Tefeül

NİSANUR

Well-known member
Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan, katiyen bil ki, hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek, güvendiğin hayat-ı maddiye yalnız bir dakikadır; hattâ, bir kısım ehl-i tetkik, "Bir âşiredir, belki bir ân-ı seyyâledir" demişler. İşte şu sırdandır ki, bâzı ehl-i velâyet, dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler.
Mâdem böyledir; hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak, kalp ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak: Ne kadar geniş bir daire-i hayatları var! Senin için meyyit olan mâzi, müstakbel, onlar için hayydır, hayattar ve mevcuddur.
Ey nefsim! Mâdem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:
"Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem.
Rûhumu Rahmân'a teslim eyledim, gayr istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim.
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.
Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudâtı birden isterim."

Sözler
 

harp

Well-known member
Resulullah'ı tasdik eden üç büyük fikir
01 Haziran 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Bu kâinatın bir mânevî güneşi ve Hâlıkımızın en parlak burhanı, bu Habibullah denilen zattır ki, onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icmâ var.
Birincisi:“Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam ı Ali (radıyallahu anh) ve yerde iken Arş-ı Âzamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temâşâ eden Gavs-ı Âzam (k.s.) gibi keskin nazar ve gayb-bîn gözleri bulunan binler aktâb ve evliya-yı azîmeyi câmi ve Âl-i Muhammed nâmıyla şöhretşiâr-ı âlem olan cemaat-i nuraniyenin icmâ ile tasdikleridir.
İkincisi: Bedevî bir kavim ve ümmî bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkâr ı siyasiyeden hâli ve kitapsız ve fetret asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükümetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim i âdil olarak, şarktan garba kadar cihanpesendane idare eden ve Sahabe nâmıyla dünyada namdar olan cemaat-ı meşhurenin, ittifakla, can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.
Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dâhiyâne ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasının cemaat-ı uzmâsının, tevafukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir. Demek bu zâtın vahdâniyete şehadeti, şahsî ve cüz’î değil; belki, umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiç bir cihetle çıkamaz bir şahadettir diye hükmetti. (Mektubat, 19. Mektup)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
Aktab : Kutuplar, Büyük Velilerden Zamanının En Büyük Mürşidi Olan Kimseler
Âl-İ Muhammed : Hz. Muhammed’in (A.S.M.) Soyundan Olanlar
Arş-I Âzam : Allah’ın Büyüklük Ve Yüceliğinin Ve Herşeyi Kuşatan Sınırsız Egemenliğinin Tecelli Ettiği Yer
Azamet-İ Heykel : Heybetli, Haşmetli Yapısı, Görüntüsü
Bedevî : Çölde Yaşayan, Göçebe
Burhan : Güçlü Ve Sarsılmaz Delil, Kanıt
Câmi’ : Kapsamlı
Cemaat-I Meşhure : Meşhur Topluluk
Cemaat-İ Nûrâniye : Nurlu, Nurânî Cemaat
Cihanpesendâne : Bütün Dünyaya Kabul Ettirerek
Dâhiyane : Dâhicesine, Son Derece Zekice
Delâlet : İşaret Etme, Gösterme
Diplomat : Memleket Ve Millet Meseleleri Hakkında Siyasî Söz Sahibi Olan Kimse
Efkâr-I Siyâsiye : Siyasî Fikirler, Düşünceler
Efrad : Fertler, Bireyler
Esmâ : Allah’ın İsimleri
Evliyâ-İ Azîme : Büyük Veliler
Fetret : Hz. İsa İle Hz. Muhammed Arasında Geçen Peygambersiz Devir
Garb : Batı
Gayb-Bîn : Gaybı Gören; Görünmeyenden Haberi Olan
Habibullah : Allah’ın En Sevdiği Kul Olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (A.S.M.)
Hâkim-İ Âdil : Adaletle İş Gören Hükmedici, Adaletli Hükümdar
Hâlık : Herşeyi Var Eden Yaratıcı Allah
Hâli : Uzak, Issız
Hayat-I İçtimaiye : Toplum Hayatı
İ’lâm Etmek : Bildirmek, Öğretmek
İcmâ : Fikir Birliği
İmam-I Ali : Ali Bin Ebû Talip )
İttifak : Birleşme, Söz Birliği
Kâinat : Evren, Bütün Yaratılmışlar
Malumât : Bilgiler
Muhakkik : Gerçekleri Araştıran Ve Delilleriyle Bilen Âlimler
Muhit : Çevre, Civar
Muhtelif : Çeşitli
Nâm : Ad
Namdar : Şan Ve Şöhret Sahibi
Nazar : Görüş, Bakış, Dikkat
Perde-İ Gayb : Mânevî Âlemleri Gözümüzden Saklayan Perde
Sahabe : Hz. Peygamberi (A.S.M.) Dünya Gözüyle Gören Ve Onun Yolundan Giden Müslümanlar
Sıfât : Sıfatlar; Allah’ın Yüce Zatını Niteleyen Kutsal Özellikler
Şark : Doğu
Şehadet : Tanıklık, Şahitlik
Şöhretşiâr-I Âlem : Âleme Şöhret Salmış
Tasdik : Doğrulama, Onay
Temâşâ Etme : Seyretme
Teyid : Doğrulama
Ümmet : Hz. Peygambere İnanıp Onun Yolundan Giden Mü’minler
Ümmî : Tahsil Görmemiş, Okuma Yazma Bilmeyen
Vacibü’l-Vücud : Varlığı Zorunlu Olan Ve Var Olmak İçin Hiçbir Sebebe İhtiyacı Olmayan Allah
Yakîn : Görür Gibi İnanma
 

