Ailenin önemi..

Turab3

Well-known member
Kadının Fedâkârlığı:

İslâm hukûkuna göre evli kadın, kocasının evinde bir işçi, kocası bir iş veren değildir(137). Ancak müslüman bir hanımın, iyi geçimin bir gereği olarak, kocasının evinde severek hizmet etmesi ve ev işlerini görmesi, büyük bir fedâkârlık sembolüdür. Bu husûsda kadınların, yapmaları uygun olan hizmetleri yerine getirmekten kaçınmaması, erkeğini memnûn etmeğe çalışması ve elinden geldiği kadar ona yardımcı olması gerekir (138).

Müslüman hanımı, Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfini her zaman kendine rehber edinmelidir:

"Eğer bir kimseye, Allâh’dan başka birine secde etmesini emredecek olsam, kadınlara, kocalarına secde etmelerini emrederdim. Bunun sebebi, Allâh’ın erkekler için kadınlar üzerine kıldığı haklardır." (139)

Nitekim ashâb-ı kirâmın hanımları ev işlerinde çalıştıkları gibi, kocalarının işlerine bile yardım ederler ve onları memnun etmeye son derece gayret sarfederlerdi. Hz. Fâtıma (r.anha) ile Hz. Ali (r.a.) evlendiklerinde Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, geçim işlerini aralarında taksim ederek, evin dış işlerini Hz. Ali (r.a.)’a, iç işlerini de Hz. Fâtıma (r.anha)’ya vermiş ve Hz. Fâtıma (r.anha)’ya hitaben şöyle buyurmuştu:

"Kızım Fâtıma, sen Ali’ye câriye ol ki, o da sana köle olsun." (140)

Hz. Fâtıma (r.anha), babasının bu tavsiyelerine uyarak, kocası Hz. Ali (r.a.)’a gücünün üstünde hiç bir masraf yüklemeyip daima eldeki ile yetinirdi. Bütün âile fertlerinin elbiselerini bizzat kendi elleriyle biçip dikerdi. İbâdet dışında hep ev işleriyle uğraşırdı. Evin ihtiyacı olan suyu, kuyudan çekip çıkarır, omuzuna koyup getirirdi. Bu yüzden ip boynunu kesmişti. Un elde etmek için devamlı olarak el değirmenini bizzat kendisi çeviriyordu. Nihayet elleri nasırlaşmıştı (141). Ayrıca evini süpürüyor, yemek de pişiriyordu (142).

Hz. Ebûbekir (r.a.)’ın kızı Hz. Esmâ (r.anha) vâlidemiz, kocası Hz. Zübeyr (r.a.)’ın işlerinde çalışır, atının bütün hizmetlerini görür, başının üzerinde tohum ve hurma çekirdeği taşırdı. (143)

İslâm hanımının evi ve âilesi, kendisi için huzûr ve mutluluk yeridir. Âile sorumluluğunu tam mânâsıyla idrâk ederek, onlara hizmet etmeyi üzerine borç bilmeli ve vazîfelerini hakkıyla başarmalıdır.

Âilede erkek de boş vakitlerinde hanımına yardımcı olmak durumundadır. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, evde uygun zamanlarında elbiselerini yamar, ayakkabılarını ta’mir eder, hayvanları sağardı. (144)

Ashâb-ı kirâmdan Esved b. Yezîd, Hz. Aişe (r.anha)’ya Rasûlullâh (s.a.v.)’in evde bulunduğu zamanlarda ne işle meşgul olduğunu sorduğunda şu cevabı almıştı: "Ev halkına, ev işlerinde yardım eder, ezânı işitince namaza çıkar idi." (145)
 

Turab3

Well-known member
Kadınlara İbâdetlerde Kolaylıklar:

İslâm Dîni, ibâdetlerin yapılış şeklinde kadınlara bazı kolaylıklar tanımıştır. Bunlar; namaz, oruç, hac, zekât ve cihâd gibi ibâdetlerdir.

Namaz:

Kadınlar, beş vakit namazla mükellef olmakla birlikte, cumâ, bayram ve cenâze namazlarından muaf tutulmuşlardır. Beş vakit namazı, cemâatle kılmak yerine, evde kılmalarının üstün tutulması, başka bir kolaylıktır. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde:

"Kadının namazını evinde kılması, dışarda kılmasından daha fazîletlidir." (146) buyurmaktadırlar.

Kadınların namaz için ezân ve kâmet okuma mecbûriyetleri yoktur.

Ayrıca kadın, ay hâlinde veya lohusalık günlerinde namaz kılmaz. Bu günlere rastlayan namazlar, kılınmış hükmünde olup iâdesi gerekmez. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Fâtıma bint-i Ebî Hubeyş’e hitâben:

"Hayız gördüğün zaman namazı bırak!" (147) buyurmuşlardır.

Oruç:

Kadınlar, hayız ve nifâs hâlinde oruçlarını tutmazlar. Ancak, Ramazân-ı Şerîf Ayı’nda tutamadıkları oruçları daha sonra kazâ ederler. Hz. Âişe (r.anha)’nın bu konuda şöyle dediği rivâyet edilir:

"Biz Rasûlullâh devrinde âdet görüyorduk. Namazı kazâ etmekle emrolunmuyor, ancak, tutamadığımız orucu kazâ etmekle emrolunuyorduk." (148)

Ramazân-ı Şerîf Ayı’nda hâmile veya emzikli olan kadınların, kendilerine veya çocuklarına bir zarar gelmesinden korkmaları hâlinde oruç tutmamaları mübâhtır. Daha sonra bunları, gününe gün kazâ ederler.

Kadın, altmış gün kefâret orucunu tutarken aybaşı veya lohusalık durumu olursa, orucu keser ve temizlendiği günden itibâren kalan günleri tamamlar.

Zekât:

Zekât, erkekler gibi zengin olan kadınlara da farzdır. Zekât için nisâb miktarı mala sahip olmak gerekir. Kadına âid; altın, gümüş, para veya ticâret malı, nisâb miktarına ulaşır ve üzerinden de bir yıl geçerse, kadın, zekât vermekle mükellef olur. Amr b. Şuayb, babası yoluyla dedesinden şu hadîs-i şerîfi nakletmiştir:

"Yemenli bir kadın, kızıyla birlikte Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanına gelmişti. Kızının kolunda iki tane altın bilezik vardı. Allâh’ın Rasûlü (s.a.v.) kadına:

"Bunların zekâtını veriyor musun?" diye sorunca, kadın:

"Hayır!" dedi.

Hz. Peygamber (s.a.v.):

"Kıyâmet gününde yüce Allâh’ın bu iki bileziği senin koluna ateşten bilezik olarak takmasını ister misin?" buyurdu.

