Risale-i Nur'u Sadeleştirmemek İçin Çok Sebep Var..

Huseyni

Müdavim

Sadeleştirme manayı tamamen bozar


10 Şubat 2012 / 13:26

Bediüzzaman'ın talebelerinden Said Özdemir, Risale-i Nur'un neden sadeleştirilmemesi gerektiğini anlattı

Abdurrahman Iraz'ın haberi:

RİSALEHABER-Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden Said Özdemir, Risale-i Nur'un neden sadeleştirilmemesi gerektiğini anlattı.

Sadeleştirmeye kaynak gösterilen "Fakat yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçe farklı olduğundan, yeni Türkçe için bazı kelimat-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşur. O zamanı görmeyen gençlere teshilat olması için bazı tabiratı değiştirirseniz iyi olur" ifadelerinin eksik olduğunu belirten Özdemir Ağabey, bunu öncesinin de olduğunu ancak Bediüzzaman'ın bu ifadeleri daha sonra kaldırdığını söyledi.

O ifadelerin öncesi şöyle:

''Saniyen: Burada, Lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz İkinci Söz'ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem'a'nın ism-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem'ası hâtimesine kadar, Âyetü'l-Kübrânın, 'Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir...' diye başlayan Birinci Makamın başından ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp, ta On Sekizinci Mertebe olan kâinatın hudus hakikatı, ta imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı maneviyle izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkâra on ikilik top güllesi gibiatabilirsiniz.


SADELEŞTİRMEYE NE DEDİ?

"Sadeleştirme tamamen manayı bozar" diyen Özdemir ağabey, tarihten örnekler verdi.

Risalelerin gençlere de ulaşmasını destekleyen Özdemir ağabey, "Eskiden Ankara'da biz 10-15 kişiydik. İstanbul'da 20-25 kişiydik. Bugün Türkiye'de değil bütün alem-i İslamda milyonlara baliğ olan bir cemaat meydana geldi. Anlamayan insanlar neden okurlar, neden bu kadar çoğalma oldu. Neden rağbete medar oldu? Eskiden İstanbul ve Ankara'da basılıyordu. Şimdi 8-10 neşriyat basıyor ve yetiştiremiyor. Anlaşılmayan bir kitap neden okunsun? Aklı bazı kelimeleri anlamasa dahi kelimelerin bir araya gelişinde manevi bir feyiz var. İlhamen yazdırıldığı için muazzem intişar ediyor. Başka kelimeleri karıştırısanız kuru kalıyor. Sadeleştirmeyi yapanlara katiyyen diyorum ki Risale-i Nur'a karşı bir ihanettir ve doğrudan doğruya Risale-i Nur'un istifadesine mani olmaktır. Bu dinen de caiz değildir. Kanunen yapsalarda İslami bir kural değildir" dedi.

İşte o sözleri:

[video=vimeo;36534603]http://vimeo.com/36534603[/video]


http://www.risalehaber.com/news_detail.php?id=135889
 

Huseyni

Müdavim

Said Nursi farklı bir edebiyat tadı taşıyor


18 Şubat 2012 / 09:01


Said Nursi’nin Risale-i Nur’da kullandığı dili bir çok sanatçının da dikkatini çekmişti

Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur’da kullandığı dili bir çok sanatçının da dikkatini çekmişti.
"Ağabeyler Anlatıyor" kitap serisinin yazarı Ömer Özcan, arşivinde yer alan bir küpürü Risale Haber okuyucuları ile paylaştı. Küpürde yazar, müzisyen, politikacı ve yönetmen Zülfü Livaneli’nin Risale-i Nur ve Said Nursi ile ilgili sözleri yer alıyor.

25 Mart 1995 tarihli Zaman Gazetesinde yayınlanan haberde, Livaneli'nin görüşleri şöyle:

"Said Nursi çok zeki ve insanı etkileyen biri. Büyük bir bunalıma girmiş insanlığa yardım etmek için, Risale- i Nur Külliyatı'nı yazmış. Bu külliyattan ben de okudum.

Risale-i Nur'da Said Nursi'nin çok ilginç ve ateşli bir üslubu var. Said Nursi'nin bambaşka bir Türkçe anlayışı var. Farklı bir edebiyat tadı taşıyor. Risale-i Nur'un üslubu öylesine kuvvetli ve hırslı ki insanı ister istemez etkiliyor.
"Said Nursi ilginç biri. Tarihin hangi döneminde yaşamış olursa olsun filozoflarla polemiğe giriyor, aynı konuları irdeliyor. Balzac'ın öğretmenine sorduğu soruya cevap veriyor.

Camus ile Kierkegaard ile tartışmaya giriyor ve doğrusu çok mantıklı cevaplar veriyor. Varoluşçu felsefenin temel sorusu olan kader gibi zor bir konuda verdiği cevaplar beni çok ilgilendiriyor.

Yani insanın kaderinin, davranışına bağlı olması fakat bunu Allah'ın daha önceden bilmesi…

Said Nursi farklı biri."


Said Nursi farklı bir edebiyat tadı taşıyor haberi - 18 Şubat 2012 / 09:01
 

Huseyni

Müdavim

NUR RİSALELERİNİ SADELEŞTİRME HEVESİNE KAPILANLARA MÜHİM BİR İHTAR!



İşittim ki, Nur Risalelerini "sadeleştirme" sevdasına kapılmışsınız. Bunun bazı örneklerini de gördüm. Bu husustaki fikirlerimi madde madde söylemek niyetindeyim. Beni dinlemeseniz bile samimiyetime kulak vermenizi rica ediyorum:

Birincisi: Bu hakkı nereden ve kimden alıyorsunuz? Bir müellifin eserlerinden istifade etmek, okuyucuya, onun kitaplarında tasarruf etme yetkisini verir mi?

İkincisi: Nur Risaleleri zengin bir kelime kadrosuna sahiptir. Ben lügatini hazırladım ve bu günkü nesillerce bilinmeyen on bir bin kelime buldum. Bilinenleri de sayarsak kelime sayısı en az ikiye katlanır. Oysa, sade dille yazınca okumalarını ve anlamalarını umduğunuz insanlar azami bin kelime kullanıyorlar. Bu durumda, lisan ve lügat ilmine vakıf herkes bilir ki, manaları zayi etmeksizin sadeleştirme yapmak muhaldir. İnsaf edin, yirmi bin kelimeyi bin kelimeyle ifade etmek nasıl mümkün olabilir?

Üçüncüsü: Erbabına malumdur ki, dil ile düşünce arasında paralellik vardır. İnsan, sahibi olduğu kelimeler kadar düşünebilir. Risale diline sahip olmak demek aynı zamanda tefekkür alanını genişletmek demektir. Bu kıymetli eserlerin önemli faydalarından biri de budur. Bu hikmeti kesip atmak zulüm olamaz mı?

Dördüncüsü: Risalelerde Bediüzzaman Hazretlerinin kendine has bir üslubu vardır. Belagat, fesahat, cezalet ve selasetten süzülen fevkalade tesirli bir üslup. Hem akla, hem de kalbe tesir ediyor. Bu bedi üslubu parçalamak ve tesirini kırmak cinayet olmaz mı?

Beşincisi: Lisanımız bir asırdır sadmelerle sarsılıyor. Kırpıla kırpıla fakir bırakıldı, tefekkür dili olmaktan uzaklaştırıldı. Nur Risalelerinin bir hizmeti de lisanı muhafaza etmek ve ortak bir dil kurmaktır. Siz aksi istikamette hareket etmekle yıkıcıları sevindirmiş olmuyor musunuz?

Altıncısı: Siz de bilirsiniz ki, her ilmin kendine has ıstılahları, terimleri, kavramları vardır. O ilmi elde etmek isteyen adam bu kelimeleri öğrenmek zorundadır. O ilmi bilmek, terimleri sindirmekle mümkündür. Risalelerde de iman ilmi anlatılıyor. Onun da ıstılahları var. Bu ıstılahların günlük dilde karşılıkları yoktur ki yerine konabilsin. Risalelerin dili, imanın dilidir. İman dili tercüme edilebilir mi, edilirse ruhu incinmez mi?

Yedincisi: Bazı kimseler Risaleleri okumak istiyorlar da anlamakta zorlandıkları için mi okumuyorlar sanıyorsunuz. Zehi gaflet! Nurları, enfüsi aleminde sorgulaması olan ve hakikati arayanlar okur. Bu vasıflara sahip her yaştan ve her baştan insan okuyor zaten. Anlamak için lügatlere bakıyor, bilmediklerini soruyor ve istifade ediyorlar. Bu o kadar bedihi ki delil bile istemiyor. İnsanlar daha çok namaz kılsın diye caminin dışına seccade sermekle namaz kılanların sayısı artar mı?

Sekizincisi: Bazı sadeleştirmeleri inceledim, hakiki metinden hiç de daha anlaşılır olmadıkları gördüm. Risalelerin anlaşılıp anlaşılamaması sadece kelimelerle ilgili değil ki. Ortada derin ve ince bir ilim var, dikkat ve itina istiyor. Zengin kelime kadrosu onun sadece bir yönü. Bazı kelimelerin yerine başkalarını koymakla, belki bir derece bilinen kelimelerin sayısını artırıyorsunuz, ama esas dokuyu bozmakla da onu daha karışık bir hale getiriyorsunuz. Bunun neresinde sadelik?

Dokuzuncusu: Risalelerin şiirli bir dili vardır. Ahengi ruhlara tesir eder, kalbin en derin ve ince hislerini lerzeye getirir. İnsan da sadece akıldan ibaret değildir. Akla iyilik edeceğim diye kalbe darbe vurmak akıllılık mıdır? Sadeleştirme ünvanı altında bu harika, sanatlı, revnaklı, fasih ve selis üslubu tahrip etmek nurlara en büyük zararı vermektir. Malum ya, bazen gafil dostumuz düşmanımızdan ziyade zarar verebilir!

Onuncusu: Kaldı ki, nurlardan istifade ettikten sonra, kalem erbabı zatlar, bu hakikatleri yazabilir, her edebi türde eserler verebilirler. Buna hiçbir engel yoktur. Nurlar, yazılarınıza ruh olmak kaydıyla roman, hikaye, deneme, şiir ve saire yazmanıza ne mani var? Risalelere hemen muhatap olamayanlar sizin eserlerinizi okur, istifade eder, hakikati bulabilirler. Daha fazlasını isteyince de nurları okumaya başlarlar. Nitekim böyle de oluyor. Nice Nur Talebesi yazar var dünyada. Kitapları basılıyor, satılıyor, okunuyor. Sizin de madem ilminiz ve edebi kabiliyetiniz var, gösteriniz, işte meydan! Bu yazarlar kendileri adına yazıyor ve konuşuyorlar. Nurlara halel getirmeleri söz konusu olmuyor. Çünkü Risaleler adına konuşmuyor ve yazmıyorlar.

On birincisi: Muarızlar, Nurların önüne perde çekmek ve insanları onu tanımaktan alıkoymak için her yolu denediler, ama muvaffak olamadılar. Siz ise, Nurların sadesi, lügatlisi, meallisi ve saire derken araya perdeler koyuyorsunuz ve koyacaksınız. "Kötü para iyi parayı kovar" misali, sizin uyduruk dilinizle yazılanlar Nurlara perde oluyor ve olacak. Zamanla bu perdeler hem daha da artacak, hem de daha fazla kalınlaşacak. Hakiki Nurlar, zaman zaman hatırlanan birer mübarek yadigar haline gelecek!

On ikincisi: İnsanları zıvanadan çıkaran mühim amillerden biri de para hırsıdır. Bu mübarek eserler iyi de alıcı buluyor, çünkü herkesin ihtiyacı var. Sade basım, yalın yayım derken korkarım ki, bazı paracıların iştahını kabartırsınız. Cevşen ticareti meydanda! O zaman her bezirgan, canı nasıl isterse ve ne kadar isterse o kadar basar ve satar. Bu yolu açmaktan korkmuyor musunuz? Malum, sebep olan yapan gibidir diye bir düsturumuz var!

On üçüncüsü: Sizin Risale neşir hakkınız yok diye biliyorum. Var da ben mi bilmiyorum. Sahi, siz risale basma ve yayma hakkını kimden aldınız? Muhterem müellifin varis tayin ettikleri malum. Siz de onlardan mısınız? İzniniz yoksa bu fiilinizin hesabını nasıl vereceksiniz? Biliyorum ki, varislerden hiç biri yaptıklarınızı uygun bulmuyor. Öyleyse siz yaptıklarınızı ne hakla yapıyor ve hangi hukuka dayanarak basıp yayıyorsunuz!

On dördüncüsü: Mesele sadece sadeleştirme de değil. Kiminiz sayfanın altına meal koyuyorsunuz, kiminiz metnin yanına sözlük yerleştiriyorsunuz, kiminiz kitabın önüne önsöz, takdim, biyografi ekliyorsunuz. Öyle ya, bu mübarek Kuran tefsirine herkes ne isterse yapabilir! Yeter ki aslını kaybetsin! Her yol mübah! Bunları yapmak için fetvayı kimden aldınız?

On beşincisi: Tercümeleri kendinize delil yapıyormuşsunuz. Böyle kıyas mı olur, insaf ediniz! Hiç lisan bilmeyenlere tercüme etmek bir zarurettir. Zaruret ise haramı bile helal kılar. Açlıktan ölme tehlikesi geçiren adam haram etten doymayacak kadar yiyebilir. Ama başkası bu ruhsattan istifade edemez. Bu misali meselemize tatbik ediniz! Türki lisan bilmeyenler, muztar adamlardır. Sizin muhataplarınız böyle mi! Nasıl unutursunuz ki, Risaleler onların diliyle yazıldı. Risale dili muhataplarınıza yabancı değil, muhataplarınız bu dile yabani. Onları buraya getirmek gerek. Yoksa bunu oraya taşımak için derisini yüzmek akıl karı değildir. Müfsitler de dil uygulamalarıyla bunu yapmak niyetindeydiler zaten. Ezanı ve namaz surelerini tahrif için az mı didindiler! Nurlarda dil ve üslup canlı deri gibidir. Elbise gibi olsa, belki onu soyar, kendi modanıza göre bir libas giydirebilirdiniz!

On altıncısı: Evet, Risalelerde manası hemen kavranamayan bölümler vardır. Ama hepsi böyle mi? Kolayca anlaşılan, sezilen, sevilen bölümler de var. Nurlara yeni muhatap olan bunlardan başlamalı. Sonra öbürlerini de okur, onlardan da faydalanır.

On yedincisi: Risalelerin bir gazete yazısı gibi basit olmayışından dolayı bir cazibesi var. O bezme ancak layık olanlar girebilir. İhtiyacını hisseden ve iştiyak duyanlar talebe olabilir. Onu arayanlar bulabilir, bulmalıdır. O, popüler bir meta değildir. Biraz istek, biraz talep, biraz da gayret lazım. Ucuz bir mal olmamalı Nurlar. Hemencecik tüketilememeli. Tüketim kültürü yaygınlaştı. Bu kültürün etkisinde kalanlar kolay elde ettiklerinin kıymetini bilmezler. Pahalı olan ve zor elde edilen daha değerlidir. Bu sakat kültürün bir aktörü mü olmak istiyorsunuz? Olabilir, sözüm yok, ama yeter ki bunu Nurlarla yapmayın!

On sekizincisi: Nurlardaki derin meseleleri anlamak ve tam feyiz almak için toplu okumalar ve müzakereler yapılır. Talebeler, birbirinin anlayışından ve uygulamasından istifade ederler. Mesleğimizin mühim bir esası da budur. Zaman cemaat zamanıdır. Bu hususa ne kadar ehemmiyet verilse azdır. İlminiz ve iktidarınız varsa buraya sarf ediniz!
On dokuzuncusu: Bu biçare kardeşiniz Risaleleri üniversitede tanıdı. Ne arabi bilirdi, ne farisi, ne de tam anlamıyla türki. Nurun talebelerinden etkilendi ve anladı ki onları böyle yapan Kuran Nurlarıdır. Okumaya başladı. Anlamakta biraz zorlandı. Ama önemini inanmıştı okumanın. Yüzünde ve hayatında nur parlayan talebeleri görüyordu. Şevke geldi, gayret etti, sonunda Nurlar kapılarını ona da açtı... İşte fıtri yol budur.

Risaleler, kalbime iman, aklıma nur, dilime söz ve elime kalem verdi. Herkese de verebilir. Siz de aynı yollardan geçmediniz mi? Öyleyse bu bidat niye? Öyle ya, bidat her sahada olabilir. Her bidat mebdede cazip görünür. Oysa, devamı ve neticesi vahimdir. Sonra nedamet cehenneminde yanarsınız, ama kar etmez!

Yirmincisi: Dehşetli bir zamandayız. Her tarafta dalalet selleri akıyor. Bidat fırtınaları esiyor. Nurun duvarlarında delikler açmak akıl karı değildir. Dalalet hücumuna karşı en son kale Nur Risaleleridir. Bidat fırtınalarını neticesiz bırakan da yine odur. Niyetiniz ne olursa olsun, yaptıklarınızla bu son kaleyi de içeriden tahrip ediyorsunuz. İçtihat Risalesinin muhatapları arasında siz de yerinizi aldınız. Mübarek olsun!

Hazer ediniz! . Kırık dökük kelimelerinize ve dünyevilik kokusu sinmiş tabirlerinize güvenmeyiniz. Nefsiniz sizi aldatmasın. Size ve bize düşen onun aslını titizlikle korumaktır. Her ilave ve her noksan ona vurulmuş bir darbedir. Ehil olmayanlara kapı açmaktır. Yağmacılara zemin hazırlamaktır. Ne niyetle olursa olsun her tahrif bir tahriptir. Aslını bozar. Suretini yırtar. Özünü zedeler. Tesirini kırar... Meslek bozulur. Cemaat çözülür. Nur Risalelerinin cazibesi kendini okutmaya kafidir. O, ruhları ilham yağmurlarıyla serinletir. Gönülleri velayet nesimiyle ferahlatır. Üslubu harikadır. Dili zengindir. Anlatımı fıtridir. Her harfine ihlas ve samimiyet kokusu sinmiştir. Her noktasının altında feragat nuru vardır. Nurların dilini ve üslubunu bozup insanlara göstermek, "işte nur budur" demek hak mıdır, adalet midir, hizmet midir, yoksa tahrif ve tahrip midir? İnsafınıza havale ediyorum.


Ömer SEVİNÇGÜL
Cevaplar.Org
 

Huseyni

Müdavim

Risâle-i Nûrları Sadeleştirme Üzerine…!


Son haftalarda gündeme gelen Risâle-i Nûr Külliyatı’ndan Lem’alar adlı eserin sadeleştirilmesi üzerine yoğun bir tartışma başlamış durumda. Meseleye Risâle-i Nûrlara sadâkatla hizmet eden saff-ı evvel ağabeyler ve mesâisini Risâle-i Nûrlara teksîf etmiş bulunan yazarlar bigâne kalmadılar ve çeşitli vesîlelerle düşüncelerini kamuoyuna deklare ettiler. İyi de ettiler. Acaba Risâle-i Nûrlar üzerine niçin bu kadar hassasız ve titriyoruz? Çünkü ”Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve te’lîfi gibi hissedip sahip çıksın.[1]” Öyleyse elbette ki hassas olacağız ve üzerine titreyeceğiz. Bizler de elimizden geldiği kadar dahâ çok Külliyattan mes’elenin ciddîyetine bakan yönlerini nazarlara sunmaya çalıştık. Çünkü bu mes’ele üzerine de ilk mihenk ve me’haz Risâle-i Nûrlar olmalı düşüncesi ile Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri’nin bu konu ile ilgili düşüncelerini duyurmak istedik. Me’hazdan meseleye dikkatleri çekme arzusunda olduk. Bedîüzzamân Hazretleri “Evet, Risâle-i Nûr size mükemmel bir me’haz olabilir.[2]” demektedir. “Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risâle-i Nûr eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır.[3]”


Bedîüzzamân Hazretleri Risâle-i Nûr talebelerinin, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesânüdünden süzülen ve tezâhür eden bir şahs-ı mânevî olarak ta’rîf ettiği mütesânid heyetin vazîfelerini “şerh ve îzâhla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları te’lîf ve Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makâmını tekmille ve Risâle-i Nûr’u tanzîm ve tertîb ve tefsîr ve tashîhle devam edecek.[4]” şeklinde tasnîf etmiştir. Dikkat edilirse bu vazîfeler içinde sadeleştirme diye bir vazîfe bulunmamaktadır.


Öyleyse neden böyle bir yola başvurulma gereği duyulmuştur? Burada çok önemli bir nokta atlanmış durumdadır. Risâle-i Nûrlar, maslahat-ı beşeriye için kesilmiş ve biçilmiştir. Hâlbuki Risâle-i Nûr müellifi Aziz Üstâd’ımız Bedîüzzamân Hazretleri ve O’nun sadâkat timsâli saff-ı evvel talebelerinin sadeleştirme meselesine kesinlikle izin vermediklerini Külliyatın müteferrik yerlerinde defaatle görüyoruz.


Yaptığımız okumalar ve araştırmalar neticesinde çok mühîm yerlere tevâfuk ettiğimizi beyan etmek isteriz. Meselâ Hulûsi ağabeyin “Bir harfe dokunmayı azîm bir günâh işliyorum telâkkî ediyorum.[5]” cümlesi meselenin ne kadar ciddî olduğunu gösteriyor. Yine Hâfız Ali(ra) ağabeyin “Ve takdîm-i âcizânem olan iki nüshadaki sanat-ı bedia, akıl ve istidâd-ı beşerden pek uzak bir tarzda güya tezgâhında ölçülerek, biçilerek, her harfi bir vezn-i kasdî ile zuhûr ettiğini gösteriyor. Şu zamanın akıldan uzak eblehlerine mânen diyorlar ki, bizim hâlen üzerimizde tecellî eden cilve-i cemâli, aklınızla ölçemezsiniz. Yalnız gözleriniz varsa görebilirsiniz.[6]” Niçin sadeleştirme işine girişen ve bunu fiilen ortaya koyanlar bu mes’elede bizlere me’haz olarak bırakılan Risâle-i Nûr eserlerine mürâcaat etmemişler de kendilerini “Şu zamanın akıldan uzak eblehleri…” konumuna düşürmüşler! Yazık değil mi? Yapılan samîmâne açıklamalar ve i’tirâzlar üzerine halen kamuoyuna yapılan fiilin doğruluğunu ve indî ve şahsî görüşleri açıklamaya devam etmenin mânâsı var mıdır?


Bedîüzzamân Hazretleri, bırakınız sadeleştirmeyi; tashîhat mes’elesinde bile ne kadar ciddî ve titiz davranıyor. Hatta Risâle-i Nûrların bir harfinden bile meydana gelecek hatanın ve yanlışın ciddî bir mânâyı zâyi ettiğini bildiriyor. “Hakîkaten tashîh meselesi ehemmiyetlidir. Bazan bir harfin ve bir noktanın yanlışı, kıymetli bir mânâyı zâyi eder.[7]” diyerek bir noktada bile yapılabilecek bir hatanız azîm bir mânâ kaymasına sebep olacağını söylüyor.


Risâle-i Nûrların te’lîfinde öyle büyük bir ihlâs ve haslet var ki kim o seviyeyi bulabilecek! Kim o eserleri aynı isim üzerine sadeleştirebilecek? Hem o eserler yüksek ilmî seviyeden ve şecâatten aşağılara düşmeyecek mi? Risâle-i Nûrları okutan ve milyonların akıl, kalb ve rûhları üzerinde bıraktığı azîm te’sîrin sırrı şudur ki “Saîd yoktur. Saîd’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakîkattir, hakîkat-i îmâniyedir.[8]” Belki de Risâle-i Nûr hariç hiçbir esere nasîb olmayan sır budur. Yanî Kur’ân’a şeffaf bir ayna olması ve sadece Kur’ân’ın kudsiyetini vicdanlara göstermesidir.


