Osman nuri topbaş hoca efendiden sohbetler..

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Adetullah (İlahi Kanunlar) daki İstisnaların Hikmeti

Muhiddîn-i A'rabî (k.s.), Kur'an hakîkatlerinin derinliğine ancak kalbi inceliklerle varılabileceğini buyurur.

Allah'ın bütün isimleri, muhlis bir ağız ve kalple zikredildiğinde ism-i azamdır.

Rivâyet edilir ki, Hz.. Ali (r.a.) bir ağaç altında otururken bir fakir gelip ihtiyaçlarını arz eder. Hz. Ali (r.a), yerden bir avuç kum alır, okur. Fakire uzatır. Fakir, kumların altın tozu haline geldiğini görünce sevinir, şaşırır ve yalvararak:

"Ya Emîre'l-mü'minîn, ne olur, Allah aşkına bana okuduğunu öğret!" der.

Hz. Ali (r.a), Fatiha sûresini okuduğunu söyleyince fakir, yerden bir avuç kum alır, okur. Bir değişiklik olmaz. Merak ile Hz. Ali'ye:

"Bu hal nedir? Neyin nesidir?" der.

Hz.. Ali (r.a.):

"İkimiz de Fatiha okuduk... Bu, ağız ve kalp farkıdır... " buyurur.

Daima maneviyat, maddeden üstün gelince, maddeyi tesiri altına alır. Çanakkale Harbindeki İngiliz kumandan ve tarihçi Hamilton:

"Bizi Türkler'in maddî gücü değil, manevî gücü mağlup etmiştir. Onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşahede ettik!" demiştir.

Yazımızın başında da ifade etmiş olduğumuz gibi bütün kainat, ilâhî irade ve ilâhî tanzimin emrindedir. Kur'an-ı Kerim'de

"Akıl (basiret) sahipleri için çok ibretler vardır!" buyurulmaktadır.

Dünya akıllılar için ibretlerin sergilendiği bir yerdir. Ahmak ve gafiller içinse, mahv-u helak ülkesidir.

Ya Rab! Esmâ-yı ilâhiyyenin tecellîsinde Hâdî ism-i şerîfinin galebesine mazhar kılarak hayatımızı, gösterdiğin doğru yolda idame ettirmeyi bizlere nasîb eyle! Amîn!..
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Son Nefes-I


Cenâb-ı Hak, bekâ sıfatını bu âlemde yalnız kendisine tahsis buyurmuştur. Onun için onun yüce zâtından başka her varlık fânîdir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir...” (er-Rahmân, 26) buyurulmuştur.

Bunun tecellîsi de:

“Her can, ölümü tadacaktır.” (el-Enbiyâ, 35) beyânı üzere ölüm iledir.

Bu itibarla bilhassa insanın her dâim bu gerçeği tefekkür ile yaşaması zarûrîdir. Bunun için bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.” (Kâf, 19)

İnsan ki, bu fânî dünyâya bir imtihan için gönderilmiştir. Dolayısıyla onun en büyük gâyesi, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanıp Dâru’s-selâm’a, yâni selâm ve saâdet evi olan cennete nâil olmaya çalışmak olmalıdır. Bunun da yolu:

“O gün ne mal fayda verir, ne evlâd!.. Ancak kalb-i selîm ile gelenler müstesnâ!..” (eş-Şuarâ, 88-89) hakîkatinin muhtevâsına girebilmektir.

Bu da, nefs terbiyesi ile mümkündür. Nefs terbiyesinin özü de, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e tam teslimiyet, bağlılık ve itâattir. Yâni yirmi üç senelik nebevî hayattan, daha doğrusu Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in gönül iklîminden hisse alabilmektir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i Cebrâil -aleyhisselâm- vâsıtasıyla Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in kalbine indirmiştir. Dolayısıyla Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in bütün ibâdet, söz, davranış ve muâmelâtı, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri mâhiyetindedir. Bu hakîkatler çerçevesinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in kalb âleminden lâyıkıyla nasip almak için, onu candan, maldan, ehl ü ıyâlden ve sâir her şeyden daha çok sevmek şarttır. Bu muhabbet kulu, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle yoğurur. Yâni ona muhabbet, Allâh’a muhabbet, Allâh’a muhabbet de ona muhabbettir. İşte vuslat için gönlün, bu kıvâma ulaşması zarûrîdir.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Son Nefes-I



Bütün bunlar, son nefese hazırlığın en güzel adımlarıdır. Nasıl ki bardağa düşen son damla, önceki damlalara göre iş görüp bardağın taşmasına sebep oluyorsa, daha önceki nefeslerimiz de böyledir. Yâni son nefesimiz, evvelki nefeslerimize göre bir netice hâsıl eder. Onun için, son nefese hazırlık, şu an aldığımız nefesleri nasıl kullandığımıza bağlıdır. Ömrünü Allâh ve Rasûlullâh aşkı ile geçiren ve bu istikamette amel-i sâlihlerle süsleyen has kullar, son demlerinde kelime-i şehâdet ile huzûr içerisinde göçerler. Yâni Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in şu müjdesine nâil olurlar:

“Bir kimse son nefeste (hâlisan) kelime-i tevhîd getirirse, cennete girer...” (Hâkim, Müstedrek, I, 503)

Yâni bir ömür kelime-i tevhîd ikliminde yaşayanlar, son demde onunla Hakk’a yolculuk ederler. Çünkü onlar, vakitlice kelime-i tevhîddeki «lâ» ile bütün fânî, izâfî ve nefsânî takıntıları ve putları gönülden silip atmışlar ve «illâ» ile kalbe yalnız Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetini doldurmuşlardır.

Bilmelidir ki şu kâinât, kudret eliyle kurulmuş, binbir nakışla tezyîn edilmiş fânî bir ikâmetgâhtır. Kâinatta hiçbir şey gâyesiz yaratılmamıştır. İnsanoğlu için dünya hayatının gâyesi, âhiret saâdetini elde edebilmektir. Bu sebeple Rabbimiz, biz kullarını şöyle îkaz buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Allâh’a karşı, O’nun azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ üzere olun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Her hayat sâhibinin başından mutlakâ geçecek olan ölüm, fânî hayâta büyük vedâ ânı ve her canlının şahsına münhasır yaşayacağı husûsî bir kıyâmettir.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Son Nefes-I



Şunu unutmamalıdır ki, insanoğlu aslında her gece ve gündüz, farkında olarak veya olmaksızın, sayısız ölüm sebepleri ile karşı karşıyadır. Ölüm, insanı her an pusuda beklemektedir. Hazret-i Mevlânâ Mesnevî’sinde şöyle buyurur:

“Aslında her an, canının bir cüz’ü ölüm hâlindedir. Her an, can verme zamanıdır ve her an, ömrün tü­kenmektedir.”

Gerçekten hergün şu fânî hayattan bir gün daha uzaklaşırken kabre bir adım daha yaklaşmıyor muyuz? Hergün ömür takvimimizden bir sayfa kopmakta değil midir?

Hayatın sel misâli akışı karşısında insanın gâfil olmaması için yine Hazret-i Mevlânâ şu îkâzda bulunur:

“Ey insan! Aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki hâlini ve bir binânın günün birinde harâbe hâline geleceğini düşün de aynadaki yalana aldanma!..”

Son nefesimiz, binbir hikmet çerçevesinde bir sırr-ı ilâhîdir. Yâni istikbâlimize dâir bildiğimiz en kat’î gerçek olan ölüm vâkıasının, ne zaman gerçekleşeceği ilâhî takdîre bağlıdır. Hakîkaten insanoğlu ömrü boyunca sayısız kere ölümle yüzyüze gelmektedir. Yaşanan hastalıklar, beklenmeyen sürprizler, meydana gelen felâketler, hayatta her an mevcud olan, fakat insanın gaflet ve acziyeti sebebiyle çoğu kez habersiz olduğu nice hayatî tehlikeler, ölümle insan arasında ne ince bir perde bulunduğunu göstermiyor mu? O hâlde insanoğlu yukarıdaki âyet-i kerîmelerin muhtevâsına hergün sayısız defa dâhil olmakta ve bir bakıma âhirette verilmeyecek olan mühlet ve fırsatı, bu dünyâda tekrar tekrar almış olmaktadır. Buna rağmen insan, büyük bir teyakkuz içinde bulunması gerekirken, maalesef binbir gaflet içinde ömür takviminden yaprakların birer-ikişer düşüşünü, ekseriyetle hissiz bir şekilde seyrediyor. Tıpkı kayalar üzerinden boşa akıp giden yağmur damlaları gibi...
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Son Nefes-I




Aslında bizler, doğduğumuz günden beri her gün bir parça ölüyoruz, farkında olmadan her gün ölüme doğru yol almaktayız. Zaman şeridinden düşen her ânın bizi hakîkat sabahına yaklaştırmasını, âyet-i kerîme ne güzel ifâde eder:



“Kime uzun ömür verirsek, biz onun yaratılışını (gençliğini ve güzelliğini) bozar, beli bükük hâle getiririz. O kimseler bunu idrâk etmez mi? (Yolculuk ne tarafa?)” (Yâsîn, 68)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’den önce yaşayıp da onun geleceğini haber veren Kus bin Sâide adlı sâlih kul, âdeta yukarıdaki âyet-i kerîmeyi îzâh sadedinde Ukaz Panayırı’nda yaptığı bir konuşmasında insana âid kudret akışlarını, bu fânî hayâtın mâcerâ ve manzarasını ne güzel sergiler:

“Ey insanlar!

Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz ve ibret alınız!

Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur. Yağmur yağar, otlar biter. Çocuklar doğar ve anaların, babaların yerlerini alır. Sonra hepsi de mahvolur gider. Vukûâtın ardı arkası kesilmez. Hepsi birbirini takip eder...”

Hepimiz, Hakk’ın bize verdiği sayılı nefesleri harcayarak, son nefesi verdiğimiz gün dünyâ ve içindeki bütün bağlantılarımızla ya vedâlaşarak ya da vedâlaşamadan ölümle buluşacağız. Fakat âşık-ı sâdıklar için bu buluşma, belki de ölüm değil, bir diriliş olacaktır. Bir şeb-i arûs olarak tahakkuk edecektir. Onun için:

“Ölmeden evvel ölünüz.” sırrına ermek gerekir.

Bu sırrı Hazret-i Mevlânâ şöyle ifâdelendirir:

“Dirilmek için ölünüz!..”

Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu gibi:

“İnsanlar uykudadır. Ölümle uyanırlar...”
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Son Nefes-I



Bu itibarla nefsanî duygularımıza ve dünyevî isteklerimize mağlup olmayıp, asıl yaşayışın, hayvanî rûhla değil, bize Cenâb-ı Hak tarafından üfürülen ilâhî rûh ile olduğunu bilmelidir.


Dolayısıyla en fecî ölüm, Hak’tan gâfil olmak, onun rızâsını kaybetmektir... Onun için bir mü’min, nasıl yaşayıp nasıl ölmesi îcâb ettiğini idrâk etmeli ve îmândan ihsâna ulaşabilmenin eğitimini yapmalıdır. Zîrâ peygamberlerin dışında hiç kimsenin ne hâl üzere öleceği ve ne şekilde dirileceği hususunda bir teminâtı bulunmamaktadır. Hâl böyleyken, Yusuf -aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hakk’a:

“…Yâ Rabbî! Benim canımı Müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle.” (Yûsuf, 101) diye ilticâ etmesi, bizler için pek derin bir mânâ taşımaktadır.

Bu bakımdan her kul, havf ve recâ yâni korku ve ümid duyguları arasında bir kalbî kıvâma sâhip olmak mecbûriyetindedir. Dolayısıyla bu hâlet-i rûhiyenin sağlayacağı teyakkuz ve rikkat-i kalbiye ile, ömrünü dâimâ, son nefesini îmân ile verebilme endişesi ile geçirmelidir.

Âhiretteki hâlimizin ne olacağına dâir ilk ve net işâret, son nefesteki hâlimizde ortaya çıkmaktadır. Son nefesinde ebedî kurtuluşa erme mücâdelesi veren îmân kahramanları ve nâil oldukları mükâfâtlar, hidâyet rehberimiz olan Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere birer ibret levhası hâlinde sergilenmektedir:
“–Âlemlerin Rabb’ine, Mûsâ ve Hârûn’un Rabb’ine îmân ettik!” diyerek derhal secdeye kapanmış, îmân nîmetiyle şereflenmişlerdi.

Lâkin ahmak Firavun, öfkelenmiş ve sâhip olduğu saltanat ve gücüyle sanki vicdanlara da hükmedebilirmiş gibi onları tehdîd etmişti:

“–Ben size izin vermeden ona îmân ettiniz ha! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!..” demişti.

Sihirbazlar ise büyük bir îmân vecdi içinde:

“–Senin zulmün bize bir zarar veremez! Senin zarârın dünyâya âiddir. Âhiret saâdeti ise, ebedîdir!” diyerek îmân celâdetiyle tavır koymuşlardı.


Ne ibretlidir ki bu çetin zulüm karşısında bile onlar, zulümden kurtulabilme derdine değil, son nefeste bir îmân zaafı göstermeksizin müslüman olarak can verebilmenin endişesine düşerek Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ettiler:

“...Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A’raf, 126)

Nihâyet nâil oldukları hidâyetin bedelini, kol ve bacaklarının çapraz kesilmesi şeklinde ödeyerek şehîd ve velî olma şerefiyle Cenâb-ı Hakk’a kavuştular
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi

Tasavvuf, İlâhî Takdirden Râzı Olma Sanatıdır

Mevlânâ Hazretleri, oğlu Bahâeddîn Veled’e şöyle nasihat eder:

“Bahâeddîn! Eğer dünyâdayken cennette bulunmak istersen, herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma! Çünkü bir kardeşini dostlukla anarsan, dâimâ sevinç içinde olursun. İşte o sevinç, dünyâ cennetinin tâ kendisidir.

Eğer bir kimseyi kin ile anarsan, dâimâ üzüntü içinde olursun. İşte bu gam da cehennemin tâ kendisidir.

