İnsan ibadete imanla başlar, amelle süslenir. Fısk ve sefahet ise, isyanla ve haramlarla başlar ve küfrün karanlğıyla kişi esfele safiline düşer. Fısk, küfrün zehirli meyveleridir. Bu zehirli meyveleri sevenler, zamanla küfrüde seviyorlar. Ve severek küfre gidiyorlar. |
Bismillâhirrahmanirrahim
يَاۤ اَيُّهَا النَّاسُ اعْـبُدُوا
(“Ey insanlar, ibadet ediniz.” Bakara Sûresi, 2:21.)
İBADET ne büyük bir ticaret ve saadet, fısk ve sefahet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
İnsan ibadete imanla başlar, amelle süslenir. Fısk ve sefahet ise isyanla ve haramlarla başlar ve küfrün karanlğıyla kişi esfele safiline düşer. Fısk, küfrün zehirli meyveleridir. Bu zehirli meyveleri sevenler, zamanla küfrüde seviyorlar. Ve severek küfre gidiyorlar.
Bir vakit iki asker uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Ta yol ikiletir. Bir adam orada bulunur, onlara der:
“Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür.
Ekser insanların aldandığı ve nefsine hoş gelen hata burasıdır; ibadet etmemekte nefse gelen hafiflik. Yani abdest almak, namaz kılmak, vakitlerini namaza göre ayarlamak zorunda kalmak, yada mubtela olduğu haramlardan vazgeçmek zorunda kalmak, bunlar nefse ağırlık yapıyor.
İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur.”
O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur.
Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem herşeyden, her hadiseden titrer bir surette gider. Ta mahall-i maksuda yetişir; orada âsi ve kaçak cezasını görür. Askerlik nizamını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden ve sağa giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek, rahat-ı kalb ve vicdan ile gider. Ta o matlup şehre yetişir; orada, vazifesini güzelce yapan bir namuslu askere münasip bir mükâfat görür.
İşte ey nefs-i serkeş!
Bil ki, o iki yolcu, biri mutî-i kanun-u İlâhî, birisi de âsi ve hevâya tabi insanlardır. O yol ise hayat yoludur ki, âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise, ibadet ve takvâdır. İbadetin çendan zahirî bir ağırlığı var. Fakat mânâsında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez. Çünkü âbid namazında der: “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah.” Yani, “Hâlık ve Rezzak Ondanbaşka yoktur. Zarar ve menfaat Onun elindedir. O hem Hakîmdir, abes iş yapmaz; hem Rahîmdir, ihsanı, merhameti çoktur” diye itikad ettiğinden, herşeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur, dua ile çalar. Hem herşeyi kendi Rabbisinin emrine musahhar görür. Rabbisine iltica eder, tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. Îmânı ona bir emniyet-i tamme verir.
Evet, her hakikî hasenat gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiat gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek.
Fakat, meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık filozof ise, gökte bir kuyrukluyıldızı görse, yerde titrer, “Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?” der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.)
En zayıf müslüman Allah’ı bilmekle rahat ederken, en akıllı felsefeci Allah’ı bilmediğinden herşeyden evhama düşüyor.Hayatı kendine çekilmez yapıyor.
Evet, insan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermayesi hiç hükmünde; hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde bir şey… Adeta sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise, dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.
Bu derece âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim, ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder.
Malûmdur ki, zararsız yol, zararlı yola-velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa-tercih edilir. Halbuki, meselemiz olan ubudiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimalle bir saadet-i ebediye hazinesi vardır.
Fısk ve sefahet yolu ise-hattâ fâsıkın itirafıyla dahi-menfaatsiz olduğu halde, ondan dokuz ihtimalle şekavet-i ebediye helâketi bulunduğu, icmâ ve tevatür derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın ve müşahedenin şehadetiyle sabittir ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbaratıyla muhakkaktır.
Elhasıl, âhiret gibi dünya saadeti dahi ibadette ve Allah’a asker olmaktadır. Öyleyse biz daima “Elhamdü lillâhi ale’t-tâati ve’t-tevfîk” (Bize taat ve muvaffakiyet nasip eden Allah’a hamd olsun.) demeliyiz ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.
– Amellerimiz yürüdüğümüz yoldur.
Ve iki yol vardır; ibadet yolu, isyan yolu. İbadet yoluna giren elbette haramlardan kaçacak ve sıkıntı, kıskançlık, kavga, cinayet, kin, nefret, gıybet, haset gibi tüm çirkinlikler
haramların süsüdür. Kim haramlara yaklaşırsa bu çirkinlikler ona gelir. Kim haramlardan kaçarsa bu çirkinliklerden kurtulur.
Helallerin yanında istirahat-ı kalb, huzur, sukunet, ilim, feyz, takva, ahlak, eminlik ve daha nice envaı güzellikler vardır. İşte helali isteyenler ve ibadeti yapanlar bu güzel boya ile boyanırlar; dünyada bir cennet yaşarlar. Kabirde de cennetin salonunda beklerler, ahirettede cennete dahil olurlar inşallah.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
el Fatiha