبُ gibi, münafıklara müşebbehün-bih olmaya uygun ve uzun bir cümleyi takdir edebilir. Yani, “Münafıklar hâli bir sahrada, zulmetli bir gecede sefer ederlerken, yağmur musibetine tutulan yolcular gibidir.”


[NOT]Dipnot-1 “Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir.” Bakara Sûresi, 2:20.
Dipnot-2 “Sağanak yağan yağmur gibi…” Bakara Sûresi, 2:19.[/NOT]

Sübhanallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” anlamında bir tesbihgayr-ı süflî: alçak olmayan; yüksek, zengin ve bilginler sınıfı
heyet: bir şeyi oluşturan unsurlar, parçalar, bileşenlerhurûf-u atıf: atıf harfleri, bağlaçlar; (Ar. gr.) mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harfler; “vav, bel, fe” gibi
hâli: ıssızihtisar: kısaltma, özetleme
ihtiva etme: içine alma, kapsamaitnab: sözü uzatma; herhangi bir yeni fayda için, maksadı alışılagelmişin dışında uzun bir söz ile ifade etmek
keza: bunun gibilâfz: ifade, söz
mezkûr: anılan, sözü geçenmukadder: gr. lâfız olarak zikredilmediği halde gizli olarak kastedilen lâfız
musibet: belâ, sıkıntımutabakat: uygunluk, uyum
mutazammın: içine alan, kapsayanmünafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kimse
münasebet: bağlantı, ilişkimünkasım: kısımlara ayrılmış, bölünmüş
müsellem: doğruluğu şüphesiz kabul edilmişmüşabehet: benzeyiş, benzerlik
müşabih: benzer, benzeyenmüşebbehü’n-bih: kendisine benzetilen
remiz: gizli bir mânâyı ince bir işaretle göstermesahra: çöl
sâmi: işiten, kulak verensüflî: alçak, aşağılık; basit; cahil sınıf
takdir etme: lâfız olarak zikredilmediği halde, bir sözden kastedilen mânâyı gösteren gizli lâfıztasdiken: tasdik ederek, doğrulayarak
temsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetmeterakki: ilerleme, kalkınma
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler ve varlıkların bu anlamı ifade etmesiteşbih: benzetme
vüs’at-i hayal: hayalin genişliğizulmetli: karanlık
îcaz: veciz söz söyleme; maksadı en kısa yoldan açıkça anlatmaşedit: şiddetli
اَوْ: (bk. ḥ-r-fبَلْ: (bk. ḥ-r-f
ك: “gibi, benzeri” mânâsına gelen teşbih edatı
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 176

İhtar: Herkesin bildiği مَطَرٌ
blank.gif
1
kelimesine, melûf olmayan صَيِّبٌ
blank.gif
2
kelimesinin tercihen zikredilmesi; o yağmurun katreleri güya birer musibet olup, onların ruh ve canlarına mermi gibi kasten atıldığına işarettir.

Sonra, yağmur, çıplak olan semâ cihetinden yağdığı herkesçe malûm olduğu halde مِنَ السَّمَآءِ
blank.gif
3 ﴿ kaydıyla takyid edilmesi, ıtlak içindir. Yani, semâ kaydıyla yapılan tahsis, tamim içindir. Evet semânın kaydından anlaşılır ki, o yağmur bütün semânın ufkunu tutmuş, umumî bir şekilde yağıyor. Hiçbir yer o yağmurdan hâli kalmıyor. Evet
blank.gif
4
مَا مِنْ دَآبَّةٍ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ طَآئِرٍ يَطِيرُ بِجَناَحَيْهِ cümlelerinde dahi دَآبَّةٍ
blank.gif
5
’nin فِى اْلاَرْضِ
blank.gif
6
ile, طَائِرٍ
blank.gif
7
’in يَطِيرُ
blank.gif
8
ilâahir ile takyidleri, ıtlak ve tamim içindir.