Bunun üzerine kadın, bilezikleri kızının elinden çıkarıp Allâh elçisinin önüne bıraktı ve şöyle dedi:

"Bilezikler, Allâh ve Rasûlü’ne âiddir." (149)

Hac:

Kadının hac ibâdetini yapması için, haccın diğer şartlarının yanında, ayrıca yol arkadışının bulunması, boşanma veya ölüm iddetlisi olmaması gerekir. Hadîs-i şerîflerde şöyle buyurulmuştur:

"Kadın, yanında mahremi bulunmadıkça, üç günden fazla yolculuk yapamaz." (150)

"Bir kadın, yanında kocası bulunmadıkça hac yapmasın!" (151)

Hac veya umrede ihrâma giren kadınlar, normal elbiseleri ile ibâdet yaparlar. Telbiye getirirken seslerini yükseltmezler. Hayızlı ve nifâslı kadınların, ihrâma girerken temizlenmek gâyesi ile boy abdesti almaları sünnettir. Hadîs-i şerîfde:

"Hayızlı veya nifâslı kadınlar, boy abdesti alır, ihrâma girer ve Beytullâh’ı tavâf etmek dışında haccın bütün menâsikini îfâ ederler." (152) buyurulur.

İhrâmdan çıkarken de kadınlar, saçlarının ucundan biraz keserler.

Ayrıca sa’y esnâsında kadınların, remel (omuzları silkerek çalımlı yürüme) yapması ve iki yeşil direk arasında koşarak yürümesi gerekmez.

Cihâd:

Güçlüklerine rağmen, kadın sahâbîlerin cihâda katılarak geri hizmetlerde bulunduklarını İslâm Târihi’nden okumaktayız.

Cihâdın çok büyük ecir kazandırdığını öğrenen kadınlar, erkekler gibi cihâda katılamayışlarına üzülmüşler ve kendileri için cihâdın yerini tutabilecek bir amelin olup olmadığını Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e sormuşlar; bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz; Kadınların cihâdının hacc ve umre olduğunu bildirmişlerdir. Bir hadîs-i şerîflerinde:

"Hac, ne güzel cihâddır!.."(153) buyurmuşlar ve hac veya umre ziyâreti yapan hanımların, düşmanla cihâda katılmış gibi ecir kazanacaklarını müjdelemişlerdir.
 

Turab3

Well-known member
Kadın ve Cihâd:

İslâm hukûkuna göre kadın, askerlik yapmak ve harbe iştirâk etmekle mükellef değildir. Erkekler için;

"Cennet, kılıçların gölgeleri altındadır.." (154) buyurulurken, kadınlar için de;

"Cennet, annelerin ayakları altındadır." (155) buyurulmaktadır.

Aslında kadın; dîni, milleti ve memleketi için en samîmî çalışan bir insandır. Bütün bir milletin "insan gücü" nü hazırlayan, yetiştiren ve vatana bağışlayan, hep fedâkâr kadınlardır. Kadınlar, gerçekleşmeden önce harplerin ve gazâların çilesini çeken, gerçekleştikten sonra da ızdırâbını sînesinde duyan çilekeş insanlardır.

Kadının, illâ cephede bi’l-fiil savaşması mecbûrî değildir. Fakat bu, kadının hiç bir sûrette bu tür hizmetlere katılamayacağı anlamına gelmez. İslâm hukûkçularına göre, düşman, tâ memleketin içine doğru hücûm eder ve iş, bir ölüm-kalım savaşına dönerse, kadınlar da harbe iştirâk ederler. (156) Nitekim İslâm Târihinde bunun örnekleri çoktur.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in devrinden günümüze kadar İslâm kadını, hem ordular için dünyânın en cesûr mücâhidlerini ve en mert yiğitlerini yetiştirmiş, hem de zaman zaman bizzat harbe iştirâk ederek büyük kahramanlık örnekleri vermiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz zamanında, kadınlık, İslâm uğrunda ilk şehîdini vermiştir. Kadın, İslâm’ın en ızdıraplı Mekke devrinde dîni uğrunda erkekle birlikte her türlü işkenceye katlanmış, gerektiğinde yurdunu terkedip hicret etmiş, müslümanlara tatbik edilen muhâsara ve açlık yüzünden gözü önünde cân veren evlâdının dayanılmaz acısını çekmiştir.

Kadın, İslâm ordusunun yaptığı seferlerin bir çoğuna katılmış ve ordunun yaralı gâzîlerini nakil ve tedâvî etmek, şehîdleri taşımak, mezâr kazmak, yemek pişirmek, su taşımak, levâzım muhâfızlığı yapmak gibi birçok hizmetler îfâ etmiştir. Ayrıca, bizzat kılıç ve ok kullanmış, düşmanları öldürmüş, kendisi de gâzî veya şehîd olmuştur.

Çağımızda ise, savaş metodları değişmiş olup artık eğitim ve kültür savaşları yapılmaktadır. Ana hedef, müslüman hanımının örtüsü, hayâsı, iffeti ve çocuğudur. Günümüzün müslüman kadınının en büyük cihâdı ise, nâmûsunu korumak, çocuğunu küfür ve ahlâksızlık batağından kurtarıp, îmânlı bir nesil olarak yetiştirmek, kocasına itâat etmek ve İslâm’a uygun örtünerek Allâh’a kulluk etmektir. Bütün bunları başaran kadın, gerçek bir mücâhidedir. Bu cihâdın bayrağı, onun şerefli örtüsü, silâhı da, yetiştirdiği îmânlı gençliktir.
 

Turab3

Well-known member
İslâmî Tebliğde Kadın:

Kadın sahâbîler, Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in İslâm dâvetinde, üzerlerine düşen vazîfelerini en iyi bir şekilde yaparak İslâmî harekette ve tebliğde önemli bir yer işgâl etmişler ve geleceğin müslüman hanımlarına güzel örnek olmuşlardır.

Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in zamanındaki ilk İslâm cemâatinin dörtte birini kadınlar oluşturmaktaydı. İslâm’a giren erkeklerin çoğunun, hanımları da onlarla birlikte İslâm’ı kabul etmişler, bu örnek tavırlarıyla kocalarına dâimâ yardımcı ve destek olmuşlardır.

İslâm’ın bu yüce mücâhideleri Allâh ve Rasûlü’nden gelen her emir ve yasağı âdetâ kanlarına işlercesine bu konuda eşsiz bir tablo sergilemişlerdir.

İlk İslâm’a giren kişi, bir kadın olan Hz. Hatîce (r.anhâ) idi. Ve ilk şehîd edilen de Hz. Sümeyye (r.anhâ) adında bir mücâhide idi. Ve daha niceleri!..

Onlar, Allâh ve Rasûlü’nün kendilerinden ne istediğinin şuûrundaydılar. İslâm’ın yücelmesi için gereken her şeyi yapmaktan çekinmediler. Onlar, bu dâvâ için neler yapmamışlardı ki!.