Dostları andığın vakit, içinin bahçesi çiçeklenir, gül ve fesleğenlerle dolar. Seni incitenleri andığın vakit ise, için dikenler ve yılanlarla dolar, rûhun sıkılır, kâbuslanır, içine bir pejmürdelik gelir. Bütün peygamberler ve velîler, mü’min kardeşlerini gönül saraylarına aldılar. Onların bu fazîleti, halkı cezbetti. Kendi arzularıyla onların ümmeti ve mürîdi oldular.” (Ahmed Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, II, 210)

Mü’min, din kardeşlerine karşı dâimâ müşfik, merhametli, müsâmahakâr ve affedici olmalıdır. Onların ezâ ve cefâlarına Allah rızâsı için yüzünü ekşitmeden tahammül etmelidir. İçinde mü’minlere karşı bir soğukluk, kin, hased, öfke, dargınlık taşımamalıdır. Bunun için de Rabbine dâimâ:

“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki mü’min kardeşlerimizi bağışla! Kalplerimizde mü’minlere karşı bir kin bırakma!..” (el-Haşr, 10) âyetinin muhtevâsı içinde niyaz hâlinde bulunmalıdır.




 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Tasavvuf, İlâhî Takdirden Râzı Olma Sanatıdır




Tasavvufun ilk dersi, incitmemekle başlar. Mânevî tekâmülün nihâî dersi ise, incinmemektir. İncinmemek, sadece insanlardan gelen eziyetlere karşı değil, hayat ve hâdisâtın acı kader tecellîlerine karşı da şikâyetçi olmamaktır. Zîrâ hayır ve şer bütün tecellîler, dünyayı bir imtihan diyârı olarak takdîr eyleyen Cenâb-ı Hak’tandır. Kâmil bir mü’min olarak yaşamak, O’ndan gelene, yine O’nun hatırına “Hoş geldin!” diyebilmektir. Dünyâda da, âhirette de huzur ve saâdetin özünde bu rızâ hâli vardır.

Yâni Hakk’ın rızâsına ermek isteyen, evvelâ kendisi Hak’tan râzı olacak. O’nun takdîrine rızâ gösterecek. Her hâlükârda hâline şükredecek. Hayâtın süfliyâtı ve menfaatlerine takılıp kalmayacak… Dünyânın imtihan malzemelerini kendine izâfe etmeyecek. Bu malzemeleri Hak rızâsı için kullanmayı bilecek. Hayatın med-cezirleri içinde mes’ud olmayı bilecek…

Lokman Hakîm, saâdetin anahtarını şöyle ifâde eder:

“İki şeyi unutma:

1. Allah -celle celâlühû-’yu unutma. (O’nun dostu olabilirsen selâmet bulursun.)

2. Ölümü unutma. (Fânîliğini unutma ki, nefsânî hayatın çıkmaz sokaklarında kaybolmayasın.)

İki şeyi de unut:


1. Sana yapılan menfî davranışları unut. (Mevlânâ’nın buyurduğu gibi: Dalındaki dikenlere sabredip hâline râzı olması, gülü, çiçeklerin şâhı kıldı.)

2. Yaptığın hayır ve iyilikleri unut. (Her güzel ameli, Rabbinin lutfu bil. Sana o iyilik temâyülünü Rabbinin lutfettiğini hatırından çıkarma! O’na şükret! Böylece nefsini palazlandırmaktan, ona rüşvet vermekten, yâni ona pay çıkarmaktan kurtul.)”
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Tasavvuf, İlâhî Takdirden Râzı Olma Sanatıdır




Gerçek bir mü’min, bir kuru ekmek parçasında bile saâdeti bulabilen, mes’ûd olan, Hakk’ın takdîr ettiği hayatın iniş-çıkışları içinde huzur hâlini korumayı bilen, hâlinden memnun olan, rızâ ehli kimsedir.

Âmâk-ı Hayâl adlı eserinde Filibeli Hilmi Efendi, mecâzî bir hikâye anlatarak sefâletleri saâdete çevirmenin yolunu bildirir:

Rûhî buhranlar içinde kıvranıp huzur ve saâdeti arayan hikâyenin kahramanı Râcî, Aynalı Baba’nın ney taksimi eşliğinde okuduğu derin mânâlı şiirlerin tesiriyle dalıp gider. Kendisini bir mecliste bulur. Orada peygamberlerden filozoflara, ulvî şahsiyetlerden süflî kimselere kadar herkes vardır. Bütün insanları temsil eden Beşeriyyet adında biri de gerçek saâdetin peşinde hıçkırıklarla ağlayarak çâre aramaktadır. Feryad ederek:

“–Bana söyleyiniz, merhamet ediniz; hem hayattan tiksiniyorum, hem de onsuz yapamıyorum. Ne olur söyleyiniz, saâdetin ne olduğunu bana târif ediniz?” der.