Müfessir ünvanı taşıyan bazı adamlar, yağmur vesaire gibi yağan şeylerin semânın cirminden yağdığına zahip olmuşlar ve kocaman bir denizin de semâda bulunduğunu ilâve etmişler. Onları bu zehaba sevk eden, Kur’ân-ı Kerimin birkaç yerinde مِنَ السَّمَآءِ
blank.gif
9
kelimesinin bulunmasıdır. Halbuki, ashab-ı tahkik ve erbab-ı belağatçe en uygun mânâ مِنْ ile سَمَآءِ
blank.gif
10
arasında جِهَةِ
blank.gif
11
lafzının takdiriyle, yağmurların semâ cirminden değil, semâ cihetinden nâzil olduğuna hükmetmektir.




[NOT]Dipnot-1 Yağmur.
Dipnot-2 Sağnak yağan yağmur.
Dipnot-3 Gökyüzünden.
Dipnot-4 “Yerde hareket eden hiçbir hayvan, havada kanat çırpan hiçbir kuş yoktur ki...” En’âm Sûresi, 6:38.
Dipnot-5 Yerde hareket eden küçük hayvan.
Dipnot-6 Yeryüzünde.
Dipnot-7 Bir kuş.
Dipnot-8 Uçuyor.
Dipnot-9 Gökyüzünden.
Dipnot-10 Gökyüzü.
Dipnot-11 Bir yön.[/NOT]

ashab-ı tahkik: gerçeği ilmen derinlemesine araştıran ve delilleriyle bilen âlimlercihet: taraf, yön
cirm: gezegen, gök cismi erbab-ı belağat: belağatçılar; belağat ilminin inceliklerini iyi bilen söz ve ifade uzmanları
hâli: boşihtar: hatırlatma, ikaz
ilâahir: sonuna kadarkatre: damla
lafz: ifade, sözmalûm: bilinen
melûf: alışılmışmusibet: belâ, sıkıntı
müfessir: Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından tefsir eden, yorumlayan âlim kimsenâzil olmak: inmek, yağmak
semâ: gökyüzütahsis: hâs kılma, özelleştirme; genel bir mânâ ve hüküm ifade eden bir sözü, belirli bir hükme mahsus kılma, belirli bir mânâda kullanma
takdir: bir ifadede zikredilmediği halde sözün gelişi olarak o sözün altında kastedilen mânâyı belirtme, göstermetakyid: sınırsız, genel bir mânâ ifade eden bir sözü, nitelik, durum, gaye ve belirli şartlara bağlı olarak bir mânâya gelecek şekilde sınırlama
tâmim: umumileştirme, genelleme; bir hükmü aynı cinsin bütün fertlerine vermeumumî: genel, her tarafta
zahip olmak: görüşünde olmak, anlayışına kapılmakzehab: bir fikre veya zanna kapılma
ıtlak: kayıtsız, sınırsız, mutlak olma; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 177


Mahaza, semâ kelimesinin yukarıda bulunan herşeye ıtlak edilebildiğine binaen, buluta da semâ denilebilir. Ve bulut da semâ kelimesinin şumulüne dahildir. Bu makamın tahkiki şöyle izah edilebilir:

Eğer kudret-i İlâhiyenin azametine bakılırsa, cihetler hep birdir. Hangi cihetten ve hangi şeyden olursa olsun, yağmurun yağması mümkündür. Eğer hikmet‑i İlâhiyeye bakılırsa, yağmurun nüzulü, ancak küre-i havaiyede münteşir ve küre-i havaiyenin onda bir cüz’ünü teşkil eden buhar-ı mâinin tekâsüfünden husule geliyor. Zira, hikmet-i İlahiye, bütün eşyada en güzel bir nizam teşkil etmiştir. Bu nizam eşyadaki muvazene-i umumiyenin muhafazasına hizmet eder. Bu muvazenenin muhafazası da en yakın ve en kolay ve en kısa yolları tercih etmekle olur.