harp

Well-known member
KADER RİSALESİ 6.1.ZEYL
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Bu küçücük zeylin büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir.

CENÂB-I HAKKA vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kàsır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim "acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür" tarikidir.

Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder.

Şu tarik, hafî tarikler misillü, “letâif-i aşere“ gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi “nüfus-u seb’a“ yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki Dört Hatveden ibarettir. Tarikatten ziyade hakikattir, şeriattir.

Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.

Şu kısa tarikin evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkânla kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Lügatler :
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
eslem : en selâmetli, en güvenli
evrâd : zikirler
fakr : fakirlik, ihtiyaç hali
fehm : anlayış, kavrayış
ferâiz : farzlar, Allah’ın kesin emirleri
hafî : gizli
Hakîm : herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah
hatve : basamak, mertebe
isal etmek : ulaştırmak
istifade : faydalanma
ittibâ-ı sünnet : Hz. Peygamberin sünnetine uyma
kàsır : eksik, noksan
kebâir : büyük günahlar
letâif-i aşere : on lâtife, on duygu
mahbubiyet : sevgili olma; Allah’ın muhabbetine erişme
Rahîm : rahmeti herşeyi kuşatan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah
Rahmân : kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah
selâmetli : güvenli, esenlikli
şeriat : Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi
tâdil-i erkân : namazı şartlarına uygun şekilde kılma
tarikat : mânevî ilerlemeye götüren yol
tarik-i cehriye : açık olarak ve yüksek sesle zikir eden tarikat
tefekkür : Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünme
tesbihat : Allah’ı noksan sıfatlardan yüce tutan sözler
ubûdiyet : kulluk
umumiyetli : genel, kapsayıcı
vâsıl olmak : ulaşmak
zeyl : ek, ilâve
ziyade : fazla, çok
 

Huseyni

Müdavim
[BILGI]Şöyle ki: Hadis-i sahihte vardır ki Resul-i Ekrem (a.s.m.) ferman etmiş:
اِنِ اسْتَقَامَتْ اُمَّتِى فَلَهَا يَوْمٌ وَاِلاَّ فَنِصْفُ يَوْمٍ
blank.gif
2
evkemakâl...

Şu hadis-i şerife her nasılsa kıyamete işaret suretinde mânâ verilmiş, mu’cize‑i Nebeviye gizlenmiş, anlaşılmamış. Hem Şeyh-i Geylânî, hem Hz. Ali’nin (r.a.) irşad-ı Nebevî ile beşinci ve altıncı ve on dördüncü asırların fitnelerinden kerametkârane bahisleri gösteriyor ki, bu hadis-i şerif onların bu zamana bakmak için bir teleskoplarıdır ki bu iki asra bakıyorlar.
[/BILGI]


[NOT]Dipnot-2

“Eğer ümmetim istikamet üzere olursa ömrü (İslâmiyet’in hâkimiyeti) bir tam gündür (bin sene), aksi halde ancak yarım gündür (beş yüz yıl).” bk. İbni Kesir, 1:13; Mu’cemü’t-Taberânî, el-Kebîr, 22:573, 576.