Sanırım Risâle-i Nûr eserlerinin te’lîf hakîkatleri halen anlaşılmamış olmalı ki böyle bir yola teveccüh edilmiş ve büyük bir hakîkatten gaflet edilmiş. Çünkü Bedîüzzamân Hazretleri, “Hem yazdığım vakit, irâde ve ihtiyârım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzîm veya ıslâh etmeği muvâfık görmediğim için bir parça fehmi işkâl edecek bir vaziyet aldı.[9]” der. Yazılar risâleleri “kendi fikrimle tanzîm veya ıslâh etmeği muvafık görmediğim için irâde ve ihtiyârım ile olmadığını hissettiğimden…” diyen bir müellif nasıl olur da Kur’ân’dan mülhem ve tereşşuh etmiş olan eserlerinin sadeleştirilmesine razı olabilir? Şu gelen ifâdeler de zaten bu meseleye bir mihenk olmuyor mu? “Resâil-in Nûr’un mesâili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyârla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünûhât, zuhûrât, ihtarât ile oluyor.[10]”


Hem te’lîf edilen eserler hakkında çok manidâr bir noktayı vuzûha kavuşturan Üstâd Hazretleri şu ifâdelerle kelimelerine kalem karıştırılmaması gerektiğini açıkça belirtiyor.” Hâlbuki tanzîmsiz, müşevveş bir sûrette idiler. Onlar ne hâl ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashîh ve tanzîm etmeye me’zun değiliz! (Mektubat -488)” Pekâlâ bu eserlerin müellif-i muhteremi Âziz Üstâd’ımız me’zun değilse başkaları nasıl izinli olabilir? Üstâd başka ne desin ki? Sadeleştirilmemesi için mihenk arayanlara bu noktalar yetmez mi? Halen ihtiyaç var bahanesi ile o güzîde eserlerin akıl, kalb, rûh ve latîfe-i Rabbaniyeler üzerinde bıraktığı müessir iksiri yok etmeye kalkışmak neye hizmet etmektir ki?


Bakınız Bedîüzzamân Hazretleri’nin dünyalara değişmek dediği ve Nûrun Kumandanı sıfatına lâyık merhum Zübeyir Gündüzalp ağabey Gençlik Rehberi’ndeki Konferans’ında Risale-i Nûr’un anlaşılması husûsunda neler diyor? “Kur’anın bu asırda yüksek bir tefsîri olan Risâle-i Nûr’daki bazı bahisleri başlangıçta tamâmen anlayamazsanız da onun mânevî te’sîri ve mânevî feyzi, rûh ve kalbinize nüfuz eder; mânâ âleminizi istilâ’ eder, kat’iyyen istifâdesiz kalmazsınız.” Bu te’sîri hisseden milyonlarca insan sanırım bu sadeleştirme hadisesine razı değildir. Bu kalbî, aklî, rûhî ızdırârî ve fiilî i’tirâzlar dikkate alınmalıdır.


Şimdi gelelim Risâle-i Nûr anlaşılmıyor ve insanlara O’nun dili ağır geliyor ithâmına. Kesinlikle bu mâzeret doğru değildir. Risâle-i Nûr Külliyatı satırları içersindeki hakîkatler bu fikri tekzîb ediyor. Meselâ gelen ifâdelere bakınız ne kadar açık ve nettir. “Risâle-i Nûr eczaları, bütün mühîm hakâik-i îmâniye ve Kur’âniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir sûrette isbatı, çok kuvvetli bir işâret-i gaybîye ve bir inâyet-i İlâhiyedir. Çünki hakâik-i îmâniye ve Kur’âniye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dâhî telâkkî edilen İbn-i Sina, fehminde aczini i’tirâf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zâtın dehasıyla yetişemediği hakâiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.[11]” Kime bildiriyormuş? “Avamlara da, çocuklara da bildiriyor.” Pekâlâ, sadeleştirme yapanlar neyi bahane ediyorlar? Risale-i Nûru anlamayan kitleler var. Kimmiş bu kitlelar? Avam ve çocuklardan da dahâ mı aşağı acaba bu kitleler?


Hem “Bütün bu risâlelerde, bütün derin hakâik, temsilât vasıtasıyla, en âmî ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Hâlbuki o hakâikin çoğunu büyük âlimler “tefhim edilmez” deyip, değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.[12]” İşte bakınız “bütün derin hakâik, temsilât vasıtasıyla, en âmî ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor.” deniliyor. Acaba sadeleştirmeyi okuyacak olanlar “en âmî ve ümmî”lerden de aşağıda olanlar mı acaba? Hâlbuki burada “en” denilerek muhatapların son seviyesi çizilmiş. Demek Risâle-i Nûr hakîkatleri “en âmî ve ümmî” olanların bile anlayacağı derslerdir. “Risâle-i Nûr bu vazîfeyi; en dehşetli bir zamanda ve en lüzûmlu ve nâzik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakâik-i Kur’âniye ve îmâniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli bürhanlar ile isbât eder.[13]” diye ortaya konan açık ifâde karşısında “Risâle-i Nûr iyi anlaşılmıyor” diyenler mezkûr beyanda geçen “herkesin anlayacağı bir tarzda” ifâdesine ters düşmezler mi?


Mâdem Risâle-i Nûr, “Havassın fikirleri yetişmediği esrâr-ı kaderiyeyi, basit avamların zihinlerine takrîb edip anlattırıyor.[14]” Basit avamların zihinlerine yaklaştırılan hakîkatleri sadeleştirerek rûh-i aslîsinden koparma neye hizmet etmektir ki?


Hem mâdem “Risâle-i Nûr; bütün tabakât-ı beşere hem medrese, hem mekteb, hem kışla, hem hekîm, hem hâkim olarak, en âmî avamdan en ehass-ı havassa kadar ders verip, tâlim ve terbiye etmesi bizce meşhûddur.[15]” Hem mâdem Risâle-i Nûr parçalarından “En derin bir feylesofla bir çocuk onlardan en derin hakîkatı anlayabilir ve vehim ve vesveseli bırakmaz.[16] Avamdan en âlim ve en münevvere kadar her sınıfın kendi istidâdı nisbetinde istifâde edebileceği bir eser külliyatıdır. İşte bu hakîkatler içindir ki; Nûrları okuyan ve yazan nûrcular dünyanın her tarafında gittikçe çoğalmaktadır.[17]”


Şu hakîkat unutulmamalıdır. Risâle-i Nûr başka kitaplar gibi yalnız ilim vermiyor; onun mânevî dersi de vardır. “Her risâlede herkesin hissesi var, fakat herkes her şey’ini bilmek lâzım değildir.” Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri’nin şu ifâdesini de nazar-ı dikkate almak gerekir: ”Benim tarz-ı ifâdem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var.[18] ” Çünkü “O ulûm-u îmâniye ve o edviye-i rûhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlâs ile istimâl edenlere yeter, kâfi gelir.[19]”


Öyleyse “Risâle-i Nûr, saîr ilimler ve kitablar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki îmân-ı tahkîkî ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letâif-i insâniyenin kût ve nûrlarıdır.[20]“ Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrâr mütâlaa ile izdiyâdına çalışmalıyız.[21] “Yazılan parçaları dikkatle ve tekrârla okuyunuz.[22]“Gazete gibi okumayınız.[23]” “Bir mevhibe-i İlâhiyye olan o esrâr, halis bir niyet ile ve dünyadan ve huzûzât-ı nefsâniyeden tecerrüd etmek vesîlesiyle gelebilir.[24]”


Bâkî ÇİMİÇ
bakicimic@hotmail.com


[1] Mektubat,2004,s:576
[2] Barla Lâhikası,2006,s:390
[3] Mektubat,2004,s:725
[4] Barla Lâhikası,2006,s:588
[5] Barla Lâhikas,2006,s:112
[6] Barla Lâhikası,2006,s:390
[7] Emirdağ Lâhikası-I,2006,s:260
[8] Emirdağ Lâhikası-II,2006,s:619
[9] Şualar,2005,s:164
[10] Kastamonu Lâhikası,2006,s:298
[11] Mektubat,2004,s:632
[12] Mektubat,2004,s:634
[13] Şualar,2005,s:1142
[14] Sözler,2004,s:1272
[15] Kastamonu Lâhikasın,2006,s:83
[16] Nur Çeşmesi, s:5
[17] Nur Çeşmesi, s:169
[18] Emirdağ Lâhikası(Elyazma), s:661
[19] Mektubat,2004, s:599
[20] Emirdağ Lâhikası-I,2006, s:126
[21] Sözler,2004, s:156
[22] Şualar,2005, s:509
[23] Mektubat,2004, s:69
[24] Mektubat,2004, s:117


Risâle-i Nûrları Sadeleştirme Üzerine
 

Huseyni

Müdavim

Nurları sıradanlaştırma çabası (1)

M. Latif SALİHOĞLU - 04.02.2012


Risâle–i Nur'un lisânı sadedir. Yani fıtrîdir; katkısız, katışıksızdır. Orijinaldir. Aynı zamanda Kur'ân'ın nuruna istinad ettiği için nurlu, feyizli ve bereketlidir.

İşte, böylesi bir "nurlu lisân"a yapılacak herhangi bir müdahale, bütün bu ulvî, kudsî mânâların kesilmesine, en azından perdelenmesine sebebiyet verir.

Bunda ise, çok ağır bir vebâl vardır.

Risâle–i Nur'un lisânına ilişilmesine, başkalaştırılmasına ne müellif–i muhterem Üstad Bediüzzaman'ın, ne hizmetkârlarının, ne Nur'un sâdık talebelerinin rızâsı var.

Nur'un lisânına yönelik bir müdahale, o lisânın asliyetini bozmak, fıtrî karakterini dejenere etmek, sıradan telifat seviyesine ingirgemek hesabına geçer.

Nur–u imân, feyz–i Kur’ân, lütf–u Rahmân'ın inayet, imdat ve medediyle telif edilen Risâle–i Nur'un kendine has lisân ve üslûbunu değiştirme faaliyetini kim ne niyetle yaparsa yapsın, bu yaptığı şey, o nurlu ve feyizli lisâna karşı aynı zamanda bir nevî sûikast hesabına geçer.

Dinin kudsiyeti, o kudsiyetle mütenasip bir dil ile anlatılır. İmân hakikatleri ise, aynı kudsiyete lâfzen ve lisânen de bağlanan nurânî rabıtalarla ve feyizli tâbirat ve tekellümât ile ders verilir.

Risâle–i Nur'da geçen ve "Anlaşılmıyor", yahut "Anlaşılması zor" diye iddia edilen kelime tâbirlerin hemen tamamı âyet ile, hadis ile ve dinin sâir kudsiyeti ile irtibatımızı sağlayan bağlardır, halatlardır, köprülerdir...

Bunlara müdahale etmek, işte o bağları koparmak ve o köprüleri yıkmak gibi olur.

Zaten, seksen yıl evvel yapılmak istenen de bu idi: Ezanı değiştirmek, Kur'ân'ı değiştirmek; gûyâ anlaşılsın diye Türkçeleştirip asliyetini bozmak...

Bu türden teşebbüs ve faaliyetler, hiç şüphesiz "içerden bozmak" hanesine ve hesabına geçmiştir.

Zira, söz konusu olan Kur'ânî üslûp ve lisân, mânâya giydirilen orijinal libâsın ötesinde, adeta bedenin teni, cildi, dokusu, kokusu halini almıştır.

Herhangi bir yerde Risâle–i Nur'dan herhangi bir cümle orijinal haliyle aynen okunduğunda, o ifadelerin Bediüzzaman Hazretlerine ait olduğu ve Nur Risâlelerinde geçtiği hemen hissedilip fark edilir.

Başkasının müdahalesiyle bu ifade bozulduğunda ise, söz konusu hususiyet de dumura uğrayıp gider.

* * *

Nur'un lisânına müdahale edenlerin bir gerekçesi de şudur: Anlamayanlar da okuyup anlasın, istifade etsin diye yapıyoruz bu çalışmayı...

Bediüzzaman Hazretlerinin defaatle "bir bahçe gibidir" dediği Risâle–i Nur, doksan yıldır meydanda. Her yerde ve herkes tarafından okunuyor. Hem de ömür boyu...

Üstelik, bu insanların bir kısmı ümmidir. Sadece dinleyerek istifade ediyor.

Acaba, bunca zamandır sayıları milyonları geçen bütün bu insanlar Risâleleri anlamadan mı okumuşlar?

Yoksa, o bahçeden kendi ihtiyacının fazlasıyla karşılandığını bilerek ve hissederek, hiç bıkıp usanmadan okumaya, dinlemeye devam mı etmişler?

Acaba, tekraren okunup dinlendiği halde hiç usandırmamanın esaslı bir sebebi de lisân–ı aslîsindeki belâgat, halâvet, letâfet, tilâvet değil midir?

O lisân bozulduğunda, imân dersi veren o eserlerin usandırmadan tekraren okunması hiç mümkün olur mu? Örnek gösterilebilir mi?

Bugün Risâle–i Nur'dan başka hangi eser külliyatı vardır ki, hem ferden, hem de müçtemian tekraren ve ömür boyu okunma hususiyetine sahip olsun?

Öte yandan "Canım ne var bunda, Kur'ân'ın bile tercümesi yapılmıyor mu?" gibisinden serâpa demagoji ve cerbezeâlud görüşler de serd ediliyor.

Oysa, burada söz konusu olan tercüme değil, düpedüz tahrifattır; Nur'un fıtriliğini bozmak, asliyetini dejenere etmektir.

Bu tür müdahale çabası, son kırk–elli senedir zaman zaman yoğunluk kazanarak nüksediyor. Bundan sonra da benzer durumların olması kuvvetle muhtemeldir.

Zira, artık tehlike içeriden geliyor. Bu sebeple, Nur Talebelerinin daha bir dikkat ve teyakkuz hali içinde bulunmaları iktiza ediyor. Aksi takdirde, "sadeleştirme" adı altında, daha bir sürü tahrifat ile kargaşaya ve kafa karışıklığına mahal verilmiş olur.




Meselenin kaynağına bakalım

Evet, eski zamanda en büyük tehlike "hariçten" gelirdi. Onun için, karşı koymak, mukavemet etmek kolaydı. Eski zamanın dahilî en büyük tehlikesi ise, "cehaletten" gelirdi. Onun da izalesi kolaydı.

Çağımızdaki durumun büyük çapta değiştiğini kaydeden Bediüzzaman Said Nursî, Sebilürreşad gazetesi sahibi ve başyazarı Eşref Edip Beye 1952'de verdiği mülâkatta "Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti" diyor ve şunu ekliyordu: "Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırabım, yegâne ıztırabım budur."1

İman kalesinin bu zamanda tehlike altında olması şimdiki tehlikenin hem içeriden, hem dışardan; imanın âdeta dört koldan taarruza uğramasından kaynaklanmaktadır. Üstelik tehlikenin cehaletten değil de ilim, fen ve felsefe cânibinden geldiği düşünülürse, meselenin önemi daha iyi anlaşılmış olur.

Bediüzzaman'ın bu tehlike karşısındaki can alıcı tesbit ve teklifi şudur: "Bu zamanda ehl–i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle, kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare–i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslâh olsun, imanlar kurtulsun."2

Buna göre zamanın en büyük dalâlet tehlikesine karşı galebe çalmanın, bozulan kalpleri ıslâh etmenin ve zedelenen iman kalesini tamir edip kurtarmanın yegâne çaresi Nur'dur, nuru göstermektir.

Bu yazıda ifade etmeye çalıştığımız "lisân–ı nur" da, şüphesiz bu hakikate dayanmaktadır.



Dipnotlar

1) Tarihçe-i Hayat, YAN, İst., 2004, s. 542
2) Nursî, Said, Lem'alar, YAN, İst., 2004, s. 107

http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=5192
 

Huseyni

Müdavim

Nurları sıradanlaştırma çabası (2)

M. Latif SALİHOĞLU - 06.02.2012



Risâle-i Nurlar, bu asırda dûçar olduğumuz ferdî ve içtimaî problemlerimize çare olabilecek harikulâde eserler manzumesidir.

Ancak bu eserlerin okunması veya okutulması esnasında, eserlerin dili ile ilgili bazı itirazlara, tenkitlere, tekliflere rastlamaktayız. Şöyle ki: "Risâle-i Nur'un lisânı ağır ve ağdalıdır; bu yüzden anlaşılamamaktadır. Bu eserler herkesin daha rahat anlayabilmesi için sadeleştirilmelidir..."

Yukarıda da ifade edildiği şekliyle, bu zamanın en büyük tehlikesi, imanı tehlikeye düşüren menhus cereyanlar karşısında, Lisân-ı Nur'un târifiyle, ehl–i iman olanlar dahi, "Bu zamanda, âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercih ediyor" (3) durumuna düşebilmektedir.

Bize göre asıl mesele; dilin zorluğu, lisanın anlaşılmaması falan değildir. Asıl yapılmak istenen, imanları sarsan gaflet tabakasının kalınlaşması, dalâletin yaygınlaştırılması, basiretin körelmesi, kalp ve kafa midesinin bulandırılması yolunda bu tehlikeleri bertaraf edecek olan Risâle–i Nurların diline müdahale ederek onun tesirinin azaltılması veya ortadan kaldırılmasıdır.

Yakın tarihimizde, milletimizin tarihi ve dini bağlarıyla ilişkisini kopartmak için dil üzerinde oynanan oyunlar herkesin gözü önünde cereyan etmiştir.

Esasen dil, milletin tarihî, dinî, kültürel bağlarıyla ilişkisini sağlayan önemli bir araçtır. Dilin sadeleştirilmesi, bilinmeyen kelimelerin bu dilden ayıklanması gibi girişimler, bu sağlam bağı kopartmak anlamına gelmektedir.

Risâle-i Nurlar, bu köprüyü kuran, lisânıyla bunu daha da sağlamlaştıran eserlerdir. İşte, bunun için de nur lâzımdır; nurlu, feyizli bir lisân gerekmektedir.

Bu meyanda ihtiyaç duyulan reçete, Risâle-i Nur'un orijinalitesinde vardır. Bu orijinaliteye müdahale edildiği zaman, o nur zayıflar, o kuvvet, o feyiz ve bereket sönmeye yüz tutar, o köprü de büyük sarsıntı geçirir.

Risâle-i Nur'un, Kur'ân'ın feyzine dayanan sünûhât ve ilhamât ile telif edildiğini muhtelif bahislerde (Birinci Şuâ, 24. âyetin tevili) ifade eden Bediüzzaman, Birinci Şuâ'nın son bahsinde de, Kur'ân'ın bazı âyetlerine istinaden şu dokunulmaz ve cerhedilmez kudsî hakikati serdetmektedir: "...Âyet, Risâle-i Nur'un Türkçe olmasını tahsin eder. ...Âyet, mânâ–i remzî cihetinde, vazife–i irsiyeti yapan Risâle–i Nur'u, efrâdı içinde hususî bir iltifatla dahil edip, lisân–ı Kur'ân olan Arâbî olmayarak, Türkçe olmasını takdir ediyor." (4)

İşte, Risâle-i Nur'un nurlu lisânını Kur'ân takdir ve tahsin ettiğine göre, bu mesele başkasının kesbî müdahalesine açık değil, kapalıdır demektir. Böyle bir hassasiyete, yani müellifin kendi görüşlerine ve tasarruflarına herkesin hürmet göstermesi gerekmez mi?

Bediüzzaman, başka bahislerde de, telifatı olan Risâle-i Nur'un değil lisânına ilişilmesine, tabirâtına dahi dokunulmasına kesinlikle müsaade etmemekte ve müsamaha göstermemektedir.

Risâle-i Nur'un nurlu lisânı, lâfızdan ziyade mânâya bakar, mânâya ehemmiyet verir. Bu itibarla da, Risâle-i Nur'un lisânı yeterince arıdır, durudur, sadedir, berraktır, sarihtir, fasîhtir...

Nur'un lisânı, "şerh, tanzim ve izâh ruhsatı"nın (Mektûbât, s. 413) ötesinde, asliyetine zerrece dokunulmayacak kadar açık ve anlaşılır bir sadelik arz etmektedir.

Ayrıca bu anlaşılma meselesi de herkesin kabiliyetine, gayretine ve samimiyetine göre ayrı ayrı derecelenmektedir. Kur'ân'ın bu zamanda bir "mu'cize-i mâneviyesi" olan, Kur'ân'ın semâsından nüzûl eden, Kur'ân-ı Hakîm'in feyzinden nebeân ile ziyâsından iktibas olunan Risâle-i Nur'un (5) lisân ve üslûbundaki sadeliğini, cezâletini, fesâhatini, vuzûhatını ve usandırmayan halâvetini anlamayanlar olduğu gibi, anlamak istemeyenler yahut da anladığı halde kabullenmek istemeyenler de vardır.

Şu kadarını rahatlıkla söyleyebiliriz ki: Hemen her fırsatta ve bazen de hiç gereksiz yere Risâle-i Nur'un lisânına ilişenler, asliyetine müdahale edenler, orijinalitesini bozmak isteyenler, değişik niyet ve emeller tahtında hareket etmektedirler veya bu tarzda hareket edenlere bilmeden yardımcı olmaktadırlar.

Bunların bir kısmı gerçekten de samimîdir, kalbîdir, hasbîdir. Mesele onlara izah edildiğinde, aynı samimiyetle Nurları okumaya ve hizmetinde bulunmaya devam ederler.

Bir kısmı art niyetlidir. Risâle-i Nur'un asliyetini kasten bozmak isterler. Tâ ki, me'hazındaki kuvve-i kudsiye zayıflasın, dağılsın, kaybolsun. Risâle-i Nur'u hiç olmazsa "sıradanlaştırmak" isteyen bu sûiniyet sahipleri karşısında durmak ve tahribatını izâle etmek de, çok zor bir hadise değildir.

Diğer bir kısmı ise, Risâle-i Nur'a ilmen olduğu kadar lisânen de "kıskançlığından" dolayı müdahale etmek ister. Kıskançlığı sebebiyle, bunlar da Nur'un lisânını bozmak, (hâşâ) adileştirmek ve sıradanlaştırmak isterler. Tâ ki, kendi ilmî/fikrî düzeylerine insin. Kendileri o yüksek seviyeye çıkamadıkları, çıkmaları da mümkün olmadığı için, "Nur'un kıymetinin tenzîlini arzu eder"ler. (Mektûbât, s. 413)

"Kardeşlerim!" nidâsıyla Nur Talebeleri'ne seslenen Bediüzzaman, adı geçen eserin aynı sayfasında "Bir şey daha kaldı, en tehlikesi de odur ki" diye başlayan paragrafta, ürpertici bir hakikati şu cümlelerle sürdürür: "İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl–i ilim de var. Ehl–i ilmin bir kısmında bir enâniyet–i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan Risâlelere karşı muaraza ister. Kalbi Risâleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enâniyet–i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder–tâ ki kendi mahsulât–ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın." (6)

Gerek İşârâtü'l-İ'câz ve gerekse Münâzarât isimli eserlerinin başlarında, Risâle–i Nur'da kullandığı lisâna ilişilmesine ve tâbiratına dokunulup değiştirilmesine kesinlikle râzı olmadığını belirten Bediüzzaman, bunun bir gerekçesini şöyle izah ediyor: "...Başkasının tashîhine katiyen râzı olamıyorum. Zirâ, külâhıma püskül takmak gibi, başkasının sözü, sözlerimle hiç münâsebet ve ülfet peydâ etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder." (7)

Bediüzzaman'ın Risâle-i Nur'daki söz ve tâbirleri, bir nevi "patent" gibidir. Orijinal haliyle nerede görünse, nerede okunsa hemen fark edilir. "İşte bu söz Risâle-i Nur'dandır; Üstad Bediüzzaman'ın sözüdür" şeklinde kendisini fark ettirecek tarzda orijinalliğe sahiptir.

