Otuz Birinci Söz - Sayfa 778
Elbette bu kadar nümuneler gösteriyorlar ki, bütün evliyaların sultanı, umum mü’minlerin imamı, umum ehl-i Cennetin reisi ve umum melâikenin makbulü olan zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) seyr ü sülûküne medar bir Miracı bulunması ve onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet makuldür ve şüphesiz vakidir.
ÜÇÜNCÜ ESAS
Hikmet-i Mirac nedir?
Elcevap: Miracın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O kadar incedir ve lâtiftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bazı işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de vücutları bildirilebilir. Şöyle ki:
Şu kâinatın Hâlıkı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecellî-i ehadiyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehâsından tâ mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir Miracla, bir ferd-i mümtazı, bütün mahlûkat hesabına kendine muhatap ittihaz ederek, bütün zîşuur namına makàsıd-ı İlâhiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarıyla âyine-i mahlûkatında cemâl-i san’atını, kemâl-i rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir.
Hem Sâni-i Âlemin, âsârın şehadetiyle, nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihîdirler. Yani bizzat sevilirler. Öyle ise, o Cemâl ve Kemâl Sahibinin, cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını
<tbody>
</tbody>
Elbette bu kadar nümuneler gösteriyorlar ki, bütün evliyaların sultanı, umum mü’minlerin imamı, umum ehl-i Cennetin reisi ve umum melâikenin makbulü olan zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) seyr ü sülûküne medar bir Miracı bulunması ve onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet makuldür ve şüphesiz vakidir.
ÜÇÜNCÜ ESAS
Hikmet-i Mirac nedir?
Elcevap: Miracın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O kadar incedir ve lâtiftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bazı işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de vücutları bildirilebilir. Şöyle ki:
Şu kâinatın Hâlıkı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecellî-i ehadiyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehâsından tâ mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir Miracla, bir ferd-i mümtazı, bütün mahlûkat hesabına kendine muhatap ittihaz ederek, bütün zîşuur namına makàsıd-ı İlâhiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarıyla âyine-i mahlûkatında cemâl-i san’atını, kemâl-i rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir.
Hem Sâni-i Âlemin, âsârın şehadetiyle, nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihîdirler. Yani bizzat sevilirler. Öyle ise, o Cemâl ve Kemâl Sahibinin, cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını
Cemâl ve Kemâl Sahibi: sonsuz güzellik ve kemâl sahibi olan Allah (bk. c-m-l; k-m-l) | Hâlık: herşeyin yaratıcısı Allah (bk. ḫ-l-ḳ) |
Mirac: Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk (bk. a-r-c) | Sâni-i Âlem: bütün varlık âlemini sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; a-l-m) |
ayn-ı hikmet: hikmetin ta kendisi (bk. ḥ-k-m) | cemâl: güzellik (bk. c-m-l) |
cemâl-i san’at: sanatın güzelliği (bk. c-m-l; ṣ-n-a) | ehl-i Cennet: Cennet ehli |
evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) | ferd-i mümtaz: seçilmiş kişi (bk. f-r-d) |
fikr-i beşer: insanın fikri (bk. f-k-r) | hakikat: gerçek mahiyet, esas, içyüz (bk. ḥ-ḳ-ḳ) |
hayt-ı ittisal: bağlayan, birleştiren bağ | hikmet-i Mirac: Miracın hikmeti, gayesi ve anlamı (bk. ḥ-k-m; a-r-c) |
ittihaz: edinme, kabullenme | kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l) |
kemâl-i rububiyet: rububiyetin mükemmelliği; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. k-m-l; r-b-b) | kesret tabakatı: sayısız varlıklardan oluşan âlemler (bk. k-s̱-r) |
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) | lâtif: ince, cismanî olmayan (bk. l-ṭ-f) |
mahbub-u lizâtihî: bizzat sevilen, muhabbete lâyık olan (bk. ḥ-b-b) | mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) |
makam: derece | makbul: kabul görmüş; değer ve itibar sahibi |
makul: akla uygun | makàsıd-ı İlâhiye: Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler (bk. ḳ-ṣ-d; e-l-h) |
masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a) | mebde-i vahdet: başlangıçtaki birlik; Allah’ın birliğini gösteren asıl kaynak (bk. v-ḥ-d) |
medar: dayanak, vesile | melâike: melekler (bk. m-l-k) |
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) | münasip: uygun (bk. n-s-b) |
müntehâ: en son nokta, sonuç | müşahede etmek: gözlemlemek (bk. ş-h-d) |
nam: ad | nazar: bakış, göz (bk. n-ẓ-r) |
nihayetsiz: sonsuz | nur-u vahdet: birlik nuru (bk. n-v-r; v-ḥ-d) |
nümune: örnek, misal | reis: başkan |
seyr ü sülûk: mânevî ve ruhî yolculuk | suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) |
tarz: şekil, biçim | tecellî-i Ehadiyet: Allah’ın birliğinin her bir yaratıkta görünmesi (bk. c-l-y; v-ḥ-d) |
tezahür: görünme, ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r) | umum: bütün |
vaki: olmuş, meydana gelmiş | vücut: varlık (bk. v-c-d) |
zât-ı Ahmediye: yüksek velâyet sahibi olan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı (bk. ḥ-m-d) | zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r) |
âsâr: eserler | âyine-i mahlûk: Cenâb-ı Allah’ın isimlerine aynalık yapan yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) |
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) |
<tbody>
</tbody>