[/NOT]
Devamını okumak için tıklayın: Risale-i Nur
 

NİSANUR

Well-known member
Demek, o kudret ve irâdenin küllî ve umumi bir mecmûa-i kavânîni, bir defter-i ekberi vardır ki, herbir şeyin hususi vücudları ve mahsus sûretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. İşte şu defterin vücudu, İmâm-ı Mübîn gibi, kader ve cüz-i ihtiyârî mesâilinde ispat edilmiştir. Ehl-i gaflet ve dalâlet ve felsefenin ahmaklığına bak ki, kudret-i fâtıranın o Levh-i Mahfuzunu ve hikmet ve irâde-i Rabbâniyenin o basîrâne kitâbının eşyadaki cilvesini, aksini, misâlini hissetmişler; hâşâ, "tabiat" nâmiyle tesmiye etmişler, körletmişler.

Sözler
 

Huseyni

Müdavim
[BILGI]Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikate inkılâp eder, hurâfata kapı açar. Şöyle ki:

Mecâzat ve teşbihat, ne vakit cehlin yesâr-ı muzlimanesi, ilmin yemin-i nurânîsinden kaçırıp gasp etse veyahut mecazla teşbih bir uzun ömür sürseler, hakikate inkılâp ederek, taravet ve zülâlinden boş olup, şarap iken serap; ve nazenîn ve hasnâ iken acuze-i şemtâ ve kocakarı olur.

Muhâkemat[/BILGI]

Devamı: Risale-i Nur
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
260373_10150222888719672_696779671_6964057_408574_n.jpg

İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dâhilde niza ve husumet istemez

Ey Âlem-i İslâmî!

Hayatın ittihadda. Ger ittihad istersen düsturun bu olmalı:

"Hüvel Hakku" yerine "Hüve Hakkun" olmalı. "Hüvel Hasen" yerine "Hüvel Ahsen" olmalı...

Her müslim kendi meslek, mezhebine demeli: "İşte bu haktır, başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir."

Dememeli: "Budur hak, başkaları battaldır." Ya "Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir."

Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor, sonra maraz oluyor, niza ondan çıkıyor. Derd ile dermanlar

Taaddüdü hak olur, hak da taaddüd eder. Hacat ve ağdiyenin tenevvüü hak olur, hak da tenevvü eder.

İstidad, terbiyeler, tekessürü hak olur, hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide, hem zehir ve hem panzehir.

İki mizaca göre mesail-i fer'îde hakikat sabit değil, izafî ve mürekkeb, mükellefîn mizaclar

Ona bir hisse verip, ona göre ederek tahakkuk ve terekküb, her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder.

Mezhebinin hududu tayinini bırakır temayül-ü mizaca; taassub-u mezhebî tamime sebeb olur.

Tamimin iltizamı sebeb olur nizaa. İslâmiyet'ten evvel tabakat-ı beşerde derin uçurumlar,

Hem tebaüd-ü acibi istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiya, tenevvü-ü şerâyi', müteaddid mezhebler.

Beşerde bir inkılab İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, Şer' etti ittihad, vâhid oldu Peygamber.

Seviye bir olmadı; mezheb taaddüd etti. Terbiye-i vâhide kâfi geldiği zaman, ittihad eder mezhebler...