Sözde sadeleştirmeyle, bu patent elden gider ve orijinalindeki kuvvet dağılır, kudsiyet zayi olur. Daha, tekrâren okunmasına da ihtiyaç kalmaz.

Oysa Risâleler, hem ferden, hem de müçtemian tekrar be-tekrar okunan, okunması gereken ve ortak bir dil oluşturarak cemaatleşme şuurunu yerleştiren, geliştiren eserlerdir.

Sadeleştirme adı altında sıradanlaştırıldığında ise, tâ seksen beş yıl evvel Barla'da mayalanan o ulvî, kudsî, mânevî "cemaatleşme şuuru" da Risâle-i Nurların ortaya koyduğu sair ulvî hakikatlerle birlikte zayi olup gider.

Belki de, böyle bir neticeyi hâsıl etmek adına yapılıyor, bütün bu işgüzârlıklar.

Bu ise, Risâle-i Nur'a karşı bilerek yahut bilmeyerek yapılan bir sûikast hesabına geçer ki, dost, kardeş ve talebe olanlar, böyle bir durum karşısında dikkatli ve müteyakkız davranmaları iktiza ediyor.



Dipnotlar

3) Nursî, Hutbe–i Şamiye, YAN, İst., 2004, s. 17.
4) Nursî, Said, Şuâlar, YAN, İst., 2004, s. 625.
5) Nursî, Şuâlar, YAN, İst., 2004, s. 6, 612.
6) Nursî, Mektubat, YAN, İst., 2004, s. 413.
7) Nursî, Münâzarât, YAN, İst., 2004, s. 17.


http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=5217



 

Huseyni

Müdavim

Nurları sıradanlaştırma çabası (3)


M. Latif SALİHOĞLU - 06.02.2012


Sakatlık, "sadeleştirme" tâbirinden başlıyor


Risâle–i Nur'u okuyan bir kimse "Okunan bahisten benim anladığım mânâ budur" diyebilir. Altına kendi imzasını koymak şartıyla, o bahisten ne anladığını söz veya yazıyla pekâla neşredebilir.

Bunun ruhsatı vardır ve böyle yapmanın herhangi bir zararı, bir sakıncası da yoktur.

Fakat, Risâle'nin lisânına müdahale edip tahrif ettiği halde, yine de tutup "Risâle–i Nur Külliyatı"ndan diyerek, aynı Risâle ismini (meselâ "Lem'âlar" ismini) kullanıp altına da "Bediüzzaman Said Nursî" imzasını atmak sûretiyle bunu neşretme cihetine gitmek, hiçbir şekilde kabul edilebilir değil.

Hele hele, tutup bu yapılan işi bir de "sadeleştirme" diye yutturmaya çalışmak, bize göre tamamıyla çığırdan çıkmak ve haddini aşmak anlamına gelir.

Bugüne kadar Risâleleri okuyup istifade eden milyonların tasdikiyle da sabittir ki, Nur'un lisânı zaten sadedir.
Sade olduğu için feyizlidir.

Feyizli olduğu için de, tekraren okunması bıktırmıyor, usandırmıyor.

İşte, bu gibi hususiyetlerdir (sade, nurlu, feyizli...) ki, anlamayı ve anlaşılmayı da kolaylaştırıyor.

Kezâ, bu Nur lisânı—tıpkı mânâsı gibi—Doğu ilminin veya Batı fenninin tesiri altında değildir. Doğrudan doğruya feyz–i Kur'ân'ın semâsından nebeân ve âyetlerin nücûmundan, yıldızlarından inzâl edip gelmiş.

"Evet, ben Risâletü’n–Nur’un has şakirtlerini işhad ederek derim: Risâletü’n–Nur sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’-dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ–i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor." (Birinci Şuâ, "24. Ayet" bahsi.)

Acaba, böylesi bir lisândan daha güzel, daha mûnis, daha feyizyâb, daha sâfi, daha sade bir "Türkçe lisân" var mı? Hiç olabilir mi?

O halde, Nur Risâleleri, hakikatte en safi, en sade bir lisân ile telif edilmiş demektir.

İşte, bu hakikate binanen biz dahi iddia ediyoruz ki: Böylesine "kudsî menba"lı bir lisânı bozmaya, yahut değiştirmeye yönelik bir müdahalenin adı asla ve kat'a "sadeleştirme" olmaz, olamaz.

Olsa olsa, bunun adı "tahrifat" olur ve yapılan iş basitleştirme, yahut sıradanlaştırma hesabına geçer.

Yani, Risâleler de sair kitaplar gibi bir–iki defa okunduktan sonra bir kenara bırakılsın, terk edilsin dursun, demek olur.
Demek ki, Nur'un lisânına ilişmek, o lisanı değiştirip başkalaştırmak sûretiyle "İşte Nur Risâleleri budur, Bediüzzaman'ın telifatı olan Sözler, Lem'âlar, Mektubat budur" demek başka, kendi imzasıyla bir çalışma yapmak ve "Benim Sözler'den, Lemâ'lardan anladığım budur" demek başka şeydir.

İkinci şıkka ruhsat bulunabilir; ancak, birincisine asla ve kat'a.

Risâle dilini tahrif etmenin ötesinde, ayrıca orijinal ismi bulunan bir risâleyi tutup "Risâle–i Nur Külliyatından ......Müellifi: Bediüzzaman Said Nursî" şeklinde takdim etmek ve bütün bu müdahalelerin ismini de "sadeleştirmek" diye lanse etmeye çalışmanın ardında yatan sebepler nedir diye düşündüğümüzde, şu ihtimaller hatıra geliyor:

1) "Sadeleştirme" adı altında tahrifat yapanın bizzat kendi aklı ve kalbi sadeliğini kaybetmiş ve karışık hale gelmiştir.

2) Hakikat–i hali bilmeden işin içine girmiş (ya da itilmiş) olduğu halde, vahâmetin farkına varmadan hakikatin ruhunu incitiyordur.

3) İşin içine "enaniyet damarı" girmiş; tıpkı 5. Desise–i Şeytaniye'de ifade edildiği gibi, Risâle–i Nur'a karşı ahbap canibinden kıskançlıktan kaynaklanan gizli bir muaraza, zımnî bir muhalefet damarı depreşmiş, içerden bozmaya çalışıyor demektir. Ki, en tehlikelisinin de bu olduğu bilhassa nazara veriliyor.

4) Haricî cereyanlardan Risâle–i Nur'a karşı gizli ve örtülü bir sûikast plânı var; ancak, bu plân açıktan ve merdane bir sûrette değil, belki dost perdesi altında tatbik edilmeye çalışılıyor demektir.

Bunların dışında, daha başka menfî sebepler de söz konusu olabilir.

Buna rağmen, bazıları çıkıp şöyle bir savunmada da bulunabilirler: "Hayır, bizim gizli, ya da menfî bir niyetimiz yoktur. Risâleler daha iyi anlaşılsın diye biz bu işi yapıyoruz. Hem, siz gizli niyet okuyucusu musunuz?"

Bu tarz açıklamalarda bulunanların, eğer söylediklerinde samimi iseler, yaptıkları işin doğru olmadığını zamanla öğrenip anlayarak, bu işten muhakkak vazgeçeceklerine inanıyoruz.

Zira, bu kimseler, Risâle–i Nur'da hakiki mânâdaki "anlama ve anlaşılma"nın esasen "istifade ve istifaza"dan geçtiğini ve bunun da ancak aslına sâdık kalmakla, orijinalini muhafaza etmekle ve "aynen okumak"la mümkün olduğunu fark edip anlayacaklardır. (Bkz: Sözler, Konferans Risâlesi.)

* * *

Evet, Nur Müellifi Hz. Bediüzzaman'ın defaatle ifade ettiği gibi, Risâle–i Nur'un herkes herbir meselini tam anlamaz; fakat hissesiz de kalmaz. Anladığı kadarı, ona kâfi gelir. Tepeden zorlamaya gelmez. İsteyen kişi, kendi zorlar, gayret gösterir, daha fazlasını öğrenmeye çalışır. Bu yol zaten herkese açıktır.

Kezâ, Risâle–i Nur bir bahçe gibidir. Bir bahçenin bütün meyveleri, nimetleri yerde olmaz. Bazı meyveler yukarıda olur, yüksek dallarda bulunur. Herkesin eli yüksek dallara yetişmez. Yetişmek isteyen, gayret gösterir, ağaca tırmanır, merdiven kullanır, vesaire...

Hakiki ilim ancak bu sûretle elde edilir. Hakiki ilim, kişinin ayağına gelmez ve getirilmez. İlmin ayağına gidilir, uğraşarak, gayret ederek ilmin basamakları çıkılır.

Bunun tersini yapmak, aksini zorlamak, ilmin izzetiyle, ulviyetiyle, haysiyetiyle bağdaşmaz.

Bütün bu ulviyet ve haysiyeti ayağa düşürürcesine yapılan faaliyet ve gayretler, geri tepmeye mahkûmdur.

Risâle–i Nur gibi "ledûn ilmi"yle yazılan ve lisânen dahi Kur'ân'ın takdir ve tahsinine mazhar olan (Birinci Şuâ) eserler manzumesinin asliyetini indî mülâhazalarla değiştirmeye, tahrif etmeye, başkalaştırmaya, dejenere ile orijinalitesini bozmaya çalışmak, öncelikle bu işi yapanı sıkıntıya sokar, vicdan azabını çektirir, neticede bedbaht eder. Belki de şefkat tokadına, inat ederse daha şiddetli tokada müstehak kılar.

Bize düşen, burada hakikati izâh ile herkese dostane ve kardeşane hatırlatmada bulunmaya çalışmak.

Gerisi, Cenâb–ı Hakk'a ve herkesin kendi durumuna/derecesine göre tâbi tutulduğu imtihan sırrına kalmış.


http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=5229
 

Huseyni

Müdavim

Nurları sıradanlaştırma çabası (4)

M. Latif SALİHOĞLU - 08.02.2012


Hak dâvâlar, dış saldırılarla değil, hep dahildeki tahrifatla zarar görüp yıkılmış


Dinler Tarihine (Kısas–ı Enbiya) baktığımızda, bütün hak dinlerin içeride zuhûr eden tahribat, tahrifat ve iğfalat ile bozulmaya yüz tuttuğunu görmekteyiz.

Aynı şekilde, dinlerin yıkılışları dahi yine içerden ancak mümkün olabilmiştir.

Evet, hak olan hiçbir din, dıştan gelen saldırı ve taarruzlar neticesi yıkılmamış. Tarih, böyle bir yıkılışı kaydetmiyor.

Bu cepheden yapılan taarruzlarla, o dinin mensuplarına belki zarar verilmiş, canları ve malları büyük telefata uğratılmış olabilir.

Ne var ki, hayatta kalanlar derhal toparlanmış ve hem birbirlerine, hem de dinlerine daha fazla sarılıp o dinin kudsiyetini muhafaza ve yaşatma yolunda daha bir ciddiyetle gayret göstermişlerdir.

Benzeri durumlara, İslâm tarihinin muhtelif devrelerinde de rastlamaktayız.

Yüz binlerin canına mal olan mükerrer Haçlı Seferleri, İslâm dinini sarsmadı, Müslümanların şevkini kırmadı, bilâkis dini sahiplenmede daha bir dinamizm kazandırdı.

Öte yandan "En karanlık geceden daha karanlık" diye tâbir edilen Hülâgu Fitnesi (1250...), Anadolu'yu kasıp kavurdu, yüz binlerce mâsumun canını yaktı; bu şiddetli fitne ile Selçuklu ve Abbasî İslâm Devleti yıkıldı, Halife Sultan bile maiyetiyle birlikte vahşice katledildi; dahası, ele geçirilen bütün İslâmî kitaplar Fırat Nehrine dökülerek İslâm toplumuna yeis ilka edilmeye çalışıldı.

Bu fitne hareketi, hem içerden iğfalat, hem dıştan saldırı metoduyla çalıştığı için, umumi tahribatı Haçlı Seferlerinden çok daha büyük oldu.

Lâkin, 1350 yıllık İslâm tarihinde vuku bulan bütün bu yıkıcı tahribatlar dahi, Türkiye'de 1924–50 yılları arasındaki bid'akâr tahribat kadar İslâma ve Müslümanlara zarar vermedi, veremedi.

Peki, Türkiye'de hükümfermâ olan o 27 yıllık bid'akâr cereyanın bütün geçmiş zamanlardan daha elim, daha fecî olmasının sebebi neydi? Hiç şüphesiz, bu fitnekâr cereyanın daha çok içerden görünmesi ve içerden çalışmasıydı.
Üstelik, kullandığı argümanlar da, "Türk milletine daha iyi hizmet ve millî karakterine daha münasip faaliyette bulunmak" şeklindeydi. Özetle:

* İstiklâl Harbinde 8–10 bin kadar şehit veren bu vatan ahâlisini güya "medenî Avrupa seviyesi"ne yüceltmek (!) için, en az "yüz bin başlar" fedâ edildi.

* Türk milleti, daha medenî olsun diye, kılık–kıyafeti bile cebren değiştirildi.

* Türk milleti, daha iyi okusun diye, bin yıllık ilim ve irfan ağacı kökten kesildi, nüfusun yüzde 99'u bir gecede cahil duruma düşürüldü, Latin harfleri dayatıldı, en vahimi "hurûf–u Kur'ân" yasaklandı.

* Türk halkı daha iyi anlasın diye, Ezân–ı Muhammedî (asm) yasaklandı.

* Aynı iğfalat ile Kur'ân yasaklandı, Kur'ân'ın Latin huruflu tercümesinin de Kur'ân yerine okunması istendi.

* Hayatın her alanında "Allah" yerine "Tanrı" tâbiri dayatıldı.

* Tam bir aldatma ile Latin harfleri, "yeni Türk harfleri", transfer edilen İsviçre ve İtalyan kànunları "Türk Medenî, Türk Ceza Kànunu" diye yutturulmaya çalışıldı.

İşte, bunlar gibi daha nice icraat ve faaliyet sözde "Türk milleti adına" ve daha iyi olsun, daha iyi anlaşılsın teranesiyle yapıldı.

Ve, böyle yapıldığı içindir ki, Üstad Bediüzzaman, "Nifak ile işbaşına gelip, aldatmakla iş gören" bu bid'akâr rejimi "Tarihte emsâli görülmemiş bir eşedd–i zulüm ve istibdat" şeklinde tarif etmiştir.

Zaman gösterdi ki: Türk milleti adına, iyilik adına, daha iyi anlaşılsın adına yapılan bütün o icraat ve faaliyet, hakikatte değiştirerek bozmak, tahrif ederek yıkmak, yani içerden tahrip ile yıkıp mahvetmek maksadına matuftur.

Neyse ki, inâyet–i İlâhiye ile Risâle–i Nur gibi bir kudsî hakikat meydân–ı zuhûra çıktı da, o umumî tahribata karşı umumî tamirat vazifesi deruhte edildi.

Evet, "Risâle–i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. ...Müfsit âletlerle dehşetli rahnelenen kalb–i umumîyi ve efkâr–ı âmmeyi ve ...vicdan–ı umumîyi... Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor."

İşte, bu muazzam vazifeyi ifâ eden Risâle–i Nur'un sâfiyeti ve letâfet–i asliyesi, ne yazık ki içeriden bir müdahale ile bozulmaya ve tahrif edilmeye çalışılıyor.

Yapılan müdahalenin görüntüsü, gayet mâsumanedir... Perdenin ön yüzü, tamamiyle iyi niyet ve hüsn–ü zan çiçekleriyle bezenmiş durumda... Her şey "Daha iyi anlaşılsın, daha çok kişi okusun, daha çok istifade edilsin" diye yapılıyor.

Mantık örgüsü, aynen "Ezan daha iyi anlaşılsın, Kur'ân daha iyi anlaşılsın, Türk milleti daha medenî olsun, daha çok kimse okuyabilsin, tahsilli olsun..." diye yapılan müdahaleyi andırıyor.

Şükürler olsun ki, yapılan onca tahribat, Risâle–i Nur sayesinde tamire çalışıldı, çoğu şerler hayra inkılâp etti.

Şüphesiz, Risâle–i Nur'un icra ettiği bu muazzam tesirin en mühim bir sebebi de, nur–u imân, feyz–i Kur'ân, lütf–u Rahman'ın medet ve inayetiyle ihsân olunan lisânındaki "intizamkârane ve îcazdârâne" vaziyet–i fıtriyesidir ki, onun "satırları, kelimeleri ve harfleri", âdeta "âhize ve nâkile ile mücehhez bir radyo–yu Kur'âniye"nin, tel, lâmba, ayna ve bataryaları hükmüne geçmiştir. (Bkz: Altıncı Söz ile Emirdağ Lâhikası–I/97)

Düşünün ki, çok istisnaî (lokal, hususî, muvakkat...) hallerin dışında, müellif–i muhterem Hz. Bediüzzaman dahi Nur'un fıtrî lisânına müdahale etmemiş, lisânına ilişilmesini de doğru bulmamıştır.

Ama gelin görün ki, "sadeleştirme" adı altında içerden yapılan müdahaleleri doğru bulan, savunan ve bunun iyi niyetli bir çalışma olduğunu iddia eden kimi ehl–i fikir ve kalem, bin bir dereden su getirerek, bütün mefhumları birbirine karıştırma garabetini sergiliyor.

Koca koca adamlar, prensipte sadeleştirmeye karşı çıktığını söylerken, aynı anda Risâle–i Nur'u asliyetine olan bir müdahaleye arka çıkıyor, hatta bunu fütursuzca müdafaa ediyor. (Demek, Risâle–i Nur, onun dünyasında o kadarlık bir değer ifade ediyor.)

Keza, sadeleştirmeyi tercüme ile, şerh ve izahı sadeleştirme ile, sadeleştirmeyi ise tahrifat ile karıştırıp duran fikir ve kalem erbabının haddi hesabı yok.

Ve bu tablo, ne yazık ki inkişâfa medar bir hizmet yerine, dahilde inşikaka ve tefrikaya medar bir tartışma görüntüsü veriyor. (Bu kapı açılırsa, Allah muhafaza kim bilir arkasından neler gelir ve iş nerelere kadar uzayıp gider...)

Ama, şunu da ifade etmek gerekir ki: Zahiren şer ve inşikak gibi görünen bu vaziyeti de, Cenâb–ı Hak, inşaallah hayra, ittifaka ve inkişafa tebdil edecektir.

Bunun da çok kuvvetli emareleri zuhur etmiş görünüyor.

Zira, şahsî veya hissî sebeplerle zahiren birbiriyle kavgalı, nizâlı, çekişmeli, hatta kanlı–bıçaklı gibi görünen ve fakat Nur'un geniş şahsiyet–i mâneviyesi dairesinde bulunan Nur'un halis talebeleri, takdire şâyân bir ittifak ruhuyla harekete geçip meseleye müdahil oldular.

Bunlar, "neme lâzım" demeyip, kahramanca vaziyet aldılar.

Esasen, Nur'un kahramanları böyle zamanlarda ve böylesi durumlarda belli olur. Başkaların tesirine girmezler, var kuvvetleriyle Nurlar'a pervâne olurlar.

İşte, "Isparta kahramanları"na arkadaş olma pâyesine lâyık olan bu halis şâkirtlerin her biri bulunduğu yerden ses vererek, tahkik ehline yaraşır bir tavırla doğruya doğru, yanlışa yanlış demekten çekinmediler. (Bu arada, ifrat–tefrit durumuna düşenler olmuşsa, bunların yaptığı ferdîdir ve münferit vak'alar cümlesindendir, umumu bağlamaz ve alâkadar etmez.)

Elhâsıl: Halihazırda yaşanan ve görünen bazı nahoş manzaralar ve üzücü durumlar varsa da, bunlar muvakkat olup netice inşaallah nûr–i bahar olacaktır.


Nurları sıradanlaştırma çabası (4) - M. Latif SALİHOĞLU - YENİ ASYA
 

Huseyni

Müdavim

Nurları sıradanlaştırma çabası (5)


M. Latif SALİHOĞLU - 09.02.2012


Suâl–cevap faslı


Üstad Bediüzzaman'ın da hayatta olduğu tâ 1940'lı yıllardan bu yana ara ara gündeme gelen "Risâle–i Nur'un dilini değiştirme, sadeleştirme, basitleştirme, daha kolay anlaşılır hale getirme..." şeklinde özetlenebilecek olan mesele, şimdilerde çok daha kuvvetli, organizeli ve daha bir üst perdeden yapılan ilân, reklâm ve propagandalarla yeniden gündeme taşınmış bulunuyor.

Yani, mesele alabildiğine ciddiyet ve ehemmiyet kesbetmiş durumda.

Durum böyle olunca, haliyle Nur'un hâlis talebeleri ve sâdık şâkirdleri de teyakkuza geçerek, üzerlerine düşen vazifeyi ifâya çalışıyor.

Bu meyanda bizlere de pekçok sorular soruluyor. Biz de mümkün olduğunca bu suâllere cevap teşkil edecek bahisleri bulup aktarmaya ve bu sûretle müşkilleri halletmeye gayret ediyoruz.

Halihazırda bize ulaşan ve âcilen tatminkâr izahları istenen sayısız suâlden birkaçı şöyledir:


Taarruz cephesi değişiyor


Suâl: Üstad Bediüzzaman, ileride bu tür sıkıntıların çıkacağından söz etmiş veya herhangi bir işarette bulunmuş mudur?

Cevap: Bediüzzaman Hazretleri, günün birinde Risâle–i Nur'a yapılan alenî saldırıların sona ereceğini, takip, mahkeme, hapishane... faslının geride kalacağını, ve fakat cephenin değiştirilerek, müdahalenin bu kez "din perdesi altında" yapılacağını Kur'ân'ın nuruyla haber veriyor.

Üstelik, gizli münafıkların bazı kurnazlıklarla Risâle–i Nur'un aleyhine sevk edeceği dindar kesimi de üç kategoride tasnif ederek bunları şöylece sıralıyor:

1) Safdil hocalar.
2) Bid'a taraftarı dindarlar.
3) Enaniyetli sofi meşrepliler.

İşte, Hz. Üstad'ın kendi ifadeleri: "Risâle–i Nur'a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez; daha kimseyi o bahaneyle inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bid'a taraftarı veya enaniyetli sofi meşreplileri bazı kurnazlıklarla Risâle–i Nur'a karşı istimal etmek ve Risâle–i Nur'a ve şâkirtlerine ayrı bir cephede tecavüz etmeye münafıklar çabalıyorlar. İnşaallah muvaffak olamazlar." (Sikke–i Tasdik–i Gaybi, s. 190)

Evet, günümüz itibariyle Risâle–i Nur'a ve şâkirtleriyle sadece lisân konusunda değil, hemen her meselede uğraşanlar, tenkit ve taarruzda bulunanlar, Nur'un me'hazdaki kuvvet, kudsiyetinin tesirini kırmaya çalışanlar, hatta insafsızcasına hücûm edip Nur dâvâsını (ve de camiasını) karalama vazifesini deruhte edenler, zahiren, yani görünürde dindar kimselerdir.