İslâmiyyet’in başlangıcında İslâm’a koşup müslüman olan ilk kadın sahâbîlerden olmak şerefini kazanan Hz. Zınnîre (r.anhâ), inancından dolayı kendisine yapılan işkencelerin neticesinde gözlerini fedâ etmemiş miydi?!:

Hattâb’ın kızı Fâtımâ (r.anhâ), kanlar içinde yere serilme pahâsına da olsa, henüz müslüman olmayan ağabeyi Ömer’e karşı İslâm’ı haykırmamış mıydı?!.

Uhud harbinde Nesîbe Hatun (r.anhâ), Rasûlullâh (s.a.v.)’i cânı pahâsına korumamış mıydı?!.

Hz. Hatice (r.anhâ) Vâlidemiz, bütün malını Allâh için verirken; Hz. Sümeyye (r.anhâ), en kıymetli varlığı olan cânını, kocasını ve çocuğunu İslâm için fedâ ederken; diğer sahâbî hanımlarının da, kimileri kocasını, kimileri de çocuklarını Allâh yolunda kaybederlerken; bugünün müslüman hanımları, acabâ İslâm yolunda Allâh ve Rasûlü için nelerini verebiliyorlar?!. Canlarından, evlâdlarından ve mallarından yana ne gibi fedâkârlıkta bulunabiliyorlar?!.

Artık müslüman hanımı, uyanmalı ve kendi öz benliğine dönmeli. İslamı; ilmi, irfanı, güzel ahlâkı ve örtüsü ile, hâli ve kâli ile, kalbi ve kalıbı ile en güzel bir şekilde yaşamalı ve örnek bir hanımefendi olmalı...

İşte, müslüman kadınının gerçek tebliği budur.
 

Turab3

Well-known member
Tesettür, Kadının İffetini Korur:
Tesettür, şer’an örtülmesi gereken yerleri örtmek demektir.

Bir kimsenin örtmesi gereken ve başkasının bakması haram olan yerlerine avret yeri denir.

Örtünmenin gâyesi, başkasının bakışlarından korunmak ve ırzı, meşrû olmayan isteklerden sakınmaktır. İnsandaki edeb ve hayâ duygusu, örtünmeyi gerektirir. Örtünmede asıl gâye, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak olmalıdır.

Kadının örtülü olması, hürriyetini kısmak için değil, bilakis şeref ve iffetini korumak içindir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Ey Peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Bu, onların tanınıp eziyet edilmemelerine daha uygundur. Allâh çok yarlıgayıcıdır, çok esirgeyicidir." (157) buyurulur.

İslâm Dîni, örtünmeyi emretmekle kadını muhâfaza etmek, onun kıymetini arttırmak ve hürmete lâyık bir insan olduğunu ortaya koymak istemiştir. Dış etkilerden korumayı istediğimiz her şeyi örtü ile muhâfazaya çalıştığımız da bir gerçektir. Örtünme ile ilgili olarak Nûr sûresinin 31. âyet-i celîlesinde:

"Mü’min kadınlara söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar,ırzlarını korusunlar, ziynetlerini açmasınlar! Bunlardan görünen kısmı (yüzler ve eller) müstesnâ, başörtülerini, yakalarının üstüne koysunlar..." buyurulur.

Hz. Âişe (r.anhâ), ilk başörtüsü uygulamasını şöyle anlatır:

"Allâh ilk muhâcir kadınlara rahmet etsin! Onlar âyeti inince, etekliklerini kesip bunlardan böş örtüsü yaptılar."

Yine Safiyye bint-i Şeybe şöyle anlatır:

"Biz Âişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ediyorduk. Hz. Âişe (r.anhâ) dedi ki:

"Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allâh’a yemîn olsun ki, Allâh’ın Kitâbı’nı daha çok tasdîk eden ve bu Kitâb’a daha kuvvetle inanan ensâr kadınlarından daha fazîletlisini görmedim. Nitekim en-Nûr Sûresi’ndeki âyeti inince, onların erkekleri bu âyetleri okuyarak eve döndüler. Eşlerine, kızlarına, kızkardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan her biri, eteklik kumaşlarından, Allâh’ın Kitâbı’nı tasdîk ve O’na îmân ederek başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı." (158)

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Allâh bülûğa ermiş kadının namâzını, başörtüsüz kabul etmez." (159) buyuruyorlar. Başka bir hadîs-i şerîflerinde: "Kadın avrettir (örtünmesi gereklidir. Sokağa) çıkınca, şeytan onu daha câzip gösterir." (160) buyurur.

Bunun için kadının evden dışarıya çıkışında güzel koku sürünmesi hadîs-i şerîfde yasaklanmıştır:

"Bir kadın koku sürünerek dışarı çıkar ve koku ulaşsın diye bir topluluğun yanına giderse, zinâya bir adım atmış olur." (161)

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in baldızı ve Hz. Ebûbekir’in (r.a.) kızı Esmâ, bir gün ince bir elbise ile Rasûlullâh (s.a.v.) ’in huzuruna girmiş, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de ondan yüzünü çevirerek:

"Esmâ! Kadın bülûğa erdikten sonra, -mübârek ellerine ve yüzüne işâret ederek- şundan ve şundan başka yerinin görünmesi câiz değildir." (162) buyurmuşlardır.

Erkeklerin de dışarıda gözlerini muhâfaza etmeleri ve yolda yürürken ayaklarına bakarak yürümeleri tavsiye edilmekte ve tasavvufda bu duruma "nazar ber-kadem" denilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Ali (r.a.)’a şöyle buyurmuşlardır:

"Ey Ali!

Bakış, bakışı izlemesin! İlk bakış, sana âid (mübah), sonraki ise sana âid değildir." (163)

Buradaki ilk bakışdan maksad, elde olmadan meydana gelen göze çarpmalardır.

Bir başka hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulur:

"Bir müslüman erkeğin gözü, (mahremi veya nikâhlısı olmayan) bir kadının güzelliklerine takılır da, sonra (Allâh’dan korkarak) gözünü ondan sakınırsa, Allâh Teâlâ ona ibâdet ecri verir. Ve o kimse, kalbinde ibâdetin tadını bulur." (164)

Ayrıca, mahrem olmayan kadın ile erkeğin birbirine dokunması, musâfaha etmesi ve tokalaşması helâl değildir. Hadîs-i şerîfde buyurulduğu gibi bu da, elin veya dokunan uzvun bir zinâsıdır:

"Gözlerin zinâsı bakmaktır. Kulakların zinâsı dinlemektir. Dilin zinâsı konuşmaktır. Elin zinâsı yapışmak, tutmaktır. Ayağın zinâsı da yürümektir. Nefis ise, (bu kötü işleri) sever, temennî ve arzu eder...." (165). Hz. Âişe (r.anhâ) yemin ederek anlatıyor ki:

"Rasûlullâh’ın eli aslâ yabancı bir kadının eline değmemiştir.." (166)

Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyuruyor:

"Birinizin başının, demirden bir şişle dürtülmesi, onun için, nâmahrem bir kadına dokunmasından daha hayırlıdır." (167)

Örtünmekten maksad, avret yerlerini, hem görünmeyecek ve hem de vücûd hatları belli olmayacak şekilde kapatmaktır. Binâenaleyh, teni gösteren şeffaf elbise, örtü sayılmaz. Böylesi, uzvu daha câzip gösterir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bu konuda şöyle buyurur:

"Cehennem halkından iki sınıf var ki, ben onları görmedim.. (Fakat onlar birgün türeyecektir): Ellerinde sığır kuyrukları gibi kamçılar bulunup onlarla halkı döven insanlar, bir de giyinmiş, fakat çıplak olan (yâni vücûdun çirkin yerlerini örtüp câzip kısımlarını açan veya tenin rengini gösteren ince elbise giyenler), vücûdlarını sağa sola eğip çalımlı olarak yürüyen ve başları Horosan develerinin hörgüçleri gibi (saçları kabartılmış) olan kadınlar... (İşte) bunlar, cennete giremezler, kokusunu da hissedemezler. Halbuki cennetin kokusu, şu kadarlık yoldan alınır." (168)

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, giyim, beden veya davranışlarıyla erkeğe benzemeye çalışan kadına ve kadına benzemeye çalışan erkeğe lânet etmiştir:

"Kadınlardan erkeklere benzeyenlerle, erkeklerden de kadınlara benzeyenler bizden değildir." (169)

Abdullâh b. Abbas (r.anhümâ)’dan nakledilmiştir:

"Nebî (s.a.v.), erkekleşen kadınlarla, kadınlaşan erkekleri lânetledi. Ve:

"Onları evlerinden çıkarınız!" buyurdu." (170)

Abdullâh b. Ömer (r. anhümâ), Allâh elçisinin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"Üç kimse vardır ki, cennete giremez ve kıyâmet günü Allâh onlara rahmet nazarı ile bakmaz:

1. Ana-babasını dinlemeyen kimse,

2. Erkeklere benzemeye çalışan kadın,

3. Eşini kıskanmayan koca." (171)

Hülâsa müslüman hanımı, kendi cinsine âid giyim ve davranışlara özenmeli, erkeklere âid elbise ve tavırlara meyletmemelidir. Zîrâ her cins, kendi özellikleri içinde bir değer ifâde eder. Bunun için kadın, yüzü ve bileklere kadar elleri hariç olmak üzere vücûdunun geri kalan kısımlarını, temiz, sade ve diğer kadınlara örnek olacak tarzda muntazam olarak örtmekle yükümlüdür. İşte bu kadındır ki, başkalarına hürmet, şefkat ve muhabbet telkin eder. Dînimizin yücelttiği ve Cennet’in ayaklarının altında olduğunu müjdelediği kadın da budur. (172)
 

Turab3

Well-known member
Kadın ve Şâhidlik:

İslâm hukûkunda şâhidlik konusuna ayrı bir önem verilmiştir. Sebebi ise, adâleti sağlama husûsundaki titizliktir. Çünkü adâletin gerçekleşmesi, ancak şâhidlerin doğru ifâdeleriyle mümkündür. Bu yüzden İslâm Dînî, şâhidlerin sözlerinin geçerli sayılması için, onlarda adâlet, hürriyet, İslâm ve şehâdet lâfzı gibi özellikleri şart koşmuştur. Şâhidin dış görünümü bu sıfatları taşırsa yeterlidir, için tezkiyesi gerekmez. Ancak hadlerde ve kısasta, için tezkiyesi de şarttır. Çünkü bunlar, ağır cezâyı gerektirdiğinden içini de bilmek gerekli görülmüştür. (173)

Kur’ân-ı Kerîm’de şâhidlikle ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:

"Ey îmân edenler!

Adâleti titizlikle ayakta tutan hâkimler ve Allâh için şâhidlik eden insanlar olun!. (O hükmünüz veya şâhidliğiniz) velev ki kendinizin veya ana ve babalarınızın ve yakın hısımlarınızın aleyhine olsun!. İsterse onlar, zengin veya fakir bulunsun!.." (174)

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, yalan şâhidlik konusunda birgün ashâbına üç kere:

"Büyük günahların en büyüğünü size haber vereyim mi?" diye sormuşlar, onların da:

"Hay hay buyurun Yâ Rasûlallâh!" demeleri üzerine şöyle buyurmuşlardır:

"Allâh’a şirk koşmak, anaya, babaya karşı gelmek.."

Bundan sonra da Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, yaslandıkları yerden doğrularak:

"Dikkat ediniz, biri de yalan şâhidliktir!.." diye o kadar tekrar etmişler ki, ashâb-ı kirâm, bu manzara karşısında şaşırıp:

"Keşke sükût etse!.." diye temennîde bulunmuşlardır. (175)

Şâhidliğin maddî cezâsı da vardır. Meselâ, zinâ isnadı ile birinin aleyhine şehadette bulunmak ve gerektiği şekilde bunu isbat edememek, şâhidin seksen değnek yemesine ve bir daha sözünün muteber tutulmamasına yol açar (176).

İşte İslâm hukûkunda şâhidliğin bu tehlikeli ve ağır sorumluluğu dikkate alınarak, kadına bir mes’ûliyet arkadaşı verilmiştir. Ve bunun içindir ki, Allâh hakkı olarak cezâları tertip ve tayin edilmiş bulunan zinâ, zinâ ile iftirâ, içki, hırsızlık gibi fiillerde ve bir de kısasta kadın şâhidlikten muaf tutulmuştur (177).

Hanefî mezhebinin müctehidleri, had ve kısâs dışındaki bütün dâvâlarda iki erkeğin şâhidliğini veya bir erkekle iki kadının şâhidliğini câiz ve yeterli görmüşlerdir. (178)

Şâhidlikte esas mes’ele hakkın zâyî olmaması ve adâlete gölge düşürülmemesidir. Bazen ölüme kadar varan had ve kısas cezâlarında kadının şâhidliğine mürâcaat edilmemesinin hikmeti, bu gibi ağır cezâlarda en küçük bir şüpheye mahal verilmemesi hassasiyetidir. Çünkü kısas gibi ciddî bir dâvâda eksik bir beyanla, bir insan ölebilecek veya ölümü hak ettiği halde bir cânî kurtulacaktır. Kadınlardaki unutkanlık, acıma duygusu, hislerine mağlub olmak gibi bir durum bu mes’eleye gölge düşürebilir. Zîrâ Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Gücünüzün yettiği kadar, şüphelerle had cezâlarını düşürünüz!.." buyurmuşlardır. (179)

İslâm hukûkunda erkeklerin vâkıf olamayacağı ve tamamen kadınların ilgi sahası olan doğum, bekâret, emzirme ve aybaşı gibi kadınlara mahsûs hallerde, erkeğin değil, sadece kadının hattâ tek kadının şâhidliği yeterlidir. (180) Bu gibi konulara, kadınların çokça şâhid olmaları ve erkeklerden fazla gözlem ve tecrübelere sahip bulunmaları sebebiyle, tek kadının şâhidliği bile geçerli sayılmıştır. Hattâ Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in emzirme konusunda tek kadının şâhidliğini kabul ettiği bilinmektedir. (181). Nitekim:

"Erkeklerin muttalî olmadıkları şeylerde kadınların şâhidliği makbûldür." (182) buyurması bunun en güzel delîlidir.