O mecliste bulunan bazı cüce şahsiyetler de, cüce sandalyelerinden kalkarak cevap verirler:

Konfüçyüs; “–Saâdet, bir tencere pirinç pilâvına bütün lezzetleri sığdırmaktır.”

Eflâtun: “–Dâimâ yücelikleri düşünmektir.”

Aristo: “–Mantık! İşte saâdet!”

Zerdüşt; “–Karanlıkta kalmamaktır.”

Brahma; “–Saâdet mi? Herkesin zannı ne ise, onun aksidir!”

Buda; “Saâdet, yok olmanın güzel isimlerinden biridir. Nirvana, ey Beşeriyyet,

Nirvana (boşluk)!” der.

Bu sözleri duyan Beşeriyyet’in zihni iyice karışır:

“–Sizler, kendinize bile faydalı olamadınız. Hep saâdet mahrumu olarak ömür sürdünüz. Dediklerinizin içinde de saâdetten eser yok! Saâdeti ne kendiniz yaşadınız, ne de peşinizden gelenlere yaşatabildiniz. Bütün fikirleriniz tozlu raflardaki kitapların içinde ancak güvelere yem oldu.

O zaman bir Allah dostu kalkıp şöyle der:

“Bu cihân, âkiller için seyr-i bedâyî (akıl sahipleri için esrâr ve sanat-ı ilâhiyeyi ibretle seyredebilmek), ahmaklar için ise yemek ile şehvettir.”
Daha sonra da peygamberler, saâdeti îzah ederler. Son olarak, meclisin reisi olan Fahr-i Kâinat Efendimiz, ayağa kalkarak şöyle buyurur:

“–Ey Beşeriyyet! Saâdet; hayatı olduğu gibi kabul etmek, eskâline/ağır yük ve çilelerine rızâ göstermek, ıslâhı için de gayret sarf etmektir. Yâni kalb-i selîme ermektir.”

Bunun üzerine Beşeriyyet, aradığı cevâbı bulmuş olarak ayağa kalkar ve:
“–Ey Fahr-i Âlem! Ey büyük Peygamber! Beşeriyyetin dertlerini anlayan ve ilâcını bulan yalnız Sen’sin!..” der.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Tasavvuf, İlâhî Takdirden Râzı Olma Sanatıdır




Velhâsıl, şâirin dediği gibi:
İhtilâfâtıyla uğraşmakta dehrin zevk yok,
Zevk anın mir’ât-ı ibretten temâşâsındadır…

“Dünyanın kîl u kâliyle uğraşmakta zevk yok. Esas zevk, bu kâinâtı ve mevcudâtı gönlün ibret aynasından temâşâ edebilmektir.”
Dolayısıyla Allâh’a ve âhirete îmân etmiş birinin, fânî hayat ve hâdiselerin girdabı içinde boğulması, kendini kaybetmesi, dehşetli bir hamâkattir/ahmaklıktır. Bu hamâkatten kurtuluşun yolu da, îman zâviyesinden ibret nazarıyla âleme bakış tarzı kazanmaktır. Bu da insanı tefekküre sevk eder. Hayat ve hâdiseleri, îman penceresinden tefekkür edebilen kimsede ise, dünyevî gam ve kederden eser kalmaz. Onlar gafletten uyanmış, âgâh gönüllerdir.

Bunun içindir ki, korku ve hüzünden kurtularak ebedî huzûra kavuşmuş olan
Hakk’ın sâlih kulları, kâinattaki ilâhî kudret akışlarını, ibret, hayret ve tefekkürle temâşâ ederler. Kudret-i ilâhiyyenin tabiatta vücûda getirdiği sonsuz hârikalardaki ilâhî sanatın zevkine ererler. Dünyânın gelip geçici imtihan cilvelerine takılıp kendini perişan etme hamâkatinden kurtulurlar. Zîrâ Hakk’ın rızâsına ermek için evvelâ O’nun takdîrine râzı olmayı bilirler. Kâinâta bakıp huzur bulurlar. Meselâ sermâyesi aynı toprak olan bitkilerin rengârenk yaprak, çiçek ve meyvelerindeki renk, koku, lezzet gibi ilâhî kudret tecellîlerinin hârikalarına nazar ederler. Bunların lisân-ı hâllerine ve sırlı beyanlarına âşinâ olup kâinat sayfalarını ibretle okumaya başlarlar.