Ancak, hiç şüphe edilmesin ki, bunların arkasında yüzüne maske takmış başka habis odaklar ve elhannas cereyanlar var.

Dolayısıyla, meselenin farkında olup din–imân kardeşlerimizle karşı karşıya gelmemeli, kırıcı söz ve davranışlardan uzak durmalı. Aksi halde, gizli din düşmanlarını sevindirmiş oluruz.


Yani, teenni, teyakkuz, dikkat ve itidâl ile gitmeli; delil, izah, ispat ve ikna metoduyla hareket etmeli.


Suâl: Üstad Bediüzzaman, Nur'un lisânına hiç mi dokundurtmamış? Kolaylaştırmada hiç mi ruhsat vermemiş?

Cevap: Mektubat, Beşinci Desise'de "Şerh, izah veya tanzim" ruhsatını vermiştir.

Bunun dışına çıkılmasına—velev ki, allâme ve müçtehid bile olsalar—katiyen kimseye izin vermemiş ve asla rıza göstermemiştir.

Ayrıca, bunu teyid edecek daha pekçok yerde tahşidat var. Hatta öyle ki, Üstad mükerrer yerde "Ben dahi irademi karıştırmadım; nasıl geldiyse öyle yazıldı, nasıl yazdırıldıysa öyle bırakıldı" hatırlatmasında bulunuyor.

Sadece bir–iki yerde, o da "Fatiha'nın Farsça da okunabileceği ruhsatı" kabilinden bazı tasarruflarda bulunulduğuna dair ifadeler var. Tamamen hususî, istisnaî ve çok dar dairedeki bir tasarruf ki, bunu dahi son tanzimde kaldırıyor ve 1957'den itibaren neşredilen Külliyata dahil etmiyor. Tâ ki, bu hususî ve muvakkat ruhsatı umumileştirmeye ve geniş dairede tatbik etmeye teşebbüs etmesinler.

Burada, aynı meselede tasarrufta bulunmasına izin verilen Nur'un hâs talebelerinden Hulusî Yahyagil'in Hz. Bediüzzaman'a yazmış olduğu mektubundan kısacık bir iktibası aktarmakta fayda var. Şöyle ki:


Bir harfine dokunmak bile titretiyor


"Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvâfık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü, (Risâle–i Nur) edebiyat satılmıyor, Kur'ân'dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz, bu Sözler'i okuduğum zaman, Üstadımı temsil eder bir hâl alıyorum. Tabiratınızla, şivenizle okumak, bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem. Onun için, bir harfe dokunmayı azim bir günah işliyor telâkki ediyorum. Bazan verdiğiniz selâhiyetin mânevî kuvvetiyle, nâmınıza olarak bir harfin yerini değiştiriyor veya kaldırabiliyorum. İşte bendeki telâkki ve tesir bu mahiyettedir." (Barla Lâhikası, s. 62)

Bunun gibi çarpıcı daha başka misâller de var. Yeri geldikçe nazara verilecek.


"Said Nursî yanıldı" diyenler, kendince sadeleştirme yapıyor


Soru: Risâle–i Nur'un lisânına kimler niçin ilişiyor?

Cevap: Bazı şahıslar ve yayınevleri, "Risâle–i Nurlar daha çok okunsun, daha iyi anlaşılsın" mülâhazasıyla ve "sadeleştirme" adı altında, hiç hakları olmadığı halde Risâle–i Nur'u tahrif edip hakikatte "sıradanlaştırma"ya çalışıyor.

Burada isim vermek münasip düşmez; fakat, bu yayınevlerinden birinin Üstad Bediüzzaman'ı tezyif etme hususunda sâbıkalı olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Nitekim, daha evvel de değinmiştik. Şimdi Risâleleri tahrif ederek neşreden bu yayınevi, 2006 senesinde bastığı "Sultan Abdülhamid'de Yanılanlar" listesine Hz. Bediüzzaman'ı dahil ederek büyük cürüm işlemişti. Hatalarını telâfi için yaptığımız ikaza da, hiç aldırış etmediler; bilâkis, o hatayı müdafaa cihetine gittiler.


Garip mânâ, garip lâfız içinde olmalı


Sual: Risâle dilinin değiştirilmesinin ne gibi sakıncaları var?

Cevap: Böylesi bir müdahalenin sakıncaları saymakla bitmez.

Evvelâ, kontrol edilmesi mümkün olmayan bir tâviz ve tahrif kapısı açılmış olur. Ki, senelerce bu yönde ciddi tenkitler yapıldı.

Bugün güvenilir dediiğiniz bir değiştirmenin arkasının nasıl geleceğini ve ileride nasıl şekiller alacağını kim kestirebilir?

Bir başka sakınca, aynı zamanda Garibuzzaman olan Bediüzzaman'ın "garip lisanı"na değiştirmek sûretiyle ilişildiği takdirde, Kur'ân'ın feyzine istinad eden Risâle–i Nur'un tesirinin kırılacağı ve nazarı dağıtacağı muhakkaktır.

İşte, "Ben gariim. Benim elbisem gibi uslûp ve lisânım da gariptir" diyen Hz. Üstad'ın bu meyanda ifade ettiği "anahtar" mesabesindeki harika bir vecizesi: "Garip bir mânâ, garip bir lâfız içinde olmalı; tâ ki, nazar–ı dikkati celbetsin." (Eski Said Dönemi Eserleri, DHÖ, s. 152)

Evet, siz tutup o garipliğe müdahale ederseniz, tılsım bozulur. Tesir kırılır. Hatta, zamanın garibi ve bedii olan şahsiyeti bile "Bediüzzaman" olmaktan çıkarırsınız.

...........................

NOT: Hayli birikmiş olan suâl–cevap faslına biraz daha devam etmek niyetindeyiz.


Nurları sıradanlaştırma çabası (5) - M. Latif SALİHOĞLU - YENİ ASYA
 

Huseyni

Müdavim

Nurları sıradanlaştırma çabası (6)

M. Latif SALİHOĞLU - 10.02.2012


Nur'un lisânına müdahale,ulvî mânâyı bozar, kudsî tesiri kırar,
tekraren oku(n)ma ihtiyaç ve arzusunu tarumar eder



Suâl: Bediüzzaman Hazretleri, henüz hayatta iken Risâle–i Nur'un lisânını değiştirmeye dair niyet ve teşebbüsler hakkında neler söylemiş ve ne gibi tavsiyelerde bulunmuş?

Cevap: Bu mesele, müstakil kitap hacminde başlı başına bir araştırma konusudur. Biz, bu dizi yazı çerçevesinde kısaca değinmeye çalışalım.

Öncelikle, aynı mânâ ve maksadı ihtiva eden suâllerin bizzat Hz. Bediüzzaman'a tevcih edildiğini en başta hatırlatmış olalım.

Hz. Üstad da, maddî ve mânevî cânipten kendisine tevcih edilen suâllere gayet muknî delillerle cevap verip izâhatta bulunmuştur.

Özetle deniliyor ki: “Bütün bu Risâlelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor." (Barla Lâhikası, YAN, İst. 2002, s. 16)

Kezâ, şunlar ifade ediliyor:

“Risâle–i Nur’un mesâili ilimle, fikirle ve kastî bir ihtiyar ile değil, ekseriyet–i mutlaka ile sünûhat, zuhûrat, ihtarât ile oluyor.” (Kastamonu Lâhikası, s.163)

“Hem, telif ihtiyarımız dahilinde değil.” (Age, s. 105)

Bunlar gibi, Nur Külliyatında yer alan daha pekçok ifade ve ibare vardır ki, Kur'ân'ın feyzinden nebean eden sünûhat, zuhûrat, ilhamât ve ihtarât ile telif edilen Risâle–i Nur'un fıtrî, ulvî lisânına Bediüzzaman Hazretlerinin kendisi dahi kalem karıştırmaktan ve ihtiyarı ile müdahale etmekten şiddetle kaçınmıştır. Aynı şekilde, başkasının kalem karıştırmasına da katiyen razı olmamıştır.

Bununla beraber, çeşitli tarihlerde bu hususta bazı gelişmeler yaşanmış ve bunlara karşı da aynı tarz üzere gereken izahatta bulunmuşlardır.

İşte, bunlardan birkaç misâl...


Büyük Doğu'nun tahrifatlı neşriyatı


Bu meyanda en çarpıcı misâllerden biri, 1952’de şair Necip Fazıl'ın yönetimindeki Büyük Doğu mecmuasının yapmış olduğu neşriyattır.

Necip Fazıl, Risâle–i Nur’dan bazı metinleri kendi inisiyatifiyle değiştirerek (bir cihette, Bediüzzaman'ın lisânını tezyif ile kendi edebî enaniyetini konuşturarak) mecmuasında neşrediyordu.

Bu gelişme üzerine, Üstad Bediüzzaman talebelerini harekete geçirerek yapılan neşriyatı durdurma cihetine gider.


Zira, tâ başından beri beyan edilmiştir ki:


* Kemâl–i edeb üzere yazılmış olan Risâle–i Nur, edebiyat satmıyor.

* Kemâl–i tevâzu ve terk–i enâniyet dersini veren Risâle–i Nur, hiç bir enâniyetin müdahalesini kabul etmiyor.

* Mânâyı esas alan Risâle–i Nur, edebin değil, fakat edebiyatın kànunlarına yer yer muhalefet ediyor. Nur'daki kudsî, ulvî, sırlı, tılsımlı hakikatler, edebiyatın dar kalıplarına sığmıyor, sığdırılamıyor. Sığdırmaya çalışanlar, ister istemez mânâyı fedâ ediyor. Buna ise, hiç kimsenin hakkı yoktur.

İşte, bu ve benzeri gerekçelere istinaden harekete geçen Ceylan ve Zübeyir gibi Nur'un has şâkirdleri, yazdıkları nezâket yüklü mektuplarla Necip Fazıl bu teşebbüsünden vazgeçirmeye çalışmışlardır.


İşte, Kahraman Zübeyir'in mektubundan bazı pasajlar:


“Necip Fazıl Bey,


"Şu ince noktayı siz gibi tasavvuf ehline arz ederiz ki: Risâle–i Nur, Bediüzzaman Hazretlerinin irade ve ihtiyarı ile telif edilen bir eser değildir. Zaman zaman şedit ihtiyaç sıralarında, ihtar–ı Rabbani ve ilham–ı İlâhî ile yazdırılan Kur’ân–ı Hakîm’in bir mucize–i mâneviyesidir.

"Bu hüccetli ve aşikâr hakikate nazaran, allâme–i cihan bir müellif dahi, Risâle–i Nur’un bir cümlesinde bile değişiklik yapmaya asla cesaret edemez.

"Sizin 'İdeolocya Örgüsü' ve diğer yazılarınız da başka muharrirlere benzemiyor. Sizin size has üslûbunuz, okuyucularınız üzerinde bir tesir bırakıyor. Bununla beraber, 'İdeolocya Örgüsü' için de bazı kimseler, 'Muğlak, ağır, anlaşılmıyor...' derler. Bu deyişler üzerine birisi kalksa da, sizin o yazılarınızı—mânâ bozulmasa dahi—cümlelerde değişiklik ve metin içinde izahata kalkışsa, harika olan üslûbunuzun hassasiyetini büsbütün kaybetmiş olacaktır. Buna kat’iyyen müsaade etmezsiniz ya… Faraza ses çıkarmasanız, o yazılardaki üslûbun ciddiyet ve değeri ile alışkanlık peyda eden bizler hemen itiraz ederiz.

"Bir fikr–i beşer yazısındaki değişiklikler üslûbu tamamen bozuyorsa, ilham–ı İlâhî ile telif edilen eserlere beşer fikrinin mahsûlü olan sözler karıştığı zaman, o şâheserlerin ne derece rencide olacağını, iz’an ve idrakinize havale ediyorum.” (Bkz: Badıllı, Abdülkadir; Sadeleştirme Asrî Bir Tahriftir, s. 18)

Onlarca sayfayı dolduran izahlar neticesinde, Necip Fazıl, bu teşebbüsünden vazgeçmiştir.

* * *

Bir diğer misâl şudur:

Hz. Üstad'ın “Nur’un mânevî avukatı” diye taltif edilen büyük âlim Ahmed Feyzi Efendi, tâ 1949'da Üstad Bediüzzaman’a mektup yazarak Gençlik Rehberini daha iyi anlaşılsın diye "sadeleştirerek" yayınlamak arzusunda olduğunu arz eder. Ne var ki, Üstad Bediüzzaman bu işe razı olmadığını beyan ile şu ifadeyi kullanır: “Ancak, o esere benim imzamı değil, kendi imzanı atarsın.” (Age, s. 41)

Üçüncü bir misâl, yine talebelerinden olan Hüsrev Efendinin 1955’te Muhakemat isimli eser üzerinde yapmış olduğu tasarrufla ilgili hatıradır.

Muhterem Abdülkadir Badıllı, aynı isimli eserinde neşretmiş olduğu bu hatırayı şu şekilde naklediyor: "Hüsrev Altınbaşak, Bediüzzaman’ın daha önce kendisine iltifaten verilmiş tanzim izinlerine binaen 'Muhakemat bu haliyle anlaşılmaz' diyerek sadeleştirerek mumlu kâğıda basıp Bediüzzaman’a gönderir. Muhakemat’ın yeni halini gören Bediüzzaman, Hüsrev Efendiye yeni vazifeler vererek Muhakematın neşrini durdurur. Sonra talebelerini toplayarak, 'Siz hakem olun. Bakın, şurada ben şu mânâyı kastetmiştim; fakat o, bakınız başka şekilde anlamış ve yazmış. O halde bu şekilde Muhakemat olarak neşri caiz midir?' diye sorar.”

Görülüyor ki, Üstad Bediüzzaman, herkesin derecesine göre imtihana tabi tutulduğu şu fâni âlemde "Akla kapı açar; fakat ihtiyar ve iradeyi elden almaz" düstûruyla hareket ederek, hakikati izah ediyor.


http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=5271


 

Huseyni

Müdavim

Nurları sıradanlaştırma çabası (7)

M. Latif SALİHOĞLU - 11.02.2012


Nur'un sâdık talebeleri, tahrifat furyası karşısında metanetle durup omuz omuza verdiler; hakkın hatırını âli tutmak adına, bu furyanın önüne ittifakla set çektiler.

Yaşanan bu hadise, "Hak şerleri hayreyler" hükmünü bir kez daha tecelli ettirdi.



Kısa kısa


Bazı yayınevleri tarafından, kalem karıştırmak sûretiyle muhtevasını değiştirdikleri Nur Risâlelerini yine aynı orijinal isim ve imza ile basarak piyasaya sürdüler.

Bunu mukabil, Bediüzzaman'ın hizmetkârları ile Nur'un sâdık talebeleri harekete geçerek, özetle şunu söylediler: Bu yaptığınız yanlış. Zira, muhtevadaki orijinaliteyi bozduğunuz halde, bastığınız kitabı yine orijinal ismiyle ve Bediüzzaman'ın imzasıyla piyasaya sürüyorsunuz. Böyle olmaz. Bunu yapmaya hakkınız yok. Gelin, ya bu işi yapmaktan vazgeçin, ya da muhtevasını tahrif ederek bastığınız eserlerin orijinal ismini ve üzerindeki imzayı da değiştirip öyle neşredin.

Risâleleri tahrif ederek piyasaya sürenler ise, vazgeçmek yerine yaptıklarını savunmaya geçtiler ve "Bu eserler daha kolay anlaşılsın, daha çok kimse okuyup istifade etsin" diye, bir nevî "iyi niyet" izhârında bulundular.

Oysa, her iyi niyetten iyi netice çıkmaz.

Kaldı ki, Risâleler zaten sadedir, arıdır, durudur... Buna sadeliğe ilişerek safiyeti bozanlar, sadeleştirmek bir yana, tam aksine kafa midesini bulandırmaktan ve ortalığı karıştırmaktan başka iş yapamazlar.

Evet, bir müellifin arzusunun tamamen hilâfına gidilerek yapılan işin, hakikatte iyi niyetle de bir münasebeti kalmaz. İşte, bu meyanda bir haftadır sıralamış olduğumuz delil ve izâhlara ilâveten, kısa, veciz birkaç iktibası daha takdim ederek, şimdilik bir nihayet verelim.


Risâle–i Nur'dan pasajlar

Kur'ân'ın hakaik–i i'câzını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki, Kur'ân'ın güzel hakikatleri benim tabiratımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi. (Mektûbat, s. 359)

* * *

Kur'ân'ın bir nevî tefsiri olan Sözlerdeki hüner ve zarâfet ve meziyet kimsenin değil, belki muntazam, güzel hakaik–i Kur'âniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûp libâsları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki, öyle ister. Ve bir dest–i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkârız. (Mektûbat, s. 372)

* * *

Kalbe fıtrî bir surette gelen hatıratı, san’atla ve dikkatle bozmamak için yeniden tedkikata lüzum görmedik. (25. Lem'a'dan)

* * *

Fıtrî bir surette bu lem’a tahattur ettiğinden, Altıncı Mertebede iki devâ yazılmış. Fıtrîliğine ilişmemek için, öylece bıraktık. Belki bir sır vardır diye değiştirmedik. (Age)

* * *

Hem, benim tarz–ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teennî ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var... (Emirdağ Lâhikası, elyazma, s. 661)

* * *

Kahraman Zübeyir'in Necip Fazıl'a mektubundan: Risâle–i Nur'a hüsn–ü niyetle konulan kelimeler, bembeyaz ipekli bir elbise üzerine yamanmış koca parçalar gibi nazara çarpıyor. Siz de takdir edersiniz ki, Risâle–i Nur'a kalem karıştırmak, bilhassa ve bilhassa o şekli aslı imiş gibi neşretmek, bütün bütün hatalı ve yanlış oluyor. Tanıyan idrakli gençlik tarafından aşk derecesinde sevilen latîf, zarîf ve müstesnâ üslûbu alt üst ediyor."

* * *

Muh. Abdülkadir Badıllı'nın ifadeleri:

Evet, Nurların, rastgele bazı kitaplara kıyasla sadeleştirilmesi demek; taşımakta oldukları nûraniyet, câzibiyet, asâlet, hulûsiyet, ulviyet, samimiyet, ma’rifet... gibi pek yüksek hasiyetlerinden soyunması demektir. Ehl–i feraset ve basiret ve erbâb–ı irfân bu cinayetten Allah’a sığınması lâzım.

* * *

Milâslı Halil İbrahim'in Emirdağ Lâhikasındaki (s. 87) mektubundan:

Risâle–i Nur, Kur’ân–ı Mu’cizü’l–Beyan’ın taht–ı tasarrufunda olduğundan, ona uzanan, ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur.

Kur’ân–ı Mu’ciz–ül Beyan’ın ‘Vemâ erselnâ min rasûlin illâ bilisâni kavmihî’ kavl–i şerifinin îma ve işâratından, şu devrede Türk lisanının sadmeler geçirmesine bakılırsa, Risâle–i Nur, Türkçede, lisân üzerinde de imam olacağına; yâni yarın hâlis Türkçe olan Risâle–i Nur’un kesb–i imtiyaz edip diğerlerini terk edeceklerine dair işaret–i Kur’âniyedendir demiş olsam, hatâ etmemiş olurum zannederim.

* * *

Denizli Kahramanı Hasan Feyzi'nin Konferans Risâlesindeki mektubundan bir parça:

Ey Risâle–i Nur!

...Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet başka eserlerde görülmüyor. Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere: Âyât–ı Beyyinât–ı İlâhiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha birçok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm–u Arabiyeyi hâmil olduğu gibi, sen dahi birçok yücelikler, sahife ve satırlarında, hattâ kelime ve harflerinde talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyât taşıyorsun.

İşte bu hâl, senin bir Mu’cize–i Kur’ân olduğunu isbat ediyor.

Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki, insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilim ve irfan aşkı aldığı gibi, en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin.

Bu hâlin, Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerâmetin, Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’ân’dan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan bu kadar yüksek asâlet ve fesâhati seninle dilimizde görüyoruz.

...Sen bir şiir–i destanî değilsin. Fakat o kadar fasih ve beliğ ve edalı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların, siyak ve sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki; mensur ve Türkî ibareli olduğun halde, yine mislin getirilemez.

Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisân üstüne bağdaş kurup oturmaktadır.

Hele o güzel teşbih ve tâbirlerin bir misli, bir daha bulunup söylenemez. Sendeki mukayese ve muhakemelerin, vak’a ve temsillerin bir benzeri ve bir nazîri bir daha getirilemez.

Kur’ân–ı Arabî’den Türkçe Sözlere akan ve bugün öztürkçeden fışkıran bu feyiz ve bu nurlar, kalblerde senin bir nümune–i kudret ve nişane–i rahmet olduğuna hiçbir rayb ve güman bırakmıyor. Sen, âyine–i idrâke cilâ ve âlem–i kalbe safa ve ruh–u revâna gıdasın...


Nurları sıradanlaştırma çabası (7) - M. Latif SALİHOĞLU - YENİ ASYA


 

Huseyni

Müdavim
Sadeleştirmeyi savunanların bahaneleri "dili ağır, anlaşılmıyor" nevinden. Sadeleştirmeyi kabul etmeyenler ve karşısında duranlar ise Nurlar'ın anlaşıldığını, hiç başka kaynak olmasa bile kendi kendini izah ettiğini savunuyor. Bizlerin de görüşleri bu yöndedir. İşte bir kardeşimizin bunun ispatına dair bir çalışması (Allah cc. razı olsun). Sadece iddiadan ibaret kalmasın, gözlerimizle de görelim.


TAHLİL

Risale-i Nur Külliyatı'ndan Lem'alar kitabının 1. Lem'asının kelime sayıları bakımından tahlilinde şu sonuçlar çıkmıştır.

Mükerrer kelimeler bir kelime sayılmak şartıyla yaklaşık 314 kelime mevcuttur.

Mükerrer kelimeleri ilave ettiğimiz zaman yaklaşık olarak 520 kelime ediyor.
Şimdiki dilde karşılığını bilemeyeceğimiz kelimeler ise takriben 98 tanedir.

Bunlar:

Münacat, Hazret, Mağrib, İşa, Fazilet, Mübarek, Lem’a, Azim, Mühim, İcabe, Kıssa, Meşhur, Hülasa, Dağdağa, Necat, Vaziyet, Esbab, Bilkülliye, Sukut, Cevv-i sema, Aleyh, İttifak, Musahhar, Selamet, Te’sir, Müsebbib-ül Esbab, Melce', Ayn-el yakin, Sırr-ı Ehadiyet, Nur-u Tevhid, İnkişaf, Hut, Taht-el bahir, Zelzele, Dağ-vari, Emvac, Dehşet, Cevelan, Tenezzühgah, Kamer, Tazyik, Mahlukat, Şecere-i yaktin, Lutf-u Rabbani, Müşahede, Müthiş, İstikbal, Nazar, Gaflet, Sergerdan, Küre-i zemin, Mahv, Sür’aten, Heva-i nefis, Ebedi, İktidaen, İltica, Dalalet, Halık-ı Semavat ve arz, Hatırat-ı kalb, Ahiret, Zat-ı Vacib-ül Vücud, Mehtap, Latif, Tenezzüh, Merhamet, Celbetmek, Vahşet, Ünsiyet, Adem, İnkılap, Mütemadiyen, Mevt, Karn, Merkub, Sefine, Manevi, İbret, Tefekkür, Müteellim, Furkan, Elhası, Camiiyet, Mahiyet, Ulvi, İhtizaz, Hengam, Kübra, Hurdebini, Kabza-i tasarruf, Ecram, Zuhur, Müştakane, Ma’bud, Zerrat, Seyyarat, Vari, Hizmetkar, Cihet, Envar, Halaskar, Tenevvür, Hakikat" kelimeleridir.

