Ailenin önemi..

Turab3

Well-known member
Aile cemiyetin temel taşıdır. Aileler ne kadar sağlam olursa, onlardan meydana gelen toplumlar da o derece sağlam olur. Güçlü toplumlar, güçlü âilelerden oluşur. Güçlü âileler de, daha ziyâde mânevî eğitim görmüş hanımların eseridir.

Aile fertlerinin mes’ud olabilmeleri, ancak birbirlerine karşı olan vazifelerini bilmeleri ve yapmaları ile mümkündür. Karşılıklı vazifelerini bilmeyen ve yapmayan âileler, mutlu olamazlar.

Aile ocağının iki ana esâsından biri olan kadının, cemiyet çatısını kurmakta erkek kadar, hattâ erkekten daha büyük payı vardır. İslâm târihinde bunun ilk örneğini, Hz. Hatîce (r.anhâ) vâlidemiz vermiştir. En zor ve en ağır şartlar altında Peygamber (s.a.v.)’e maddesi ve mânâsı ile yardımda ve tesellîde bulunmuş; gâyesine erişmesi için O’na yakın destek olmuştur. Ve bu ikili ocaktan İslâm dünyâsı doğmuştur.

İslâm’da kadın, sevginin, seâdetin ve âhırete uzanan bir huzurun sembolüdür. İnsan neslinin devamında da çok önemli vazifeler üstlendiği için anne, insanlığın esası, temeli ve kaynağı sayılır. Çocuklar, annelerinin karnında maddî yapılarını kazandıkları gibi, mânevî yapılarını da yine onların terbiyeleri altında oluşturmaktadırlar.

Anneye en ulvî mevkileri veren dînimiz, senenin sadece bir gününü değil, her gününü "anneler günü" olarak kabul etmiştir.

Yüce dînimiz tarafından kendilerine husûsî bir değer verilen kadınlarımız, kadr u kıymetlerini bilmeli ve bu yüce itibara güzel itâat ve hizmetle lâyık olmaya çalışmalıdırlar.

Çocuklarımızın bakımı ve terbiyesinde büyük fedâkârlıklarda bulunan kadınlarımız, her türlü hüsn-i muâşeretin fevkinde bir muâmeleye lâyık bulunmaktadırlar. Bu sebeple, kendilerine şükrân ve minnettarlıkta da kusûr edilmemelidir.

Bu çalışma, iki ana bölümden oluşturulmuştur. Birinci bölümde "İslâm’da Kadının Değeri" zikredilmiş; ikinci bölümde ise "İslâm’da Kadın Hakları" başlığı altında; evlenme, boşanma, tesettür, şâhidlik, mîrâs ve teaddüd-i zevcât... gibi konular açıklanmaya çalışılmıştır.

Öğretmenlik yıllarımda faydalanmak üzere çeşitli kitaplardan derlediğim bu notlarımın, pek muhterem öğretmen arkadaşlarıma ve okuyucularıma yardımcı ve faydalı olacağı kanâatindeyim.

Fâtihler, Yavuzlar ve Kânûnîler gibi, cihan sultanları dünyâya getirecek olan geleceğin vâlide sultanlarının yetişmelerine birazcık da olsa katkıda bulunmak, bizim için en büyük bahtiyarlık olacaktır.

Cenâb-ı Hakk’dan; âile yuvalarımıza huzûr dolu seâdetler ve bereketler bahşetmesini niyâz eder, bizleri bütün hayırlı hizmetlerimizde muvaffak kılmasını taleb ederim.

Amîn!..

Osman ERSAN

30 Ramazan 1416 - 19 Şubat 1996

Azîz Mahmûd Hüdâyî Vakfı / ÜSKÜDAR
 

Turab3

Well-known member
İSLAM’DA KADININ DEĞERİ

İslâm Dîni, kadına en büyük değeri vermiş ve onun namuslu, temiz, vakarlı, haysiyetli ve şerefli bir tarzda yaşamasını sağlamıştır. İslâm nazarında kadın, şefkat, merhamet, hürmet duyulması ve nezâket gösterilmesi gereken asîl ve nezîh bir varlıktır. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, kadınların nârin, nâzik ve kibâr olduklarına işâretle, onların hiç kırılmaması ve incitilmemesi gerektiğini tavsiye etmişlerdir. Bir hadîs-i şerîflerinde:

"... Kadınlar hakkında hayırlı olup nezâketle muâmele etmenize dâir vasiyyetime itâat ediniz! Çünkü onlar eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğe kemiğinin en eğri tarafı üst kısmı (ortası) dır. Eğer sen onu doğrultmaya uğraşırsan, kırarsın; kendi hâline bırakırsan, daima eğri kalır. O halde kadınlar hakkında hayır öğüdüme dikkat ediniz!" (1) buyurur.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ilk defâ inanan ve O’na en büyük desteği veren Hz. Hatîce (r.anha) vâlidemizdir. Nitekim Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Hatîce (r.anha) vâlidemiz hakkında şöyle buyurur:

"Allâh bana Hatîce’den hayırlı bir kadın vermemiştir. Bütün insanlar beni yalanlarken, O beni tasdîk etmiş; insanlar benden kaçarken, O beni malı ile desteklemiştir. Ve Allâh bana başka hanımlardan değil, O’ndan çocuk ihsân etmiştir." (2)

Kadın, aynı zamanda ilk İslâm şehîdidir. Hz. Ammâr (r.a.)’ın annesi Hz. Sümeyye (r.anha), Mekke’de müslümanlığı ilk kabul edenlerden ve bu yüzden dayanılmaz işkencelere uğrayanlardandı. Kendisine İslâm’dan ayrılması için yapılan her türlü eziyet ve zulme rağmen, hak yoldan dönmedi. Sonunda Sümeyye (r.anha), Ebû Cehl’in süngüsü altında can vermiş ve Allâh yolunda ilk İslâm şehîdi olmak şeref ve mertebesine erişmiştir. (3)

Kur’ân-ı Kerîm’de "en-Nisâ"(Kadınlar) isimli, yüz yetmiş altı âyetlik uzun bir sûre olduğu gibi, ayrıca "Meryem" diye Hz. Îsâ (a.s.)’ın annesine atfedilen doksan sekiz âyetlik müstakil bir sûre daha vardır. Bunlardan başka; "en-Nûr, el-Ahzâb, el-Mümtehine, et-Tahrîm ve et-Talâk" sûreleri de kadınlarla ilgili çeşitli konuları içine almaktadır.

İslâm Dîni’nde kadın, âile ocağında temel eğitimi veren ilk öğretmen ve mükemmel bir eğitimcidir. Çocuğun terbiyesi, yetişmesi, her yönden gelişmesi, daha küçük yaşta iken güzel alışkanlıklar kazanması ve faydalı bilgilerle donatılması husûsunda annenin rolü çok büyüktür. Baba, evin nafakasının temini için ömrünün ekserîsini âilesinden dışarıda geçirmekte, çocuğu ile yeteri kadar meşgul olamamaktadır. Bu durumda, çocuğu asıl yetiştiren ve terbiye eden anne olmaktadır. Nitekim peygamberler, mürşid-i kâmiller, velîler, sultanlar ve daha nice büyük insanlar, hep mümtaz annelerin kucaklarında yetişmişlerdir.

Ahlâk kitaplarımızda; çarşıdan alınan değişik yeni bir şeyi, çocuklara bölüştürürken önce kızlardan başlanarak ikrâm edilmesi tavsiye edilmiş, kız çocukları daha hassas ve nâziktirler, diye düşünülmüştür.

Kız çocuklarının bakımı ve terbiyesi için her türlü fedâkârlıkta bulunan anne ve babaların, büyük fazîlet ve ecir sâhibi olacaklarını Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, şu hadîs-i şerîfleriyle beyân buyurmuşlardır:

"Kim, (iki veya üç) kız çocuğunu erginlik çağına erişinceye kadar besleyip büyütürse, kıyâmet gününde -iki parmağını birleştirerek- onunla şöylece beraber oluruz." (4)

Bu da, yüce dînimizin kadına verdiği üstün değeri gösterir.
 

Turab3

Well-known member
Önce Anne

Kur’ân-ı Kerîm’de, "ana-babaya saygı gösterilmesi" emredilen bir çok âyet-i kerîmede (5) anne, öncelik verilerek zikredilmiştir. Bu öncelik, annenin babadan daha saygıdeğer olduğuna dikkati çekmektedir.

Bir gün Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’e bir kimse geldi ve:

"Benim kendisine hizmet ve ülfet etmeme, insanlar içinde en lâyık ve en çok hakkı olan kimdir?" diye sordu.

Rasûlullâh (s.a.v.):

"Anandır." buyurdular. O zât:

"Sonra kimdir?" dedi. Rasûlullâh (s.a.v.) yine:

"Anandır." buyurdular. O zât tekrar:

"Sonra kimdir?" deyince, Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz tekrar:

"Anandır." buyurdular. O zât yine:

"Sonra kimdir?" diye sorunca, Rasûlullâh (s.a.v.) bu sefer:

"Babandır." karşılığını verdiler. (6) Bu hadîs-i şerîf de, annenin evlâd üzerinde babaya nisbetle üç misli iyilik ve ihsân hakkı olduğunu açıkça ifâde eder.

Veysel Karanî Hazretleri, ihtiyâr, âmâ ve hasta annesine hizmeti sebebiyle, her ne kadar Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’i göremediyse de O’nun eşsiz lutuf ve ihsânlarına nâil olmuştur.

İslâm hukûkuna göre, bir kişinin, ana ve babasından yalnız birisinin nafakasını sağlamaya gücü yetse, annesinin nafakasına öncelik tanınır. (7)

Evlâd üzerinde elbette babanın da hakları vardır. Çocuğunun ihtiyaçlarının karşılanmasında büyük fedâkârlıkları bulunmaktadır. Doğumda annenin karşılaştığı sıkıntılara o da ortak olmuştur. Hadîs-i şerîfte, babanın evlâdı üzerindeki hakları şöyle açıklanmıştır:

"Hiçbir evlâd babasının hakkını ödeyemez. Ancak; babasını köle olarak bulur, satın alır ve âzâd ederse, bu durum müstesnâdır." (8)

Muhammed Bahâeddîn Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir vasiyetinde şöyle buyurur:

"Benim kabrimi ziyâret etmek isteyenler, evvelâ annemin kabrini ziyâret etsinler, sonra da benimkini.." (9)
 

Turab3

Well-known member
Anne Olmak Şerefi

Kadınlık meziyetlerinin başında anne olmak şerefi gelir. Annelik, bir gönül ve mânâ şiiridir. Toplumu ihyâ edip âbâd eden de ve tersine berbâd eden de yine annedir. Toplumun kurtuluşu, hakîkî annelerin yetiştirilmesiyle mümkündür.