Doğum için de tek bir kadının şâhidliği kabûl edilmektedir. Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz:

"Doğum konusunda bir kadının şâhidliği yeterlidir.." (183) buyurmaktadırlar.

Hz. Ömer (r.a.), boşanma konusunda yalnız başına kadınların şâhidliğini kabul etmiştir. Hz. Ali (r.a.) da, bir çocuğun öldürülmesine şâhid olan kadınların şâhidliğini muteber saymıştır (184).

Hattâ ashâb-ı kirâm, çocukların kendi aralarında cereyân eden yaralama hâdiselerinde, yine çocukların şâhidliğini kabûl ederlerdi 185).

İbn-i Kayyım, âlimlerin şu konuda ittifâk ettiklerini kaydeder:

"Normal zamanlarda bazı hususlarda şâhidlikleri kabûl olunmayan kimselerin, ihtiyaç ve zarûret hâlinde, hakkın zâyî olmaması için aynı hâdiseler hakkındaki şâhidlikleri kabûl olunabilir." (186)

İslâm hukûkunda bazı konularda iki kadının bir erkek şâhid yerine geçmesi, kadınların erkeğin yarısı kabul edilmesinden veya erkekten daha aşağı görülmesinden dolayı değil, kendi yaratılışlarından, fizyolojik ve psikolojik özelliklerinden dolayıdır. Kendileriyle ilgili konularda yalnız başlarına şâhidliklerinin geçerli sayılması da bunun en açık ve en güzel isbâtıdır. Allâh Teâlâ, kadının his dünyâsını zengin yaratmıştır. Çabuk sevinir, çabuk üzülür. Onun esas mizacı, heyecandır ve heyecanlarıyla yaşar. Muhâkemeden daha çok duygularıyla hareket eder. Merhamet ve şefkat tarafı ağır bastığından hâdiselere sevgiyle yaklaşır.

Ayrıca kadının en büyük vasfı anneliktir. Anne, tabiî olarak vaktinin çoğunu ev içinde, çocuklarının bakımı ve terbiyesiyle geçirir. Dışarıda, cemiyette cereyan eden hâdiselere fazla şâhid olamaz.

Bu sebeple, şâhidlik gibi ağır sorumluluğu olan bir olayda kadınlara yardımcı bir arkadaş verilerek kolaylık getirilmiştir.

İki kadın şâhid olunca, kadınlardan birisi "Diğeri nasıl olsa işin aslını söyleyecek" diyerek, şâhidliğini rahat ve doğru bir şekilde yapar. Öbür kadın da aynı şekilde ve aynı mantıkla şâhidlik vazîfesini yerine getirir. Her ikisi de kalben müsterih ve rahat olurlar. Bu durum, hem kadınların yaratılışına ve tabiatına uygundur, hem de onlara bir rahmet ve kolaylıktır. Ayrıca hâkimin karşısında kadının tek başına şâhidlik yapmasının mahremiyet açısından sakıncası da önlenmiş olur. Aslında iki kadının şâhidliğinin bir erkeğin şâhidliğine denk olduğu iddiâsı, gerçeklerle hiçbir ilgisi olmayan asılsız bir iddiâdır. Konu ile ilgili olarak Bakara sûresinin 282. âyet-i kerîmesinde şöyle buyrulur:

"Ey îmân edenler! Belirli bir vâdeye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Bunu, aranızda bir kâtib doğru olarak yazsın. Erkeklerinizden iki de şâhid tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, şâhidlerden kendilerine güvendiğiniz bir erkek ve -biri unutunca diğerinin hatırlatması için- iki kadın yeter." Yukarıda görüldüğü gibi bir bütün olarak ele alındığında, âyetin genel olarak şâhidliği düzenleyen umûmî bir hüküm koymadığı, âyet-i kerîmedeki hükmün sadece vâdeli borçlanmalarla ilgili olduğu açıkça görülür.

Âyet-i kerîmede iki kadının şâhidliğinin bir erkeğin şâhidliğine denk sayıldığı değil, iki kadın şâhid bulundurulması gerektiği ifâde edilmektedir.

İki kadın şâhid önerilmesinin sebebi, birisi yanılırsa diğerinin ona hatırlatması içindir. Ancak âyette "iki kadın şâhidden biri mutlaka yanılır veya unutur" denmemektedir. "Yanılırsa veya unutursa" denmektedir.

O halde iki kadın şâhidden birisi, şâhidlik ettiği borçlanma akdiyle ilgili olarak yanılmaz veya unutmazsa, şâhidliğini tam olarak yaptığı için, erkek şâhid ile kadın şâhidin şâhidlikleri yeterli, aynı zamanda eşit değerde olacaktır. Bu ise kadının şâhidliğinin, erkeğin şâhidliğine denk olabileceğini gösterir.
 

Turab3

Well-known member
Mîrâsda Kadın’ın Durumu:

İslâm Dîni’nde miras, şahısların ihtiyaç ve mes’ûliyetlerine göre taksime tâbi tutulmuştur. Âile hayatında geçim yükü, genellikle erkeğin omuzlarındadır. Erkek, hem kendisini, hem de hanımını olmak üzere en az iki kişinin geçimini sağlamak zorundadır. Bunun yanında çocuklarını, annesini, babasını geçindirmek de erkeğe düşer. Oysa kadın, kocasının nafakasını sağlamak zorunda değildir. Kadına, ya kocası veya oğlu, babası yahut kardeşleri bakar. İster anne, ister eş, isterse kız çocuk, isterse kız kardeş olsun, kadının geçimi kendisine âid olmayıp, oğul, koca, baba veya erkek kardeşin sorumluluğundadır. Çoğunlukla kadın, kendisi dışında başkalarının geçimini sağlamakla da yükümlü değildir. Erkek ise tam aksine eşinin, kızının, annesinin ve kızkardeşinin geçimini sağlamakla mükellefdir.

İşte hem kendisine, hem hanımına, çocuklarına, gerektiğinde annesine, babasına, kızkardeşlerine bakmak, onların geçimlerini sağlamak zorunda bulunan erkeğin, gerektiğinde yine kendisinin bakıp himâye edeceği kızkardeşinden bir kat daha fazla miras alması, adâlete aykırı değil, adâletin tâ kendisidir.