1.Bu kelimeler içinde 1. Lem’a’da takip eden ibarede karşılığı verilen kelimeler ise şunlardır:

En azim bir münacattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır
Münacat = Dua

Hem balığa, hem denize, hem geceye
(Bir alt satırda)
“Gece, deniz ve hût”
Hût = Büyük bir balık

O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünkü o halde…
Vaziyet = Hal

Bütün halk onun hizmetkarı ve yardımcısı olsa idiler.
Hizmetkar = Yardımcı

Müsebbib-ül Esbabdan başka bir melce’ olamadığını ayn-el-yakin gördüğünden..
Ayn-el-yakin = Görür gibi inanmak

Her taraftan onu tehdit ve tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler
Cihet = Taraf

Merkubumuz olup, bizi ona bindirip
Merkub = Üzerine binilmiş, bindirilmiş

Kainatın kıyamet hengamındaki zelzele-i kübrasından
Zelzele-i Kübra = kıyamet

Ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar
Ecram = Yıldızlar

2. Bilemeyeceğimiz kelimelerin bir kısmının ise yine 1. Lem’a’nın değişik yerlerinde tam kelime karşılığı verilmiştir. Bunlar:

Envar = Nurlar
Müthiş = Dehşetli
Esbab = Sebepler
Bahir = Deniz
Halaskar = Kurtarıcı
Halaskar olmak = İmdat etmek, kurtarmak
Tenevvür etmek = Işıklandırmak
Sefine = Gemi
Küre-i zemin = Dünya
Melce’ = Kurtulacak yer
Mahiyet = Hakikat
Hakikat-i hal = Hakiki vaziyet
Dünya =Zemin
Sür’aten = Birdenbire
Müşahede = Gözle görmek
Ünsiyet = Dostluk
-vari = Gibi

3. Az çok manasını belki tam ifade edemeyeceğimiz fakat bize yabancı olmayan ve günlük hayatta kullandığımız kelimeler ise

“hazret, meşhur, mübarek, fazilet, mühim, kıssa, aleyh, necat, ittifak, selamet, tesir, zelzele, dehşet, mahlukat, istikbal, nazar, gaflet, ebedi, ahiret, mehtap, merhamet, vahşet, inkılap, manevi, ibret, tefekkür” olmak üzere 26 adettir.

4. Türkçe’de karşılığı olmayan kelimeler

“Lem’a, icabe, müsebbib-ül esbab, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid, cevelan, lutf-u Rabbani, Halık-ı Semavat ve Arz, Zat-ı Vacib-ül Vücud, dalalet, Furkan, camiiyet, ihtizaz, kabza-i tasarruf, ma’bud, tenezzüh” olmak üzere 16 adettir.

5. Bu dört maddede sayılan kelimeleri çıkardığımız zaman geriye kalanlar:

“Mağrib, işa, azim, hülasa, dağdağa, bilkülliye, sukut, cevv-isema, musahhar, inkişaf, dağ-vari, emvac, kamer, tazyik, şecere-i yaktin, mahv, heva-i nefis, iktidaen, iltica, latif, celbetmek, adem, mütemadiyen, mevt, karn, müteellim, elhasıl, ulvi, hengam, hurdebini, zuhur, zerrat, seyyarat” olmak üzere 33 adettir.

6. 5.maddedeki kelimelerden külliyatın farklı yerlerinde karşılığı verilenler:

“mağrib, işa, azim, hülasa, dağdağa, bilkülliye, sukut, cevv-i sema, musahhar, inkişaf, dağ-vari, emvac, iktidaen, kamer, tazyik, iktidaen, iltica, latif, celbetmek, adem, mütemadiyen, mevt, karn, müteellim, ulvi, hengam, hurdebini, elhasıl, zuhur, zerrat, seyyarat” olmak üzere 30 adettir.

7. Buraya kadar saydıklarımız çıkarıldıktan sonra geriye kalanlar:

“ şecere-i yaktin, heva-i nefis, elhasıl” kelimeleri olarak 3 adettir. Bu kelimelerden “şecere-i yaktin” kelimesinin yarısına yani “şecer = ağaç” kelimesine külliyatın çok yerinde geçtiği için aşinayız. Geriye “yaktin = kabak” kelimesi kalıyor ki bu sadece külliyatta 1 yerde geçiyor. Ayrıca ”heva-i nefis” kelimesinin yarısını yani “nefis” kelimesini biliyoruz. Geriye “heva” kelimesi kalıyor ki onun karşılığı “kötü istekler” manasındadır. “elhasıl” kelimesiyle “hülasa” hemen hemen aynı manalara geliyor. İki kelime de külliyatta çokça kullanılıyor.

8. 1.Lem’ada günümüzde çokça kullandığımız

“deniz, fırtına, karanlık, kesik, çünkü, gece, birden, halk, sinema, perde, cenaze, kuyruklu yıldız, mikrop, insan, dünya, hayat, bahçe” gibi her tabakadan insanın rahatlıkla anlayabileceği yüzden fazla kelime kullanılmıştır.

Türkçede karşılığı olmayan “Vacib-ül Vücud”, “sırr-ı Ehadiyet” gibi tabirler için üstadımız nice eserler kaleme almıştır. Bu tabirleri bir iki kelime ile ifade edebilmek zaten mümkün değildir ve hakiki manasını asla gösteremez.

“meydan-ı cevelan”, “sahil-i selamet”, “kıssa-i meşhure” gibi terkiplerde geçen iki kelimeden birisini anlayabiliyoruz ve manasını biliyoruz.

Şimdi bu kadar süzgeçlerden geçirildikten sonra anlayamayacağımız bir tek kelime olan “şecere-i yaktin” kalıyor. Onu da bi zahmet lügata bakarak öğrenelim. Şimdi buraya kadarki çalışmalardan görüldüğü gibi hiçbir lügata müracaat etmeden dahi rahatlıkla külliyattaki kelimeler anlaşılabiliyormuş. Öncelikle

a. Bir kısım kelimelerin karşılığı takip eden ibarede veya bir öncesinde geçmektedir.
b.Bir kısım kelimelerin karşılığı aynı eserin muhtelif yerlerinde geçmektedir.
c.Bir kısmının tam manasını bilemesek de bize yabancı değildir.
d.Bir kısmının kullandığımız dilde karşılığı yoktur.
e.Bilmediğimiz kelimeler elbette ki vardır.
f. Fakat bu bilmediğimiz kelimelerin başka risalelerde tam karşılığı verilerek bu sorun da izale edilmiştir.
g. Geriye karşılığı verilmeyen kelimeler vardır ki onlar çok azdır.

80-90 yıl önce yazılan bu eserler için dili ağır diyenlerin ve en ilginci şudur ki “en çok satılan ve en çok okunan kitaplar için”, “anlaşılmıyor” diyenlerin neyi anlamadıklarını veya anlayamadıklarını, sadeleştirme hevesine kapılanların neyi sadeleştirdiklerini veya sadeleştirmek istediklerini bir nebze olsun göstermek istedim. Belki lüzumsuz bir çalışma oldu fakat Risale-i Nur gibi en çok satılan ve en çok okunan eserlerin anlayan ve istifade eden müştakları çok ki dilin ağırlığı değil, mananın zenginliğine bakılıyor. Zaten bu haliyle döneminin eserleri arasında en rahat ve kolay anlaşılan bir eser olmakla benzersizdir.
Bu konuda herhangi bir çalışma yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. Kusurlar varsa tamamen şahsıma aittir. Sadeleştirmeye karşı tepkimizi göstermek için acizane yapılmış bir çalışmadır. Belki zaman israf ettik fakat sırf bu çalışmada dahi şahsım adına çok istifade ettim ve Risalelerin kudsiyetini bir kez daha anlamış oldum.

Kusurlar şahsıma aittir.
Saygılarımla...


"kenz-i mahfi"


http://www.risaleforum.net/risale-i...leler-207/126035-1lemanin-kelimetolojisi.html
 

Huseyni

Müdavim
Kur’ân’ın belâgatını açıklayan belâgat şaheseri sadeleştirilemez!

Ali FERŞADOĞLU - 10.02.2012


Risâle-i Nur, Kur’ân’ın beyanlarının bir mu’cize eseri olduğunu, edebiyatın en ince noktalarını bünyesinde taşıdığını izâh ve ispat eder.

Aynı zamanda, hadîsin de sanat ve belâğat cephesini zihinlere nakşeder. Şöyle ki:

- Kur’ân’ın edebî cephesinden; başta lâfzının fesâhatinden/açıklığından,
- Selâsetinden (akıcılığından),
- Nazmının cezâletinden (kelimeleri incelik ve kalınlıklarına göre; güzel, akıllı ve rekaketsiz anlatmasından),
- Mânâlarının belâgatinden (Ne zaman, nerede, kime, nasıl, ne şekilde ifâde ve hitap etmek gerektiğinden),
- Mefhumlarının bedâatinden (eşi ve benzeri olmayıp, hayret verici tarzından),
- Mazmunlarının berâatinden (emsallerinden haşmetli, üstün, güzel, ilim ve hakikatçe yüksek olmasından),
- Üslûbunun garâbetinden doğan bârika-i beyânı (açık ifâde ve net anlatımı)...
- Acîb sanatının nakşının beyânını, garip bir san’at lisânınının tekrarının hiçbir zaman insanı usandırmamasının sırlarını açıklar.
- Kur’ân; lâfzında, mânâsında, ahkâmda, ilminde, makàsıdını ölçülü ifâde ettiği...
- Lâfzının pek geniş ihtimalleri barındırdığını, belağatın bütün unsurlarını taşıdığı...
- Lâfzının kuşatıcılığı,
- Mânâsının genişliği,
- Hükmünün kapsamlılığı,
- İlminin derinliği,
- Gayesindeki ölçü ve dengesi, birçok hakikati bünyesinde topladığı beyan edilir.

Her asrın anlayışının derecesi, edebî rütbesi, hem her asırdaki tabakaların yetenek dereceleri, rütbe-i kabiliyetleri nisbetinde nurlu feyizler verdiğini...

Kur’ân edebiyatının bediî zevk açısından insan ruhuna neler verdiğini ve sonuçlarını izâh ve ispat eder.1

İşte, Kur’ân’ın bu özelliklerini ispat ile izah edip açıklarken; kendisi de bu hakikatlerin parıltılarını, sızıntılarını taşır.

Onu sadeleştirmek demek, bu hakikatlerden sıyırıp, ortada bırakmak demektir.

Bu ise ona hizmet değil, bilakis hezimettir.

Kur’ân’ın belâgatını açıklayan belâgat şaheseri sadeleştirilemez!

Dipnot: 1- Sözler, s. 674, 676-677.


http://risaleinurvesadelestirme.org/2012/02/10/kuranin-belagatini-aciklayan-belagat-saheseri-sadelestirilemez/
 

Huseyni

Müdavim
kenz-i mahfi kardeşimizin ikinci bir çalışmasını meselenin sadece Birinci Lem'a ile sınırlı olmadığını göstermek adına yayınlayalım inşaallah. Allah cc. kendilerinden razı olsun, bu yolda gayret ve zihin açıklığı versin, amin.

2. Lem’ada tekrar edilen kelimeler bir kelime sayılmak şartıyla 700 küsur kelime mevcuttur.
Tekrar edilen kelimeleri ilave ettiğimizde toplam 1962 kelime ediyor. Tekrar edilen kelimelerin sayısı bir hayli fazladır.

Anlamını bilemeyeceğimiz 346 kelime mevcuttur.


Bunlar: "Sabır, Rab, Hasıl, Adem, Hazret, Neuzubillah, Farz, Vecih, Hak, Aleyhisselam, Cenab-ı Hak, Münacat, Safi, Tercüman, Sanat, Mücerreb, Mazhar, Tesir, Ruhani, Model, Harika, Tekdir, İktibas, Müteessir, Sultan-ı Ezel ve Ebed, Tebdil, İhsan, Mükerrer, Muhtelif, Merhamet, Nur-u iman, İfa, Cilve, Kıssa, Lem’a, Şafi, Zahir, Küfür, Mukabil, Rezzak, İstiğfar, İlahiye, İktiza, Ruhi, Müddet, İmha, Terakki, Netice, Delil, Yeknesak, Azim, İstirahat, Mesela, Şer, Kemal, Bedbaht, Vasıta, Tevellüd, Ittıla, Cüzi, Şüphe, Hicap, Meydan, Melaike, Ruhaniyat, Hizmet, Hayat, Vücut, Dünyeviye, Ücret, Marifet, Tehdit, Emare, Mahal, Misal, Madem, Kıyas, Dini, Ebedi, Arzu, Vazife, Cehennem, Muvafık, Ubudiyet, Halel, Muhtaç, İntaç, Bahusus, Neş’et, İbadet, Beyan, Hüküm, Kumandan, Rabbani, Tathir, Cenah, Düşman, Menf, Fıtri, İltihak, Mütemadiyen, Beraber, Kaside, Sevap, Uhrevi, Zaif, Müsbet, Acz, Rabb-ı Rahim, Örf-ü nas, Müteellim, Harap, Tefekkür, Teveccüh. Mecburiyet, Mani, Şifa, Fıtrat, Makam, Belahet, Riya, Şefkat, Ferah, Maksat, Vakit, Kafi, Selbetmek, Kefaret-üzzünub, Maddi, Tahakküm, Nimet, Muterizane, Harb, Müştekiyane, Fani, Umumi, Ahiret, Baki, İstimdatkarane, Tevehhüm, Muhacir, Mazi, Mübarek, Razı, Giriftar, Hal-i hazır, Dergah, Rıza, Adeta, Feryat, İtiraz, Tarz,Tenkit, İhtar, Divanecesine, Rahimiyyet, İttiham, Zahmet, Örs, Gayr, Tecavüz, Mahrum, Lazım, İntikam, İstimal, Teessüf, Muhabbet, Sürur, Memnunane, İtirazkarane, Mesut, Rahmanurrahim, Rahmet, İlahi, Zeval, İtimat, Beşeri, Elem, Huzur, Ehemmiyet, Sabıkan, Daimi, İltifat, Merbutiyet, Mahvolmak, Bela-ender, Hata-ender, Çendan, Lakayt, Safa-ender, Bazı, Sıhhat, Eşhas, Alem, Nazar, Lütf-u İlahi, Sair, Sefahet, Asgar, Fena-ender, Cihan, Muhafaza, Cilve, İstinat, Hatime, Afiyet, Husus, Nafi, Kudret, İzale, Nihayetsiz, İras, Müheyyiç, Nukuş, Muharrik, Tebeddül, Çarh, Hasım, Emsal, Halketmek, Cihet, Tehyiç, Biçare, Musalaha, Bela, Husumet, Münderiç, İstimdat, Müteharrik, Levh-i Misal, Mukadderat, İlanname" kelimeleridir.


1. Bu Lem’a zıd kavramların lem’asıdır. Burada geçen zıd kelimeler ise şunlardır:

menfi-müsbet, uzun-kısa, büyük-küçük, zahir-batın, acı-ferah, şekva-şükür, fani-baki, geçmiş-gelecek, lezzet-elem, sıkıntı-sürur, adem-vücud, za’f-kuvvet, mazi-müstakbel, zahmet-rahat, maddi-manevi, sıhhat-hastalık, küfür-iman


2. Bir terimin izahı olan ibareler kullanılmıştır.

Mahall-i iman olan batın-ı kalb…
Hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır.
Âdeta insan-ı ekber olan âlemde…
âlem-i asgar olan insanda…
ya "ah" veya "oh" gelir. Yani ya teessüf eder, ya "Elhamdülillah" der….


3. Bu Lem’a’da takip eden ibarede karşılığı verilen kelimeler şunlardır:

Kalbine ve diline iliştiği zaman… kalb ve lisanına iliştikleri…
Lisan = dil
Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri…
Tehacüm = hücum etmek
İnsanı öyle bir surette halketmiş ki…
(Bir alt satırda)
Bir makine hükmünde yaratmış…
kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder…
Tekemmül = kemal bulmak
yaralardan hasıl olan vesveseler, şübheler…
Vesvese = şüphe
Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicab ettiği zaman
Hicab = utanma


4. Bilemeyeceğimiz kelimelerin bir kısmının ise yine 2. Lem’a’nın değişik yerlerinde tam kelime karşılığı verilmiştir. Bunlar:

Vecih = suret
Münacat = dua
Safi = halis
Tebdil = değiştirmek
İktiza = lazım gelmek
İşmam = hissettirmek
Müddet = vakit
Azim = büyük
İntaç = neticelenme
Cenah = taraf, kısım
Belahet = ahmaklık
Talep = istek
Vakit = Zaman
Alam = elemler
Mes’ut = bahtiyar
Feryat = bağırmak
İhtar = hatırlatma
Tezyid = ziyadeleştirmek
Lezaiz = lezzetler
Zira = çünkü
Mahz = halis ve safi
Cihan = dünya
Tebeddül = değişmek
Hasım = düşman
Mahiyet = hakikat
Musibet = bela
Hakeza = böyle
Selbetmek = izale


5.Manasını tam ifade edemezsek de bize yabancı olmayan ve günlük hayatta kullandığımız kelimeler ise:

“sabır, hazret, Eyyub, farz, acz, iman, tercüman, sanat, zevk, model, ayet, harika, afiyet, merhamet, meşhur, kıssa, ruhi, imha, delil, istirahat, mesela, vasıta, meydan, müthiş, imtihan, hizmet, hayat, zikir, ücret, tehdit, ilahi, esma, misal, madem, inkar, dini, ebedi, arzu, sır, tesir, tehdit, vazife, cehennem, azap, muhtaç, kader, ibadet, hal-i hazır, beyan, dünyeviye, uhrevi, liyakat, kıyas, hüküm, muhacir, umumiyet, dergah, faide, kumandan, rivayet, malum, beraber, sevap, sıtma, nefis, harap, tefekkür, ilanname, mecburiyet, mani, zulüm, şifa, makam, riya, şefkat, maksat, niyet, kafi, nimet, ömür, gaflet, harp, umumi, mesele, ahiret, mübarek, hafız, rıza, kaza, itiraz, tarz, merak, tenkit, tebrik, örs, şikayet, tecavüz, mahrum, intikam, bilakis, kardeş, muhabbet, rahmet, ikaz, huzur, ehemmiyet, daimi, iltifat, makine, bazı, nazar, afiyet, tevekkül, fikir, derece, vaziyet, kaside” olmak üzere 117 kelimedir.


6. Türkçe’de karşılığı olmayan kelimeler


“iktibas, Sultan-ı Ezel ve Ebed, Rab, Hakk, Aleyhisselam, Cenab-ı Hak, mukadderat, ruhani, ruhaniyat, lem’a, nükte, nur-u iman, aleyhtar, lütf-u İlahi, Rezzak, Şafi, Sübhani, neş’et, Rabb-ı Rahim, örf-ü nas, kefaret-üz zünub, vehim, ubudiyet, Rububiyet, Rahimiyyet, Rabbani, Rahmani, Rahmanurrahim, cilve, levh-i misal, neuzubillah” olmak üzere 31 kelimedir.


7. Başka risalelerde manası verilenler ise:

“mücerreb, garaz, tekdir, müteessir, mükerrer, cüz’i, iras, tağyir, enva, ihsan, muhtelif, ifa, mazhar, istiğfar, tasaffi, terakki, mükafat, bedbaht, sefahet, iltica, mazhar, tahammül, nefretkarane, mukabil, müheyyiç, melaike, muvafık, mukabil, tevehhüm, müteellim, bahusus, zaif, tathir, sair, divanecesine, musibetzede, ilticakarane, iltihak, halet, tazammun, derceylemek, mütemadiyen, müştekiyane, memnunane, itirazkarane, muterizane, mütezellilane, mütelezziz, istimdatkarane, muharrik, tahşid, hasıl, kudret, edna, evham, muzır, tehyiç, razı, ittiham, nisbeten, gayr, dâr, istimal, lakayt, zeval, itimat, hülasa, ıttıla, adavet, marifet, firak, beşeri, muvakkat, sabıkan, merbutiyet, musibetzede, libas, tevellüd, tahakküm, teveccüh, emare, mahvolmak, nihayetsiz, eşhas, ilahiye, muhafaza, istinat, husus, nafi, hatime, nukuş, mübareze, çarh, emsal, adavet, çendan, cihet, nevi, fakr, biçare, musalaha, husumet, istimdat, müteharrik, bela-ender, hata-ender, cefa-ender, fena-ender, ” olmak üzere 108 kelimedir.


8. Bilemeyeceğimiz kelimeler ise: “fıtri, yeknesak, ata-ender, safa-ender, tecelli, elhasıl, giriftar, münderiç” olmak üzere 8 tanedir.
Bu kelimeleri tahlil edelim.


“fıtri” kelimesine aslında yabancı değiliz. Şimdiki kullandığımız bozuk dilde bu kelimenin karşılığı “doğal” olarak ifade ediliyor. Halbuki bu çok yanlış bir ifadedir. “Fıtrî = yaratılışla ilgili, yaratılıştan, doğuştan” manasındadır. Külliyatta çokça kullanılan bir kelimedir.

“yeknesak” kelimesinin karşılığı olan “monoton” kelimesini günlük hayatta çokça kullanıyoruz. “yeknesak” kelimesi külliyatta çok geçen bir kelime değildir. “yeknesak = devamlı, değişmeden, monoton” manasına gelir. Cümlenin gelişinden manasını tam ifade edemezsek de anlatılan şeyi anlayabiliyoruz. Buna misal ise:
“yeknesak makam sahibi melaikeler çoktur” burada meleklerin makamlarının değişmediğini bildiğimiz için bu kelimenin manasını da az çok çıkarabiliyoruz. Burada manası “değişmez”dir.

“atâ-ender” kelimesinde “atâ = verme, ihsan, lütuf” ve “-ender” ekinin manası “içinde”dir. “-ender” eki, başka kelimelerin sonuna eklenmek suretiyle “-içinde” manasını ifade ediyor. “atâ” kelimesi bildiğimiz ve duyduğumuz bir kelime olmadığı gibi külliyatta çok kullanılmamaktadır. Bu kelimeyi de lügata bakarak öğrenelim, biraz zahmet olacak ama zahmette rahmet vardır.

“safa-ender” kelimesi de aynen “ata-ender” gibidir. “safa = eğlence, gönül şenliği, gönül rahatlığı” manalarına gelir.
“tecelli = görünme, bilinme, Allah’ın her bir isminin manasını icra etmesi” manasına gelir. Şimdiki nesle çok yabancı bir kelime olmasına rağmen külliyatta en çok kullanılan kelimeler arasındadır. “tecelli” kelimesinin mukabili “cilve” kelimesidir ve hemen hemen aynı manaya gelir. “cilve” kelimesi bize yabancı değildir.

“elhasıl = kısacası, özetle” kelimesine külliyatta çokça geçtiği için aşinayız. Günümüzde “kısacası” veya “özetle” ile başlayan cümlelerde çokça kullanıyoruz. Bizce manasını anlamakta zorlanacağımız bir kelime değildir.

“giriftar = tutulmuş, yakalanmış” manasına geliyor. Yabancı olduğumuz bu kelimenin manasını yine cümlenin gelişinden anlıyoruz. Buna misal: “Erzurum’da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştur.” Şahsın bir hastalığa yakalanmış olduğunu cümlenin gelişinden rahatlıkla anlıyoruz.