İslâmiyet, anne olmak sıfatıyla kadına en yüksek ve pek muhterem bir mevkî vermiştir. Târihin çeşitli dönemlerinde zillet ve hakâret içinde yaşayan kadın, lâyık olduğu en yüksek şerefe İslâm sâyesinde kavuşmuştur.

Herkese iyilik etmeyi, herkesin hakkını gözetmeyi emreden İslâm Dîni, kişinin babasına, özellikle annesine karşı en iyi şekilde davranmasını, haklarına dikkatle riâyet etmesini emretmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmuştur:

"Biz insana ana-babasını (onlara iyilik yapmasını) da tavsiye ettik. Anası onu (karnında) meşakkat üstüne meşekkatle taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl sürmüştür. Bana, ana ve babana şükret! Dönüşün ancak banadır (dedik).." (10)

Gerçek anne, hayâtı boyunca maddesini ve mânâsını evlâdına fedâ eder. Anne, yavrusunu bir müddet cisminde, ondan sonra kollarında ve hayâtı boyunca kabre kadar da kalbinde taşır. (11)

Abdullâh b. Mes’ûd (r.a.) der ki: Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’e:

"Allah katında en sevgili amel hangisidir?" diye sordum. Şöyle buyurdular: "Vaktinde kılınan namazdır." "Namazdan sonra hangisi daha sevgilidir?" diye tekrar sorduğumda:

"Anaya babaya iyilik etmektir." buyurdular.

Bunlardan sonra hangisinin en sevgili olduğunu sordum:

"Allah yolunda cihaddır.." buyurdular. (12)

*

Müslüman olmasa dahi, anneye iyilik etmenin İslâmî açıdan ne kadar önemli olduğunu Hz. Ebûbekir (r.a.)’ın kızı Hz. Esmâ’ (r. anha)’nın şu rivâyeti apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır:

"Müşrike olan (Allâh’a ortak koşan) annem Rasûlullah (s.a.v.) zamanında bana gelmişti. Rasûlullah (s.a.v.)’den sordum ve dedim ki:

"Anam geldi. Bana ümid bağlamıştır. Ben onu görüp gözetebilir miyim?" Rasûlullah (s.a.v.):

"Evet, ananı görüp gözet!" buyurdu. (13)

Ana-babaya itâat, Kur’ân-ı Kerîm’de ısrarla tavsiye edilmiştir. Konu ile ilgili olarak İsrâ Sûresi 23 ve 24. âyetlerinde şöyle buyurulur:

"Rabbin, "Kendinden başkasına kulluk etmeyin. Ana-babaya iyi muâmele edin!" diye hükmetti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin nezdinde ihtiyarlığa ererlerse, onlara "öff!." (bile) deme! Onları azarlama! Onlara çok güzel (ve tatlı) söz (ler) söyle! Onlara acıyarak tevâzû kanadını (yerlere kadar) indir! Ve: Yâ Rab! Onlar beni çocukken nasıl terbiye ettilerse, sen de kendilerini (öylece) esirge!. de.."

Hz. Peygamber (s.a.v.), ana-babaya iyi muâmele hakkında:

"Siz iffetli olun ki, hanımlarınız da iffetli olsun! Siz ana-babanıza iyi davranın ki, evlâdlarınız da size iyi davransınlar!" buyurur. (14)

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Hz. Peygamber (s.a.v.) birgün;

"Burnu sürtülsün!. Burnu sürtülsün!. Burnu sürtülsün!." buyurdu.

"Kimin burnu sürtülsün ey Allâh’ın Rasûlü?." diye sorulunca, şu açıklamada bulundu:

"Ana-babasının her ikisinin veya sadece birinin yaşlılığına ulaştığı halde cennete giremeyenin..." (15)

Ana ve babaların en itâat ve hizmete ihtiyaç duydukları ihtiyarlık çağlarında onlara gereken hizmet, hürmet ve şefkati göstermeyip, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını ve cenneti kazanamayan çocukların elbette burunları sürtülmeyi hak etmiş olurlar.

*

İslâm Dîni, ana-babaya itâate son derece önem vermiş, ana-babaya karşı gelmeyi de büyük günahlar arasında saymıştır.

Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, bu konuda şöyle buyurmuşlardır:

"Büyük günahlar; Allâh’a eş koşmak, ana-babaya âsî olmak, haksız yere adam öldürmek ve yalan yere yemîn etmektir." (16)

Yine Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz:

"Bir kimsenin ana ve babasına sövmesi büyük günahlardandır." buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kirâm:

"Yâ Rasûlallah! Bir adam ana ve babasına söver mi?" dediler. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de:

"Evet, bir kimse başkasının babasına söver, o da buna karşılık onun babasına söver. (Eğer yine bir kimse) başkasının anasına söverse, o da onun anasına söver." buyurdu. (17)

Diğer bir hadîs-i şerîfde de Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"En büyük günahlardan size haber vereyim mi?" buyurdu.

Ashâb-ı kirâm da:

"Evet Yâ Rasûlallah!" deyince Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Allâh’a eş koşmak, ana ve babaya âsî olmak.."

buyurdu. Dayanmış olduğu yerden doğrulup oturdu ve:

"Haberiniz olsun, aman yalan sözden ve yalan şehâdetten sakınınız!" buyurdu. Ve bu cümleyi defalarca tekrarladı. (18) *

Ana ve babaların emir ve istekleri, dîne uygun olduğu sürece yerine getirilir. Dîne aykırı olan emirlerine itâat edilmez. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Lokman Sûresi’nin 15. âyetinde:

"Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itâat etme! (Ancak) onlarla dünyada iyi geçin!.." buyurulur.

Bu âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi, Sa’d b. Ebî Vakkâs Hazretleri’nin müslüman olmasıdır. Hz. Sa’d (r.a.), Hz. Ebûbekir (r.a.)’ın vâsıtası ile müslüman olunca annesi, öfkesinden üç gün yememiş, içmemiş ve tâkatten düşmüştü. Bunu gören Hz. Sa’d (r.a.):

"Anneciğim!

Allâh’ı ve Rasûlü’nü senden daha çok seviyorum. Vallâhi senin bin canın olsa ve bunları, birer birer İslâmiyet’i bırakmam için versen, ben yine dînimden vazgeçmem!.. Artık dilersen ye, dilersen yeme!." demişti.

Bunun üzerine annesi, oğlunun îmânındaki sebât ve kararlılığını görünce çâresiz kalarak yemeğini yemiştir. (19)
 

Turab3

Well-known member
Ana Gibi Yâr Olmaz

Atalarımız;

"Ana gibi yâr, vatan gibi diyâr olmaz." demişlerdir.

Hakîkaten dünyâyı diyâr diyâr gezsek, anamız gibi bizi bağrına basarak sevecek ve şefkatle kucaklayacak bir ana bulamayız. İnsan, hanımı gibisini veya ondan daha iyisini her yerde bulabilir, fakat ana gibisini hiç bir diyârda bulamaz.

Âile içinde çocuk üzerinde en çok hakkı olan ve hizmeti geçen annedir. Anne, hâmile kaldığı andan itibâren çocuk yüzünden sıkıntı çekmeye başlar. Doğum sırasında bu sıkıntı, zirveye ulaşır. Kimi zaman doğum, annenin hayâtına mâl olur.

Annenin esas hizmeti, doğumdan sonra başlar. Çocuğun emzirilmesi, giydirilmesi, temizliğinin yapılması, terbiye edilmesi ve tedâvîsi gibi ardı arkası kesilmeden ömür boyu sürecek bir hizmet dönemi içersine girer.

Cenâb-ı Hakk’ın özellikle annelere lutfettiği şefkat duygusu, anneleri; istirâhatini, sıhhatini, yeme-içme ve giyinmesini düşünmeden bütün imkânlarıyla çocuğuna hizmete sevkeder.

Annenin bu sonu ve sınırı olmayan fedâkârlıklarının bedelini, evlâdın maddî bir karşlıkla ödemesi mümkün değildir.

Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in huzuruna bir adam geldi ve:

"Yâ Rasûlallâh! Anam iyice ihtiyarladı. Ben onu kendi ellerimle yediriyor, içiriyor ve sırtımda taşıyorum.. Hâsılı her türlü ihtiyâcını karşılıyorum.. Mükâfâta hak kazandım mı?." dedi.

Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz cevâben:

"Hayır, bu senin yaptıkların, ananın senin üzerindeki haklarının yüzde birine bile karşılık değildir. Fakat sen, iyilik ediyorsun. Allâh sana bu az iyilik karşılığında çok sevap verir." buyurdular. (20)

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in:

"Cennet annelerin ayakları altındadır." (21) hadîs-i şerîfi de annelerin lâyık oldukları yüce mertebeyi belirlemekte ve erkekle eşit olmaktan öte üstün haklara sahib bulunduklarına işaret etmektedir.

İbn-i Amr (r.a.) anlatıyor:

"Bir adam cihâda iştirâk etmek için Hz. Peygamber (s.a.v.)’den izin istedi. Rasûlullâh (s.a.v.):

"Annen, baban sağ mı?" diye sordu. Adam:

"Evet." deyince Rasûlullâh (s.a.v.):

"Onlara hizmet de cihâd sayılır, sen onlara hizmet ederek cihâd yap!" buyurdu. (22)
 

Turab3

Well-known member
Çocuk Terbiyesinde Anne:

Çocuk terbiyesi, anne ve babanın en başta gelen vazîfelerindendir. Çocuklarını güzel terbiye eden milletler, huzûrun ve medeniyetin zirvesine ulaşırlar.

İslâm’ın yaşandığı bir âile içinde büyüyen çocuğun istîdâdları, îmân istikâmetinde gelişip olgunlaşır. Âilede verilen terbiye kalıcıdır. İnsanlık târihi boyunca âile terbiyesi üzerinde önemle durulmuştur. Çocukların dünyâ ve âhıret seâdetini kazanmaları için en büyük gayret, sâliha hanımlara düşmektedir.

Çocuk, ilk ana terbiyeyi âile ocağında, anneden alır. Anne, tabiî olarak vaktinin çoğunu ev içinde çocuklarının bakımı ve terbiyesi ile geçirir.

Çocuk, dünyâya geldiği günden itibaren annesinin gönlünde ve kucağındadır. Aslında çocuk, her hususta annesinden bir parçadır. Anne, doğuncaya kadar karnında taşıdığı yavrusunu, bu sefer ölünceye kadar gönlünde taşır.