Bir çiçeğe bakıp huzur bulurlar, bülbülün sesini dinleyip ne güzel bir ilâhî konser diyerek huzur hissederler. Olgun mü’minler, nîmetleri görüp şükreder ve huzur duyarlar. Fânîlerin külfetlerine sağır ve âmâ kesilip tahammül göstererek huzurlarını muhâfaza ederler… Câhillerin ve nâdanların menfî davranışlarına karşı “selâmâ” deyip geçerler.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Tasavvuf, İlâhî Takdirden Râzı Olma Sanatıdır




Şeyh Sâdî-i Şîrâzî uyanık bir kalb ile gâfil bir kalbi şöyle mukâyese eder:

“İdrak sahipleri için ağaçlardaki her bir yaprak, mârifetullâh (yâni Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyabilme) husûsunda mufassal bir kitaptır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar tek bir yaprak bile değildir.”
Mevlânâ Hazretleri de Mesnevî’sinde bir gâfilin hâlini şöyle ifâde eder:

Bir gün Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a bir kimse yol arkadaşı olmuş. Be*raber giderlerken bu kimse, bir köşede bazı kemikler görmüş ve Hazret-i Îsâ’ya yalvarmış:

“–Ne olur yâ Îsâ! Bildiğin ism-i âzam’ı bana da öğret de bu kemikleri diriltip kaldırayım.”

Hazret-i Îsâ ise cevâben:

“–O iş senin kârın değildir. İsm-i âzam’ı okuyup ölüyü diriltmek için yağmurlardan daha temiz bir nefes sâhibi, kullukta meleklerden daha anlayışlı bir ki*şi ol*mak gerek. İsm-i âzam, pâk bir lisân ve temiz bir kalb ister. Yâni öyle bir kimse ki, nef*si haram ile mülevves olmasın ve me*lâike gibi isyan ve günah*tan pâk ol*sun. Çünkü bir kimsenin nefsi pâk olursa; o kimsenin duâsı makbûl olur. Hak Teâlâ o kimse*yi hazînelerinin emîni eyler.

Meselâ farzedelim ki, sen, Hazret-i Mûsâ’nın asâsını elinde tutabilirsin. Fakat Mûsâ’daki kuvvet sende var mı ki, onu ejderha yapabilesin ve onu zap*tetmeye kâdir olabilesin. Hattâ Musâ’nın asâsı ejderha olunca kendisi bile korkmuştu da Cenâb-ı Hak ona: “Korkma Yâ Mûsâ!”[1] buyurmuştu.

İşte bunun gibi, sende Îsâ’nın nefesi yokken ism-i a’zamı okuyup ezberlemenin sa*na ne faydası olur ki.” de*di.

Fakat gâfil, yine durmadı ve:

“–Yâ Îsâ! Bu istîdat bende yoksa, bâri sen o kemiklerin üzerine oku!” dedi.
Hazret-i Îsâ, bu ahmağın sözlerine karşılık olarak:

“Yâ Rabbî! Bu esrârın hikmeti nedir? Bu ahmağın bu derece cidâle meyli nedendir? Kendisinin kalbi ölü, başkasının cesedini diriltmeye çalışıyor. Hâlbuki ona dü*şen, asıl ölü olan kendisini ihyâ etmek. Kendisini diriltmek için duâ edeceğine, başkalarını ihyâya çalışıyor. Bu ne gaflettir!” diyerek hayretini ifâde etti.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Tasavvuf, İlâhî Takdirden Râzı Olma Sanatıdır (son)

Velhâsıl kâmil bir mü’min, Rabbinin kendisine takdîr ettiğinin, kendisi için en hayırlısı olduğu bilip haddini aşmamalıdır. Elde edemedikleri için perişan olmak ve sızlanmak yerine elindekilere şükretmeli, hâlinden memnun olmalıdır. Ne fânî hayatın yaldızlarına kanmalı, ne de elde edemediklerine hasretle yanmalıdır. Böyle bir hamâkatten, sefâletini saâdet zannetme ahmaklığından Hakk’a sığınmalıdır. Cefâlar içinde saklı safâyı, külfet içinde gizli nîmeti görerek huzurunu muhâfaza etmelidir.

Sâhibimiz, Mâlik’imiz, Mevlâ’mız buyurur:
“Ey huzura kavuşmuş insan! رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً / Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30)
Rabbimiz cümlemizi bu âyetin muhtevâsına girebilen bahtiyar kullarından eylesin…
Âmîn!
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Fahr-i Kâinât -Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem-'in Dünyâyı Şereflendirmesi



Ol Seyyidü'l-kevneyn Muhammed Mustafa'ya salevât!..


Ol Rasûlu's-sekaleyn Muhammed Mustafa'ya salevât!..

Ol Imâmu'l- Harameyn Muhammed Mustafa'ya salevât!..

Ol ceddü'l-Haseneyn Muhammed Mustafa'ya salevât!..


Zaman, insanin en mühim sermâyesidir.


Zamanlar içinde bazı husûsî fırsatlar vardır ki, ihyâ edicidir.