“münderiç = bir şeyin içine konulmuş bulunan, içinde bulunan, derc edilen” manasına gelen bu kelime külliyatta 8-10 yerde geçmektedir. Yabancı olduğumuz bu kelimeyi öğrenmekte bizim için külfet olsa da lügata müracaat edip manasını rahatlıkla öğrenebiliriz.


9. Anlamasında hiçte zorlanmayacağımız cümleler mevcuttur. Bunlar:

“İşlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.”
“Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var.”
“Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabûl eder.”
“Kısacık ömrü, uzun bir ömür olur.”
“Onu tebrik et. Her bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçiyor.”
“Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor”
“…bir ağacın kökü kesilmesi gibi maddi musibet hafifleşe hafifleşe kökü kesilmiş ağaç gibi kurur gider.”


10. 2.Lem’ada günümüzde çokça kullandığımız ve her sınıf insanın rahatlıkla anlayabileceği “insan, zarar, model, siyah, yara, hastalık, isim, açlık, iç, dış, gizli, çabuk, yol, gitmek, kafa, sonra, kurt” gibi 300’den fazla kelime kullanılmıştır. Bu rakam ise tekrar edilen kelimeler çıkarıldığında geriye kalan 700 küsur kelimenin yarısına karşılık olarak gelmektedir. Yani 2. Lem’adaki kelimelerin zaten yarısını hiç zahmet çekmeden anlayabiliriz demektir.

11. Allah’ın isim ve sıfatlarından olan “Şafi, Rezzak, Rahman, Rahim, Sübhan, Hak, Rab” kullanılmakla bu isim ve sıfatların tecellileri, cilveleri, inikasları, alemde görünmeleri anlatılmaktadır.

12. Anlamasında zorlandığımız hususlardan birisi de terkiplerdir. “kemal-i afiyet, enva-i merhamet, vazife-i ubudiyet, Harb-i Umumi, nimet-i İlahiye” gibi terkiplerde geçen kelimelerden en az birinin manasını bilebiliriz ve bu kelimeleri kullanıyoruz.


Şimdi buraya kadarki mütalaalardan sonra;

a.Zıd anlamlı kelimeler kullanılarak anlaşılması kolaylaştırılmıştır.
b.Bir terimin izahı yapılarak başka bir esere müracaata meydan bırakılmamıştır.
c.Bir kısım kelimelerin karşılığı takip eden ibarede veya öncesinde verilmiştir.
d.Bir kısım kelimelerin 2. Lem’anın değişik yerlerinde tam kelime karşılığı verilmiştir.
e.Bir kısım kelimelerin manasını tam ifade edemesek de bize yabancı değildir.
f.Bir kısım kelimelerin Türkçe’de kelime karşılığı yoktur.
g.Bir kısım kelimeleri anlamakta zorlansak da bu kelimelerin başka risalelerde tam karşılığı verilmekle ve çokça tekrar edilmekle bu sorun giderilmiştir.
h.Evet manasını bilemeyeceğimiz kelimeler vardır fakat bunlar hem azdır hem de az kullanılmıştır.
ı.Hiç zorlanmadan anlayabileceğimiz cümleler vardır.
i.Bir kısım (eserin yaklaşık yarısı) kelimeleri ise her sınıf insan anlayabilir.

Bu kadar süzgeçlerden geçirildikten sonra anlaşılmak istendiği zaman anlaşılması en kolay ve en rahat olan ve müellifin dediği gibi “Risale-i Nur’un hocası Risale-i Nur’dur” ifadesiyle ve “herkes onun dilini anlıyor” ibaresiyle kullanılan kelimelerin çokluğuyla beraber o zamanda yazılan eserlere nispetle Risale-i Nur gibi tekrarla okunan ve anlaşılan başka bir eser acaba var mıdır?

Kusur, hata, noksan varsa şahsıma aittir.
Saygılarımla…

"kenz-i mahfi"


http://www.risaleforum.net/risale-i...eler-207/126956-2-lemanin-kelimetolojisi.html
 

Huseyni

Müdavim

Mevlid Sadeleşir mi ?


SERDAR AKTAŞ - 10.02.2012


Geçen Cuma gününün mübarek Mevlid Kandili olması hasebiyle umum Müslümanların kandilini tebrik eder ve bu vesileyle kâinat ağacının hem çekirdeği, hem en kâmil meyvesi olan Hz. Muhammed’e (asm) binler salât ü selâm ederim.

Malûmunuz bu gecede Peygamber Efendimiz (asm) dünyaya teşrif ettikleri için, bizler her Mevlid Kandilinde sanki Peygamberimiz (asm) yeniden doğmuş, yeniden âlemi nurlandırmış gibi kabul ederek heyecanlamalı ve sahabevârî bir bağlılıkla ona tecdid-i biat ederek sünnetine daha fazla sarılmalıyız.

Mevlid kandilinin vazgeçilmez bir âdeti olarak okunmakta olan Mevlid-i Şerif, Osmanlı’nın fetret devrinde Bursa’da bir Batınî ulemasının camii kürsüsünden “Peygamberlerin birbirine üstünlüğü yoktur. Hz. İsa, Hz. Musa ile Hz. Muhammed aynı seviyededir.” diye vaaz etmesi ve cemaatin bir kısmının bu bozuk fikirlere rağbet göstermesi üzerine Süleyman Çelebi’nin Hz. Muhammed’in (asm) fazilet ve mertebesini tavzih ile diğer peygamberlerden üstünlüğünü ispatlamak maksadıyla kaleme aldığı bir eseri olup, adı da müellifi tarafından Vesiletü’n-Necat olarak konulmuştur. Evet, Hazreti Peygamber (asm) hakikaten de insanlar için vesiletü’n-necattır, yani kurtuluş vesilesidir. Bu sebepten bütün peygamberler ümmet-i Muhammed’den (asm) olmayı temenni etmişler. İşte Süleyman Çelebi’nin Osmanlı’nın sosyal, siyasal ve dinî hayatında tam bir kargaşa devri olan fetret devrinde telif eylediği ve o dönemde Batınî fikirlerin su-i tesirine karşı ehl-i sünnete arka çıkan Mevlid-i Şerif’in yüzyıllardan beri büyük bir teveccühle okunagelmesi onun makbuliyetine delâlet ettiği gibi müellifinin de hakikat ehli bir velî olduğuna işaret eder. Hâl böyleyken, yazar İskender Pala bir kitabında Mevlid ile alâkalı kaydettiği bir anekdotta; 1880’li yılların başında ‘Muasırlaşmak, İslâmlaşmak, Türkleşmek’ fikirlerinin revaç bulduğu ve edebiyatta Batı’nın hüküm sürdüğü Tanzimat Döneminde bazı mühim şairlerin bir araya gelerek, 400 yıla yakın zamandır okunan Mevlid’in bazı kelimelerinin artık eski ve anlaşılmaz olduğundan bahisle ve artık dilimizin de, edebiyatımızın da değiştiği gerekçe gösterilerek “İşte bu yüzden Mevlidi yeniden yazmalıyız!” diye karar aldıkları ve içlerinden bazılarının kaleme sarılıp yeni tarzda manzum bir mevlid yazmaya koyuldukları, bu minvalde yazdıklarını birbirlerine okuyup karşılaştırarak ve uygun olan beyitleri alt alta dizerek “Bir aceb nûr kim güneş pervanesi” mısrasına kadar geldikleri, ancak bu mısraya geldiklerinde takılıp kaldıkları, nihayetinde içlerinden birinin kalemini yere çalarak “Bu derece muhteşem bir beyit dururken bunu yeniden yazmaya kalkışmak ….tir. Bırakınız yenisini yazmayı, benzerini bile kaleme almak mümkün değildir!” diye itiraf ettiklerini nakleder.

Bu ironik hadise, bilmem ki size başka bir sadeleştirme olayını hatırlatıyor mu? Ne yalan söyleyeyim bana hatırlatıyor. Lem’alar’la başlanılan sadeleştirme çalışmaları her ne kadar “Yeni neslin anlaması için yapıyoruz” gerekçesiyle savunulsa da acaba bilinmiyor mu ki gidilen bu yolun sonu yok. Yani şimdiki nesil için yapılan bu sadeleştirmeler, belki de bir sonraki gelecek nesil için kifayet etmeyecek ve onlar da anlayamadıklarını mazeret gösterip yeniden sadeleştirmek isteyecekler ve bu böyle sürüp gidecek. Bir, iki nesil sonra eserler çorbanın suyunun suyu gibi tanınmaz bir hâl alıp, hafazanallah mahiyeti bozulacak. Lâtife bir yana umum Risâleler Kur’ân’ın malı olduğu için, inşallah Kur’ân onu muhafaza eder, bozulmaz.

Risâlelerin neden sadeleştirilemeyeceğini ağabeyler çok değişik yönleriyle tavzih ettiler. Bunun üstüne fazlaca söz söylemeye hâcet yok. Amma son olarak ben şunu belirtmek isterim ki; hiçbir benzer şey orijinalinin yerini tutmaz, elmas gibi kesilen cam elmas olmaz. Hem Nurlar mirî malı olduğu için, her önüne gelen ona el uzatıp üstünde tasarruf edemez. Zira darb-ı mesel olmuş ki “Mirî malı balık kılçığıdır, yutulmaz”. Madem bu sadeleştirme işi hatadır ve madem sadeleştirmeyi yapan arkadaşlar hüsn-ü niyet sahibi olduklarını beyan ediyorlar, o zaman hiç beklemeksizin hatalarından geri dönmeleri elzemdir, zira hatadan dönmek de bir erdemdir.


http://risaleinurvesadelestirme.org/
 

Huseyni

Müdavim

Risale-i Nur'un Sadeleşmesi Mümkün Değil


Habib FİDAN - 10.02.2012 - Yeni Asya


Risale-i Nur’un sadeleşmesi gerektiğini ifade edenlerin dayanaklarını üç noktada toplamak mümkündür:

1- Edebî ve tarihî bir metin olan Risâle-i Nur günümüzde yaşayan dile yabancı olduğundan anlaşılması zor bir metindir. Sadeleştirilmelidir.

2-Risâle-i Nur’un geniş halk kitleleri tarafından anlaşılabilmesi için, sade Türkçe ile yeniden ele alınması gerekir.

3-Risâle-i Nur imanî meseleleri nazara verdiğinden, en azından didaktik mülâhazalar yönünden sadeleştirilmesi gerekir.

Bir eser hakkında belli bir yargıda bulunmadan önce, eserin mahiyeti hakkında bilgi edinmek esastır. Eğer eserin mahiyeti tam olarak anlaşılabilir ve anlatılabilirse, sonradan ifade edilecek düşünceler sağlıklı olacaktır.

Bu yüzden önce “Risâle-i Nur nedir? Nasıl bir eserdir?” sorularını cevaplamak gerekir? Risâle-i Nur; müellifinin ifadesiyle, “Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve sema-i Kur’ânîden ve âyâtının nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor (Nursî, 1994: 86)” Burada Cemil Meriç’in, “Her eser, kendi dili ile doğar. Risâle-i Nur’un dili Kur’ânî ve İslâmî bir lisandır. Risâle-i Nurları anlamaya çalışmak, ancak bize nasip olabilecek en büyük mükâfattır (Şahiner, 1990: 17).” sözünü belirtmek gerekir ve Bediüzzaman’ın Risâle-i Nur hakkındaki görüşü ile birleştirildiğinde, Risâle-i Nur’un, zamanın eserlerinden farklı olduğu ortaya çıkmaktadır.

Risâle-i Nur’un, iman ilmini vermesi ve öğretmesi gerçeğinden hareketle, tarihsellik ve bu sebeple eskimişlik görüşü hükümsüz kalmaktadır. Zira nasıl ki, Kur’ân çağlarüstü ve zamanı aşan bir dil kullanmışsa, vehbî ilim sonucu Kur’ân-ı Kerim’den ilhamen yazılan ve Kur’ân’ın bir aynası olan Risâle-i Nur’un da çağlarüstü olması gerekir.

Risâle-i Nur günümüz Türkçesi çerçevesinde görece olarak ağır bir dile sahip olabilir. Ancak bu ağırlık eskimişlikle ilgili değil, Risâle-i Nur’un tarihsellikten bağımsız konular olan imanî konuları ele almasından kaynaklanır. Bir ilim sahası olan imanî konuların kendilerine ait kavramları vardır. Dolayısıyla da bu kavramları anlamak için, öncelikle sindirmek gerekir. Kaldı ki, bu kavramların günlük dilde karşılıkları da yok. Çünkü bu kavramlar Kur’ânî kavramlardır ve Kur’ânî kavramların başında da Esmâ-i Hüsnâ gelir. Allah’ı idrak etmenin yolu da bunları bilmekten geçer. Nitekim yapılan araştırmalara göre, Risâle-i Nur vasıtasıyla Allah’ın 217 esmasından bahsedilmesi ve onların idrak edilmesi, bu kavramların öğretiminin ne kadar önemli olduğunu gösterir mahiyettedir (Bkz. Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna, Yeni Asya Neşriyat)

Hemen belirtelim ki, Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna salt kavramsal bir bazda verilmemekte, metin içinde temsil ve telkin metoduyla anlaşılır kılınmaktadır. Bu durum Risâle-i Nur’un hemen her yerinde mevcuttur. Kaldı ki Risâle-i Nur, dinî ya da din dışı konuları içeren dönemin kitaplarına kıyasla sade bir üsluba sahiptir. Bundan da öte, Risâle-i Nur’da anlamı akıcı ve anlaşılır kılan bir iç lügatçe de mevcuttur. Mesela, “… O sultana Halîl ve dost ol!.. O rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celb eder, kendine çeker…” gibi altı çizili örnekler. Risâle-i Nur’un hemen hemen her yerinde var olan bu tarz kullanımlar, avamdan âlim insanlara kadar herkesin anlayabileceği bir dilin varlığını gösterir. (Demirci-makale-, 2000: 71)

Kabul edilmeli ki, Risâle-i Nur dili sadece Türkçe’ye has bir dil değil. Risâle-i Nur, 20. Asır ve sonrasına İslâm medeniyetinin sunumunu yapma misyonunu taşıyan bir eserdir. İslâm medeniyetinin temelinde de başta Arapça, sonra Farsça ve Türkçe vardır. Dolayısıyla Arapça, Farsça ve Türkçe’nin karışımından oluşan bir dilin kullanımı da kaçınılmazdır. Böyle olduğuna delillerden bir tanesi, “… zahiren mevt inhilâldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir” cümlesinde somutlaşan hakikattir. Aynı şekilde, “Ey insan! Fenâya, ademe hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya, ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenâya değil, bekâya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u dâimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nûra gidiyorsunuz. Sahip ve Mâlik-i Hakikinin tarafına gidiyorsunuz…” gibi, Risâle-i Nur’un hemen her yerinde mevcut ifadeler üç dile mensup insanların ortak medeniyetini, ki bu İslâm medeniyetidir, nazara verir.

Bu cümleleri okuyan herhangi bir okuyucu, mutlaka hissesini alacak ve anlatılanın ne olduğunu kavrayacaktır. Kur’ân-ı Kerim’i okuyan bir çoban ve bir âlim, seviyesine göre hissesini nasıl alıyorsa, Risâle-i Nur’u okuyan her kesim de seviyesine göre hissesini alacaktır. Eğer bu gözetilmez de tek yönlülüğü ifade eden sadeleştirme yapılırsa, Risâle-i Nur evrensel hitap olma özelliğini kaybedecektir. Dolayısıyla bu bağlamda sadeleştirmenin sağlıksızlığı göze çarpmaktadır.

“Risâle-i Nur’un en azından didaktik mülâhazalarla sadeleştirilmesi” fikrine gelince, en sağlıksızı da budur. Çünkü Risâle-i Nur’u okutan sadece didaktikliği değil, aynı zamanda aklın yanında diğer his ve latifelere de hitap etmesidir. Nitekim, bunu müellifi, “Risâle-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabilirler (Nursî, 1994: 279)” şeklinde ifade eder. Bundan da öte, şimdiye kadar ifade ettiğimiz düşünceler gösteriyor ki, Risâle-i Nur’da kullanılan dil ve üslup, eserin hayatiyetini sağlayan bir deri gibidir. Derisi soyulan herhangi bir canlı nasıl yaşayamazsa, Risâle-i Nur da sadeleştirildiği zaman tozlu raflara mahkûm olur. Nasıl ki, ezan ve ibadet aslından başka bir dilde icrâ edilemiyorsa, sadeleşen bir dilde Risâle-i Nur’un okunması ve doğal olarak üzerindeki misyonu yerine getirmesi imkânsızdır. Çünkü Risâle-i Nur’un sadeleşmesi demek, Şerif Mardin’in belirttiği, “19. Yüzyılın elektrik ve termodinamiği ile ilgili konuşma tarzı, yani kavramlaştırma tarzı Risâle-i Nur’un diline girmiştir. Said Nursî dinamizm ifade eden bir dil kullanmıştır. (Şahiner, 1990: 24)” özelliğinin kaybolması demektir ki, işte o zaman Risale-i Nur unutulmaya yüz tutacaktır.

Bediüzzaman’ın Emirdağ Lahikası’nda ifade ettiği, “Hem Risâle-i Nur, müşterileri aramaz; müşteriler onu aramalı, yalvarmalı” sözlerinden hareketle Risâle-i Nur, okuyucuya iman ilmini öğretirken, onun sıradanlığına inmez, aksine onu sıra dışı yapar. Sıradışılık da gayret ister. Başka bir deyişle, ilk bakışta ağır gibi görünse de, iman ilmini kavramak için okuyucunun biraz çaba göstermesi gerekir. Bu minvalde Allah’ın rızık vericiliğine karşılık insanın tembellik edip şikâyet etmesini eleştiren Bediüzzaman’ın, “Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor? Senin ağzına götürüp sokacak değil ya! Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah insaf versin!” sözlerini sadeleştirme sevdalıları bağlamında düşünürsek, ne demek gerekir acaba? Takdir sizin…


KAYNAKLAR:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Yeni Asya Neşriyat, 1994
2- Necmeddin Şahiner, Nurculuk nedir? , Yeni Asya Yay., İst. 1990
3- Süleyman Kösmene, Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
4- Senai Demirci, Risâle-i Nur’un Etrafından Risâle-i Nur’un İçine(makale), Köprü Dergisi, 2000-Bahar,
5- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, 1994



http://risaleinurvesadelestirme.org/2012/02/10/risale-i-nurun-sadelesmesi-mumkun-degil/
 

Huseyni

Müdavim
Tekrar edilen kelimeler bir kelime sayılmak şartıyla yaklaşık 464 kelime mevcuttur.

Tekrar edilen kelimeleri ilave ettiğimiz zaman toplam 1375 kelime ediyor.

Tekrar edilen kelime oranı yaklaşık olarak 2/3’tür.


Anlamını bilemeyeceğimiz kelimeler:

“ayet, düstur, ezeli, fikir, lem’a, mantık, mizan, müraat, zevk, alakadar, camia, camiiyyet, cerrahiye, ekseri, hadsiz, istidat, mahiyet, masiva, muhabbet, tecrit, umum, azap, ebedi, firak, kabahat, medar, baki, cemal, cihet, fani, hasr, kat-ı alaka, mahbub, malik, mevcudat, sarfetmek, teberri, tevcih, alaka, beka, hakiki, ibka, itikat, marifet, bedel, cemal, ceriha, halet, hüsün, ihsan, kemal, nevi, sebep, tiryak, umumiyet, cilve, esma, fıtrat, Hüsna, işarat, kuvve, şedit, tevehhüm, vahime, zaif, zeval, alem, arzu, cennet, dua, feryat, fıtri, halketmek, tercüman, tesir, umumi, Zülcelal, beşer, enva, fatır, Halık, kalli, kerim, külli, leziziye, lisan, matumat, muvakkat, rahim, ayine, hikmet, kudret, müteveccih, peyda, rahmet, fena, muhalif, muhtelif, mütedahil, zahiren, binaen, marziyat, madum, mazi, meyyit, müstakbel, mütefavit, nefis, rabbaniye, rahmaniye, sübhaniye, ubudiyet, dalalet, gaflet, intaç, layemut, livechillah, meşhur, rıza, sahih, tazammun, teyid, visal, çendan, esef, faide, hasret, ihtar, münasebet, rüya, süfli, tahribat, zerre, bilfiil, iktiza, imkan, kadir, leyl, lieclillah, lillah, manen, sukut, suret, tebdil, Tevfik, bast-ı zaman, beyn, ihata, küsur, muhakkak, müddet, nass, velayet, vuku, vüsat, ahval, evliya, hadise, haşiye, ihbar, kesret, kizb, musaddak, müşahede, rivayet, sıdk, şüphe, tenezzül, tevatür, cihazat, elem, elhasıl, letaif, saadet, sermed, tavzif, tayy-ı mekan, yakaza” olmak üzere 178 kelimedir.


1.Yukarıdaki 178 adet kelime içerisinde günlük hayatta kullandığımız ve belki manasını tam ifade edemesek de bize yabancı olmayan kelimeler ise: “adet, fikir, mantık, zevk, camia, ekseri, hadsiz, muhabbet, umum, azap, kabahat, baki, fani, sarfetmek, alaka, beka, hakiki, itikat, marifet, bedel, ihsan, sebep, cilve, alem, arzu, cennet, dua, feryat, tercüman, tesir, umumi, beşer, hikmet, peyda, rahmet, fena, nefis, gaflet, meşhur, rıza, hasret, ihtar, münasebet, rüya, imkan, suret, küsur, muhakkak, müddet, evliya, hadise, ihbar, rivayet, şüphe, tenezzül, saadet” olmak üzere 56 kelimedir.


2.3. Lem’ada: “akıl, ait, sonra, halbuki, insan, ceza, ömür, hayat, ise, eğer, damga, derin, düşünmek, vakit, perde, adalet, nokta, eşya, beraber, ancak, dolu, hayal, aramak, çalışmak, okumak, tedavi” gibi her sınıf insanın rahatlıkla anlayabileceği yaklaşık 280 küsur kelime kullanılmıştır. Bu rakam ise kelime sayısının yaklaşık olarak 3/5’ine denk gelmektedir. Yani bu durum ise 3. Lem’anın yarısından fazlasının her sınıf insan tarafından hiç zahmet çekmeden anlaşılması demektir. 2. Maddedeki 56 kelimeyi de 280 küsur kelimeye eklersek 335 civarında kelimenin zorlanmadan anlaşıldığı ortaya çıkmaktadır. Bu rakam ise toplam 464 kelimenin 2/3’ünden daha fazladır. Yani bu durumda eserin üçte ikisinin rahatlıkla anlaşılabildiği ortaya çıkmaktadır. Tahkikatımızı genişleterek devam edelim.