Kadın, kendi mal varlığında istediği gibi tasarruf etme hakkına sahiptir. Kadının malî durumu yerinde olsa bile, âilenin harcamalarına katılmak zorunluluğu yoktur. Bu açıdan bakılınca, kadın ile erkeğe aynı pay verilecek olsa, hisseleri aynı olduğu halde erkek, âilenin geçimini sağladığı, kadının ise böyle bir sorumluluğu olmadığı noktasında, denge erkek aleyhine bozulmuş olacaktır ki bu, erkeğe haksızlık edilmesi demektir.

Erkek, evlenme sırasında kararlaştırılan ve mehir adı verilen bir mikdar mal veya parayı kendisi ile nikahlandığı kadına vermekle mükellefdir. Kadının ise, erkeğe karşı böyle bir yükümlülüğü yoktur.

Kadın boşandığı takdirde, iddet sûresince onun barınma, yeme-içme, giyim-kuşam masraflarını ödemek, kadını boşayan kocanın görevidir. Kadının ise kocasına karşı böyle bir sorumluluğu yoktur.

Görüldüğü gibi, malî mükellefiyetler bakımından kadın, erkeğe karşı eşit olmak bir yana, avantajlı bir konumda bulunmaktadır. Pek çok konudaki malî yükümlülükler erkeğe verilmiştir. Bu yüzden, erkeğe malî yükün ağırlığına uygun olarak iki hisse, erkeğe nazaran hemen hiçbir malî yükümlülüğü olmayan kadına da bir hisse verilmektedir.

Mîrâsla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

"Allâh size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (mîrâs vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa, yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her birinin mîrâsdan altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da, ana-babası ona vâris olmuş ise, anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda bir (düşer. Bütün bu paylar, ölenin) yapacağı vasiyyetten ve borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından yakın olduğunu bilemezsiniz.. Bunlar Allâh tarafından konmuş farzlardır (paylardır). Şüphesiz Allâh, ilim ve hikmet sahibidir.

Yapacakları vasiyyetten ve borçtan sonra, eşlerinizin, eğer çocukları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Çocuğunuz yoksa, sizin de yapacağınız vasiyyetten ve borçtan sonra, bıraktığınızın dörtte biri, onlarındır (zevcelerinizindir). Çocuğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. Eğer bir erkek veya kadının, ana-babası ve çocukları bulunmadığı halde, malı mîrâsçılara kalırsa ve bir erkek yahud bir kızkardeşi varsa, her birine altıda bir düşer. Bundan fazla iseler, üçte bire ortaktırlar. (Bu taksim) yapılacak vasiyyetten ve borçtan sonra, kimse zarara uğramaksızın (yapılacak) tır. Bunlar Allâh’dan size vasiyyettir. Allâh her şeyi hakkıyle bilendir, halîmdir. Bunlar, Allâh’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allâh’a ve Peygamberi’ne itâat ederse, Allâh onu zemîninden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, (onlar) orada devamlı kalıcıdırlar, işte büyük kurtuluş budur!

Kim Allâh’a ve Peygamberi’ne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa, Allâh onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâb vardır.." (187)

Mîrâsdan kadına erkeğin yarısı kadar hisse verilmesi, kadının mîrâsçı olarak sahib olabileceği bütün konular için değil, sadece kadının, aynı ana-babanın çocuğu olarak erkek kardeşi ile birlikte mîrâsçı olması durumunda söz konusudur.

Kadının mîrâsdaki payının durumu, iddiâ edildiği gibi, sadece erkeğin yarı hissesi değildir. Bilakis, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde de açıkça ifâde edildiği gibi, ölenin sadece kız çocukları varsa ve sayıları da ikiden fazla ise, o zaman mîrâsın üçte ikisi onların olur. Şayet ölenin mîrâsçısı tek bir kız çocuğu ise, o takdirde mîrâsın yarısını almaya hak kazanır.

Yine âyet-i kerîmeye göre; şâyet bir anne-babanın çocuğu vefat eder de mîrâs bırakırsa, ölenin çocukları da varsa, anne-babanın her birine mîrâsın altıda biri verilir. Burada görüldüğü gibi, bir anne olarak kadına, çocuğunun mîrâsında verilen pay, bir baba olarak erkeğe verilen paya denktir. Bu da açıkça göstermektedir ki, kadına, erkeğin payının yarısı kadar hisse verilmesi, umûmî bir hüküm değildir. Hattâ yukarıdaki âyet-i kerîmeler, ölenin çocuğu yok ise, annenin, mîrâsın üçte birini alacağını da açıkça ifâde etmektedir. Konu ile ilgili âyet-i kerîmede, bir erkeğin veya kadının, anne veya babası vefat etmişse ve çocuğu da yoksa, sadece bir erkek veya kızkardeşi varsa, mîrâsdan her birine eşit olarak altıda bir hisse düşeceği beyân edilmekle, bu durumda kadın ile erkeğin eşit hisse alacakları hükme bağlanmıştır. Bu hususda kadının hangi durumda olursa olsun, mîrâsdan erkeğin hissesinin yarısı kadar pay alacağı iddiâsının ne derece asılsız ve maksadlı olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Böylece, Kur’ân-ı Kerîm’de miras ile ilgili âyet-i kerîmeler incelendiğinde görülmektedir ki, mirasta kadının payının, erkeğin payının yarısı olduğu iddiâsı, bütün durumlar için geçerli olmayıp sadece kız çocuğunun erkek kardeşi ile birlikte anne-babasına mirasçı olması durumunda söz konusudur. Bunun dışında bir anne veya kızkardeş olarak ölene mirasçı olma durumunda kadının payı değişmekte, bazen ölenin kızkardeşi olarak mirasçı olma durumunda olduğu gibi- erkek ile eşit hisse de alabilmektedir.

Demek ki, mirastan kadına, erkeğin hissesinin yarısı kadar pay verilmesinin, erkeği kadından üstün tutmak düşüncesi ile hiç bir ilgisi yoktur. Bilakis bu taksimat, kadın ile erkeğin külfetleri ile nimetlerinin dengelenmesi ve sosyal adâletin sağlanması amacına yöneliktir
 

Turab3

Well-known member
İslâm’da Boşanma:

İslâm hukûkunda boşanma, evlilik hayâtının devamına imkân kalmadığı zaman başvurulacak son çâredir. Karı-kocanın, içine düştükleri sıkıntılardan kurtulmaları için bir çıkış yolu olarak meşrû kılınmıştır. Yoksa, sebepsiz yere boşanmak haramdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Kadınlar size itâat ederlerse, aleyhlerinde bir yol aramayın!" (188) buyurulur.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de:

"Evleniniz, fakat boşanmayınız!. Zîrâ Allâh, zevkine düşkün erkek ve kadınları sevmez..." (189) buyururlar.