Dînimizde çocuk terbiyesinin temeli, İslâm’a uygun bir nikâha dayanır. Zîrâ nikâhsız olarak doğan bir çocuk, veled-i zinâ olur.

Çocuk terbiyesinde dikkat edilecek diğer mühim esas da, "helâl lokma"dır. Anne, bu konuda çok dikkatli ve titiz olmalı, haram ve şüpheli lokmalardan kaçınmalıdır. Çünkü yavrusunun maddî ve mânevî yapısı bu lokmalardan oluşmaktadır. Bu suretle doğacak çocuk, anne ve babasına saygılı ve itâatkâr, dînine ve milletine hizmetkâr olur. Bunların hepsi, rızkın ve gıdânın helâl ve temiz olmasının bereketiyle meydana gelir.

Hâmilelik döneminde de anne, kendilerine hürmet ve muhabbet duyduğu kimseleri tefekkür etmeli ve onları dâimâ hatırlamalıdır. Bu da, cenînin zihinde yer eden bu şahıslara benzemesine sebebiyet verir. İnsan tabîatının bu hususdaki kabiliyeti, herkesin bildiği ve tıbbın da kabul ettiği bir gerçektir. (23)

Ebenin dindâr olması, hiç olmazsa çocuğu alırken "besmele" çekmesi gerekir. Doğumdan kurtulan anneye de, "geçmiş olsun!" demeli ve bir çocuk dünyâya getirdiği için onu tebrik etmelidir. Zîrâ çocuğu olanı tebrik etmek müstehabdır. (24)

Dünyâya gelen çocuğun, önce sağ kulağına ezân, sol kulağına da kaamet okumalıdır. Böylece çocuğa, ilk İslâmî telkîn ve dâvet yapılmış olur. Kalbi de, ezânın derin tesirinden bir hisse alır. Nitekim bu dünyâdan ayrılırken de, insana kelime-i tevhîd telkîn edilir.

Hz. Fâtımâ (r. anhâ), Hz. Hasan’ı dünyâya getirdiğinde Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, O’nun kulağına ezân okumuşlardır. (25)

Ayrıca, yeni doğan çocuğun damağına tatlı bir şey sürmek müstahabdır. Buna "tahnik" denir. Tahnik, hurmayı ağızda iyice çiğnedikten sonra onu çocuğun ağzına dokundurmaktır. Hurma bulunmadığında, herhangi bir tatlı gıdâ da olabilir.

Ashâb-ı kirâmdan Ebû Mûsâ (r.a.) anlatıyor:

"Bir oğlan çocuğum dünyâya geldi. Onu alıp Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e götürdüm. Çocuğun adını İbrâhîm koydu. Sonra da ağzına hurma alıp iyice çiğneyerek çocuğumun ağzına sürdü. Ve bereket ile duâ ederek çocuğu tekrar bana verdi." (26)

Dünyâya gelen çocuğa yapılacak ilk iyilik ve ikrâm, ona güzel isim vermektir. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Kıyâmet gününde siz, kendi isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. O halde isimlerinizi güzelleştiriniz.." (27)

Konacak isimler hakkında da hadîs-i şerîfde şöyle buyurulur:

"Peygamberlerin isimleriyle isimleniniz. İsimlerin Allâh’a en sevimlisi, Abdullâh ve Abdurrahmân’dır." (28)

Çocuğun, yedinci günü adı konuldukdan sonra saçları kesilip ağırlığınca altın veya gümüş sadaka olarak verilir. Nitekim Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Hasan’ı dünyâya getirdiği zaman Hz. Fâtımâ (r. anhâ)’ya şöyle buyurmuştur:

"Yâ Fâtımâ, çocuğun başını tıraş et ve ağırlığı kadar da gümüşü sadaka olarak ver." (29)

Akîka kurbanı da, çocuğun doğduğu günden bülûğa ereceği güne kadar kesilebilir. Fakat, yedinci günü kesilmesi daha fazîletlidir. Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, akîkanın durumunu soran Ümm-i Kürz’e şu cevâbı vermiştir:

"Oğlan çocuğunda iki, kız çocuğunda bir koyun (kesilir)." (30)

Diğer bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulur:

"Her oğlan çocuğu akîka kurbanı ile rehindir. Akîka, çocuğun doğumunun yedinci günü kesilir. Adı konulur ve başı tıraş edilir." (31)

Akîka, vâcib değil, müstehabdır. Normal kurban gibidir. Eti, derisi satılmaz. Kemikleri kırılmaz. Akîkanın etinden kesen de yiyebilir.

Akîka, çocuğu rehin olmaktan kurtarır. Zîrâ o, akîkasına karşılık bir rehindir. İmâm Ahmed b. Hanbel der ki:

"Çocuk, ana-babasına şefâat etmekten alıkonulur, ancak.akîka ile şefâat hakkı doğar." (32)

Sünnet olmak, peygamberlerin yoludur. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyururlar:

"Dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir: Sünnet olmak, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek." (33)

Hz. Câbir (r.a.) da der ki:

"Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, torunları Hasan ve Hüseyin’e akîka kurbanı kesti. Yedinci günlerinde de onları sünnet ettirdi." (34)

Âile içersinde gördüğü ve işittiği herşey, çocuğun hâfızasında bir model olarak yer alır. Çocuk, her gördüğüne dikkatle bakar, sonra da bu gördüklerini taklîd etmeye ve yapmaya çalışır. Her işittiğini de dikkatle dinler. Zamanla bu işittiklerini söylemeye gayret eder. Bu bakımdan anne ve babalar, her hususta yavrularına nümûne olmalıdırlar. Çocuğun îmânı, daha küçük yaşta iken âile ocağında istikamet kazanır. Eğitim konusundaki temel kaideye göre, anne ve babasının dîni üzere yetişir. Nitekim hadîs-i şerîfde:

"Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Daha sonra ana-babası onu; yahûdî, hıristiyan veya mecûsî yaparlar." (35) buyurulur.

Çocuk konuşmaya başladığı zaman, ona söyletilecek ilk kelime, "Allâh" lafzı olmalıdır. Böylece, kalbe îmân tohumları ekilirken, çocuğun gönül ufku da zikrullâhın nûruyla aydınlanmaya başlar.

Çocuklara ilk cümle olarak da, îmân telkîn eden kelime-i tevhîdin öğretilmesinde ısrâr edilmelidir. Hadîs-i şerîfde:

"Çocuklarınızı (n ağzını) ilk olarak sözü ile açınız. Ölüm ânında onlara yine sözünü telkîn ediniz." (36) buyurulur.

Ayrıca çocuklarımıza, küçük yaşlardan itibaren Kur’ân-ı Kerîm öğretmeliyiz. Böylece, çocukların sâf ve temiz gönülleri, Kur’ân-ı Kerîm’in feyzi ve nûruyla berraklaşır. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Çocuklarınızı üç haslet üzerine yetiştiriniz: Peygamberinizin sevgisi, ehl-i beytinin sevgisi ve Kur’ân tilâveti.." (37) buyurur.

Çocuklarımızın körpe dimağlarına; Allâh sevgisini, Peygamber (s.a.v.) sevgisini, ehl-i beytinin, ashâb-ı kirâmın, evliyâullâhın ve İslâm büyüklerinin sevgilerini aşılamalıyız. Çünkü bu sevgi ile çocuğun his ve duyguları harekete geçer, İslâmî şuûr ve hassasiyet kazanır. Güçlü ve örnek şahsiyetlere benzemeye çalışır.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, yedi yaşı, öğretim çağının başlangıcı olarak belirlemiştir. Çocuk yedi yaşına girdiği zaman, ona abdest almak ve namaz kılmak öğretilmeli; on yaşına girince namaza başlatılmalı, yalan söylemenin, haram yemenin kötülükleri anlatılmalıdır. Bu konuda hadîs-i şerîfde:

"Çocuklarınıza yedi yaşından itibâren namaz kılmalarını emrediniz. On yaşına vardıklarında kılmazlarsa, hafifçe dövünüz. Ve (ayrıca) yataklarını ayırınız." (38) buyurulur.

Burada dövmekten maksad, korkutmak olup, bu cezâdan sonra çocukta bir düzelme görülürse, ona şefkatle ve güler bir yüzle yönelmelidir.

Anne ve baba, çocuğuna iyi bir arkadaş seçiminde yardımcı olmalı ve onu kötü arkadaşlarının zararlarından korumalıdır. Zîrâ kötü arkadaş, bütün kötülüklerin kaynağıdır.

Anne ve babaların mühim vazîfelerinden biri de, çocuklarını; temiz, düzenli ve disiplinli olarak yetiştirmek ve onlara daha küçük yaşlardan itibaren dînlerini, ahlâk ve âdâb-ı muâşeret kâidelerini öğretmektir.

Çocuklar, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere birer emâneti olup, sâf ve temiz kalpleri bir cevherdir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa ne ekilirse, onun meyvesi alınır.

Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Ey îmân edenler, kendinizi, evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz." (39) buyurulur.

Anne-babanın, evlâdlarını cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından daha önemlidir. Cehennem ateşinden korumak da, îmânı, farzları ve haramları öğretmekle, ibâdete alıştırmakla ve dinsiz ve ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur.

Evlâdına, Allâh Teâlâ’yı ve Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’i öğretmeyen, sevdirmeyen ana ve babalar, onların hem dünyâ, hem de âhıret kaatilleri sayılır.

Evlâdına dînini öğretmeyen ana-baba, dünyânın en merhametsiz insanlarıdır.

Çocuk üşümesin, uykusuz kalmasın, diye onu namaza kaldırmamak, cinâyetlerin en büyüğüdür. Bu iyilik değil, ona karşı en büyük kötülüktür.

Doktor, hastasına merhamet ettiği için, îcâbında onu bıçağın altına yatırır. Ve ameliyat eder. Doktorun gâyesi, bu ameliyatla onu sıhhatine kavuşturmak ve rahat ettirmektir.

Ana-baba, merhametli iseler, evlâdlarını seviyorlarsa, evvelâ dînlerini öğretirler, sonra da dünyâ ile alâkalı ilimleri..

Kaldı ki evlâdına karşı merhametli olmak demek, kendisine de merhamet etmek demektir. Çünkü ana ve baba da, çocuklarına dînini öğretmedikleri için yanacaklardır. Yâni çocuğuna İslâmiyet’i öğreten, kendisi de cehennemden korunmuş olacaktır. (40)

Yavrularımız, bizim en kıymetli varlıklarımızdır. İslâm, onların omuzları üzerinde asırdan asıra kıyâmete kadar sürüp devam edecektir.

Âilenin en değerli meyvesi olarak bizlere emânet edilen yavrularımızın gönüllerinde hizmet, merhamet ve şefkat hislerini filizlendirerek, onları istikbâle mîrâs bırakmalıyız.