Lemaat
 
K

kordon

Misafir
Arapça dışındaki ezan çok zararlıdır
10 Haziran 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur Dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Mühim bir sual: Bazı ehl-i tahkik derler ki: “Elfâz-ı Kur’âniye ve zikriye ve sair tesbihlerin herbiri müteaddit cihetlerle insanın letâif-i mâneviyesini tenvir eder, mânevî gıda verir. Mânâları bilinmezse, yalnız lâfız ifade etmiyor, kâfi gelmiyor. Lâfız bir libastır; değiştirilse, her taife kendi lisanıyla o mânâlara elfaz giydirse, daha nâfi olmaz mı?”
Elcevap: Elfâz-ı Kur’âniye ve tesbihât-ı Nebeviyenin lâfızları câmid libas değil, cesedin hayattar cildi gibidir; belki mürur-u zamanla cilt olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfâz-ı mübarekeler, mânâ-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez.
Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim bir hâleti çok defa tetkik ettim, gördüm ki, o hâlet hakikattir. O hâlet şudur ki:
Sûre-i İhlâsı Arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum.1Gördüm ki, bendeki mânevî duyguların bir kısmı, birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur. Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi, bir zaman mânâ tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da durur. Ve kalb gibi bir kısım, mânevî bir zevke medar bazı mefhumlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder.
Ve hâkezâ, git gide, o tekrarda yalnız bir kısım letâif kalır ki, pek geç usanıyor; devam eder, daha mânâya ve tetkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi ona zarar vermiyor. Lâfız ve lâfz-ı müşebbi’ olduğu bir meâl-i icmâlî ile ve isim ve alem bulundukları mânâ-yı örfî onlara kâfi geliyor. Eğer mânâyı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir.
Ve o devam eden lâtifeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, teveccühe ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cilt hükmündeki lâfızları onlara kâfi geliyor ve mânâ vazifesini görüyorlar. Ve bilhassa o Arabî lâfızlar ile, kelâmullah ve tekellüm-i İlâhî olduğunu tahattur etmekle, daimî bir feyze medardır.
İşte, kendim tecrübe ettiğim şu hâlet gösteriyor ki, ezan gibi ve namazın tesbihâtı gibi ve her vakit tekrar edilen Fâtiha ve Sûre-i İhlâs gibi hakaikleri başka lisanla ifade etmek çok zararlıdır. Çünkü, menba-ı daimî olan elfâz-ı İlâhiye ve Nebeviye kaybolduktan sonra, o daimî letâifin daimî hisseleri de kaybolur. Hem her harfin lâakal on sevabı zayi olması; ve huzur-u daimî bütün namazda herkes için devam etmediğinden, gaflet içinde, tercüme vasıtasıyla insanların tabirâtı ruha zulmet vermesi gibi zararlar olur.
Evet, nasıl İmam-ı Âzam demiş: “لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ tevhide alem ve isimdir.” Biz de deriz:
Kelimât-ı tesbihiye ve zikriyenin, hususan ezanda ve namazda olanların ekseriyet-i mutlakası, alem ve isim hükmüne geçmişler. Alem gibi, mânâ-yı lügavîsinden ziyade, mânâ-yı örfî-i şer’îsine bakılır. Öyle ise değişmeleri şer’an mümkün değildir. Her mü’mine bilmesi lâzım olan mücmel mânâları, yani muhtasar bir meâli ise, en âmi bir adam dahi çabuk öğrenir. Bütün ömrünü İslâmiyetle geçiren ve kafasını binler mâlâyâniyatla dolduran adamlar, bir iki haftada, hayat-ı ebediyesinin anahtarı olan şu kelimât-ı mübarekenin meâl-i icmâlîsini öğrenmemesine nasıl mazur olabilirler, nasıl Müslüman olurlar, nasıl “akıllı adam” denilirler? Ve öyle heriflerin tembelliklerinin hatırı için o nur menbalarının mahfazalarını bozmak kâr-ı akıl değildir.
Hem سُبْحَانَ اللهِ diyen, hangi milletten olursa olsun, Cenâb-ı Hakkı takdis ettiğini anlar. İşte bu kadar kâfi gelmez mi? Eğer mânâsına kendi lisanıyla müteveccih olsa, akıl noktasında bir defa taallüm eder. Halbuki günde yüz defa tekrar eder. O yüz defa, aklın hisse-i taallümünden başka, lâfızdan ve lâfza sirayet eden ve imtizaç eden meâl-i icmâlî, çok nurlara ve feyizlere medardır. Bahusus, tekellüm-ü İlâhî haysiyetiyle aldığı kudsiyet ve o kudsiyetten gelen feyizler ve nurlar çok ehemmiyetlidir.
Elhasıl: Zaruriyât-ı diniye mahfazaları olan elfâz-ı kudsiye-i İlâhiyenin yerine hiçbir şey ikame edilemez ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Ve muvakkat ifade etseler de, daimî, ulvî, kudsî ifade edemezler.
Amma nazariyât-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise, değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünkü nasihatle ve sair tedris ve talim ve vaazla o ihtiyaç mündefi’ olur.
Elhasıl, lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabînin câmiiyeti ve elfâz-ı Kur’âniyenin i’câzı öyle bir tarzdadır ki, kabil-i tercüme değildir, belki “muhaldir” diyebilirim. Kimin şüphesi varsa, i’câza dair Yirmi Beşinci Söze müracaat etsin. Tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir mealdir. Böyle meal nerede; hayattar, çok cihetlerle teşa’ub etmiş âyâtın hakikî mânâları nerede? ( Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
alem : özel isim
câmid : cansız
cihet : yön, taraf
ehl-i tahkik : gerçeği delilleriyle araştıran âlimler
elfaz : lâfızlar, sözler
elfâz-ı Kur’âniye : Kur’ân’daki ifadeler, sözler
elfâz-ı mübareke : mübarek lâfızlar, hayırlı ifadeler
esbab : sebepler
gaflet : umursamazlık, vurdumduymazlık
hâkezâ : bunun gibi
hâlet : durum, hâl
haşiye : dipnot
hayattar : canlı
içtihad : dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarma
kâfi : yeterli
kuvve-i müfekkire : düşünme duygusu
lâfz : ifade, kelime
lâfz-ı müşebbi’ : doyurucu, tatmin edici söz
letâif : lâtifeler; insanın mânevî yapısındaki ince duygular
letâif-i mâneviye : mânevî duygular
libas : elbise
lisan : dil
mânâ : anlam
mânâ-yı örfî : bir şeyin halk arasında kullanılan mânâsı
mâni : engel
meâl-i icmâlî : özet açıklama
medar : dayanak noktası, kaynak
mefhum : anlam, kavram
misal : örnek
mürur-u zaman : zamanın geçmesi
müteaddit : çeşitli
müteveccih : yönelik, yönelmiş
nâfî : faydalı, yararlı
nam : isim
nefis : bir kimsenin kendisi; insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden duygu
sair : diğer, başka
Sûre-i İhlâs : İhlâs Sûresi, Kur’ân-ı Kerimin 112. sûresi
sükût : sessiz kalma, susma
taife : grup, topluluk
tenvir etme : aydınlatma, nurlandırma
tesbih : Allah’ı yüce şanına lâyık ifadelerle anma
tesbihât-ı Nebeviye : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Cenâb-ı Hakkı yüceltmek için kullandığı ifadeler, tesbihler
tetkik etme : inceleme, araştırma
tetkikat : incelemeler
vücud : varlık, var oluş
 