Diğer bir hadîs-i şerîfde:

"Sırf zevk için sık sık kadın değiştiren erkeklerle, sık sık koca değiştiren kadınlara Allâh lânet etsin!.." (190) buyrularak, boşanmayı âdet hâline getiren eşler, şiddetle îkâz olunmaktadır.

İslâm Dîni, boşanmayı, yapılması istenmeyen bir helâl olarak görmektedir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Boşanmak, Allâh katında mübah olan şeylerin en sevimsizidir." (191) buyurur.

Yine bir hadîs-i şerîfde:

"Evleniniz, fakat kurduğunuz bu âile yuvasını talâkla (boşanmakla) yıkmayınız!. Talâk var ya, onun fenâlığından arş-ı ilâhî titrer." (192) buyurulur.

Basit sebeplerden boşanmayı isteyen kadınlar hakkında da hadîs-i şerîfde şöyle buyurulur:

"Herhangi bir kadın, mühim bir geçimsizlik olmadan kocasından kendisini boşamasını isterse, ona cennetin kokusu dahi haramdır." (193)

Âile reisinin dikkat edeceği önemli bir husus da, başkalarının, kendi hanımı hakkında söylediklerine hemen inanıp hüküm vermemesidir. Zîrâ bu gibi sözler, arayı açmak için yapılmış bir iftirâ da olabilir. Nitekim Hz. Âişe (r. anha) vâlidemiz hakkında da böyle bir iftirâ (ifk hâdisesi) tahakkuk etmişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk en-Nûr Sûresi’nin 12. ve 15. âyet-i kerîmelerinde şöyle buyurmuştur:

"Bu iftirâyı işittiğinizde kadın ve erkek mü’minlerin, kendi vicdanları ile hüsn-i zanda bulunup da: demeleri gerekmez miydi?"

"Siz bu iftirâyı dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sâhibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allâh katında çok büyük (bir suç) tur."

Âyet-i kerîmelerden açıkça anlaşıldığı gibi, bir kimse hakkında kesinlik kazanmadan söylenen dedikodularla hüküm vermemek ve meselenin tahkîkâtını iyi yapmak ve meseleye hüsn-i zanla bakmak gerekmektedir. Aksi takdirde Allâh Teâlâ katında büyük bir suç işlenmiş olur.

Görülüyor ki, İslâm Dîni’nde iki eşin arasını bozmaya çalışmak, en büyük günâhlardandır.

Eşlerin arasını bozmanın ve karı ile kocanın arasına girip bozgunluk çıkarmanın çok kötü bir fiil olduğu hadîs-i şerîfde şöyle açıklanıyor:

"Kim bir kadını kocasının aleyhine kışkırtırsa, bizden değildir." (194)
 

Turab3

Well-known member
Boşanmanın Safhaları:

İslâm Dîni, karı-koca arasında baş gösteren anlaşmazlıkları halletmek için sevgiye dayanan bir takım usûller koymuştur. Bu usûller; iyi muâmelede bulunup hanımdan gelen üzücü hareketlere sabır ve tehammül göstermek, nasîhat etmek, yatağını ayırıp dargın gibi durmak, te’dib hakkını kullanmak ve en sonra da hakem göndermek gibi yollardır.

Erkeğin, hayırlı bir işte hanımının kendisine isyan etmesi durumunda onu terbiye etme hakkı vardır. Eğer itâat ederse, terbiye etme yolu bırakılmalıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulur:

"Size itâat ettikleri takdirde kendilerini incitmeye bir bahâne aramayın!." (195)

Sâliha olan kadınların te’dîbe ihtiyaçları yoktur:

"İyi kadınlar, Allâh’a itâatkârdırlar.. Ve Allâh kendilerini koruduğu cihetle kocalarının gıyâbında (ırz ve mallarını) muhâfaza ederler." (196)

Zevcelik haklarını ihlâl eden, kocasına âsî olan kadın, terbiye ile yola getirilir. Önce yumuşak bir dille nasîhat edilir. Âyet-i kerîmede:

1) "Fenâlık ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince, önce kendilerine öğüt verin!" (197) buyurulur.

Eğer öğütten müsbet bir netice alınmazsa, kadın âsî olur ve itâatten kaçınırsa, veya kocasının izni olmadan evinden dışarı çıkarsa, erkek istediği süreye kadar kadının yatağını ayırır, onu yatağında yalnız bırakır. Zîrâ kocanın, yanına yatmamak sûretiyle kadını yatağında terketmesi, kuvvetli bir disiplin cezâsıdır. Âyet-i kerîmede:

2) "Sonra uslanmazlarsa, kendilerini yataklarında yalnız bırakın!." (198) buyurulur.

Eğer kadın, isyân ve geçimsizlikte ısrâr ederse, şiddetli olmamak şartıyla te’dîb edilebilir. Yalnız bunun, vücûdu sakatlayıcı ve fazla can acıtıcı olmaması şarttır. Âyet-i kerîmenin devâmında:

3) "Yine dinlemezlerse, (hafifçe) dövün!.." (199) buyurulur.

Bütün bu gayretlerin de bir sonuç vermemesi durumunda İslâm Dîni, her iki tarafın âilesinden birer hakem şeçilerek aralarının düzeltilmesine çalışılmasının uygun olacağını belirtir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

4) "Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endîşeye düşerseniz, bir hakem erkeğin âilesinden ve bir hakem de kadının âilesinden kendilerine gönderin.. Bu ara bulucu hakemler, gerçekten barıştırmak isterlerse, Allâh karı-koca arasındaki dargınlık yerine geçim verir..." (200)

Bu iki hakem; müslüman, hür, erkek, âdil, mükellef, âlim, birleştirme ve ayırma mes’elelerini iyi bilen kimseler olmalıdır. Çünkü hakemlik etmek, fikir ve görüş sâhibi olmayı gerektirir. (201)

Hakemler, her iki tarafı da özel olarak dinleyerek aralarını bulmaya çalışırlar. Hakemlerin iki tarafın âilelerinden seçilmesi ise, âile sırlarının dışarıya çıkmaması ve eşlerin durumlarını açık yüreklilikle ortaya koyabilmeleri açısından en uygun olanıdır. Hakemler, söze kibarca ve yumuşaklıkla başlamalı, gerektiğinde korkutmalı, barışmayı arzu etmelerine teşvik etmeli, birini tutup diğerini ihmâl etmemelidir.