3. Bu Lem’ada takip eden ibarede veya öncesinde karşılığı verilen kelimeler:

“senin ibkan ile mevcudat beka bulabildiğini…”
İbka = bakileştirme, beka bulma

“elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz”
“Baki = ebedi”, “muhabbet = aşk (buradaki manası)”

“Alem-i Bekanın ve ebedi cennetin bir sebeb-i vücudu..”
“Alem-i Beka = ebedi cennet”

“mütedahil daireler gibi birbiri içinde iken…”
“mütedahil = birbiri içinde

“Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh,Llivechillâh, Lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz”
“Lillah = Allah için”, “Livechillah = Allah için”, “Lieclillah = sırf Allah rızası için”

“Bu hakikata işareten Leyle-i Kadir gibi tek bir gece…”
“Leyl = gece”

“bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde kalbi masivadan tecrit ediyor, kesiyor”
“Cerrahiye = ameliyatla ilgili”


4. Bu Lem’anın değişik yerlerinde kelime karşılığı verilenler:

Ceriha = Yara
Fıtrat = yaratılış
Şedit = şiddetli
Baki = ebedi
Muhabbet = sevgi, aşk
Halketmek = yaratmak
Beşer = insan
Kat’ = Kesmek
Tiryak = Merhem, ilaç
Lezaiz = lezzetler


5. Başka Risalelerde manası verilen kelimeler:

“düstur, ezeli, mizan, müraat, alakadar, istidat, mahiyet, tecrit, firak, medar, cemal, cihet, mahbub, malik, mevcudat, teberi, tevcih, cemal, halet, hüsün, kemal, nevi, umumiyet, Esma, Hüsna, işarat, kuvve, tevehhüm, vahime, zaif, zeval, enva, Halık, kalli, kerim, külli, leziziye, lisan, matumat, muvakkat, Rahim, ayine, kudret, müteveccih, muhalif, muhtelif, zahiren, binaen, marziyat, madum, mazi, meyyit, müstakbel, mütefavit, ubudiyet, dalalet, intaç, layemut, sahih, tazammun, teyid, visal, çendan, esef, faide, süfli, tahribat, zerre, iktiza, Kadir, bilfiil, manen, sukut, tebdil, Tevfik, beyn, ihata, nass, vuku, vüs’at, ahval, kizb, müşahede, sıdk, cihazat, elem, letaif, sermed, tavzif” olmak üzere 87 kelimedir.


6. Türkçede kelime karşılığı olmayanlar:

“lem’a, camiiyyet, masiva, bast-ı zaman, tevatür, tayy-ı mekan, Rabbaniye, Sübhaniye, Rahmaniye Zülcelal, Halık, Fatır” olmak üzere 12 kelimedir.


7. Manasını bilemeyeceğimiz: “hasr, fıtri, elhasıl, yakaza” olmak üzere 4 kelime kalıyor. Bu kelimeleri tahlil edelim.
“hasr = Bir şeyi içine alma. Yalnız birşeye mahsus kılma. Sıkıştırma” manasına gelen bu kelime nesle yabancı olmasına karşılık külliyatta çok kullanılan bir kelimedir. Daha çok “mahsus” manasında kullanılmıştır. Burada “hasr-ı muhabbet” şeklindeki terkiple “muhabbetini ve sevgisini O’na mahsus kılmak” manasında kullanılmıştır.

“fıtri” ve “elhasıl” kelimelerini 2. Lem’a’da işlemiştik. Oraya müracaat edilebilir.


Geriye bilemeyeceğimiz “yakaza = uyanık, şuurlu ve dikkatli bir vaziyette” kelimesi kalıyor. Bu kelime de şimdiki neslin aşina olmadığı bir kelimedir. Lem’alar kitabında sadece 3. Lem’ada geçtiği gibi bütün külliyatta toplam 15 defa zikredilmiştir. Günde 50 kelime frengi lügatından öğrenebilen bir insan için bu kelimeyi lügata bakarak öğrenmek hiç zor olmasa gerektir.

..................................


Kur’an-ı Kerim’de geçen kelimeler:


“mizan = terazi, ölçü, tartı, denge” kelimesi Rahman Suresi’nde 3 defa olmak üzere Kur’an-ı Kerim’de 9 defa zikredilmiştir. Külliyatta çok kullanılan kelimelerden birisidir. “mizan” kelimesinin külliyatta manası pek çok yerde verilmiştir. Buna misaller ise: “hassas bir mizan ve ölçü içindedir”, “bu Üçüncü Lem’a mantık mizanlarıyla tartılmamalı”, “muhkemat-ı Kur’aniyenin mizanlarıyla ve sünnet-i seniyyenin terazileriyle”, “bazı terazi manasına olarak mizan suretini” gibi ifadelerde “mizan” kelimesinin manasını hiçbir lügata bakmadan zaten cümlenin içinde verilmesinden dolayı rahatlıkla anlayabiliyoruz ve Kur’an-ı Kerim’de zikredilmesinden dolayı birbiriyle irtibatlandırıp Kur’an’ı anlamamız kolaylaştırılmış oluyor. Eğer “mizan” yerine başka bir kelime (ölçü, tartı vs.) kullanılacak olsaydı Kur’an ile irtibatımız kesilirdi. Kur’an’ın en mükemmel bir tefsiri olan Risale-i Nur’da bu hususiyet bizce kasten gözetilmiştir.

“firak = ayrılık, ayrılma, hicran” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de 2 yerde geçmektedir. Yine Külliyatta çok kullanılan kelimelerden birisidir. “firak” kelimesinin manası Risalelerde cümle içinde kullanılmıştır. Buna misal: “bütün sevdiklerinden bir firak-ı elimane içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır” cümlesinde “ayrılık” kelimesi kullanılarak hiçbir sözlüğe bakmadan kelimenin karşılığını anlamamız sağlanmıştır.

Bizi Kur’an ile rabtedip bağlayan Risale-i Nur’un elbette ki Kur’an’ın kudsi kelimelerini kullanması ve bize en güzel bir şekilde talim etmesi onun bir mucizesi değil midir?
.........................................


“Tefsir iki kısımdır. Birisi, malum tefsirlerdir ki, Kur'ân'ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan ve izah ve ispat ederler. İkinci kısım tefsir ise, Kur'ân'ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın pekçok ehemmiyeti var. Zâhir malûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda derc ediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid filozofları susturan bir mânevî tefsirdir.” Bu ikinci kısım tefsirler içinde en son ve en harikası olan Risale-i Nur’un Lem’alar kitabının 3. Lem’asının kelimelerini Kur’an-ı Kerim’de zikredilen kelimeler yönüyle tahlilimizde bulabildiğimiz kelimeler şunlardır: (mizan ve firak kelimelerinden bir önceki mesajda bahsetmiştik)

3. “ayet = delil, nişan, bürhan” manalarına geldiği gibi Kur’an-ı Kerim’in her bir cümlesine de “ayet” denilmiştir. Kur’an’da 6666 adet ayet vardır. Çoğulu “âyât” kelimesidir. İki kelime hem Kur’an’da hem de Risale-i Nur’da zikredilmiştir. “Ayet” kelimesinin karşılığı olan “delil, alamet, bürhan, işaret vs.” gibi kelimeler de külliyatta çokça zikredilerek mananın daha iyi anlaşılması sağlanmıştır.

4. “akıl = İnsanın hayrı ve şerri ve ilimleri anlayan, sebeplerden neticeleri çıkaran ve eserden eser sahibine intikal eden hassası, düşünme ve anlama hassası” manasında olan bu kelimeyi günlük hayatta kullandığımız için biliyoruz. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da “efelâ te’kilûn, leallekum te’kilûn” gibi muhtelif şekillerde zikredilmiştir.

5. “derece = basamak, kademe, mertebe” manasındadır. Çoğulu “derecât” kelimesidir. Kur’an’da zikredilen kelimelerdendir ve külliyatta da epey kullanılmıştır. Günlük hayatta kullandığımızdan manasını az çok biliyoruz.

6. “fikir = akıl, düşünce” manasındadır. Kur’an’da “yetefekkerun, tetefekkerun” v.s. zikredilmiştir. Fikir kelimesinin tam kelime karşılığı olan “düşünce” ve “akıl” kelimesi de külliyatta çokça kullanılarak mana zenginleştirilmiştir.

7. “hiss = duymak, farkına varmak” kelimesi de külliyatta çok kullanıldığı gibi Kur’an’da “ehasse” olarak geçmektedir.

8. “zevk = lezzet alma, hoşa gitme, tatmak” manasındadır. Bu kelime ile çoğulu olan “ezvak” kelimesi külliyatta çok kullanılmıştır. Kur’an’da “zûkû, fezûkû, ve tezûkû” gibi kullanılmıştır.

9. “azim = büyük, yüce, çok ileri” kelimesi Allah (CC)’ın isimlerinden olup, külliyatta çok kullanılmıştır. Ayrıca Kur’an okunduktan sonra bitireceğimiz zaman ve namazda rükuda Allah (CC)’ın “Azim” ismini zikrediyoruz. “Azim” kelimesi yerine başka bir kelime kullanılsaydı bu şekilde bir irtibat acaba sağlanabilir miydi?

10. “beyan = izah, açıklama, anlatma” manasındadır. Çoğulu “beyanat” kelimesidir. Kur’anî bir kelime olduğundan Külliyatta çok kullanılmaktadır ve “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan” şeklinde yüce kitabımız vasıflandırılmaktadır. “beyan” kelimesinin yerine “izah” veya “açıklama” gibi bir kelime konulsaydı acaba Kur’an ile irtibat sağlanabilir miydi?

11. “hüküm = karar, emir, kuvvet, hakimlik, amirlik, irade, kumanda” gibi manalara gelen bu kelime de Kur’anî bir kelimedir. “Hüküm” kelimesine yabancı sayılmayız. Kur’an-ı Kerim’de 54 defa zikredilmiştir.

12. “insan = Cenab-ı Hakk’ın en mükerrem yarattığı mahluk” manasında ve kullandığımız bir kelimedir. Kur’an’da pek çok zikredildiği 76. surenin ismi de “İnsan Suresi”dir. “beşer = insan” kelimesi de yine hakeza zikredilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de 65 defa zikredilmiştir.

13. “kalb = vücudun kan dolaşım merkezi, gönül, yürek” manasında olan bu kelimeyi de sık sık kullanıyoruz. Kur’anî olan bu kelime külliyatta çok zikredilmiştir. Kalb vücuda merkez olduğu gibi, insan da kainata merkezdir.
“Kalbden maksat, sanevberi (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, makes-i efkarı dimağdır. Binaenaleyh, o latife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberinin cesede yaptığı hizmet gibidir.” (İşarat-ül İ’caz)

14. “azab = dünyada işlenen suç ve kabahate mukabil ahrette çekilecek ceza, eziyet, büyük sıkıntı, şiddetli elem” manasına gelen bu kelimeye aşinayız. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da mükerreren zikredilen bu kelimeye yabancı değiliz ve aynı zamanda Risalelerde pek çok tekraren kullanılmıştır.

15. “cennet = Allah'a (C.C.) inanan ve O'na ibadet ve itaat edenlerin, iman ve İslâmiyyet'e ihlâs ve sadâkatle hizmet edenlerin, Kur'ana bir hizb-ül Kur'ân olarak mücâhidâne bir sûrette hizmetkâr olan mücâhidlerin, cihâd-ı diniyye erlerinin âhirette fazl-i İlâhi ile gidip ebediyyen içinde kalacakları mekân ve mesken” manasındaki bu kelimeyi zikretmeden geçmeyelim. Çoğulu “cennât” kelimesidir.

16. “dünya = en yakın, en aşağı, şimdiki alemimiz” manasındaki bu kelime de günlük hayatta en çok kullandığımız kelimelerden birisidir. Zaten insan dünyaya mübteladır. Kur’an’da 111 defa zikredilmiştir. Risalelerde ise “dünya” kelimesiyle beraber “küre-i arz, küre-i zemin, yeryüzü” gibi değişik kelimeler ile kelime hazinesi zenginleştirilerek mana genişletilmiştir.

17. “cemal = Yüz güzelliği, fertteki güzellik” manasındaki bu kelime Kur’an’da geçmektedir. “El-Cemil” Cenab-ı Hakk’ın isimlerindendir. “cemal” kelimesinin Külliyatta manası verilmiştir. Buna misal:” gayet güzel bir cemal, kendini görecek ve gösterecek bir ayna iktiza eder.” Bizi Kur’an ile rabteden Risalelerde bu kelime pek çok zikredilmekle beraber Cenab-ı Hakk’ı “Baki-i Zülcemal, Sani-i Zülcemal, Rahim-i Zülcemal” gibi terkiplerle “cemal” kelimesi kullanılarak tavsif etmiştir.

18. “malik = sahib, malı elinde bulunduran, her şeyin sahibi olan Allah” manasında olan bu kelime Allah (CC)’ın isimlerindendir. Fatiha Suresi’nde geçen bu kelimeye yabancı sayılmayız. 3. Lem’ada 1 yerde geçmektedir.

19. “terk = bırakmak, salıvermek, vazgeçmek” manasında olan bu kelime Kur’anî’dir. Kur’an’da “terake” olarak geçmektedir. Acaiptendir ki bu kelimeyi çok kullandığımız halde acaba Kur’an’da geçtiğini hiç düşündük mü? Risalelerde kullanılması bizce bu noktada kastidir. Tam kelime manası külliyatta verilmiştir. Buna misal: ” bütün mahbubat, benim vefatımla bana arkalarını çevirip beni terk ettiler, yalnız bıraktılar”

20. “ömür = yaşama, hayat, yaşayış” manasındaki bu kelime Kur’anî’dir. Bu Lem’ada 10 defa zikredilen “ömür” kelimesinin yerine daha çok “hayat” kelimesini kullanıyoruz.

21. “bedel = karşılık, bir şeyin yerine verilen ve yerini tutan şey, ivaz” manasındaki bu kelime hakeza Kur’an’da geçmektedir. Manasına yabancı olduğumuz bir kelime değildir. Genellikle bu kelimenin yerine “karşılık” kelimesini daha çok istimal ediyoruz. Kur’an-ı Kerim’de 36 defa zikredilmiştir.

22. “hüsün = güzellik, iyilik, eksiksizlik” manasındaki bu kelime yine Kur’anî’dir. Risalelerde pek çok şekilde zikredilmiştir. Külliyatta “hüsn-ü niyet, hüsn-ü zan, hüsn-ü haslet, hüsn-ü hizmet, hüsn-ü mahfi, hüsn-ü sanat, hüsn-ü münezzeh, hüsn-ü edep” gibi pek çok terkiplerde kullanılmıştır. Bu kelimenin bu kadar kullanılması manasındaki güzellik ve Kur’anî bir kelime olmasından dolayı olsa gerektir.

23. “ihsan = iyilik, lütuf, bağışlamak, Allah’ı görür gibi ibadet etmek” manasındaki bu kelime aynen hüsün kelimesi gibi Kur’anî’dir ve külliyatta en çok zikredilen kelimeler arasındadır.

24. “sebeb = vasıta, alet” manasındaki bu kelime Kur’an’da zikredilmiştir. Bu kelimeyi günlük hayatta aynen olduğu gibi kullanıyoruz.

25. “esma = adlar, namlar, isimler” manasında Kur’an’da geçen bir kelimedir. Cenab-ı Hakk’ın isimleri “Esma-ül Hüsna” diye adlandırılır. Külliyatta manası verilmiştir. Buna misal: ”o mukaddes cemalin cilvesinden, esmalarda, belki her isimde çok gizli defineler bulunduğunu…” Risalelerde “esma-i kudsiye, esma-i ilahiye, esma-i Hüsna, hakaik-ı esma, cilve-i esma” gibi terkiplerde istimal edilmiştir. Yine en çok geçen kelimeler arasındadır. Bu kelimenin tekili olan “isim” kelimesi Kur’an’da geçmekle beraber günlük hayatta kullandığımız kelimeler arasındadır.

26. “hatta = harf-i atıftır (bağlaç), gaye bildirir, bundan başka, (fazla olarak, kadar, bile, dahi, hem de…) manalarına gelir” Arapçada kullanılan 10 bağlaçtan birisidir. Kur’an’da 138 defa zikredilmiştir. Külliyatta en çok kullanılan bağlaçlardan birisidir.

27. “şedid = sert, sıkı, şiddetli” manasına gelen ve bize biraz yabancı olan kelime Kur’an’da 52 defa zikredilmiştir. Çok fazla olmamakla beraber “şedit” veya “şedid” olarak külliyatta geçmektedir.

28. “şey’ = nesne, şey” manasındaki bu kelime günlük hayatta en çok kullandığımız ve “eşya” yerine kullandığımız bir kelime olup Kur’an’da en çok zikredilen kelimeler arasındadır.

29. “vakit = zaman, saat” manasında günlük hayatta kullandığımız bir kelimedir. Kur’an’da 2 yerde geçmektedir.

30. “zaif = güçsüz, iktidarsız, kuvveti az, kuvvetsiz” manasına gelen bu kelime Kur’an’da 4 yerde geçmektedir.

31. “alem = bütün cihan, kainat, dünya” manasındaki kelime Kur’anî’dir. Kur’an’da çok zikredilen bir kelimedir ve hakeza risalelerde “alem-i dünya, alem-i berzah, alem-i ahiret, intizam-ı alem, çarşı-yı alem, alem-i beka, alem-i ervah, hilkat-i alem” gibi pek çok terkiplerde kullanılmıştır. Fatiha Suresi’nde “Rabbil âlemîn” olarak geçmektedir.

32. “dua = Allah (CC)’a karşı rağbet, niyaz, yalvarış” manasındaki bu kelime yaratılışın gayesi olduğu gibi Kur’an’ın yedide biri duadır. Dua bahsi, risalelerde pek çok yerde ve şekilde anlatılmaktadır. Cennetin ve ebedi alemin yaratılmasına sebep duadır.

33. “halk = yaratmak, icat, örneği ve benzeri olmayan bir şeyi yaratmak” manasındaki bu kelime Kur’an’da pek çok yerde zikredilmiştir.

34. “kabul = Ist.bir malı satın almak için kabul ettiğini bildiren söz, icap” kelimesi Kur’an’da 1 yerde geçmektedir. Günlük hayatta kullandığımız bir kelimedir.

35. “kuvvet = sükunette bulunan cisimleri harekete, harekettekileri sükunete getirmeye muktedir olan sebep” manasındaki bu kelime Kur’an’da 28 defa zikredilmiştir.

36. “beşer = insan, âdem” manasındaki kelime Kur’anîdr. “insan” kelimesini işlediğimiz yerde bahsedilmiştir. Külliyatta hem insan, hem beşer, hem de âdem kelimeleri çokça kullanılmıştır. Bu üç kelime Kur’an’da geçmektedir.

37. “fatır = benzersiz ve harika şeyleri yaratan Allah, yaratmak” kelimesi Kur’an’da “fetara” olarak geçmektedir. Esma-ül Hüsna’dandır.

38. “hâlık = yoktan yaratan Allah” manasında Esma-ül Hüsna’dandır. Kur’an’da 12 defa zikredilmiştir. Allah’ın güzel isimlerinden olan bu kelime külliyatta pek çok istimal edilmiştir. İsm-i Azam’ın mazharı olan risalelerde Allah (CC)’ın en güzel isimlerinin azami tecellilerinin anlaşılması içindir. Bu kelime yerine “yaratıcı” kelimesini kullanılmış olsaydı Cenab-ı Hakk’ın “Hâlık” ismini nasıl hatırlayabilirdik.

39. “kâl = söz” manasındaki bu kelime Kur’an’da “kâle” veya “kâlû” olarak çokça kullanılmıştır. Külliyatta ise “lisan-ı kal” veya “kalli” olarak geçmektedir.

40. “kerim = Her şeyin en iyisi, faydalısı, kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sahibi” manasında Esma-ül Hüsna’dandır. Kur’an-ı Kerim’de 27 defa zikredilen bu kelime 2 yerde Cenab-ı Hakk hakkında kullanılmıştır. Külliyatta “Rezzak-ı Kerim, Cevad-ı Kerim, Cenab-ı Kerim-i Mutlak, Rabb-i Kerim, Malik-i Kerim, Sani-i Kerim” gibi terkiplerde ziyade istimal edilmiştir. Risalelerde kullanılmasıyla bu isimlerin bizim için ne kadar önem arz ettiğini idrak etmiş oluyoruz.

41. “lisan = dil, konuşma dili, lehçe” manasındaki bu kelime Kur’an’da 15 defa zikredilmiştir. Külliyatta en çok kullanılan kelimeler arasındadır. Günlük hayatta “dil” kelimesi kullanılsa da unutulmaya yüz tutan bu kelimenin istimaliyle Kur’an ile irtibat sağlanmıştır. Bizce bu kadar çok kullanılması kastidir.

42. “Rahim = rahmet edici, merhamet eyleyen” manasında Esma-ül Hüsna’dandır. Kur’an’da 227 defa zikredilmiştir. Külliyatta en ç ok zikredilen isimler arasındadır.

43. “hikmet = insanın mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı” olan bu kelime Kur’an’da 21 defa zikredilmiştir.

44. “iş = yaşayış, yaşamak, zevk ve safa sürmek, hayata medar olan ve geçinilen şeyler” manasındaki bu kelime Kur’an’da 2 defa zikredilmiştir.

45. “tabi = birinin arkası sıra giden, ona uyan” manasındadır. Kur’an’da 5 defa zikredilmiştir.

46. “saat = bir günün yirmidörtte biri, zaman, vakit, kıyamet” manasındaki bu kelime Kur’an’da 48 defa zikredilmiştir. Kur’an’da bazı yerde “kıyamet vakti” olarak zikredilmiştir. Külliyatta 24 saat misali meşhurdur.

47. “cisim = varlığı bilinen, hayyiz olan, mekanı, ciheti, tûlû, genişliği ve derinliği olan şey” manasındaki bu kelime Kur’an-ı Kerim’de 1 yerde geçmektedir.

48. “dahil = girmek, karışmak, dokunmak, taarruz etmek, müdahale etmek” manasındaki bu kelime Kur’an’da 125 defa zikredilmiştir. Günlük hayatta kullandığımız bir kelimedir.

49. “hayat = dirilik, canlılık, yaşama” manasındaki bu kelime yine günlük hayatta kullandığımız kelimeler arasındadır. Kur’an-ı Kerim’de 71 defa zikredilmiştir. Genellikle “hayat-üd dünya” şeklinde zikredilmiştir.

50. “hâzır = huzurda olan, göz önünde olan” manasındaki bu kelime Kur’an’da 4 yerde geçmektedir.

51. “meyyit = ölü, cansız, ölmüş” manasında “mevt = ölüm” kelimesinden türetilmiştir.

52. “nefs = can, kişi, kendi, öz, varlık” manasındaki bu kelime Kur’an-ı Kerim’de en çok zikredilen kelimeler arasındadır. (nefsini beğenen ve nefsine itimat eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören bahtiyardır)

53. “ruh = can, nefes, canlılık, Hz. İsa (AS), Hz. Cebrail (AS)” manasındaki bu kelime yine Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde zikredilmiştir. 5 yerde Hazret-i Cebrail (AS) yerinde kullanılmıştır. Bildiğimiz bir kelimedir.

54. “dalalet = iman ve islamiyetten ayrılmak Allah’a isyankar olmak” manasındaki bukelime Kur’an-ı Kerim’de “dâllîn” veya “dâllûn” olarak geçmektedir. Risalelerde ehl-i dalalet terkibi şeklinde çokça istimal edilmiştir.

55. “gaflet = dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık, en mühim vazifeyi düşünmeyip, Cenab-ı Hakk’a itaat gibi işleri bilmeyip, başka kıymetsiz şeylerle uğraşmak” manasındadır. Kur’an-ı Kerim’de 5 defa zikredilmiştir.

56. “rıza = memnunluk, hoşluk, razı olmak” manasındadır. Kur’an-ı Kerim’de 9 yerde geçmektedir.

57. “esef = hüzün, gam, pişmanlık” manasındadır. Kur’anî bir kelimedir.

58. “rüya = uykuda görülen misali alem, düş” manasındadır. Kur’an-ı Kerim’de 7 defa zikredilmiştir. Yusuf Suresi’nde 3 defa zikredilmiştir.

59. “zerre = pek ufak parça, atom” manasındadır. Çoğulu “zerrat” kelimesidir. Zilzal Suresi’nde geçmektedir. Risalelerde pek çok defa istimal edilmiştir.