Anne ve babanın en güzel âhıret yatırımı, hayırlı bir evlâd yetiştirmektir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyururlar:

"İnsan öldüğü zaman, (sevab kazanmaya vesile olan) üç ameli kesilmez: Sadaka-i câriye, istifâde edilen ilim ve kendisine duâ eden çocuk.." (41)

Diğer bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulur:

"Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. Kul der ki: Ey Rabbım! Bu sevab nereden geldi? Cenâb-ı Hakk da ona şöyle der: Çocuğun senin için duâ etti, istiğfârda bulundu." (42)

Cenâb-ı Hakk’dan; evlâdlarımızı sâlihlerden ve sâlihâttan kılmasını niyâz ederiz.
 

Turab3

Well-known member
Ana Duâsı:

Müslüman evlâdı, her zaman ana-babasının hayır duâlarını almaya çalışmalıdır.

Bâyezîd-i Bistâmî (k.s.) Hazretleri’nin ihtiyar ve hasta bir annesi vardı. Gece yarısı uykusundan uyanıp kendisinden bir bardak su istemesi üzerine, destiden su doldurup getirinceye kadar anası tekrar uykuya dalmıştı. Bâyezîd-i Bistâmî (k.s.), elinde bir bardak su ile uyanacak diye anasını sabaha kadar bekler.

Sabah Namazı için uyanan anası, oğlunun, elinde bir bardak su ile ayakta beklediğini görünce, son derece duygulanır. Ve bu fedâkâr oğlu için; "Ârifler sultânı olasın oğlum!" diye yürekten duâ eder. (43)

Annesinin duâsı bereketi ile Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, gerçekten ârifler sultânı olur. Ve bütün tasavvuf kitaplarında hep bu ünvân ile anılır.

Bununla birlikte anne bedduâsından da son derece sakınmalıdır. Onların bedduâsını alan evlâdın, dünyâda iki yakası bir araya gelmeyeceği gibi, âhırette de ebedî hüsrâna uğrayacağında şüphe yoktur.

Sahâbe-i kirâmdan Alkame adında bir zât vardı. Evlendikten sonra annesine karşı tutum ve tavrı iyice değişmişti. Bu durumdan ihtiyar annesinin gönlü incinmiş, kalbi kırılmıştı.

Böylece günler geçti. Birgün Alkame, hastalanarak ölüm yatağına düştü. Annesine olan kırıcı davranışından dolayı dili tutuldu. Son nefesinde söylemesi gereken kelime-i şehâdeti söyleyemedi.

Nihâyet Rasûlullâh (s.a.v.)’in ısrârı ile, yaşlı anne, evlâdını affedip hakkını helâl etti. O anda Alkame’nin dili çözüldü ve kelime-i şehâdet getirmeye başladı. Rûhunu da bu îmânla teslîm etti.

Alkame yıkanıp kefenlendikten sonra, namazı kılınıp defnedildi. Ardından Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, kabri başında durarak orada bulunanlara şöyle hitâb etti:

"Ey muhâcirler!

Ey ensâr!

Kim karısını, annesinden daha üstün tutarsa, Allâh’ın lâneti onun üzerinedir. Onun diğer ibâdet ve iyiliklerinin de kendisine bir fâidesi yoktur, kabul olunmaz." (44)

Ancak bu hadîs-i şerîf; eşin, kayınvâlide karşısında ezilmesi ve hiçbir hak sâhibi olmaması anlamına gelmez. Çünkü İslâm’da eşin de, annenin de hak ve sorumlulukları dengelenmiştir.
 

Turab3

Well-known member
En Hayırlı Kadın

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Kadınların en hayırlısı, kocası ona baktığı zaman mesrûr olur, bir şey söylediğinde emrini yerine getirir. Nâmûsunda ve malında, kocasının hoşlanmıyacağı bir harekette de bulunmaz." (45) buyurur.

Başka bir hadîs-i şerîflerinde:

"Dünyâ’nızdan bana üç şey sevdirildi; kadın, güzel koku ve gözümün nûru namaz." (46) buyurmakla, kadına sevgi, saygı ve şefkat gösterilmesi gerektiğine dikkati çekmişlerdir.

"Dünyâ’nın hepsi metâ, eşyâdır. Ve Dünyâ’nın en hayırlı varlığı ise, sâlihâ kadındır." (47) hadîs-i şerîfi de, İslâm’ın kadına verdiği büyük kıymetin bir başka ifâdesidir.

Sâliha kadınların huzur ve sükûn kaynağı olduklarına işâretle Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz:"Cenâb-ı Hakk her kime iyi bir eş nasîb etmişse, onun ayakta durmasına ve dîninin yarısına yardım etmiştir. (Dîninin diğer) yarısını da kendi çalışarak muhâfaza etsin ve Allâh’dan korksun." (48) buyurmuşlardır.

Bu anlamda diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulur:

"Dört şey kime verilmişse, ona dünya ve âhiretin hayrı verilmiş olur; Şükreden kalb, Allâh’ı anan lisân, belâya sabreden beden, nâmûsunda ve kocasının malında hıyânet etmeyen kadın." (49)
 

Turab3

Well-known member
İSLÂM’DA KADIN HAKLARI

İslâm Dîni, kadın hakları üzerinde titizlikle durmuş ve kadını, hiçbir nizâm ve sistemin veremediği müstesnâ bir makâma sâhib kılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’inde:

"Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır." (50) buyurmuştur.

Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz de erkekleri, kadınların hak ve hukûkunu gözetmeye dâvet etmekte ve bu konuda:

"Kadınların haklarını yerine getirme husûsunda Allâh’dan korkunuz! Zîrâ siz onları Allâh’ın bir emâneti olarak aldınız." (51) buyurmaktadır.

Başka bir hadîs-i şerîflerinde de:

"Sizin en hayırlınız, ehline (eşine ve çocuklarına) en hayırlı olanınızdır. Ve ben de ehline karşı en hayırlı olanınızım." (52) buyurur.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, erkeklere, kadınlara dâimâ iyi davranmalarını tavsiye ederek:

"Mü’minlerin îmân bakımından en olgunu ve en hayırlısı, hanımına karşı en hayırlı olanıdır." (53) buyurmaktadır.

Vedâ Haccı’ndaki meşhûr hutbesinde Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Ey insanlar! Kadınlar hakkında Allâh’dan korkunuz! Sizin kadınlarınız üzerinde hakkınız vardır. Kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakları vardır." buyurarak daha yedinci yüzyılda yüzyirmi dört bin müslüman hacı namzedine karşı, kadınların haklarını ilk olarak açıklamışlardır.

Muâviye bin Hayde (r.a.) der ki; Rasûlullâh (s.a.v.)’e:

"Ey Allâh’ın Peygamberi, bizim herhangi birimizin hanımının, kocası üzerindeki hakkı nedir?" dedim. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki: "Yediğin gibi onu da yedirmek, giydiğin gibi onu da giydirmek ve yüzüne vurmamak, onu kötülememek, bir de darılıp ayrı yatmaya mecbûr kaldığında onu, ancak ev içinde yapmaktır." (54) Başka bir hadîs-i şerîflerinde:

"Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, onları dövmeyin, onlara çirkin demeyin, fenâ söz söylemeyin!" (55) buyurmuşlardır.

Kadınlarla iyi geçinmek Kur’ân-ı Kerîm’in emridir:

"Kadınlarınızla iyi geçinin; eğer onlardan hoşlanmadı iseniz bile!.. Olabilir ki bir şey, sizin hoşunuza gitmez de, Allâh onda bir çok hayır takdîr etmiş bulunur." (56)

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bu konuda:

"Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz!" (57) buyurmaktadır. Kadınlara karşı daima hoşgörülü olmalıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

"Mü’min bir erkek, mü’min bir kadına kızıp darılmasın! Eğer onun bir huyundan hoşlanmazsa, öbüründen memnûn olabilir." (58) buyurulur.

Bir insanın her işi ve her huyu hoşumuza gitmeyebilir. Fakat iyi niyetli ve ülfet edilir insan, kendi hanımında hoşuna gidecek nice meziyetler bulabilir. Onlarla kendisini memnûn ve mes’ûd edebilir. Bunun için ayıp aramaya değil, meziyet aramaya bakmalıdır. Zîrâ mârifet iltifâta tâbîdir. İltifatsız mârifet zâyîdir. (59)
 

Turab3

Well-known member
Dînimizde Kadın-Erkek Eşitliği:

İslâm Dîni, kadın-erkek bütün insanların yaratılışta eşit olduğunu ilan ederek, kadını, insanlık şeref ve haysiyetine, gerçek benliğine ve kişiliğine kavuşturmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

"Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Sizi, sırf birbirinizle tanışmanız için büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin Allah nezdinde en şerefliniz takvaca en ileride olanınızdır." (60)

"Ey insanlar! Sizi bir tek candan yaratan, ondan da yine onun zevcesini vücûda getiren ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabb’inizden korkun!" (61)

Kur’ân-ı Kerîm, kadın ile erkek arasında hiçbir ayırım yapmamakta, her ikisine de aynı hak ve sorumlulukları yüklemektedir. Bununla ilgili olarak âyet-i kerîmede: "Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, tâate devam eden erkekler ve tâate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevâzî erkekler ve mütevâzî kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allâh’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfât hazırlamıştır." (62) buyurulur. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de:

"Şüphe yok ki, kadınlar erkeklerin dengi, benzeri ve tam bir eşidir." (63) buyurur.

Diğer bir hadîs-i şerîfte:

"Kadın-erkek bütün insanlar, tarak dişleri gibi birbirlerine eşittirler." (64) buyurulur.

*

Hz. Ömer (r.a.) bir gün Medîne-i Münevvere’de Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in minberine çıkıp cemâate hutbe îrâd etmiş, hutbesinde müslümânlara, evlenirken mehri azaltmalarını söylemişti. Kadın cemâatten uzun boylu bir hanım çıkıp:

"Ey Ömer, bunu söylemeğe hakkın yoktur!"

demiş ve Kur’ân-ı Kerîm’den en-Nisâ sûresinin 20. ve 21. âyet-i kerîmelerini delîl göstermişti. Bunun üzerine Halîfe:

"Allâh Allâh! Kadın, Ömer’le mübâhase etmiş ve onu susturmuş!.." diyerek sözünü geri almıştı. (65)

Yine Hz. Ömer (r.a.), halîfeliği esnasında kadınlarla istişârede bulunuyor, onların görüşlerini alıyordu. Hz. Ömer (r.a.), kızı Hz. Hafsa (r.anha)’ya, kadınların kocalarından ne kadar süre ayrı kalmaya sabredeceklerini sormuş, kızının O’na verdiği cevaba uygun olarak, bu süreyi dört ay olarak belirlemiştir. Ayrıca Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Hz. Aişe (r.anhâ) hakkında:

"Dîninizin yarısını bu Hümeyrâ’dan öğreniniz!" buyurması da dikkat çekicidir.

