Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 698
kerrat ile münasebattan neş’et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet, tek bir ruhun bâdelmemat bekàsı anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekàsını istilzam eder. Zira, fenn-i mantıkça kat’îdir ki, zâtî bir hassa birtek fertte görünse, bütün efratta dahi o hassanın vücuduna hükmedilir. Çünkü zâtîdir. Zâtî olsa her fertte bulunur. Halbuki, değil bir fert, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşahedâta istinad eden âsâr ve bekà-i ervâha delâlet eden emârat o derece kat’îdir ki, bize nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur, o insanların vücutlarına hiç vehim hatıra gelmez; öyle de, şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahta, ölmüş, vefat etmiş insanların ervâhı pek çok kesretle vardır ve bizimle münasebettardırlar. Mânevî hedâyâmız onlara gidiyor; onların nuranî feyizleri de bizlere geliyor.
Hem hads-i kat’î ile vicdanen hissedilebilir ki, insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrip ve inhilâle maruz değil. Çünkü basittir; vahdeti var. Tahrip ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkip edilmiş şeylerin şe’nidir. Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekàya sebebiyet verir. Demek vahdet ve bekà, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder.
Ruhun fenâsı, ya tahrip ve inhilâl iledir. O tahrip ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin, besâtet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idam iledir. İdam ise, Cevâd-ı Mutlakın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu, o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.
ÜÇÜNCÜ MENBA: Ruh, zîhayat, zîşuur, nuranî vücud-u hâricî giydirilmiş, câmi’, hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Halbuki, en
<tbody>
</tbody>
kerrat ile münasebattan neş’et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet, tek bir ruhun bâdelmemat bekàsı anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekàsını istilzam eder. Zira, fenn-i mantıkça kat’îdir ki, zâtî bir hassa birtek fertte görünse, bütün efratta dahi o hassanın vücuduna hükmedilir. Çünkü zâtîdir. Zâtî olsa her fertte bulunur. Halbuki, değil bir fert, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşahedâta istinad eden âsâr ve bekà-i ervâha delâlet eden emârat o derece kat’îdir ki, bize nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur, o insanların vücutlarına hiç vehim hatıra gelmez; öyle de, şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahta, ölmüş, vefat etmiş insanların ervâhı pek çok kesretle vardır ve bizimle münasebettardırlar. Mânevî hedâyâmız onlara gidiyor; onların nuranî feyizleri de bizlere geliyor.
Hem hads-i kat’î ile vicdanen hissedilebilir ki, insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrip ve inhilâle maruz değil. Çünkü basittir; vahdeti var. Tahrip ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkip edilmiş şeylerin şe’nidir. Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekàya sebebiyet verir. Demek vahdet ve bekà, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder.
Ruhun fenâsı, ya tahrip ve inhilâl iledir. O tahrip ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin, besâtet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idam iledir. İdam ise, Cevâd-ı Mutlakın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu, o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.
ÜÇÜNCÜ MENBA: Ruh, zîhayat, zîşuur, nuranî vücud-u hâricî giydirilmiş, câmi’, hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Halbuki, en
Amerika: (bk. bilgiler) | Cevâd-ı Mutlak: sınırsız cömertlik ve ikram sahibi Allah (bk. c-v-d; ṭ-l-ḳ) |
basit: çeşitli madde veya unsunların karışımından, birleşiminden meydana gelmemiş | bekà: devamlılık, süreklilik (bk. b-ḳ-y) |
bekà-i ervâh: ruhların devamlılığı, ölümsüzlüğü (bk. b-ḳ-y; r-v-ḥ) | besâtet: birleşik maddelerden olmama |
beyan etme: açıklama (bk. b-y-n) | bâdelmemat: öldükten sonra (bk. m-v-t) |
bâki: devamlı, kalıcı, ölümsüz (bk. b-ḳ-y) | cihet: yön, taraf |
câmi’: kapsamlı (bk. c-m-a) | cûd: cömertlik (bk. c-v-d) |
delâlet: delil olma, işaret etme | efrat: kişiler, şahıslar (bk. f-r-d) |
emârat: belirtiler, işaretler | ervâh: ruhlar (bk. r-v-ḥ) |
fenn-i mantık: mantık ilmi | fenâ: gelip geçicilik, ölümlülük (bk. f-n-y) |
feyiz: ilham, bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) | hads-i kat’î: kesin ve doğru sezgi |
hadsiz: sayısız | hakikattar: hakikatli, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) |
hasr: sınırlama, birşeye mahsus kılma | hassa: özellik |
hedâyâ: hediyeler | hükm-ü tecrübî: tecrübeyle elde edilen sonuç, bilgi (bk. ḥ-k-m) |
idam: yok etme | inhilâl: çözülme, dağılma |
istilzam etmek: gerektirmek | istinad eden: dayanan (bk. s-n-d) |
kanun-u emrî: Cenâb-ı Hakkın doğrudan emrinden gelerek vasıtasız işleyen kanunu (bk. ḳ-n-n) | kerrat: defalarca |
kesb etmek: kazanmak | kesret: çokluk (bk. k-s̱-r) |
külliyet: fertlerin geneli, genellik (bk. k-l-l) | maruz: tesirinde kalmış, uğramış |
menba: kaynak | münasebat: ilişkiler, bağlantılar (bk. n-s-b) |
münasebettar: alâkalı, ilgili (bk. n-s-b) | müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d) |
müşahedât: gözlemler (bk. ş-h-d) | müştak: çok istekli, arzulu |
nev’i: çeşit, tür | neş’et etmek: doğmak, meydana gelmek |
nihayetsiz: sonsuz | nimet-i vücud: varlık nimeti (bk. n-a-m; v-c-d) |
nuranî: nurlu (bk. n-v-r) | ruh-u insanî: insan ruhu (bk. r-v-ḥ) |
sabıkan: bundan önce | sirayet: bulaşmak, yayılmak |
tahrip: yıkma, bozma | tarz-ı vahdet: birlik hali (bk. v-ḥ-d) |
terkip: birleştirme, birleşik olma | vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d) |
vehim: zan, kuruntu | vücud-u hâricî: yokluktan veya ilim dairesinden varlık âlemine çıkmış olan (bk. v-c-d) |
vücut: varlık (bk. v-c-d) | zira: çünkü |
zâtî: öznel nitelik, temel özellik | zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y) |
zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r) | âlem-i melekût ve ervah: ruhlar âlemi; hiçbir vasıta ve sebebin müdahele etmediği, hüküm ve idaresi doğrudan Allah’ın elinde bulunan âlem (bk. a-l-m; m-l-k; r-v-ḥ) |
âsâr: eserler | şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n) |
<tbody>
</tbody>