Huseyni

Müdavim
Hem heyet-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta, gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudûsları oluyor ki, güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.

İşte, bu dünyada böyle hayattar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemâl-i ilim ve hikmet ve mîzanla ve muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve icad edip Rabbânî maksatlarda ve İlâhî gayelerde ve Rahmânî hizmetlerde kadîrâne istimal ve rahîmâne istihdam eden bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe güneş gibi, akıllara görünüyor. Hudûs mesâilini Risale-i Nur’a ve muhakkikîn-i kelâmiyenin kitaplarına havale ile o bahsi kapıyoruz.

Devamı: http://www.erisale.com/#content.tr.14.455

Tarihçe-i Hayat
 

NİSANUR

Well-known member
Evet, onların ölümleri fena olsa bile, yalnız bir cihetten fenaya gider, çok cihetlerden bâki kalır. Meselâ, kudret-i Ezeliyyenin yarattığı şu gül çiçeğine bak: Evet, nasıl bir kelime ağızdan çıkar çıkmaz zahiren fenaya giderse de, Allah'ın izniyle kulaklarda, kâğıtlarda, kitaplarda milyonlarca timsalleri kaldığı gibi, akıllarda da akıllar adedince mânâları kalır. Kezalik, o gül kısa bir zamanda vazifesi tamam olur olmaz solar, ölür, gider. Amma onu gören bütün insanların kuvve-i hafızalarında ve halefiyle hâmile olan tohumlarında suretleri, mânâları bâkidir. Demek, o gülün tohumu olsun, kuvve-i hafızalar olsun, o gül çiçeğinin suretini, ziynetini, menzilini hıfz için sanki birer fotoğraf ve bekası için birer menzildir.

Mesnevi-i Nuriye
 

Huseyni

Müdavim
BİRİNCİ ESAS

Hikmet-i Kur’âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak.