Bu örneklerden; kadın için aklî ve dînî yönden herhangi bir eksikliğin söz konusu olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Eğer böyle olsaydı, aklî yönden eksik olan bir varlığın, herhangi bir dînî sorumluluğunun olmaması gerekirdi. Oysa kadın ve erkek her müslümanın, Allâh’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak hususunda aynı derecede mükellef oldukları, âyet-i kerîmelerde açıkça belirtilmektedir. (66)

*

Dînî sorumluluk bakımından da erkekle kadın arasında eşitlik vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Mü’min olduğu halde, erkek ve kadından kim bir takım sâlih amellerde bulunursa, işte bu gibiler cennete girerler ve zerre kadar zulmedilmezler." (67)

âyetiyle inanıp da iyi işler işleyen herkesin, erkek olsun kadın olsun, aynı şekilde mükâfâta kavuşacakları ve kendilerine en küçük bir haksızlığın yapılmayacağı belirtilmektedir.

Başka bir âyet-i kerîmede de:

"Erkek ve kadın, mü’min olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfâtlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeliyle veririz.." (68) buyurulur.

Bu âyet-i kerîmede yüce Allâh, kadın-erkek ayırımı yapmadan, inanıp sâlih amel işleyenlere güzel bir hayat yaşatacağını müjdelemektedir.

İslâm dînine göre kadın ve erkek, birbirlerinin hak yoldaki yardımcısı ve destekleyicisidirler. Birbirlerini Allah yolunda ilerlemeye teşvik ederek, yaratılışlarının amacı olan dünyâ ve âhıret mutluluğunu kazanmaya çalışırlar. Kur’ân-ı Kerîm de:

"Mü’min erkekler de, mü’min kadınlar da birbirlerinin dostları ve yardımcılarıdır. İyiliği emrederler, kötülükten vaz geçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, Allah’a ve Rasûlü’ne itâat ederler. İşte bunları, Allah rahmetiyle bağışlayacaktır. Gerçekten Allah, Azîz’dir, Hakîm’dir." (69) buyurarak kadını hakîkî mânâda insan olma mertebesine ulaştırmıştır.
 

Turab3

Well-known member
Cezâ ve Mükâfâtta Eşitlik

Kadın, suçlu olduğu takdîrde erkek gibi cezâ görür. Kötülük yaparsa günâh, iyilik yaparsa sevâb alır. Cennet veyâ cehennemlik olmakta da erkekle aynıdır. (70) Mâide Sûresi’ndeki şu âyet-i kerîme bu konuya açıklık kazandırmaktadır: "Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıkarına karşılık bir cezâ ve Allâh’dan bir ibret olmak üzere ellerini kesin!. Allâh izzet ve hikmet sahibidir." (71) İslâmiyet, kadına mânevî sahâda erkekle eşit haklar verdiği gibi dünyevî hükümlerde de gereken hak ve eşitliği sağlamıştır.

Kadın-erkek eşitliğinde, Dünyâ’ya âid cezâlarda fark yoktur. Kadına karşı işlenen suçlar, ister kadının şahsına, ister malına, ister şerefine olsun, erkeğe karşı işlenen şuçlar gibi cezâ gerektirir. Hattâ bu husûsda kadının lehine bazı durumlar bile vardır. Meselâ, bir erkek bir kadına fuhuş isnâd eder ve bu iddiâsını isbât edemezse, iftira cezasına çarptırılır. Ayrıca ömrünün sonuna kadar da şâhidliği kabûl edilmez (72). Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: "Namuslu kadınlara zinâ isnâdında bulunup, sonra (bunu isbat için) dört şâhid getiremeyenlere seksener sopa vurun! Ve artık onların şâhidliğini hiçbir zaman kabul etmeyin.. (Artık) onlar tamamen günahkârdırlar." (73) buyurulur. Yine yüce dînimize göre, müslüman olduktan sonra başka dîne dönen mürted kimse tevbe etmezse, ölüme mahkûm edilir. Hanefî mezhebine göre, mürted kadın ise öldürülmez, tevbe etmesi amacıyla hapsedilir (74).
 

Turab3

Well-known member
Kız Erkek Ayırımı Yok

İslâm Dîni’ne göre, çocuklar arasında kız ve erkek ayırımı yapmak, birini diğerinden üstün tutmak, câiz değildir. Çünkü kız evlâdı da, erkek evlâdı da insana veren Allâh’dır. Kulun burada hiçbir rolü yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Göklerin ve yerin mülk ve tasarrufu Allâh’ındır. O, dilediğini yaratır. Kimi dilerse, ona kızlar bağışlar, kimi dilerse ona erkekler lutfeder. Yahut (çocukları) erkekler-dişiler olmak üzere çift verir. Kimi de dilerse, onu kısır bırakır. Muhakkak ki, O âlimdir, herşeyi bilir. Kâdirdir, herşeye gücü yeter." (75) buyurulur. Hiç bir müslüman, çocuğunun erkek olmasıyla övünemeyeceği gibi, kız olmasıyla da yerinemez. Çünkü önemli olan, çocuğun "kız veya erkek" olması değil, "hayırlı bir evlâd" olmasıdır. (76)

İslâmiyyet’ten önce Arabistan’da yaygın olan kız çocuklarını diri diri gömme âdeti, İslâmiyyet’le tamamen ortadan kaldırılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm, kız evlâdının öldürülmesini şiddetle yasaklamıştır:

"Evlâdlarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin; onları da, sizi de biz rızıklandırırız! Muhakkak ki onları öldürmek, büyük bir suçtur." (77)

Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de kıyâmetin dehşeti tasvir edilirken şöyle buyurulur:

"... diri diri gömülen kızın hangi suçundan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman..." (78)

Hz. Peygamber (s.a.v.) de bir hadîs-i şerîflerinde:

"Çocuklarınız size Allâh (c.c.)’ın bir hîbesi (hediyyesi) dir; dilediğine kız, dilediğine erkek verir." (79) buyurmuşlardır.

O halde Allâh (c.c.) ’ın bu bağışına karşı çok şükretmeli ve O’nun emâneti olan çocuklarımızı en güzel bir şekilde terbiye etmelidir.

İslâm Dîni, ana-babaların çocuklar arasında kız-erkek ayırımı yapmadan eşit muâmelede bulunmalarını emreder.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Kimin kızı doğar da, onu gömmez, horlamaz, oğlan çocuğunu ona tercih etmezse, Allâh o kimseyi, bu kızı sebebiyle cennetine kor."(80) buyurur.

Ebû Hüreyre (r.a.)’ın haber verdiği bir hadîs-i şerîfde:

"İçinde kız çocukları olan eve, hergün gökten on iki rahmet iner. Ve meleklerin o evi ziyâreti hiç kesilmez. Her gece-gündüz anne ve babalarına bir senelik ibâdet sevâbı yazarlar." (81) buyurulur.

Hz. Enes (r.a.) ’ın rivâyet ettiğine göre:

"Bir adam Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanında otururken, oğlunun biri gelir. Adam çocuğu öper ve dizinin üstüne oturtur. Az sonra kızı gelir. Adam onu öpmeksizin önüne oturtur. Bunun üzerine Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz;

"Aralarında eşit davranmıyor musun?" diye adamı uyarır." (82)

Çocuklara eşit davranmaya çok önem veren Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Bağış ve ihsanda çocuklarınızın arasını eşit tutun. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım." (83)

buyurarak, erkek çocuklarını kız çocukarından üstün tutan ve kızları hor gören zihniyeti tamâmen yıkmıştır.
 

Turab3

Well-known member
Fizyolojik ve Psikolojik Farklılık

Cenâb-ı Hakk, erkek ve kadına farklı husûsiyetler ve meziyetler vermiş ve onların toplum içindeki mevkîlerini de farklı kılmıştır. Haklar ve mes’ûliyetler, bu farklı husûsiyetlere göre tanzîm edilmiştir. Erkek ve kadın, aynı zamanda birbirlerinden farklı, güzel kabiliyetlerle de donatılmıştır.

Allâh Teâlâ, erkeğe; güç, kuvvet, metânet, mihnet ve meşakkatlere tahammül, tedbir, temkin ve sebat, hâdiseler karşısında dayanma ve direnme, sevinç ve hüzünde muvâzene ve îtidâl, savaş gücü, irâdî ve aklî üstünlük gibi özellikler vermiştir.

Hanımlara ise; duygu derinliği, incelik, şefkat, merhamet, hayâ, fedâkârlık, çocuk bakımı ve neslin muhâfazası gibi meziyetler ihsân etmiştir. Onlar, bünye olarak nârin olduklarından hayâtın çeşitli safhalarında birtakım süprizlerle karşılaştıklarında bazen bedenî ve rûhî zaaflara düşerler. Zîrâ hisleri, fevkalâde kuvvetlidir. Merhamet duyguları yüksektir. (84)

Görülüyor ki erkek; kadından daha kuvvetli, zorluklara daha dayanıklı, hâdiseler karşısında daha soğukkanlıdır. Hareketlerinin neticelerini daha iyi düşünür. Kadın ise, fıtraten zaîf, hılkaten nahîftir. His yönünden çok zengin, şefkat yönünden de engin bir deryâ gibidir. Mutlaka bir erkeğin himâye ve desteğine muhtaçdır. Erkeğin kadına göre üstün tarafları olduğu gibi, kadının da erkeğe göre üstün tarafları bulunmaktadır. Her biri ancak bu farklı yaratılışının îcâbını yapabilir.

