Cevap: Yan!" diyorum içime! Sadece sen yan!
“Ey nefsim! Deme ‘zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle şarhoştur.’ Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşeri, fakr-ı insani değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor.”
~Bediüzzaman
Bir buluttan bir damla yağmur düştü.Bu damla denizin genişliğini görünce utandı:
” Şu deniz denilen yerde ben kim oluyorum? Eğer deniz buysa gerçekten ben hiçim ” dedi.
Damla,kendisini hor görünce sedefin biri onu koynuna alıp seve seve besledi.
Felek de onun işini öyle düzgün yürüttü ki, nihayet padişahlara yaraşan namlı bir inci oldu.
Hasılı bu yüceliği kurumsuz olmakla buldu; Yokluk kapısını çaldığı için var oldu.
(Şeyh Sadi-i Şirazi’nin Gülistan’ından)
Evet, kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer;
kendini beğenmeyen safâyı bulur, rahmete gider.
( Mektubat)
Rabbim! Kalbimi tut!
Etrafımı saran uçurumlara düşmemem için, düşüncelerin oluşturduğu bilinmezlik denizinde kaybolmamam için, nefsimin ve şeytanın gönlümü esir almaması için, ellerimden tut Rabbim.
Rabbim! Geçici ve boş şeylerle yorulan kalbimi Sevginle doldur.
Her şeye Senin sevginle bakabilmeyi öğret.
Dünya madem fânidir.
Hem madem ömür kısadır.
Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur.
Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır.
Hem madem dünya sahipsiz değil.
Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var.
Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır.
Hem madem “Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez.” (Bakara Sûresi, 2:286.) sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur.
Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır.
Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.
Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.
Bediüzzaman Said Nursi
Rabbim kalbimi kırık, ruhumu Sensiz, boynumu bükük bırakma.. Kim elini Sana ihlasla uzattı da tutmadın, kimin acı yakarışını işitmedin, hangi dertlinin gözyaşını rahmetinle silmedin.. Evet, sıkıldım artık, evet dayanamıyorum bu boşluğa, evet varlığını yanı başımda her an hissetmeme rağmen yalnızlıktan şikayet ediyorum…
Hangi sabırlı dost dinler bu kadar derdi, hangisi bir kere bile sıkıldım artık yeter, git kapımdan demez ve hangi vefalı dost beni bir an bile unutmaz. Sorularımın cevabı sensin, beni yokluktan varlığa çıkaran, gün yüzüne çıkaran, günahıma rağmen yüzümü ak eden sensin, her defasında tövbemi bozmama rağmen yine de başından atmayan beni..
Duamı kabul eden, bazen icabeti geciktiren; bununla düşündüren, ders veren…
Senin yolunda yapılması gerekenleri yapamadım, onlar semadakilerle irtibata geçerken benim yüzüm yerde kaldı. Habersiz yaşadım, Senin sayende nefes aldım, Senin verdiğin rızıkla büyüdüm, Senin verdiğinle yürüdüm, aldım verdim.. Ama ne acıdır ki Sen bana ne kadar yakınsan ben sana o kadar uzakta kaldım.. Ruhum içten içe erirken bir yerlerde huzur esintileri duydum, ama giremedim o arenaya, kıramadım zincirlerimi, içime bakmayı akıl edemedim, uzaklara diktim gözümü.. Uzakta değilsin ki göremedim…
Şimdi ellerim titrer, dilim bir kutluya türküler söyler, dilim Seni söyler, gözlerim seni gözler..
Rabbim ihlasla uzatamasam da tut elimi, bu karanlık şehrahta yapayalnız koyma beni,
Seni deli gibi sevenlerden et beni ve hak etmesem de sevgini sev beni..
Adını anmayan kalbi neyleyim..
Bu yürek emanet bu bedene, Senden gayrısını doldurursa içine, emaneti nasıl teslim edeyim..
Kalbimi Senin ile atmaya.. Seninle can bulup, Sana koşmaya aşikar eyle bedenimi..
Varlığımı rızanın yollarına kurban eyle..
Kalbime her daim adını andır.. her daim aşkın ile yandır..
Ya Rabbim...
İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez.”
Hadisi şerif
Size de öyle gelmiyor mu; bunalmıyor musunuz hadiselerin tıklım tıklım arsızlığından? Şimdi zamanın nefesi daralıyor üzerimize serpilen kasvetten; soluk almakta zorlanıyor gibi insaniyetimiz.
Turna geçmez dağlarda kaybedilmiş umut patikalarımız ve sancılı gecelerin karanlığında yitirilmiş tebessümün son güzergâhı.