Bir zaman hem dindar, hem gayet san’atkâr bir hâkim-i namdar istedi ki, Kur’ân-ı Hakîmi, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i’câza şayeste bir yazı ile yazsın, o muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin. İşte o nakkaş zat, Kur’ân’ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için, bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrütle ve bir kısmını lü’lü’ ve akikle ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini altın ve gümüşle yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temâşâsından hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatin nazarına, o surî güzellik, mânâsındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işârâtı olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur.
Sonra o hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur’ân’ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki, “Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.”

Evvelâ o feylesof, sonra o âlim...

Sözler

Devamı: Risale-i Nur
 

Huseyni

Müdavim
ALTINCI NÜKTELİ İŞARET

Nakl-i sahih-i kat’î ile, Hazret-i Fatıma’ya (r.a.) ferman etmiş ki:

اَنْتِ اَوَّلُ اَهْلِ بَيْتِى لُحُوقًا بِى
blank.gif
1
deyip, “Âl-i Beytimden, herkesten evvel vefat edip bana iltihak edeceksin” diye söylemiş. Altı ay sonra, haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş.


Hem Ebû Zer’e ferman etmiş:

سَـتُخْرَجُ مِنْ هُنَا وَتعِيشُ وَحْدَكَ وَتَمُوتُ وَحْدَكَ2
blank.gif


deyip, Medine’den nefyedilip, yalnız hayat geçirip, yalnız bir sahrâda vefat edeceğini haber vermiş. Yirmi sene sonra, haber verdiği gibi çıkmış.

Hem Enes ibni Mâlik’in halası olan Ümm-ü Haram’ın hanesinde uykudan kalkmış, tebessüm edip ferman etmiş:

رَاَيْتُ اُمَّتِى يَغْزُونَ فِى الْبَحْرِ كَالْمُلوُكِ عَلَى اْلاَسِرَّةِ
blank.gif
3

Ümm-ü Haram niyaz etmiş: “Dua ediniz, ben de onlarla beraber olayım.” Ferman etmiş: “Beraber olacaksın.” Kırk sene sonra, zevci olan Ubâde ibni Sâmit refakatiyle Kıbrıs’ın fethine gitmiş; Kıbrıs’ta vefat edip, mezarı ziyaretgâh olmuş. Haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş.


Dipnot-1
Buharî, Menâkıb: 25, Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 101; İbni Mâce, Cenâiz: 64; Müsned, 6:240, 282, 283; Kadî İyâz, eş-Şifâ, 1:340.

Dipnot-2
“Buradan çıkarılacak, tek başına yaşayacak ve tek başına öleceksin.” el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:345; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:343; Aliyyü’l-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:700; el-Askalânî, el-Metâlibü’l-Â’liye, 4:116, no. 4109; İbni Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 5:8-9; el-Askalânî, el-İsabe: 4:64.

Dipnot-3
“Rüyâmda ümmetimin gazilerini gördüm. Tahtlarına oturmuş padişahlar gibi denizde savaşarak yollarına devam ediyorlardı.” Buharî, Ta’bîr: 12; Cihad: 3, 8, 63, 75; İsti’zân, 41; Müslim, İmâret: 160, 161; Ebû Dâvud, Cihad: 9; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihad: 15; Nesâî, Cihad: 40; İbni Mâce, Cihad: 10; Dârîmî, Cihad: 28; Muvatta’, Cihad: 39; Müsned, 3:240, 264 ...; el-Elbânî, Sahîhu’l-Câmi’i’s-Sağîr, 6:24, no: 6620; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:556.

Mektubat

Devamı: Risale-i Nur

 

Huseyni

Müdavim
ONUNCU NOTA

Bil, ey gafil, müşevveş Said! Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünkü, ben müşahede ettim ki, marifetullahın şahitleri, burhanları üç çeşittir:

Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.

İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkitle el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.

Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.

Lem'alar

Devamı: Risale-i Nur
 

Huseyni

Müdavim
Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin hapis meyveleriniz, benim nazarımda Firdevs meyveleri gibi hoştur, kıymetlidir. Benim sizler hakkında büyük ümitlerimi ve dâvâlarımı tasdik ve tahkik ettiği gibi, tesanüdün kuvvetini pek güzel gösterdi. O mübarek kalemler birleştikçe, üç dört eliflerin birleşmesi gibi üç-dört yüz kıymetini bu kadar ağır tazyikat altında izhar eyledi. Ve bu müşevveş şerait içinde vahdetinizi muhafaza eden hâlet-i ruhiye, dünkü dâvâmı ispat ediyor.