Çocuğun çeşitli ihtiyaçları karşısında annedeki değişken duyguları ve imkanları erkekte bulamazsınız. Erkekdeki, tabiatın dâimî sert tezâhürlerine ve hayatın sayısız güçlüklerine karşı koyacak bir yaratılış husûsiyetini de kadında bulamazsınız. Bunun için İslâm Dîni, âile müessesesinde, kadınla erkek arasında kendi maddî ve mânevî kabiliyetlerine göre vazîfe taksîmi yapmıştır. Her cinse görebileceği işi vermiş; kadına, yapamıyacağı işi teklif etmemiş, taşıyamıyacağı mes’ûliyyeti de yüklememiştir. (85)
 

Turab3

Well-known member
Erkek Âilenin Reisidir

Dînimize göre erkek, âilenin reîsi ve mes’ûlüdür. O, hayatın meşakkatlerine göğüs germiş, maîşet yükünü yüklenmiş, kadının nafakasını da üzerine almıştır. Erkek bu ağır vazîfeye karşı, kadından meşrû işlerde kendisine itâat hakkına mâliktir. İyi kadınlar itâatli olanlardır. Nitekim hadîs-i şerîfde: "Kadın beş vakit namazını kılar, yılda bir ay orucunu tutar, nâmûsunu korur ve kocasına itâat ederse, Cennet kapılarından dilediğinden girsin!" (86) buyurulur. Başka bir hadîs-i şerîfte de:

"Eğer bir kimseye, Allâh’dan başka birine secde etmesini emredecek olsam, kadınlara, kocalarına secde etmelerini emrederdim. Bunun sebebi, Allâh’ın erkekler için kadınlar üzerine kıldığı haklardır." (87) buyurulur.

Kadın, kocasının evinde bir bekçidir, muhâfızdır. Kocasının malını muhâfaza, çocuklarını terbiye etmekle mükellef olduğu gibi, nâmûsunu da haramdan koruyacaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde erkeklerin kadınlar üzerindeki haklarını:

"Yatağınızı başkalarına çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimselerin evlerinize girmelerine izin vermemeleri.." (88) diye özetler.

Kur’ân-ı Kerîm’de:

"İyi kadınlar, itâatli olanlardır. Allâh kendi haklarını nasıl korudu ise, onlar da öylece göze görünmeyeni koruyanlardır." (89) buyurulur.

Burada "göze görünmeyen" tâbirinde, erkeğin malı, âile sırları, nâmûsu, hattâ kadının karnındaki çocuk dâhildir. Kadının bunları muhâfaza etmesi, çocuğunu düşürmemesi lâzımdır. Kadın, ancak bu şekilde en büyük dînî vazîfelerinin bir kısmını yerine getirmiş olur.

Erkek de, kadına her zaman saygı gösterir. Âile işlerinde kadını ortak yapar. Erkeklik şânına yaraşır bir tarzda kadını himâyesine alır. Kadın zengin bile olsa erkek, kadının nafakasını tedârike mecburdur. Kadın, erkek gibi tahsîl yapar. Âlim olur. Müftü olur. Hukuk hâkimi olur. Yalnız halîfe olamaz (90). Nitekim İslâm kadınları arasında pek çok âlimler ve ârifler yetişmiştir.

Kadının medenî hakları vardır. Muâmelâtta kadının hakları, erkeğin hakları gibidir. Kadın kendi malını hiç kimseye danışmadan istediği gibi kullanma, harcama ve hediye etme yetkisine sahiptir.
 

Turab3

Well-known member
Kadının Tahsîl Hakkı:

İslâm Dîni, ilme büyük önem verir. Nitekim onun ilk emri; "oku!.." şeklindedir. Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?." (91) buyurulur.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de:

"Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz!"

"İlim Çin’de de olsa arayınız!"

"İlim öğrenmek, kadın ve erkek her müslümana farzdır." (92) buyurmuşlardır. Kadın da erkek gibi, Allâh’ın emirlerini öğrenip yapmak, yasaklarını da belleyip kaçınmakla mükelleftir.

Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Ey îmân edenler, kendinizi ve âilenizi cehennem ateşinden koruyunuz." (93) buyurulur.

Bu âyet-i kerîmeyi Hz. Ali (r.a.):

"Çocuklarınızı terbiye edin, onlara ilim öğretin.." tarzında tefsir etmiştir. (94)

Kadının âile ocağındaki en başta gelen vazifesi, çocuklarını yetiştirip güzel terbiye etmesidir. Ayrıca, zaman, mekân ve imkân yönünden de buna müsâid olmasıyla kadın, en mükemmel bir terbiyecidir. Bu itibarla kadınlarımızın, ilim, ahlâk ve irfân sahibi olmaları şarttır. Çocuğa küçük yaşta iken kazandırılan güzel alışkanlıkların önemi, herkesçe mâlumdur. Atalarımız bu gerçeği sözü ile dile getirmişlerdir. İlim, ahlâk ve fazilet sahibi kadınlar, kocaları tarafından daha da çok sevilirler. Ve hüsn-i kabul görürler.

Ancak, kadınlarımıza bu üstün faziletleri kazandıracak müesseselerin, İslâm’dan hiç taviz vermeden; doğuştan Allâh tarafından kızlarımıza bahşedilmiş şefkat, hayâ ve iffet ... gibi üstün hasletleri muhâfaza etmesi ve daha yüksek bir seviyede geliştirmesi gerekmektedir. Zîrâ ahlâk, hayâ ve iffet, kadına kadın olma özelliğini kazandıran yüce meziyetlerdir.

Bu meziyetlerin yanısıra onlara, ev muhtevâsına uygun bilgi ve kâbiliyetleri kazandırmak zarûrîdir. Bu husûsda onları yaradılış istikâmetine yönlendirecek şu nasîhat ne kadar mânâlıdır:

"Kızım, hayat süprizlerle doludur. Ne gibi şartlarla karşılaşacağın belli değildir. Dikişi, nakışı, yemek yapmayı, ev düzenini îtinâlı öğren! Meslek ve mâhâret kola takılmış bir altın bileziktir. Belki Allâh Teâlâ, senin rızkını ilerde bu yoldan verebilir." (95)

Nitekim Asr-ı Seâdet’te de Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, kadınların okuma-yazma ve âile hizmetlerine dâir bilgileri öğrenmelerini daima teşvik ve emr ederlerdi. Hz. Ömer (r.a.)’ın yakın akrabasından olan ve Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in dünyâya teşriflerinde Hz. Âmine vâlidemize ebelik yapan Şifâ Hatun, çok iyi okuma ve yazma bilirlerdi. Daha sonra sahâbiye olma şerefine nâil olan Şifâ Hatun, Hz. Ömer (r.a.)’ın kızı ve Hz Peygamber (s.a.v.)’in zevce-i muhteremesi Hz. Hafsa (r. anha)’ya okuma-yazma öğretmiştir. (96)

Medîne-i Münevvere’de kadınlar toplanıp Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’e gelmişler ve:

"Erkekler her zaman yanınıza gelip sizden ilim öğrenirler, bilmediklerine vâkıf olurlar. Biz ise, onlardan fırsat bulup yanınıza gelemiyoruz. Bize kendiliğinizden müstakil bir gün tahsis edin, gelip sizi dinleyelim ve bilmediklerimizi öğrenelim.."

demişler, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de, onlara bu istekleri üzerine bir gün tahsis etmişti. O gün kadınlara va’z eder, emirler verirdi. (97)

Medîneli müslüman hanımlar, bütün müşkillerini Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’den sorup öğrenirlerdi. Bu sebeple Hz. Âişe (r.anha) şöyle demiştir:

"Ensar kadınları, ne iyi kadınlardır, sıkılganlıkları dînlerini öğrenmelerine mânî olmamıştır." (98)

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz devrinde ilme ehemmiyet veren kadınlardan biri de, Hz. Âişe (r. anha) vâlidemizdi. Hz. Âişe (r. anha) vâlidemiz, devamlı ilimle meşgul olur, bilmediği bir şey duyduğu zaman, onu iyice belleyinceye kadar, tekrar tekrar sorar ve iyice anlamaya çalışırdı. (99)

Hz. Âişe vâlidemiz, bilhassa fıkıh ilminde ihtisas kesbetmiş ve daha sonraları en âlim kimseler tarafından bile, kendisine bir hukukçu olarak, kanâatini almak üzere mürâcaat olunmuştur.

Ashâb-ı kirâmdan Ebû Mûsâ (r.a.) der ki:

"Rasûlullâh (s.a.v.)’in ashâbı olan bizlere müşkil gelen hiçbir mesele yoktur ki, Hz. Âişe (r. anha)’nın nezdinde ona dâir bir ilim bulunmasın!.." (100)

Hz. Âişe (r. anha)’nın Hz. Peygamber (s.a.v.)’den 2210 hadîs-i şerîf rivâyet etmiş olması da, O’nun ilimdeki kudretini göstermektedir.

Ayrıca Hz. Fâtımâ (r. anha) vâlidemiz, Hz. Ebûbekir (r. a.)’ın kızı Hz. Esmâ (r. anhâ) ve Ümmi’d-Derdâ (r. anha), fetvâ vermekle şöhret bulmuşlardı. (101)

Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Ey îmân edenler, Allâh’dan korkun ve sâdıklarla berâber olun!.." (102) buyurulmaktadır.

Muhakkak ki insanların, salâh bulmaları ve kurtuluşa ermeleri için sâlih kimselerle berâber olmaları ve onların sohbetlerinden istifâde etmeleri lâzımdır. Hanımların da, sâliha hanımların meclislerinde ve sohbetlerinde bulunmaları gerekir. Yoksa kadın, erkeklere karışıp sokak hayâtına girdiği zaman kadınlık duygularını ve özelliklerini yitirmekten kendini kurtaramaz. Çünkü insan, kiminle oturup kalkarsa, onun hâliyle hâllenir. Bu bir psikoloji kânûnudur. (103)

Bu sebepten genç kızlarımızın mânevî yönden eğitilmelerine daha fazla önem verilmeli, öncelikle rûhî zenginliklerle bezenecek şekilde yetiştirilmeli ve kalb âlemleri zenginleştirilmelidir. Böylece Hz. Hatice (r.anhâ) ve Hz. Âişe (r.anhâ) vâlidelerimizin gönül ikliminden hisse almış kızlarımız yetişecek ve kalbî hayatlarıyla topluma yön vereceklerdir.
 

Turab3

Well-known member
Kadının Evlilikteki Durumu

Evlenmekle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’in Nûr Sûresi’nde şöyle buyurulur:

"İçinizden bekârları ve kölelerinizden, câriyelerinizden iyi davranışta olanları evlendirin! Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lutfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lutfu) geniş olan ve (herşeyi) bilendir." (104)

Görüldüğü gibi evlenmek, Kur’ân-ı Kerîm’in emridir. Bu emir, mükellefin evlenme ihtiyacı ve durumuna göre farzdan harama doğru derecelenir.Hadîs-i şerîfde: "Kişi evlenmekle dîninin yarısını tamamlamış olur. Diğer yarısı için de Allah’dan korksun!" (105) buyurulur.

Bir başka hadîs-i şerîfde de Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Size dîninden ve huyundan memnun olduğunuz bir kimse kız istemeye gelince, onu evlendiriniz. Eğer (böyle) yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve büyük fesad zuhur eder."

"Yâ Rasûlallah! dediler, eğer onda fakirlik ve soy asâletsizliği varsa?