Ne iktisadi buhranlar, ne siyasi kirlenmeler, ne de fakr u zarurettir bizi bugün düşkün ve zelil kılan. Çaresizliğin sesini duyamayan vicdanlarımıza atılmış çektiklerinden sızan bunca kötülükler de değil bizi mutsuz eden. Hayır, ihtirasa dayalı dünya düzeninin üzerimize boca ettiği “tut, kavra, kopar, al, sahip ol, yürüt, götür!…” seviyesizliğinden ayrı bir şey bu.
Belki içimizdeki yabanlıklar ve yabancılıklar şimdi düşmanımız, belki nezaketsizlikler…
* * *
Nezaket! Nazik bir kelime… Bir sehl-i mümteni… Bir estetik şahikası.
Nezaket bir umman; sevgiler uğuldar derinliklerinde, sevgiler coşar. Nezaket bir bahçe, şevk ile yürünür tarhlarında, şavklar saçılır yediverenlerinden. Nezaket hasbî bir tebessüm, kalbî bir yakınlık… Nezaket bir teşekkürün adı; bir derin şükür makamı.
Zamanın kadim koridorlarında ayak izlerine rastladığımız o nazik beyefendilere ve nazenin hanımefendilere ne oldu şimdi?! Hani şairler sevdiklerine ve babalar kızlarına “Senin teg nâzenîne nâzenîn işler münasiptir” diye iltifatta bulunur, onları nazikçe nezakete davet ederlerdi, neredeler?!.. Hani centilmenler, şövalyeler, zarifler, çelebiler?!..
Nezaket fikrini ne zaman kaybetti dünya?!.. Ve isim haneleri açık tevkif emirnamelerine bile nezaket cümleleriyle başlanan dönemlere ne oldu sahi!
* * *
Bir rüya görelim, gelin; önce yumalım gözlerimizi, uyuyalım, uyuyalım, ruhumuzdaki bütün kinler, nefretler, düşmanlıklar arınıp gidesiye kadar uyuyalım ve aniden bir nezaket ülkesinde açalım gözlerimizi. Nazik beyefendiler ve nazenin hanımefendiler arasına karışalım. Bir nesil kadar yaşayalım orada, yalnızca bir nesil kadar… Sonra acı gerçeklerin mutlu düşlere, paslı demirlerin parlak gümüşlere döndüğünü görelim. Yavuz bakışların tatlı gülüşlere durduğunu yaşayalım; Yunusleyin sevelim, sevilelim. Çünkü nazik beyefendiler ve nazenin hanımefendiler elinde yetişen bir nesilde yolsuzluklar, çeteler, ahlaksızlıklar, rüşvetler ve kanunsuzluklar olmayacaktır. O altın nesil olacaktır; pırlanta nesil olacak… Düşünsenize, böyle bir nesil işlerini aksatabilir, yahut sorumluluklarını terk edebilir mi? Nezaket çağında siyasetçiler yoldan sapar, memurlar haddi unutabilir mi? Herkes kendi işini en güzel şekilde yapınca o ülkede mucizeler yüz göstermez, maslahat düzelmez, ilerleme hız kazanmaz mı? Materyalist dünyanın akılla geldiği noktada baş gösteren bütün olumsuzluklar o nezaketin ayakları altında kor değmiş karlar gibi eriyip gitmez mi?!..
* * *
Kişideki bir nezaket noksanı öncelikle kendisine zarar verir; ama toplumdaki nezaketsizlik dünyanın bedii direğini sarsar gitgide; güzelliğin ve iyiliğin koordinatlarını karalar. Nezaket noksanı bir teşekkür noksanıdır bu yüzden.
Nezaket bir gülümseyiş, nezaket bir bakış, nezaket bir merhabadır; nezaket tam çağında bir gönül alma, ta yürekten bir teşekkürdür çünki.
Nezaket bir insaniyettir. O hâlde biraz daha nezaket, biraz daha.
Prof. Dr. İskender Pala
Allah bir kullu severse sevdiğine gönderir,
terbiye ettirir,azametine yakışacak sekilde
ona edep öğretir ve nihayet onu sever.
Sana müjdeler olsun.
Seni bir mürşide/yol gösteren dosta
gönderdiyse haberin olsun,
Allah seni seviyor demektir.
şah-ı nakşibend hazretleri(k.s)
”Rabbim sen olmasan kimin aklına gelirim ben…!”
Çıplak çıkarsa söz
Sadra inşirah gerek
Mevsimi sarmışsa güz
Vakte inşirah gerek
Tene saplanmışsa göz
Akla inşirah gerek
Küllenmişse kalbde köz
Ruha inşirah gerek…”
Şiirden aşağıya attım kendimi
Düşerken düşündüm, ölmesem mi?
Bu sesler içimde yer etsin bırak!
"Bu dünyada garip bir yolcu gibi ol/abilmek"
Çok yorgun, biraz yılgın ama yinede umutlu...
"meğer;
bir var'mışım,
bir yok'muşum..."