Günler, geceler, aylar arasında Öyle kıymetli kazanç mevsimleri olur ki, onları gafletle geçirmek büyük zarardır.


Acı kayıplara ve hasretlere sebep olur.

Zirâ bütün canlıları, istisnâsız fânîliğe mahkûm eden cenâb-i Hakk, hayâti "zaman" denilen varlığın bir parçası içine hapsetmiştir.


"Zaman" beser idrâkinin kavramaya muktedir olamadığı en dehşetli muammâlardan biridir
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Fahr-i Kâinât -Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem-'in Dünyâyı Şereflendirmesi



Ancak kolayca anlaşılır ki, "zamân"in her parçası ayni kıymet ve ehemmiyette değildir.

Zamanlar içinde, yaradılışın başlangıcından âlemin yok olacağı âna kadar en mes'ûd ân, hiç şüphesiz âhırzaman Peygamberi'nin Dünyâ'yı teşrif ânidir.

Zirâ yaradılışta ilk olan O'nun nûrudur.

Kâinât, müstesnâ bir mücevheri taşıyan mûtenâ bir mahfaza gibi, hep O'nun şerefine halkedilmiştir.

Ve O'nun teşrifi ile Dünya şeref bulmuştur.

Bu gerçek, hadis-i kudsî olarak meşhûr olan bir kelâmda:

"(Ey Habîbim!) Sen olmasaydın, Sen olmasaydın; bu kâinâtı yaratmazdım!.." seklinde beyân buyurulmuştur.

Sâir de, bu yaradılış sırrını ne güzel ifâde eder:

Doğmazdı kalbe îmân
İnmezdi arza Kur'ân
Meçhûl olurdu esmâ;
Levlâke Yâ Muhammed!..
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Fahr-i Kâinât -Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem-'in Dünyâyı Şereflendirmesi


Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Ashâb-i Kirâm Hazaratı Allâh Rasûlü'ne sordular:

"- Size peygamberlik ne zaman ihsân oldu?"

cevâben O (s.a.v.):

"- Âdem, su ile toprak arasında iken..." buyurdular.

Demek ki, nübüvvet-i Muhammedî, Âdem âilesi teşekkül etmeden, kudsî bir tecellî ile başlamıştır.

Yâni, ilk parlayan varlık cevheri, "nûr-i Muhammedî"dir.

Hazret-i Peygamber, nûru ile Hazret-i Âdem'den önce,

cismâniyeti ile bütün peygamberlerden sonra zuhûr etmekle,

nübüvvet takvîminin ilk ve son yaprağı olmuştur.

O, zaman Îtibariyle son, gâye Îtibariyle ilk peygamberdir
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Fahr-i Kâinât -Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem-'in Dünyâyı Şereflendirmesi



Zirâ risâlet takvîmi, "nûr-i Muhammedî" ile başlamış;

son yaprağı da "cismâniyet-i Muhammedî" ile nihâyet bulmuştur.

Bu Îtibarla denilebilir ki;

Meleklerin secdeye mecbûr kılındığı Âdem (a.s.);

Semâvî hayranlığın esrârını taşıyan İdrîs (a.s.);

Yeryüzünü tûfânı ile küfürden temizleyen Nûh (a.s.);

İnkâr yurtlarını fırtınalar ile alt-üst eden Hûd (a.s.);

Azgınlık ve taşkınlık yuvalarını zelzelelerle kökünden sarsan Sâlih (a.s.);

Nemrûd'un ateşlerini, tevekkül ve teslimiyeti ile gülistâna çeviren İbrâhîm (a.s.);

İhlâs, sadâkat, tevekkül ve teslîmiyeti ile sembolleşen, kıyamete kadar hac

ibâdetinde bütün mü'minlere kıssaları hatırlatılan İsmail (a.s.);

Muhabbet ve hasretle kavrulan ve sabırda âbideleşen Ya'kûb (a.s.);
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Fahr-i Kâinât -Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem-'in Dünyâyı Şereflendirmesi



Bir müddet kölelik, sonra zindanda yalnızlık, gariplik, çile, ızdırab, meşakkat,

riyâzât ve nefs mucâhedesini muteâkıb Mısır'a ve gönüllere sultân olan ve mehtapları solduran nûru ile Yûsuf (a.s.);

Derin tefekkürü ile sabrın bideyi tasi olan Eyyûb (a.s.);

Esrâr-i ilâhiyyeyi Hz. Mûsâ'ya tâlim eden Hızır (a.s.);

Tevhîd sancağını meşrıkdan mağribe taşıyan Zülkarneyn (a.s.);

Gönülleri saran hitâbeti ile Şuayb (a.s.);

Fir'avn'ın saltanatını alt-üst eden, Kızıldeniz'den mûcizevî asâsı ile yollar açan Mûsâ (a.s.);