Evet, temsilde hata yok, nasıl ki büyük bir velî, küçük bir Ashâb kadar hizmet-i İslâmiyede Ehl-i Sünnetçe mevki almadığı gibi, aynen öyle de, (bu zamanda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir velîden ziyade mevki alıyor) diye kanaatim gelmiş ve siz daima bu kanaatımı takviye ediyorsunuz. Cenâb-ı Hak sizlerden ebediyen razı olsun. Âmin.

Şuâlar


 

Huseyni

Müdavim
İ’lem eyyühe’l-aziz!

(Ey aziz kardeşim, bil ki!)

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hakaik-i imaniyeyi ispat için irad edilen burhan ve delilleri tetkik ederken, “Şu kocaman neticeyi bu zayıf, nahif delil intaç edemez” diye tenkidatta bulunma. Zira, zâfiyetiyle itham ettiğin o delilin sağında ve solunda bulunan takviye kuvvetleri ve kıt’aları pek çoktur. Evet, İslâmiyetin sıdkına delâlet eden şahitlerden, şehidlerden, burhanlardan, delillerden, emarelerden herbirisi, o müdafaa meydanında arkadaşını himaye etmekle sıhhat raporunu imzalayarak sağlam olduğunu tasdik eder. O da, onun ilim ve haberine ehl-i vukuf olur. Çünkü, hakaik-i imaniyede hedef sübuttur, nefy değildir. Sabit olan birşeyi gösterenlerin biri, bin gibidir. Zira, sübutta gösterenlerin gösterme tarzları birbirine uygun ve muvafık olduğundan, herbirisi ötekileri tezkiye ve tasdik etmiş olur. Nefy cihetinde, nefy edenlerin şehadetlerinde tevâfuk yoktur. Nefylerine mütehalif esbab gösterirler. Bunun için, şehadetleri birbirinin sıhhatine delil olamaz. Çünkü tevafuk yok.

Mesnevî-i Nuriye

Devamı: Risale-i Nur

 

hayýrlýinsan

New member


1-
Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.


2-
Sen, ani ve fani zevklerin bekasını arıyorsun; onun için onun zevaliyle ağlamağa başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel, on saat ağlıyorsun.

3-
Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatana keffaret ediyor.

4-
Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim! Kat'i kanaatın gelmiş ki; zahiri musibetler altında ve neticesinde, inayet-i İlahiye'nin çok tatlı neticeleri var. (“Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır.” Bakara Sûresi, 2:216.)çok kat'i bir hakikatı ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem feleğin çarkını çeviren kanun-u İlahi, senin hatırın için -o pek geniş kanun-u kaderi- değiştirilmez.


5-
(“Kadere iman eden, kederden emin olur.”Deylemi, Müsned)kudsî düsturunu kendine rehber et. Hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma. Düşün ki, fâni zevkler, sana mânevî elemler, teessüfler bırakıyor. Sıkıntılar, elemler ise, bilâkis, mânevî lezzetler ve uhrevî sevaplar veriyor. Sen divane olmazsan, muvakkat lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zaten lezzetler şükür için verilmiş. (Bediüzzaman Said Nursi - Emirdağ Lahikası 1'den)