Hz. Peygamber (s.a.v.):

"Size dindarlığını, huyunu beğendiğiniz bir adam gelince onu evlendiriniz!" (106) buyurdu ve bunu üç defa tekrar etti.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz âile ocağında karı-kocanın mes’ûliyetlerini şöyle belirtir:

"Dikkat ediniz ki, hepiniz çobansınız. Ve her biriniz güttüğünden sorumludur. Devlet reîsi bir muhâfızdır. Ve maiyyetindekilerden (emri altındakilerden) mes’ûldür. Erkek, ev halkının üzerinde bir muhâfızdır. O da ev halkından mes’ûldür. Kadın da, kocasının evinde bir çobandır ve güttüğünden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malı üzerinde bir bekçidir ve ondan mes’ûldür. Hulâsa, sizin her biriniz bir çobansınız ve beklediklerinizden mes’ûlsünüz." (107)
 

Turab3

Well-known member
Evliliğin Gâyesi

İslâm’da evliliğin en başta gelen gâyesi, îmânlı bir neslin yetiştirilmesi ve İslâm ümmetinin sayısının çoğaltılmasıdır. Bu hususda Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Evlenin ve çoğalın! Çünkü ben (kıyâmet gününde) diğer ümmetlere karşı sizin (çokluğunuzla) iftihar edeceğim!" (108) buyurmuşlardır.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, evliliğin gözü haramdan koruduğuna ve namuslu yaşamaya vesile olduğuna işaretle şöyle buyurur:

"Ey gençler topluluğu! İçinizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin! Çünkü bu, gözü (haramdan) koruyan, namuslu kalmaya yardımcı olan çaredir. Kimin de evlenmeye gücü yetmezse, (farz oruçlarından başka nafile) oruca (da) sarılsın. Çünkü o (oruç), kendisinin şehvetine ve nefsine hâkim olmasını sağlar." (109)

Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, evleneceklerin, dindarlığı ve ahlâk güzelliğini diğer meziyetlere tercih etmelerini tavsiye etmişlerdir:

"Kadınları yalnız güzellikleri için nikah etmeyin!. Muhtemeldir ki, güzellikleri onları ahlâken alçaltır. Onlarla mallarının hatırı için de evlenmeyin! Belki malları kendilerini azdırır. Kadınlarla dindarlıkları yüzünden evlenin! Muhakkak ki yırtık elbiseli, siyah, fakat dindar bir kadın daha kıymetlidir." (110)

İslâm Dîni, evliliğin uzun ömürlü olması için iyi bir eş seçimi yapılmasını esas alır. Yuvanın huzur, uyum, mutluluk ve karşılıklı güveni sağlayacak sağlam bir temel üzerine binâ edilmesi gerekmektedir. Bu temel, dîn ve ahlâktır. Dindarlık yaşlandıkça daha da artar. Ahlâk, zaman ve tecrübelerle daha olgunlaşır. Ahlâk güzelliği, insan için en kıymetli servettir. Asıl güzellik, ahlâk güzelliğidir. Çünkü ahlâkı güzel insan, her yaşta güzeldir.

Zenginlik, güzellik, soy-sop gibi insanların çoğunun peşinde koştuğu şeyler geçici olup, evlilik bağının devamını sağlamaz. Üstelik bu özellikler, kibri, ucbu (kendini beğenmeyi), övünmeyi ve ilgi çekmeyi getirmektedir. (111)

İşte bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Kadın dört şey için nikâh edilir; malı, güzelliği, soyu ve dindarlığı... Sen bunlardan dindar olanını araştır, bul. Mes’ûd olursun.." (112) buyurmuşlardır. Zîrâ erkekler evlenirken umûmiyetle bu dört hususu gözönünde bulundururlar, dindârlığı ise en sona bırakırlar.
 

Turab3

Well-known member
Evlilikte Denklik (Küfüv):

Kelime olarak küfüv, denklik ve eşi olmak demektir.

Fıkıhda ise, evlenecek olan çiftlerin, birbirlerine bazı konularda denk olmaları demektir.

Evlenmede denklik, kadınlar için erkekte aranır. Yâni bir erkeğin, evleneceği kadına, müslümanlık, neseb, hür olma, meslek ve zenginlik gibi niteliklerde denk durumda bulunması, özellikle kadını korumak için öngörülmüştür.

Mezhepler, evlenecek kişiler arasında dindârlık bakımından eşitlik bulunmasının kesinlikle gerekli olduğu görüşünde birleşmişlerdir. Bunun yanında Hanefîler, erkeğin soy bakımından, kadından daha aşağı olmaması gerektiğini söylemişlerdir. (113)

İslâm hukûkunda denklikten maksad, evlenecek eşler arasında dînî, ekonomik ve sosyal seviye bakımından yakınlık ve denklik bulunmasıdır. Bu denkliğin, hem çiftler arasında, hem de hısımları arasında seâdet, huzûr ve sevgiye vesîle olacağı düşünülmüştür.

Evlilikte denklik, bir sıhhat şartı değil, bağlayıcılık şartıdır. Yâni denklik, evlilik için mecbûrî bir şart olmayıp, ancak âile seâdetinin te’mîni içindir. Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Ali (r.a.)’a hitâben şöyle buyurmuşlardır:

"Üç şeyi geciktirme:

Vakti gelince namazı; hazır olduğunda cenâzeyi; dengini bulunca evlenecek kızı..." (114)

Ayrıca başka bir hadîs-i şerîfde:

"Kadınları denkleriyle evlendirin, onları velîleri evlendirsin.. On dirhemden az mehir yoktur." (115) buyurulur.

Hanefîler’e göre denklik (kefâet), altı yerde aranır. Bunlar: Dindârlık, İslâm, hürriyet, neseb, mal ve meslektir.



1. Dindârlık: Dînî kurallara bağlı olmayan ve ahlâk bakımından zayıf olan fâsık bir erkek, iffetli ve fazîletli bir kadına denk sayılmaz. Aynı şekilde, dînî kurallara bağlı olmayan ve ahlâk bakımından zayıf olan fâsık bir kadın da, iffetli ve fazîletli bir erkeğe denk sayılmaz.

2. İslâm: Burada denklikten maksad, kocanın müslüman olması değildir. Zîrâ kocanın müslüman olması, evliliğin sıhhat şartıdır. Müslüman olmada denklik, kocanın, babası veya büyükbabası bakımından aranır.

3. Hürriyet: Çoğunluğa göre köle, hür olana denk değildir.

4. Neseb: Bu konudaki denklik, Araplar arasında geçerli sayılmıştır.

5. Mal: Eşlerin, aynı derecede mal ve servet sahibi olması da, evlilikte önemli bir unsurdur.

6. Meslek: Evlenecek erkek ve kadının velîlerinin iş ve meslekleri arasında bir denkliğin bulunması gerekir. (116)

Ayrıca çiftler arasında boy ve güzellik gibi fizîkî ölçülere de dikkat edilmesi, eşlerin anlaşabilmeleri ve birbirleriyle uyum sağlayabilmeleri açısından önemli bir husustur.

Netice olarak İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu, nikâhın mûteber olmasında kocanın kadına denk olmasının şart olduğunda müttefiktirler. Denkliğin, mutlakâ dindârlık ve güzel ahlâkda aranması gerektiği üzerinde görüş birliğine varmışlardır. Asr-ı seâdetteki tatbîkâta bakıldığında da denkliğin, en başta dindârlık ve güzel ahlâkda arandığı açıkça görülür. Ashâb-ı kirâmdan Sehl b. Sa’d es-Sâidî (r.a.) anlatıyor:

"Birgün Rasûlullâh (s.a.v.)’in huzûrundan bir adam geçti. Hz. Peygamber (s.a.v.) yanında oturanlardan birine;

"Şu geçen hakkında ne dersin?" buyurdu.

O da:

"Eşrâfdan biridir. Vallâhi kız istese kendisine verilmesine, bir şey hakkında konuşsa, sözünün dinlenmesine çok lâyıktır." cevâbını verdi.

Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz sustular. Bir müddet sonra bir başkası geçti. Bu sefer yine:

"Ya bunun hakkında ne dersin?" buyurdu.

Adam cevap verdi:

"Yâ Rasûlallâh, bu müslümanların fakirlerinden biridir. Kız istese reddedilmeye, bir şey hakkında şefâat etse, kabul olunmamaya ve konuştuğu vakit, sözü dinlenmemeye lâyıktır."

Bunun üzerine Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdular:

"(Hayır) bu (adam), yeryüzü dolusunca öbüründen hayırlıdır." (117)

Evlenecek eşler, güzellik ve zenginlik câzibesine kapılarak ahlâkı ve dîni zayıf kadınlarla evlenmemelidirler. Böyle evlilikler, çoğu zaman hüsranla neticelenmektedir. Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, dâimâ dindâr olan kadınların tercih edilmesini tavsiye buyurmuşlardır.

Hakîkatte denklik; erkeğin değil, kadının menfaatine yönelik bir haktır. Eşlerin, gönül ve görüş birliğine sâhip olmaları da zarûrîdir. Zîrâ, bu yönlerden anlaşamayan çiftler, mutlu bir hayât yaşayamazlar.
 

Turab3

Well-known member
Kadının Eşini Seçme Hakkı

İslâm Dîni, kadına evlenceği kimseyi seçme hakkını vermiştir. Hattâ evlilik birliğini kurmada kadının irâdesine öncelik tanımış ve "îcâb"da bulunma yetkisini kadına vermiştir. İlk söz hakkı kadınındır. Bundan sonra erkek bu "îcâb"ı "kabûl" eder. (118)

Ayrıca İslâm Dîni, evlenecek kimselerin birbirlerini görmelerini de şart koşmuştur. Evlenmek isteyen kız ve erkeğin birbirlerini görmeleri isteği, pek çok hikmete dayanmaktadır. Şüphesiz ki birbirlerini görmek, gelecekteki hayatta daha mutlu ve huzurlu bir yuva kurabilmek açısından önemlidir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bir kadınla evlenmek isteyen Muğîre b. Şu’be’ye evleneceği kadını görüp görmediğini sormuş; Muğîre:

"Görmedim!" deyince de;

"Ona bak! Çünkü bu, ileride birbirinizi sevmenize ve evliliğin devamlı olmasına vesile olur." (119) buyurmuşlardır.