Yağmur yağması hakkında en kısa yol şöyle tarif edilebilir:

Tabaka-i havaiyede münteşir buhar-ı mâinin zerrelerine irade-i İlâhiye emrettiği vakit, o zerreler her taraftan “Lebbeyk!” diyerek toplanmaya başlarlar ve bulut şeklini alıp, irade-i İlâhiyeye emirber olarak hazır dururlar. Yine irade-i İlâhiyenin emriyle bir kısım zerreler şiddet-i tazyik ve tekâsüfle beraber tebarüd ederek katrelere inkılâp ederler. Sonra kanunların mümessilleri ve nizamatın mâkesleri denilen melâikelerden, o katrelere münasip yaratılan melâikeler vasıtasıyla o katreler müzahametsiz, müsademesiz nüzul ederler ve yere düşerler. Lâkin cevv-i havada muvazenenin muhafazası için, yağan katrelerden boş kalan yerler, denizlerden ve yerlerden kalkan buharlarla doldurulur.

İhtar: Semâda büyük bir denizin bulunduğuna edilen zehab, mecazın hakikat zannedildiğinden ileri gelmiştir. Evet, cevv-i hava, denizin rengini andırır ve küre-i havaiyede münteşir bahr-i muhitten fazla su vardır. Binaenaleyh cevv-i havayı denize teşbih etmek baid değildir. Fakat mânâ-yı hakikî ile bakılırsa hatâdır.


azamet: büyüklük, yücelikbahr-i muhit: okyanus
baîd: uzakbinaen: -dayanarak
binaenaleyh: bundan dolayıbuhar-ı mâî: su buharı
cevv-i hava: hava boşluğu, atmosfercihet: taraf, yön
cüz’: kısım, parçaemirber: emre hazır
eşya: şeyler, varlıklarhakikat: asıl, gerçek, doğru
hikmet-i ilâhiye: Allah’ın her şeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratmasıhusule gelme: meydana gelme
ihtar: hatırlatma, ikazinkılâp etmek: dönüşmek
irade-i İlâhiye: Allah’ın iradesi, dilemesiizah etmek: açıklamak
katre: damlakudret-i İlâhiye: Allah’ın güç ve iktidarı
küre-i havaiye: hava küresi, atmosferlebbeyk: “buyurun, emredin efendim”
mahaza: bununla beraber, bununla birliktemecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz
melâike: meleklermuhafaza: koruma
muvazene: denge, ölçülü olmamuvazene-i umumiye: genel denge, ölçü
mâkes: yansıma yeri, aynamânâ-yı hakikî: gerçek ve doğru anlam, mecaz olmayan mânâ
mümessil: temsilcimünasip: uygun
münteşir: yayılmış olan, yaygın, dağılmış müsademe: çarpışma
müzahamet: izdiham, sıkıntı, sıkışmanizam: düzen, kanun, sistem
nizamat: düzenler, kanunlar, sistemlernüzul: inme, yağma
semâ: gökyüzütabaka-i havaiye: hava tabakası, atmosfer
tahkik: doğruluğunu araştırmatebarüd etmek: soğumak
tekâsüf: yoğunlaşmateşbih: benzetme
teşkil etmek: oluşturmak, meydana getirmekzehab: görüş, fikir, zan
zerre: atom, maddenin en küçük parçasızira: çünkü
ıtlak edilebilme: belirli bir şeyle sınırlandırmadan isim olarak verilme, ifade edebilmeşiddet-i tazyik: şiddetli bir sıkıştırma, baskı
şumul: kapsam

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 178


Sual:
blank.gif
1
وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَآءِ مِنْ جِباَلٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ âyet-i kerimesinin zahirine göre yağmurun nüzulü, doludan müteşekkil semâda bulunan dağlardandır. Bunun izahı nasıldır?