60. “Allah = İnsanı, dünyayı, kâinatı, görülen veya görülemiyen bütün varlıkların yaratıcısı. (Bütün Esmâ-i Hüsna'nın ifâde ettiği mânalar ile bütün sıfât-ı kemâliyeye Lâfza-i Celâl olan "Allah", bil'iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmalarına delâlet eder. Sıfatlara delâletleri yoktur. Çünki: Sıfatlar, müsemmalarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizâmen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lâfza-i Celâl bil-mutâbakat Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes ile sıfât-ı kemaliyye arasında lüzum-u beyyin olduğundan, sıfatlara da bil-iltizam delâlet der. Ve kezâ Uluhiyet ünvanı Sıfât-ı kemâliyyeyi istilzam etmesi ism-i has olan "Allah"ın da o sıfâtı istilzam ettiğini istilzam ediyor. Ve kezâ, "Allah" kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlar ile beraber düşünülür. Binâenaleyh, "Lâ İlâhe İllallah" kelâmı, Esmâ-i Hüsnânın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu Kelime-i Tevhid kelâmı delâlet ettiği sıfatlar itibariyle bir kelâm iken bin kelâm oluyor. M.N.) Kuran-ı Kerim’de 2806 defa zikredilmiştir.

61. “Kadir = kudreti mutlak olan ve her hususa muktedir olan, nihayetsiz kudret sahibi Allah” manasındadır. Esma-ül Hüsna’dandır. Kur’an-ı Kerim’in 97.suresidir. 3. Lem’ada 1 defa zikredilmiştir. Bu lem’a’da “Kadir Gecesi” manasında kullanılmıştır.

62. “leyl = gece” manasındadır. Çoğulu “leyâl” kelimesidir. İkisi de Kur’an-ı Kerim’de zikredilmektedir. Leyl Suresi Kur’an-ı Kerim’in 92.suresidir. Külliyatta manası verilmiştir. Buna misal: “…onlardan bir kısmı leylidir; gecede sükuta dalan…”, “bu hakikate işareten, leyle-i kadir gibi birtek gece, seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunu…” Risalelerde “Leyle-i Kadir, Leyle-i Miraç, Leyle-i Berat, Leyle-i îd, leyle-i aşere, leyle-i süveyda, leyl-i münevver” gibi terkiplerde ve çoğul haliyle “leyali-i meşhure, leyali-i mübareke, leyali-i aşir” gibi terkiplerde sık sık kullanılmıştır. Unutulmaya yüz tutan bu kelime kullanılmasıyla Kur’an ile irtibat sağlanmıştır.

63. “tebdil = değiştirmek, tağyir etmek, bir şeyi başka bir hale veya şeye değiştirmek” manasındadır. Kur’an-ı Kerim’de 7 defa zikredilmiştir. Risalelerde kelime manası tam olarak verilmiştir. Buna misal: “sonra daimi saraylara tebdil edilecek; bu yerler değişecekler…” Risalelerde “tebdil-i mekan, tebdil-i hayat, tebdil-i beden, tebdil-i hava, tebdil-i came” gibi terkiplerde kullanılmıştır. Ayrıca “tebeddül”, “mütebeddil” gibi kelimeler şeklinde de kullanılmıştır.

64. “tevfik = uygun düşürme, uydurma, muvafık kılma, Cenab-ı Hakk’ın kuluna yardım etmesi” manasındadır. Kur’an-ı Kerim’de 2 yerde geçmektedir. Risalelerde çok kullanılan bir kelimedir. Unutulmaya yüz tutan bu kelime kullanılmasıyla Kur’an ile irtibat sağlanmıştır.

65. “bast = açma, yayma, genişleme, serme, döşeme” manasındadır. Kur’an-ı Kerim’de muhtelif şekillerde 18 defa zikredilmiştir. Külliyatta çok kullanılan bir kelime olmamakla beraber “bast-ı zaman, kabz-ı bast, bast-ı özür” terkipleri şeklinde bilhassa “bast-ı zaman” terkibi en fazla kullanılanıdır. Unutulmaya yüz tutan bir kelimedir.

66. “beyn = arası, arasında, aralık, iki şeyin arası, ikisinin ortası, meyan, firkat” manasındadır. Kur’an-ı Kerim’de çok zikredilen kelimeler arasındadır. Risalelerde çok kullanılan kelimelerdendir. Bazen aynı manaya gelen “mabeyn” kelimesi kullanılmıştır.

67. “Kur’an = Allah (CC) tarafından Hz.Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’a Cebrail Aleyhisselamvasıtası ile (yani vahiyle) gönderilen ve beşeriyetin bütün saadet düsturlarını havi en mukaddes ve en son kitab-ı semavidir” Kur’an-ı Kerim’de 70 defa zikredilmiştir.

68. “müddet = belli ve muayyen vakit” manasındadır. Kur’an-ı Kerim’de 2 defa zikredilmiştir.

69. “bazı = bir şeyin bir kısmı, bir parçası” manasındadır. Kur’an-ı Kerim’de çok defa zikredilmiştir.

70. “evliya = Çok ibâdet ederek ve günahlardan kaçarak mânen Allah`a yakın olan kimse; Allah dostu” manasındadır. Kur’an-ı Kerim’de 43 defa zikredilmiştir.

71. “hak = doğru, gerçek, vacip ve lazım olan” manasındadır. Kur’an-ı Kerim’de çok zikredilen kelimeler arasındadır. “El-Hakk” Esma-ül Hüsna’dandır.

72. “kesret = çokluk, sıklık, bir şeyin ekserisi ve muazzamı, bolluk” manasındadır. Maide Suresi 100.ayette 1 defa zikredilmiştir. Bu eserde de 2 defa kullanılmıştır. Külliyatta 500’den fazla kullanılmıştır. Manası gibi çok kullanılan bir kelimedir.

73. “kizb = yalan, yalan söylemek” manasındadır. Kur’an-ı Kerim’de 241 defa zikredilmiştir. Rahman Suresi’nde 32 defa zikredilmiştir. Lem’alar kitabında sadece 3. Lem’ada ve 1 defa olmak üzere külliyatta toplam 65 defa zikredilmiştir. Daha çok İşarat-ül İ’caz eserinde “Münafıklar” bahsinde “kizb” kelimesi işlenmiştir. Münafıklar bahsindeki “kizb” ile alakalı parçayı böyle bahsedilmiştir: “Münafıkların azaplarının, mezkur cinayetleri arasında yalnız kizb ile vasıflandırılması, kizbin şiddet-i kubh ve çirkinliğine işarettir. Bu işaret dahi, kizbin ne kadar tesirli bir zehir olduğuna bir şahid-i sadıktır. Zira kizb, küfrün esasıdır. Kizb, nifakın birinci alametidir. Kizb, kudret-i İlahiyeye bir iftiradır. Kizb, hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlak-ı aliyeyi tahrip eden, kizbdir. alem-i İslamı zehirlendiren, ancak kizbdir. alem-i beşerin ahvalini fesada veren, kizbdir. Nev-i beşeri kemalattan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini alemde rezil ve rüsvay eden, kizbdir. İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinayetler içinde tel'ine, tehdide tahsis edilen, kizbdir. Bu ayet, insanları, bilhassa Müslümanları dikkate davet eder. “

74. “musaddak = doğruluğu tasdik edilmiş, sadakati ve doğruluğu tanınmış, isbat edilmiş olan” manasındadır. “musaddık = tasdik eden, doğruluğunu kabul eden, imzalayan” manasındaki kelime ile Arapça yazılışları aynıdır. “musaddık” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de 21 defa zikredilmiştir. “musaddak” ve “musaddık” kelimesi külliyatta toplam 54 defa zikredilmiştir. Lem’alar kitabında 3 defa ve bu eserde ise sadece 1 defa zikredilmiştir.

75. “sıdk = doğru söz, hakikata muvafık olan” manasındadır. Kur’an-ı Kerim’de 26 defa zikredilmiştir. Bu eserde 1 defa zikredilmiştir. “sıddık” ve “sadık” kelimesiyle beraber külliyatta en fazla kullanılan kelimeler arasındadır. Yine İşarat-ül İ’caz eserinde “Münafıklar” bahsinde “sıdk” ile alakalı olarak böyle bahsedilmiştir: “Hülasa, yol ikidir: Ya sükut etmektir; çünkü söylenilen her sözün doğru olması lazımdır. Veya sıdktır; çünkü İslamiyetin esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemalata isal edici, sıdktır. Ahlak-ı aliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. alem-i İslamın nizamı, sıdktır. Nev-i beşeri kabe-i kemalata isal eden sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren, sıdktır. Muhammed-i Haşimi Aleyhissalatü Vesselamı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.”

76, “tenezzül = inmek, düşme, aşağılama, gönül alçaklığı” manasındadır. Çoğulu “tenezzülat” kelimesidir. Kur’an-ı Kerim’de “tenezzel” şeklinde 11 defa zikredilmiştir. Lem”alar kitabında 7 defa ve bu eserde 1 defa zikredilmekle beraber külliyatta 150’den fazla istimal edilmiştir.

.......................................


3. Lem'anın 460 adet kelimeleri incelendiğinde Kur'an-ı Kerim'de geçen 76 kelime tespit edilmiştir. Risalelerin dili Osmanlıca olmasından dolayı Arapça kelimeler ağırlıktadır. Tespitlerimiz neticesinde Kur'an'da geçen kelimeler ile birlikte yaklaşık olarak 270 adet Arapça kelime kullanılmıştır. Ayrıca tespit edebildiğimiz Farsça kelimeler ve manaları şöyledir:

“düstur = umumi kaide, kanun, nizam, örnek”
“hem = birlikte, beraber olmak”
“bahçe = küçük bağ”
“çünkü = Zira, şundan dolayı ki, şuna binaen ki, şu sebepten ki”
“perde = kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran görünmeye mani olan şey, gergi, bir sahne eserinin büyük bölümlerinden her biri”
“arzu = istek, dilek, meyil”
“feryat = bağırıp çağırmak, yüksek sesle medet istemek, figan”
“hiç = değersiz, kıymetsiz”
“ayine = ayna”
“peyda = mevcut, var olan, açık, aşikar, meydanda olan”
“çendan = gerçi, her ne kadar, o kadar, pek o kadar”
“çare = neticeye varmak üzere maniaları kaldırmak için tutulması icap eden çıkar yol, kurtuluş yolu, tedbir, yardım, yol, hile”
“sermed = daimi, sürekli, cavid, ebedi, ezeli olmak”


Kusur varsa şahsıma aittir.
Saygılarımla...

"kenz-i mahfi"


http://www.risaleforum.net/risale-i-nur-okuma-ve-anlama-182/risale-i-nurdan-makaleler-207/128325-3-lemanin-kelimetolojisi.html
 

Huseyni

Müdavim

"Üçüncü Lem'a'nın Kelimetolojisi"
başlıklı yazının devamı..

3.Lem'adaki Arapça kelimeleri ve bilhassa Kur'an-ı Kerim'de geçen 76 adet kelimenin kullanılması ile hem Arapça dili gibi dünyada en zengin kelime hazinesine ve mana içeriğine sahip bir dilin kelimeleri muhafaza edilmiş, hem Kur'an-ı Kerim'in kudsi kelimeleri muhafaza edilmiş, hem de yukarıda izah edildiği gibi o zamanın eserlerine göre anlaşılması en kolay eser olan Risalelerde bu kelimeler kullanılmakla mana çok zenginleşmiş, ebedi sanatlarda en ileri bir mevki almış, bütün imani meseleler ispat edilmiş ve en mühimmi bu eserlerin her tabakadan insanın anlayabileceği bir seviyede yazılmış olmasıyla misli asla mesbuk değildir.

Arapça ve bilhassa Kur'an-ı Kerim'de geçen kelimeler bakımından tahlilini yapmaktaki maksadımız şudur:

Mektubat Mecmuasının 29. Mektubunun 7. Kısmında bir sual vardır. Sual şöyledir: "Ehl-i ilhada kapılan ulema-üs-sû’, milleti aldatmak için diyorlar ki: İmam-ı A’zam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki: “İhtiyaç olsa, diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre; Fatiha yerine Fârisî tercümesi cevazı var.” Öyle ise, biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz?...

İmam-ı Azam Ebu Hanife (RA)’nin sair imamlara muhalif olarak Arapça bilmeyenler için sadece Fatiha’nın Farsça tercümesini okuyabilmelerine imkan veren fetvasını esas tutarak milleti aldatmak için ehl-i ilhadın kandırmacasına kapılan ve Türkçülük perdesine sığınarak “Öyle ise biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz” diyerek üstadın devamında 5 madde ile izah ettiği zahirde “anlaşılmıyor” veya “anlamıyoruz” diyerek Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesini Arapçasının yerine okumak olan dehşetli fitnenin –ki ezanın senelerce Türkçe okunması bu fitnenin mahsulüdür- bu zamanda bir vechi Risaleleri “anlamıyoruz” veya “anlaşılmıyor” diyerek sadeleştirmek isteyenlerin ortaya attıkları aynı fitnedir.

Bu meseleye verilen 5 maddelik cevabın en mühimi olan 5. maddesinde şöyle cevap verilmiştir: “…Halbuki, zaaf-ı imandan gelen ve menfî fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüd eden mey-i tahrip sâikasıyla tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir.” İşte bu müthiş sual ve cevabı biraz açalım.

Sualin başında “ehl-i ilhada kapılan ulema-üs-sû’”dan bahsedilmiştir. Zaten Kur’an-ı Kerim’in Arapça aslının yerine Türkçe okunması fikri dinsizlerin bir fitnesidir. “ulema-üs-sû’” da buna alet olmuştur. Bilhassa Ziya Gökalp gibiler müthiş bir zındıka fikriyle ehl-i imanın fikrini bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalışmışlardır. Bilhassa Türkçülüğü kendilerine perde etmişlerdir. “Anlamıyoruz” veya “anlaşılmıyor” diyerek Arapça aslını terk etmişler, Kur’an-ı Kerim’i, tekbirleri, ezanı Türkçe okumuşlardır. Ezan, bu memlekette 18 sene Türkçe okunmuştur. Halbuki zahirde ne kadar masumane bir fikirdir. Fikrin ana kaynağı “anlamıyoruz”, “anlaşılmıyor”, “tercüme edilsin herkes anlasın” düşüncesinden çıkmaktadır. Halbuki yapılan işe İslam alimleri şiddetle karşı çıktıkları gibi üstadımız ise sahte ezanı asla okumamış ve okutmamıştır.

Ehl-i ilhad, milleti aldatmak için böyle dessasane bir fikir ortaya atmıştır. Halbuki görünüşte ne kadar masumane ve faydalı gibi gözükmektedir. Evet münafığın fitnesi zaten böyle yapmakla netice verir.

Devamında “öyle ise biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz” diyerek müthiş bir fitnenin kapısını açmışlardır. Bu fitnenin neticesinde Kur’an ve ezanın Arapça aslı yerine Türkçe tercümesi okunmuştur. Yine bu fitnenin mahsulü olarak “anlaşılmıyor” veya “anlamıyoruz” denilen bütün edebi eserler “sadeleştirme” yani “Türkçeleştirme” ismi altında müthiş bir tahribata uğratılmıştır. Çünkü sadeleştirme fikrinin altında yatan düşünce de “anlamıyoruz” veya “anlaşılmıyor” ifadeleridir.

Gelin şimdi üstadın verdiği cevabı risalelerin sadeleştirilmesi konusuna tatbik ederek bir kontrol edelim. Bakalım büyük üstad bu haddini aşan nadanlara nasıl cevap vermiş. Üstadın 5.maddede verdiği cevabı sadeleştirme konusunda inceleyelim.


1.Bu fikrin iman zayıflığından çıktığını beyan etmiştir.

2. Menfî milliyetçilik fikrinden çıktığını beyan etmiştir. İnsanların en zayıf damarlarından birisi milliyetçiliktir, bunu okşamakla her türlü fenalık yaptırılabilir. Görünüşte iyilik yapıyoruz zannıyla fenalık da yaptırılabilir. Örneği Ezanın Türkçeleştirilmesi gibi,

3. Arapça lisasına nefretten… İşte bu nokta çok mühimdir. Türkçeleştirme ve sadeleştirme fikrinin altında yatan asıl sebep Arapça’ya düşmanlıktır. Bu düşmanlığı “Türkçeleştirme” fikriyle göstermek istiyorlar. Çünkü risalelerin dili o kadar anlaşılır bir şekilde yazıldığı halde ve en çok okunan ve anlaşılan eser olduğu halde “anlaşılmıyor” fikrini serrişte ederek aslında niyetlerini ortaya koymak istemişlerdir. Bunu da Arapça lisasına düşmanlığın ve nefretin bir yansıması olan “Türkçülük” perdesine bürünerek yapmak istemişlerdir.

4. Zaaf-ı imandan tevellüd eden meyl-i tahrip… Evet bu ifadeye çok dikkat etmek lazımdır. Meyl-i tahrip diyoruz çünkü gerçekten müthiş bir tahribat yapılmıştır. Arapça kelimelerin yerine, kasıtlı olarak kısır bırakılmış ve uydurma kelimeler ilave edilmiş ve bozuk bir dilin kelimelerini koymaya çalışmışlardır. Peki manayı muhafazaya ve maksada muvaffak olabilmişler midir? Asla ve kat’a… Zira bunu yukarıda bir nebze olsun beyan etmeye çalıştık ve ehl-i hakikat nazarında tam manasıyla “maskara” olmuşlardır.


"kenz-i mahfi"

http://www.risaleforum.net/risale-i-nur-okuma-ve-anlama-182/risale-i-nurdan-makaleler-207/128325-3-lemanin-kelimetolojisi.html
 

Huseyni

Müdavim

Risale-i Nur'u SadeleştirME!



Benim ana dilim Türkçe değil, Kürtçe de değil. Açıkça söylesem, Türkçe, öğrendiğim dördüncü dil hükmündedir. Onun için baştan bu yazıda yapacağım hatalardan özür diler, sabrınızı rica ederim.

Benim ismim John Zacharias Crist. Amerika’da doğup büyümüş 25 yaşlı biriyim. Evet, benim ana dilim İngilizcedir ve sonradan Fransızcayı ve İspanyolcayı öğrendim. Artık neredeyse üç senedir İstanbul’da ikamet ediyorum ve Türkçeyi yaşayarak ,ve kanaatimde daha mühim, Risale-i Nuru okuyarak öğrendim. Şimdi mevzu’a geçelim, Risale-i Nur talebesi olarak lakin ana dilim Türkçe olmadığı halde çok sıklıkla sorulan bir sual bana geliyor: “Risale-i Nur’un ‘sadeleştirmesi’ hakkında ne düşünüyorsun?”

Devam etmeden evvel, bunu da söylemem lazım: Benim asıl mesleğim Fransızca eğitimidir. Amerika’dan dil eğitimi fakültesinden mezun alıp hem Amerika’da hem de Türkiye’de Fransızca ve İngilizce öğretmenliği yaptım ve hâlâ yapıyorum. Üniversitedeyken derslerimin büyük bir kısmı linguistics, yani dil bilimi, bölümünden idi.

Peki, suale dönelim. Hiçbir dil, ne olursa olsun, sadeleştirilemez, ancak sakatlaştırılabilir.

Sadece insanların ifade edebileceği kabiliyeti ve fikirleri daraltıyor. Türkiye’de bir sefer 14 ve 15 yaşındaki öğrencilerle Risale-i Nur sohbeti yapıyordum ve nifak kelimesini kullandım, bu öğrencilerin çoğu, şu kelimenin manasını bilmiyordu ve ben gerçekten şaşırdım. Zira aynı yaştaki Amerika’da yaşayan bir öğrenci hem bu kelimenin manasını bilir hem de günlük hayatında kullanır. Yani, bu ne demek? Bu öğrencilerin zihniyetinde nifak mefhumu yoktu, manasını bilmeden kendi dünyasında ne kavrayabilir ne de yansıyor. Hayatta nifakâne bir hadiseyi tecrübe etseler bile onun aleyhinde kördür ve ona karşı bir cevap veremezler.

Fakat “Risale-i Nur artık anlaşılmıyor” diyenler var şimdi. Ona karşı neyi düşündüğümü merak edenler de çok. Ama ben, 500 sene evvel yazılan Shakespeare’in şiirlerini ‘sadeleştirilmeden’ anlayabilirim. Hatta 800 sene evvel yazılan Chaucer’in İngilizcesinin bir kısmını da anlayabilirim. Evet, İngiliz dili, o 800 ve 500 seneler zarfında değişmiş – yeni kelimeler oluşturuldu, gramer değişmiş ve saire. Eskiden daha saf bir dil değildi ve hâlâ İngilizcenin %40 Fransızca, yani Latince, kökenlidir; ama İngilizce konuşan dünyası ona karşı hiç eziyet hissetmiyor. Bilakis ona bir zenginlik olarak algılıyor. Bizim dilimizi daha iyi bir şekilde öğrenmek için ya Fransızcayı ya da Latinceyi okuyoruz. Evet, ben de Latinceyi lisede okudum.

Demek, benim fehmettiğim kadarıyla sadeleştirmek, tembellik meşhurlaştırmasından başka bir şey değildir. Neden? Bir başka bir misalle ifham etmeye çalışacağım inşallah. Shakespeare’in eserlerini ilk gördüğümü hatırlıyorum, ilk nazarda anlayamadım. Fakat öğretmenlerimiz ve halkımız Shakespeare’in ‘sadeleştirilmesi’ne izin vermedi ve vermez. Zira onun eserlerine ve mütedahil manalarına müdhiş bir hakaret olarak görürdüler. Çünki nüansları ve derin kavramları, gözlerimizin altında olduğu halde kaybolurdu. O vakit ne yaptı kıymetdar öğretmenlerimiz? Bize Shakespeare’i okuttular, anlamadığımız kelimeleri anlattılar, değişik gramer kurallarını şerhettiler, tâ ki mütenevvir olduk… Bize sakat bir dil ile bırakmadılar; vazifesini yaptılar ve elhamdülillah, 500 senelik ihtiyar bir İngilizceyi, günümüzdeki İngilizce gibi anlayabilirim.

Bu kadar İngilizce bildiğim halde, yine de nakıs görüyorum. Neden?

Çünkü üniversitede iken bilmediğim kelimelerle çok sıkça karşılaştım ve hâlâ akademik bir kitabeti veya makaleyi okuduğum zaman, bilmediğim en az bir kelime çıkıyor. Evvelce anlattığım eğitimden geçtikten sonra, bazen o kelimeleri, cümlesinin bağlamında fehmedebilirim, ama bazen de sözlüğe bakmak zorunda kalıyorum.

Evet, ana dilim İngilizce olduğu halde kendi dilimde sürekli yeni kelimeleri öğreniyorum ve doğrusunu söylesem, öğrenmekten müdhiş bir zevk alıyorum. Çünkü fikrimi geliştiriyor, o kadar dar bir dünyada yaşamaya mahkûm değilim, elhamdülillah.

Yani bir eser okurken, İngilizce – İngilizce Sözlüğü elimde olmadan silahsız kendimi hissediyorum; fakat bu usulü Türkiye’de çok nadiren gördüm. Evet, normal bir Amerikalının evindeki kitaplıkta bin sahifelik bir sözlüğün bulunması neredeyse şarttır ve içindeki kelimeler tâ Shakespeare’den evvel açıklıyor.

Peki, okurken bilinmeyen bir kelimeyle karşılaşıldığı zaman bu kadar tembellik için ne bahane var? Artık ben soruyorum.

Mühim ihtar: Bu yazıyı ana dili Türkçe olana kasden tashih ettirmedim. Bütün kusurlar bana aid, hak sahibi ise Allah’dır.


John Zacharias Crist

John Zacharias Crist - Risale-i Nur'u SadeleştirME! - Risale Ajans
 
Üst