Lügatler
Adalet
:zulüm etmemek, hak sahibine hakkını vermek, haksızları terbiye etmek Akıl
:düşünme ve anlama duyusu Ânî :
birdenbire olan Bedel:
karşılık Beka :
sonsuzluk, sonu olmamak Belki :
bilakis, aslında Bilakis
:aksine, aslında Binâen
:bu sebepten, bundan dolayı, dayanarak Çark
:dönen pervaneli tekerlek, baht, talih, tekerlekli makine Daima
:devamlı Ders
:Tenbih, tâlimat, vazife, bir şeyi öğrenmek için muallim veya o işi iyi bilen birisinden azar azar alınan vazife, akıl. Divane
:deli, aklı başında olmayan Ehemmiyet
: önem Elem :
keder, üzüntü, acı Emin olmak :
endişe duymamak Fâni :
ölümlü, gelip geçici, yok olan Felek
:dünya, âlem, talih, şans, baht, gök, bela, musibet, âfet Hak
:doğru, gerçek, hisse, pay Hakikat:
gerçek, doğru, bir şeyin gerçek mahiyeti Hata
:yanlışlık, yanılma, suç, günah Hatır
:zihin, fikir, gönül, hal, tedbir, kalb Hayır
:iyilik, güzellik Heves
:gelip geçici istek, nefsin hoşuna giden şey Hisse :
pay, nasip, kısmete düşen kısım Hissiyat :
hisler, duygular İman
:inanmak, kabul etmek İnâyet-i ilâhiye
:Allah’ın yardımı Kader :
Allah’ın ezelde her şeyi takdir edip yazması Kanaat
:helalle yetinmek, kısmetine razı olmak, aç gözlü olmamak, tatmin olmak, inanmak
Kanun-u ilâhî
:Allah’ın koyduğu kanun Kanun-u kader
:
Allah’ın takdiri ile tespit edilmiş kader kanunu Kat’î :
kesin, mutlak, tereddütsüz, şüphesiz Keder :
tasa, kaygı, can sıkıntısı, gam Keffaret
:suçu affettirmek, bağışlanmak için bir şeyler yapmak Kudsî :
mübarek, kutsal Lâhika :
mektup, ilave Lezzet
:tat Manevî
:manaya ait, ruhani Musibet
:bela, felaket, afet, dert Muvakkat :
geçici, devamlı olmayan Nefis :
bir kimsenin kendisi; insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden duygu Netice
:sonuç, son, gaye, semere, hülâsa, özet Rehber :
yol gösteren, kılavuz Sabır
:acıya ve zorluğa katlanmak Sevab
:hayır, hayırlı iş, şeriata uygun işlere verilen manevi karşılık Şükür :
Allah’a teşekkür, Allah’a karşı minnet duymak Tecrübe
:deneyim Teessüf :
kederlenmek, üzülmek Terbiye :
belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunlaştırma Uhrevî
:ahirete yönelik, ahiret için yapılan Zahirî
:aşikar, açık, belirgin, görünüşte Zaten
:
Esâsen, aslında, asıl olarak Zeval :
yok olmak, son bulmak, geçip gitme, yerinden ayrılıp gitmek, gelip geçici olmak Zevk
:
Lezzet alma, hoşa gitme, tatma, manevi haz, eğlenmek Ziyade :
fazla, daha çok, fazlasıyla Zulüm
:eziyet, haksızlık, karanlıkta bırakmak

 

Huseyni

Müdavim
İhtar: Sem’in müfred olarak, basarın cem olarak zikirleri işitilen bir, görünen çok olduğuna işarettir. Evet, söylenilen sözler birer birer kulağa girer, öyle işitilir. Fakat çok şeyler bir defa bakmakla göze görünür.

﴾ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلّ ِ شَىْءٍ قَدِيرٌ
blank.gif
1
﴿ Bu cümledeki nükteler ve işaretler:


Evvelâ, bu cümle münafıkları ve yolcuları istilâ eden dehşetin hakikat olduğuna bir fezleke ve bir hülâsadır. Ve bu hülâsadan anlaşılır ki, yolcuların ahvâli, münafıkların ahvâlini tamamıyla temsil ettiği ve herbir halleri yolcuların hallerinde göründüğü gibi, herbir zerrede ve herbir halde kudret-i İlâhiyenin de tasarrufu görünür.

Dipnot-1

“Şüphesiz ki Allah'ın her şeye gücü yeter.” Bakara Sûresi, 2:20.


İşaratü'l-İ'caz


Devamı:
Risale-i Nur
 

Huseyni

Müdavim

حَرَكَةً فِى حِكْمَةٍ
Hem, semânın yüzünde, hikmet içinde bir hareketi görmeyi âyet emrediyor. Evet, gayet acip ve azîm o harekât, gayet dakik ve geniş hikmet içindedir. Nasıl ki bir fabrikanın çarklarını ve dolaplarını bir hikmet içinde çeviren bir san’atkâr, fabrikanın azamet ve intizamı derecesinde derece-i san’at ve maharetini gösterir. Öyle de, koca güneşe, seyyârâtla beraber fabrika vaziyetini veren ve o müthiş azîm küreleri sapan taşları misillü ve fabrika çarkları gibi etrafında döndüren bir Kadîr-i Zülcelâlin derece-i kudret ve hikmeti, o nisbette nazara tezahür eder.

Asa-yı Musa

Devamı: Risale-i Nur
 
Üst