Elcevap: Bir kelâmın belağate uygun, akla muvafık, mantığa mutabık olmadığı halde mânâ-yı zahirisîne yapışıp, zahirinden ayrılmaması, o kelâm için bir cümudiyet ve bir sönüklüktür. Zira, Cennetin yemek kaplarının vasıfları hakkında
blank.gif
2
قَوَارِيرَ مِنْ فِضَّةٍ cümlesi, bir istiâre-i bediiyeyi tazammun ettiği gibi
مِنْ جِباَلٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ
blank.gif
3
cümlesi dahi bir istiare-i bediiyeyi ihtiva etmektedir. Şöyle ki: Cennetin kapları ne şişeden ve ne de gümüşten olmadıklarından, bu cümlenin mânâ-yı zahirîsine hamli caiz değildir. Çünkü o kaplara “gümüşten yapılmış şişeler” denilemez. Zira, her iki unsur arasında mutabakat yoktur. Ancak قَوَارِيرَ مِنْ فِضَّةٍ cümlesinden, mânâ-yı mecazî ile hem şişenin şeffafiyeti, hem gümüşün beyazlığı kastedilmiştir. Yani “O kaplar, şişe gibi şeffaf, gümüş gibi beyazdırlar.”


Kezalik, مِنْ جِباَلٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ cümlesi de, iki istiâreyi tazammun etmiş. Bu istiâreler sâmiin şairane bir hayaline müessestir; bu hayalde âlem-i süflî ile âlem-i ulvî arasında bir nevi müşabehet ve mümaseleti mülâhaza etmeye mebnîdir. Yani, âlem-i süflî denilen arz, mevasim-i erbaada, bilhassa bahar mevsiminde nasıl türlü türlü şekillere girer ve envâen ziynetli, nakışlı elbiseleri giyer, ayrı ayrı manzaraları gösterir; âlem-i ulvî olan semavat dahi, bilhassa bulutlarıyla pek garip ve acip keyfiyetlere, suretlere, renklere girer çıkar, âdetâ her iki âlem


[NOT]Dipnot-1 “O, gökten, oradaki dağ gibi bulutlardan dolu indirir.” Nur Sûresi, 24:43.
Dipnot-2 “Gümüş beyazlığında, billûr berraklığında kaplar...” İnsan Sûresi, 76:16.
Dipnot-3 “Oradaki dağ gibi bulutlardan dolu indirir.” Nur Sûresi, 24:43.[/NOT]

acip: hayrette bırakıcı, hayranlık verici
arz: dünya
belâgat: sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesibilhassa: özellikle
caiz: sakıncasız, doğrucümudiyet: donukluk; sönüklük
envâen: çeşit çeşithaml: yükleme (…göre anlamlandırma)
ihtiva etmek: içermek, içine almakistiâre: bir benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir mânâ için kullanmaktır. “Bugün hamamda bir arslan gördüm” gibi
istiâre (bediiye)/istiâre-i bediiye: istiarenin en mükemmel şekli, eşsiz, benzersiz istiare; bir kelimenin mânâsını geçici olarak başka bir mânâda kullanmakizah: açıklama
kelâm: ifade, sözkeyfiyet: durum, nitelik, özellik
kezalik: bunun gibimebnî: dayanır, istinad eder
mevasim-i erbaa: dört mevsimmutabakat: uygunluk, uyum
mutabık: uygunmuvafık: lâyık, uygun
mânâ-yı mecazî: asıl anlam dışında kast edilen diğer bir anlammânây-ı zahiri: görünürdeki mânâ; söyleyenin maksadı, düşünülmeye muhtaç olmadan anlaşılan söz
müesses: kurulmuş, kurulumülâhaza etme: dikkatle bakma etraflıca düşünme
mümaselet: benzerlikmüteşekkil: meydana gelmiş, oluşmuş
müşabehet: benzeyiş, benzerliknevi: çeşit, tür
nüzul: inme, yağmasemavat: gökler
sâmi: işiten, kulak verentazammun etme: içine alma, kapsama
vasıf: nitelik, özellikzahir: dış anlam, söyleyenin maksadı, düşünülmeye muhtaç olmadan anlaşılan söz
zira: çünküâlem-i süflî: aşağı âlem; dünya
âlem-i ulvî: yüksek âlem; semâşairâne: şairce, şair gibi
şeffafiyet: şeffaflık, saydamlık

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 179


birbirine rekabet ederler. Bu iki âlem arasında şöylece bir müşabehet ve mümaseletin düşünülmesi de, aralarında bir müsabaka ve rekabeti tahayyül etmekten neş’et eder. Şöyle ki:

Arz ve semâ, güzellik müsabakasına girmek için lâzım gelen ziynetlerini takınıp hazırlandıkları zaman, arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer, oturur. Bahar mevsimi gelince o beyaz elbiseyi üzerinden çıkarır, zümrüt gibi yeşil halılarını sahrâlarına serer. Yem yeşil gömleklerini dağlarına giydirir. O dağların şahikalarının başlarına beyaz sarıklarını sarar. Ve bu güzel inkılâp ve manzaralarıyla kudret-i İlâhiyenin mu’cizelerini hikmet-i İlâhiyenin nazarına arz eder. Buna karşı cevv-i semâ dahi azamet-i İlâhiyeyi izhar etmek için koca koca dağları, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acip şeylerin şekillerini ve sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileri sürer, nazar-ı hikmete takdim eder.


İşte bu iki âlem arasındaki hayalî müşabehetten dolayı, bilhassa yaz mevsimindeki bulutlar, Araplar tarafından dağlara, gemilere, bostanlara, derelere, deve kafilelerine yapılan teşbihler, üslûplar, nazar-ı belağatte pek güzel görünür. Binaenaleyh, âlem-i ulvî ile âlem-i süflî arasındaki ve dolayısıyla bulutlarla dağlar arasındaki müşabehet ve münasebete binaen وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَآءِ مِنْ جِباَلٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ
blank.gif
1
âyet-i kerimesinin mânâ-yı beliğanesi, “Dağların büyüklüğünde, dolunun renginde bulunan semâdaki bulutlardan yağmurları inzal ediyoruz” demektir.


Bu güzel ve belağatçe makbul, akıl ve mantığa mutabık mânâ dururken, âyetin zahirine yapışıp, “beş yüz senelik mesafeden iki dakikalık bir zaman zarfında yağmuru cirm-i semâdan yeryüzüne indirmek” gibi sakat bir mânâya zahip olmak, kâr-ı akıl değildir. Hem hikmet ve iktisat ve adem-i abesiyet, bu yanlış zehabı reddeder.


[NOT]Dipnot-1 “O, gökten, oradaki dağ gibi bulutlardan dolu indirir.” Nur Sûresi, 24:43.[/NOT]

adem-i abesiyet: boş ve anlamsız olmamaarz: dünya
arz etmek: sunmak, göstermekazamet-i İlâhiye: Allah’ın azameti, büyüklüğü
belağatçe: belâgat ilmine görebilhassa: özellikle
binaen: -dayanarakbinaenaleyh: bundan dolayı
cevv-i semâ: gökyüzücirm-i semâ: gök cismi
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması ve yapılmasıhikmet-i İlâhiye: İlâhi gaye, maksat; Allah’ı her şeyi gaye ve faydalarına yönelik olarak san’atlı bir şekilde yaratma sıfatı
iktisat: israfsızlıkinkılâp: değişim, dönüşüm
inzal etme: indirmeizhar etmek: göstermek, açığa çıkarmak
kudret-i İlâhiye: Allah’ın güç ve iktidarıkâr-ı akıl: aklın kabul edeceği iş
mamul: imal edilmiş, yapılmışmutabık: uygun
mu’cize: bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hâl, fiil ve esermânâ-i belîğâne: belâğat ilmine ait mânâ
mümaselet: benzerlikmüsabaka: yarışma
müşabehet: benzerliknazar: görüş, bakış
nazar-ı belâğat: belağat ilmine görenazar-ı hikmet: varlıklardaki anlam ve ince sırları araştıran hikmet ilmi
neş’et etmek: doğmak, meydana gelmeksahrâ: ova
semâ: gökyüzütahayyül etmek: hayal etmek
takdim etmek: sunmak, göstermekteşbih: benzetme
zahip olmak: bir zanna kapılma, bir görüşe, fikre varmazahir: görünen, açıkça ortada olan, bir şeyin dış yüzü
zarfında: içindezehab: görüş, fikir, zan
ziynet: süs âlem-i süflî: aşağı âlem; dünya
âlem-i ulvî: yüksek âlem; sema, gökyüzü âlemişahika: zirve

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 180

Yolcuların gecesinin korkunç olduğunu göstermek için zikredilen فِيهِ ظُلُمَاتٌ
blank.gif
1
﴿’deki فِيهِ
blank.gif
2
’nin takdimi, o musibetli gecenin şiddet-i zulmetinden dehşet alanlarca, güya çok gecelerin zulmetleri toplanıp, o gecenin zulmetine inzimam etmiş olduklarına işarettir.