Evlilik, karşılıklı sevgi, saygı, hoşgörü, anlaşma ve güven üzerine kurulmuş bir müessesedir. İslâm, evlenecek kızla erkeğin yanlarında yakın akrabâlarından en az biri bulunmak şartıyla birbirlerini görmelerine ve karşılıklı konuşup anlaşmalarına izin vermiştir. Yalnız olarak görüşmeye aslâ müsâde edilmemiştir. Nitekim bunun mahzurlu oluşu hadîs-i şerîfde açıkça zikredilmiştir:

"Bir erkek yalnız olarak bir kadınla kaldı mı, mutlaka onların üçüncüleri şeytandır." (120)

İslâm’da evlilik, erkekle kız birbirlerini hiç görüp tanımadan, sadece ana-babanın kararlarıyla gerçekleşen bir anlaşma (ahid) değildir. Bilakis, erkekle kızın birbirlerini görüp beğenmeleri, konuşmaları, anlaşıp anlaşamayacaklarını araştırmaları dînimizin emrettiği hususlar arasındadır. Ancak bu birbirlerini görme, hiç bir zaman birlikte gezip dolaşmak, eğlenip yaşamak şeklinde olmamalıdır.

Eş seçimi konusunda, kadın da erkek gibi aynı haklara sahiptir. Kadın, istemediği bir erkekle evlendirilemez.

Kadın sahâbiyelerden dul bir hanım olan Hizâm kızı Hansa’yı babası bir adama nikâh etmişti. Ama Hansa, bu evliliğe râzı değildi. Kalkıp Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e geldi. Ve babasının nikâhladığı adamla evlenmek istemediğini bildirdi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de, onun bu sözü üzerine derhal nikâhı bozdu ve böyle bir evliliğin olamayacağını söyledi. (121)

İbn-i Abbas (r.a.)’ın rivâyetine göre, bir defasında bâkire bir kız Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in yanına gelerek dert yandı. Babasının, kendisini arzu etmediği biriyle evlendirdiğini söyledi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, kıza bu evliliği devam ettirip ettirmemekte tamamen serbest olduğunu söyledi. (122)

Yine dul bir kadın olan Sübey’a el-Eslemiyye’ye iki kişi evlenme teklîfinde bulunmuş ve bu hususta kendisine istemediği kimseyle evlenmesi için baskı yapılmıştı. Bunun üzerine Sübey’a Hz. Peygamber (s.a.v.)’e gelip, olayı anlattı. Hz. Peygamber (s.a.v.) de, onun istediği ile evlenme hakkına sahip olduğunu ifade buyurdu. (123)
 

Turab3

Well-known member
Kadının Üç Temel Hakkı

Kadının, evlilik akdiyle tahakkuk eden temel hakları mehir, nafaka ve mesken olmak üzere üçtür.

I. Mehir:

Mehir, evlenirken erkeğin nikâhı altına aldığı kadına vermek üzere aralarında kararlaştırdıkları para veya maldır. Mehir, kadının kendi hakkıdır. Onunla çeyiz yapmak mecburiyetinde değildir. Erkeğin, bu meblağı kadına ödemesi, üzerine şarttır. Nitekim Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’inde:

"Aldığınız kadınlara mehirlerini seve seve verin! Şayet ondan birazını kendileri gönül hoşluğu ile bağışlarlarsa, onu da içinize sine sine yiyin!" buyurur. (124)

Bu âyet-i kerîme, erkeklerin, kadınlara mehirlerini vermelerinin vâcib olduğuna delâlet eder. Mehir, annenin, babanın veya velînin değil, kadının Allâh tarafından belirlenmiş en tabiî hakkı ve hayat garantisidir. Bu, erkek tarafından verilen bir nevî tazminattır. Harcama sahası, meşrû çerçevede tamamen kendi irâdesine bağlı olmakla beraber, kocası ile istişarede bulunması da âile saâdeti için daha uygundur. Kadın, mehrini ya da, varsa diğer mal varlığını, hayır yolunda harcayabileceği gibi, ticârî işletmelerde de kullanabilir. Çünkü kendi sosyal güvenliği, evlenmekle garanti altına alınmıştır. Ev için ve kendisi için gerekli bütün zarûrî harcamalar, kocasının üzerinedir.

Mehrin çoğuna bir sınır yoktur. Âyet-i kerîmede:

"Onlardan birisine yüklerle mehir vermiş olsanız bile, içinden birşey almayın!" (125) buyurulur.

Hz. Ömer (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in eşi ve kızları için en çok 480 dirhem gümüş para mehir uyguladığını dikkate alarak, kendi hilâfeti zamanında mehri en çok 400 dirhemle sınırlamak istemişti. (O devirde beş dirhem, yaklaşık bir kurbanlık koyun bedeliydi.) Hz. Ömer (r.a.), minberden indikten sonra Kureyşli bir kadın, yukarıdaki âyet-i kerîmeyi okuyarak, Allah Teâlâ’nın mehir için bir sınır getirmediğini, aksine kadınları yükler dolusu mehre lâyık gördüğünü söyledi. Bunun üzerine yeniden minbere çıkan Hz. Ömer (r.a.), şöyle demiştir:

"Size kadınlarınız için 400 dirhemden fazla mehir vermenizi yasaklamıştım. İsteyen, malından dilediği kadar mehir verebilir." (126)

Mehrin en az miktarına dâir ise, çeşitli görüşler ileriye sürülmüştür. Hanefî mezhebine göre, mehrin en azı on dirhem gümüş veya bunun karşılığıdır. (127)

Bir kadınla evlenmek isteyen bir sahâbîye Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, mehir olarak birşeyler vermesini bildirmiş, ancak erkeğin fakir olduğunu görünce:

"Demirden bir yüzük bile olsa, evde araştır ve getir!" buyurmuşlar. Adam bunu da temin edemeyince, onu bildiği Kur’ân-ı Kerîm karşılığında bu kadınla evlendirmiştir. (128)

İslâm Dîni’nde evlenme güçleştirilemez. Bilakis neslin çoğalması, fuhşun ortadan kalkması için kolaylaştırılır. Binâenaleyh mehrin, erkeğin durumuna göre fazla olmaması makbuldür. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Mehrin en iyisi az olanıdır." (129) buyurur.

Mehir, iki kısma ayrılır:

1. Mehr-i müsemmâ: Mehir, evlilik akdi sırasında taraflarca tesbit edilmişse, buna mehr-i müsemmâ denir. Bu da kararlaştırılan ödeme şekline göre ikiye ayrılır:

a. Mehr-i muaccel: Tesbit edilen mehir, peşin ödenecekse, buna mehr-i muaccel denir.

b. Mehr-i müeccel: Mehrin, kısmen veya tamamen ödenmesi, ilerdeki bir tarihde olacaksa, buna da mehr-i müeccel denir.

2. Mehr-i misil: Nikâh akdi sırasında mehir, hiç zikredilmez veya usûlüne uygun bir şekilde takdîr edilmezse, mehr-i misil tahakkuk eder. Mehr-i misil, kadının emsâline bakılarak takdîr edilen mehirdir.

Aslında mehir, evlilik süresinde kadın için bir yedek akçe niteliğindedir. Çünkü beklenmedik bir zamanda kocasını kaybetmesi veya boşanmaları durumunda, kendisine yeni bir hayat programı hazırlayıncaya kadar, mehir ona destek sağlar.

Görüldüğü gibi İslâm Dîni’nde kadın, geçim konusunda hiçbir derdi ve endişesi olmayan, yani alabildiğine sosyal güvenliği bulunan bir insan konumundadır.

II. Nafaka:

Nafaka, normal bir hayat yaşayabilmesi için gerekli olan mesken, yiyecek, içecek, giyecek ve tedâvî masrafları nafaka mefhumu içinde yer almaktadır. (130)

Bir kadın, evlenip kocasının evine yerleştikten sonra, onun yiyecek, içecek, elbise ve mesken masrafları kocasına âiddir. Bunlar, isrâfa kaçmadan ve cimrilik de etmeden eşlerin sosyal seviyelerine göre sağlanır. Eşlerin her ikisi de zengin ise, buna uygun harcama yapılır. İkisi de fakir ise, kadın kocasından, zenginler seviyesinde bir harcama isteyemez. Birisi zengin, diğeri fakirse, ortalama bir yol izlenir.

Nafaka ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

"Annelerin yiyecek ve giyeceği, gücünün yettiği ölçüde çocuğun babasına âiddir." (131)

"Hâli vakti geniş olan, nafakayı genişliğine göre versin! Rızkı kendisine daraltılan fakir de, nafakayı Allâh’ın ona verdiğinden versin! Allâh hiçbir kimseye, ona verdiğinden başkasını yüklemez. Allâh, güçlüğün arkasından kolaylık ihsân eder." (132)

Erkek, gücü oranında hanımının ve çocuklarının nafakasını helâl yoldan sağlamak zorundadır. Kadını, nafaka kazanmaya ve bunun için çalışmaya zorlayamayacağı gibi, başka bir yolla da âile bütçesine katkıda bulunmaya mecbur edemez. Hanımının ve çocuklarının rızkını helâlinden sağlamak, erkeğin, çoluk çocuğuna karşı en önemli vazifelerinden birisidir. Hatta koca fakir, kadın zengin olsa, yine de âilenin geçimini sağlamak kocanın görevidir.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de erkeğin, âilesinin geçimini sağlamak hususunda cömert olmaya dâvet ederek buyurur:

"Kişinin ehline (eşine ve çocuklarına) sarfettiği şey sadakadır." (133)

Bu anlamda bir başka hadîs-i şerîfde:

"Âilene yaptığın her harcamadan, hattâ hanımının ağzına koyduğun lokmadan bile sevap kazanırsın..." (134) buyurulur.

Açıkça görülüyor ki erkek, âilesine Allah’ın rızâsını gözeterek yaptığı her hizmet ve harcadığı her kuruş için sadaka sevâbı kazanmaktadır.

III. Mesken:

Evliliğin doğurduğu nafaka hakkının kapsamına giren hususlardan biri de mesken hakkıdır. Konu ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de:

"İmkân ve varlıklarınıza uygun olarak oturduğunuz yerde kadınları da oturtun!." (135)

buyurulur ki, kocanın hanımına bir mesken temin etmekle mükellef olduğunu ve bu meskenin de kadının sosyal durumuna uygun olması gerektiğini ifâde etmektedir. Bu mesken, müstakil bir ev olabileceği gibi, dayalı döşeli bir dâire de olabilir.

İkâmetgâhı belirleme hakkı, kocaya âiddir. Ancak eşlerin oturacağı mesken, sağlığa elverişli olmalı, oturulan bir yörede bulunmalı, iyi komşulu olmalı, bir ev için gerekli mûtâd eşyâya sahip bulunmalı, diğer yandan kocasının hısımları aynı meskende oturmamalıdır. Ancak kadın, onlarla birlikte oturmayı kabul eder ve hizmetlerini görürse, bu onun ahlâkının güzelliğindendir. (136)
 
Üst