Büyük bir vecd hâlinde, istiğfâr, duâ ve zikrin hakîkatinde derinleşerek karanlıkları asan Yûnus (a.s.);

Zikri ile; dağları, taşları, vahşî hayvanları, istiğrâk hâline getiren Dâvûd (a.s.);

Muazzam saltanatını, kalbinin dışında taşıyabilen Süleymân (a.s.);

Yüz senelik bir ölümden sonra tekrar diriltilerek, kıyâmetteki yeniden yaradılışa misâl olan Uzeyr (a.s.);

Testere ile ikiye bölünürken dahî "aaah!" demeden, tevekkül ve teslîmiyetini
muhâfaza eden mazlûm peygamber Zekeriyyâ (a.s.);

Babası gibi olumu şehîdlikle karşılayan Yahyâ (a.s.);

Ölülere hayât veren nefesleri ile Îsâ (a.s.);

Ve hulâsa, Yüz yirmi bin kusûr peygamber ve onlardaki tecellîler, âlemlerin sultâni Hz. Muhammed Mustafâ'nın zuhûra gelmesinin âdetâ birer müjdesi idi...
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Fahr-i Kâinât -Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem-'in Dünyâyı Şereflendirmesi -devamı-





İbn-i Abbas'dan rivâyet edilir:

Cenâb-i Hakk, Havvâ Vâlidemizi, Hz. Âdem'in sol kaburga kemiğinden yarattı.

Âdem (a.s.) o esnâda uyumaktaydı.

Uyanıp yanında bir filiz gibi Havvâ'yı görünce, kalbi ona aktı ve elini uzattı.

Melekler haykırdı:

"-Yâ Âdem, dokunma ona!.. Henüz nikâhın kıyılmadı!.."

Bundan sonra Hz. Âdem ile Hz. Havvâ'nın nikâhları kıyıldı. Mehrin şartı da, üç kere Hz. Muhammed Mustafâ'ya salevât-i şerîfe getirmek sûretiyle tahakkuk etti.

Bu, Allâh huzûrunda ve Muhammedî hakîkat önünde ilk nikâhın başlangıcı oldu.

Böylece nikâh, Hz. Muhammed Mustafâ'ya salevât ile ulvî bir mânâ kazandı. Rahmet, bereket ve feyiz tecellîleri ile doldu.

Nihâyet, "cismâniyet-i Muhammediyye" Hz. Abdullâh ile Hz. Âmine'nin izdivâc kucağında göründü.

Bu kudsî doğum, yaradılış târihinin en Büyük hedefi idi.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Fahr-i Kâinât -Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem-'in Dünyâyı Şereflendirmesi





Bu hatun, Rasûlullâh'ın düşmanı Ebû Leheb'in câriyesi idi.

Sevbiye Hatun, Ebû Leheb'e yeğeninin doğum müjdesini haber verince, Ebû Leheb, sırf kavmî asabiyetten dolayı bu câriyeyi âzâd etti.

Bu ırkî asabiyetten meydana gelen sevinç bile, Ebû Leheb'in Pazartesi geceleri azâbını hafifletmeye yetti.

Ebû Leheb'i ölümünden sonra bir gece rü'yâda gördüler ve sordular:

-Yâ Ebâ Leheb, hâlin nasıl?

- cehennemdeyim; azâb içindeyim!.

Ancak pazartesi geceleri azâbım hafifletiliyor.

O gecelerde parmaklarımın arasını emiyorum.

Oralardan su çıkıyor, suyu içiyor ve serinliyorum.

çünkü, Pazartesi günü Sevbiye koşup bana "o sabah Allâh Resûlü'nün doğduğunu" müjdelemişti; ben de onu âzâd etmiştim.

Bunun karşılığı olarak Allâh, Pazartesi geceleri bana, azâbımı hafifletmek gibi bir ihsanda bulunuyor.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Fahr-i Kâinât -Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem-'in Dünyâyı Şereflendirmesi


İbn-i Cezerî:

"-Ebû Leheb gibi bir kâfir, Allâh Resûlü'nün doğduğu gün gösterdiği sırf kavmÎ bir sâikle cehennem içinde faydalanırken,

kıyas etmeli ki, bir mü'min o gece hürmet gösterip Kâinâtın Fahr-i ebedîsi askına gönlünü ve sofrasını açacak olursa,

Hakk tarafından ne turlu lütuf ve keremlere nâil olur!..

Lâyık olan, Allâh Resûlü'nün doğdukları ayda toplantılar yapıp ziyâfetler vermek,

fakirleri her turlu iyilik ve sadakalarla sevindirmek ve Kur'ân okutmaktır..." der.

O yetîm ve ümmî, insanlardan ders almadı;

bütün beşeriyyete kurtarıcı ve gayb âleminin tercümânı ve Hakk mektebinin hocası olarak geldi.
 
Üst