Sual: فِيهِ ’deki zamirin صَيِّبٍ
blank.gif
3
’e râci olmasından, yağmurun zarf, zulmetin mazruf olduğu anlaşılır. Halbuki kaziye mâkûsedir; yağmur zulmetin içindedir.

Elcevap: Yağmurun kesretinden dehşet alan yolcuların zannıyla güya şu boşluk yağmurla dolu bir havuzdur. Ve o zulmetin zerreleri de o yağmurun katreleri arasına dağılmıştır. İşte böyle bir zanna binaen, yağmur zarf, zulmet mazruf olabilir.

ظُلُماَتٌ
blank.gif
4
kelimesinin cem sigasıyla zikri ise, bulutların hem karanlıklarından, hem kesafetlerinden, hem karanlık ve kesafet, amm olduğundan, hem yağmurun katrelerinin kesafetlerinden hasıl olan müteaddit zulmetlere işarettir. Tenkiri ve meçhuliyeti ifade eden ظُلُماَتٌ ’deki tenvin, yolcularca hakikatleri meçhul birtakım zulmetler olduğuna işarettir. Demek o tenvin, yolcuların ilmine perde olarak bir zulmeti daha ilâve etmiştir. O halde bu tenvin, yolcuların gözlerine perde olan zulümata bir tekittir.

وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ
blank.gif
5
﴿ Yani, gök gürültüsüyle şimşek, Cenâb-ı Hakkın azametine ve kudretine delâlet eden pek âşikâr iki ayettir ki, âlem-i gaybdan, bulutların


[NOT]Dipnot-1 “Onun içinde karanlıklar vardır.” Bakara Sûresi, 2:19.
Dipnot-2 İçinde.
Dipnot-3 Yağmur.
Dipnot-4 Karanlıklar.
Dipnot-5 Gökgürültüsü ve şimşek.[/NOT]

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allahamm: genel
azamet: büyüklük, yücelikbinaen: -dayanarak
cem’ sîgası: gr. çoğul kalıbı, kipidelâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
hakikat: asıl, gerçek, doğru hasıl olmak: meydana gelmek
inzimam etme: eklenme, katılma katre: damla
kaziye mâkûsedir: önerme tersdirkesafet: yoğunluk
kesret: çoklukkudret: güç, iktidar
mazruf: içinde olanlarmeçhul: bilinmeyen
meçhuliyet: bilinmemezlik, belirsizlikmusibetli: belâlı, sıkıntılı
müteaddit: çeşitlirâci: ait, dönük
takdim: öne almatekit: pekiştirme
tenkir: gr. belirsiz kılma; bir kelimenin sonunu iki üstün, iki esre veya iki ötreli yapmak sûretiyle nekre yapıp mânâyı kapalı, belirsiz yapmatenvin: gr. bir kelimenin sonuna konulan iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün)
zamir: ismin yerini tutan kelimezarf: kap, kılıf
zerre: atom, maddenin en küçük parçasızulmet: karanlık
zulümat: karanlıklarâlem-i gayb: görünmeyen, mahiyeti ancak Allah tarafından bilinen âlem
âşikâr: ap açıkşiddet-i zulmet: şiddetli karanlık
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Bakara Sûresi - Münafıklar Bahsi - Sayfa: 181


idare ve tedvirlerine müekkel ve nizam ve intizam kanunlarının mümessilleri ve memurları olan meleklerin yed-i salâhiyetlerine verilmiştir.

Sonra müsebbebatın esbapla zahirde bağlı olduğuna binaen, bulutlar, havada münteşir olan buhar-ı mâiden izn-i İlâhî ile teşekkül ederler. Bu bulutların hikmet-i Rabbaniye ile bir kısmı menfî elektriği hâmildir, bir kısmı da müsbet elektriği hâmildir. Bu kısımlar birbirine yaklaşıp, aralarında müsademe hasıl olduğunda, irade-i Hâlık ile berk tevellüd eder. Bulutların bir kısmı hücum, bir kısmı da firar ettikleri zaman, aralarında havasız kalan yerleri doldurmak için emr-i Rabbanî ile tabakat-ı havaiye hareket ve heyecana geldiğinde ra’d sadâsı, yani gök gürültüsü meydana gelir. Fakat bu hallerin cereyanı bir nizam ve bir kanun altında olur ki, o nizamı ve o kanunu temsil eden, ra’d ve berk melekleridirler.

Sual: Ra’d ve berkin zulümat kelimesine atıflarından anlaşılır ki, bunların zarfı yağmurdur. Halbuki zarfları buluttur, yağmur değildir.

Elcevap: Dehşetinden bayılmış olan sâmice, o yağmurun herşeyi ihata etmiş olduğu zannedildiğine göre, ra’d ve berk de yağmurun içine aldığı şeylere dahildir.

Sual: Zulümatın aksine, ra’d ve berkin müfred sigasıyla zikirleri neye işarettir?


Elcevap: Yolcuların en çok nazar-ı hayretlerini celb eden, semavatın bağırmasıyla mevcudatı âni olarak ışıklandırmasıdır. Bunlar ise mânâ-yı masdarîdir. Mânâ-yı masdarî müfred olur, fert ile ifade edilir. Ve keza ra’d olsun, berk olsun, semavî ayetlerden efradı pekçok birer nevidirler. Burada onlardan maksat nevileridir, efradları değildir. Onun için müfred olarak zikredilmişlerdir.

Sual: Ra’d ve berkteki tenvin neye işarettir?

Elcevap: Ya mahzuf bir sıfata ıvazdırlar; takdir-i kelâm رَعْدٌ قَاصِفٌ pek gürleyen بَرْقٌ خَاطِفٌ



atıf: bağlanma, gönderilmeberk: şimşek
binaen: -dayanarakbuhar-ı mâi: su buharı
celb etmek: çekmekcereyan: oluşma, vuku bulma
efrad: fertler, bireyleremr-i Rabbânî: bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah’ın emri
esbap: sebeplerfirar etmek: kaçmak
hasıl olmak: meydana gelmekhikmet-i Rabbâniye: Allah’ın her şeyi terbiye ederek, muhtaç olduğu şeyleri verip bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması
hâmil: yüklü, taşıyıcı ihata etmek: kuşatmak, kapsamak
intizam: düzenlilikirade-i Hâlık: Yaratıcının iradesi
izn-i İlâhi: Allah’ın iznikeza: bunun gibi
mahzuf: silinmiş; var olup da söylenmemiş lafızmenfî: negatif
mevcudat: varlıklarmânâ-yı masdarî: masdar mânâsı
müekkel: görevli, vekil tayin edilmişmüfred: gr. tekil
müfred siga: gr. tekil kalıp, kipmümessil: temsilci
münteşir: yayılmış olan, dağılmışmüsademe: çarpışma
müsbet: pozitifmüsebbebat: sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar
nazar-ı hayret: hayretli bakışnevi: çeşit, tür
nizam: düzenra’d: gök gürültüsü
sadâ: sessemâvî âyetler: Cenab-ı Hakkın varlığına ve birliğine işaret eden gökyüzündeki deliller
sâmice: işitencetabakat-ı havaiye: hava tabakaları, atmosfer
takdir-i kelâm: sözün gelişi; sözde zikredilmeyen bir lafzı sözün gelişinden anlayıp belirtmektedvir: çekip çevirme, idare etme
tenvin: gr. kelimenin sonuna gelen iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün)tevellüd etmek: doğmak
teşekkül etmek: oluşmak, meydana gelmekyed-i salâhiyet: yetki eli, alanı
zahir: görünür, dışzarf: kılıf, kap
zulümat: karanlıklarıvaz: karşılık, bedel

 
Üst