Hanefîlere göre hakemler, tarafların istedikleri şeyi hâkime götürürler. Boşanmayı gerçekleştiren kişi kâdı olur. Ve bu baîn (açık) bir talâkdır. Çünkü onların kararıyla gerçekleşmektedir. Hakemler, ayırmaya ancak bununla yetkili kılınırlarsa, karar verebilirler. (202)

Bütün yollar denendikten sonra boşanma hakkında Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

5) "Eğer karı-koca birbirlerinden boşanıp ayrılacak olurlarsa, Allâh her birini fazl ve keremi ile ihtiyaçdan müstağnî kılar. Allâh’ın lutfu geniş, hikmeti büyüktür." (203)

Evlilik hayâtı, bütün tedbirlere rağmen yürümüyorsa ve âile ocağı, cehennem ocağına dönüşmüşse, yoksulluk ve çâresizliğe düşme korkusu ile bu cehennemî hayata katlanmak yersizdir. Lutfu ve keremi bol olan Allâh (c.c.), her iki tarafa nice kapılar açar.
 

Turab3

Well-known member
Kadının Hafifçe Dövülmesinin Îzâhı:

İslâm Dîni’nde, gerektiğinde kadını hafifçe dövme izni, erkeğin kafasının kızdığı her konuda değil; ancak kadının, kocasına haksız yere isyân etmesi, evlilik birliğini doğrudan doğruya veya dolayısıyla yıkmaya kalkışması durumuna mahsûsdur. Bunun dışında erkeğin, kadını dövmeye hakkı yoktur. Üstelik bu konularda da erkek, hafif bir biçimde dövmenin fayda vermeyeceğini tahmin etmesi durumunda, yine kadını dövemez. Çünkü amaç kadını dövmek değil, ısrâr ettiği çirkin davranıştan onu döndürmek ve boşanmakla meydana gelecek âile fâciâlarının kötü sonuçlarından onu korumaktır. (204)

Hakîkatte kadının hafifçe dövülmesi, aşırı fıtrattakilere, hırçınlık ve taşkınlık göstermeleri durumunda uygulanabilecek bir metoddur. Yoksa kadın, Allâh’ın kocaya bir emânetidir. Nitekim hadîs-i şerîfde:

"Kadınların haklarını yerine getirme husûsunda Allâh’dan korkunuz!. Zîrâ siz onları, Allâh’ın bir emâneti olarak aldınız..." buyurulur. (205)

Bir başka hadîs-i şerîflerinde Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Kadınları dövenler, hayırlı adamlar değildir." (206) buyurmuşlardır.

Hz. Âişe (r. anha) da, Rasûlullâh (s.a.v.)’in, ne hanımlarından ne de hizmetçilerinden kimseyi dövmediğini, eliyle hiç bir kimseye vurmadığını haber verir. (207)

Hz. Enes (r.a.) der ki:

"Hz. Peygamber’in elinden daha yumşak ne atlas ve ne de ipek tutmadım. Onun kokusundan daha hoş bir koku koklamadım. On sene Hz. Peygamber’e hizmet ettim de bana bir defa olsun demedi. Yaptığım bir iş hakkında demedi." (208)

Yine Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, kadınları işâret ederek:

"Allâh’ın kullarını dövmeyin!.." buyurmuşlardır.

Bir müddet sonra Hz. Ömer (r.a.) gelerek:

"Kadınlar, kocalarına büsbütün kafa tutmaya başladılar." diye şikâyette bulundu. Bunun üzerine Rasûlullâh (s.a.v.) erkeklere, hanımlarını dövmeye izin verdi. Bu sefer de Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’e gelip kocalarından şikâyet eden kadınların sayısı çoğaldı. Nihâyet Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Muhammed âilesine birçok kadın gelip gitmektedir. Kocalarından şikâyet ediyorlar...

Hanımlarını dövenler, şüphe yok ki sizin hayırlınız değildir." (209) buyurdular.

Psikologlar, bazı kadınlarda "masochisme" (=mazohizm) denilen bir rûhî özelliğin hâkim olduğunu ortaya koymuşlardır. Bu tipteki kadınlar, kendilerine baş eğen zayıf kimseleri sevmezler. Yerine göre sert ve haşin olmasını bilen, otoritesini gösteren erkeklerden hoşlanırlar. Kadının, kocası ile sebepsiz yere kavga etmesinin nedeni budur. Bağırılmak, azarlanmak, hattâ hafifçe dövülmek, sonra da erkeğin şefkatini celbederek sevilmek isterler. (210)

Bu dövme izninde mazohist (dövme ve eziyet edilmekten hoşlanan) kadınların bu psikolojik hastalıkları için hafifçe dövmenin son bir çâre olması da söz konusudur. Dövmeye en son çâre olarak ve ancak fayda vereceğinin umulduğu durumlarda izin verilmesi, bu görüşü doğrulamaktadır.

Aslında İslâm Dîni, cihân-şümûl bir dîn olup başlıbaşına bir hayat nizâmıdır. Bu sebeple, en nâdir ve en istisnâî meselelere de çözüm getirmektedir. İnsanlık târihinde korkutmak maksadıyla hafifçe dövülmeyi hak eden tek bir kadın da olsa, bu konuyu da elbette bir esasa bağlamak durumundadır. Yoksa her kadın, itâatsizlik ettiğinde mutlakâ dövülecek şeklinde anlaşılmamalıdır. Ayrıca bu usûl; âsî, hırçın ve geçimsiz kadınlar için caydırıcı bir özellik de taşımaktadır.

Bütün bu metodların tatbik edilmesi neticesinde kadın kocasına itâat ederse, koca, artık bu tür uygulamalardan hemen vaz geçer. Eğer vazgeçmez de kadına eziyet etmeye devam ederse, veya onu boşamak niyeti ile bu metodları tatbik ederse, hâkim tarafından cezâlandırılır. Allâh nezdinde de mes’ûl olur.
 

Turab3

Well-known member
Boşanmanın Erkeğin Elinde Olmasının Hikmeti:

Boşanma hakkının erkeğin elinde olmasının sebebi, evlilik hayatını muhâfaza etmek, iyi düşünülmeden, alelacele bu hayata son verilmesinin vahim neticelerini önlemektir. Çünkü mehri veren, evin ve hanımının nafakasını temin eden erkek olduğu için genellikle neticeyi, o daha iyi takdir eder. Büyük zararlara yol açacak keyfî tasarruflardan daha uzak bulunur. Ayrıca boşanmanın ardından mehri müecceli ödemek, iddet içinde nafaka, giyim ve diğer ihtiyaçları temin etmek gibi bir takım mâlî yükümlülükler gelmektedir. İşte bu mâlî sorumluluklar, erkeği, boşanma hakkını kullanmakta daha dikkatli ve tedbirli haraket etmeye zorlar.

O halde boşanma hakkının, evlilik hayatının devamında sorumluluğu ve külfeti daha fazla olan tarafın elinde bulunmasında zarûret ve fayda vardır.

Kadın ise, boşanmada mâlî bakımdan hiçbir zarar görmez. Ayrıca kadın, erkekten daha duygulu olması, çabuk etkilenmesi ve sinirlenivermesi sebebiyle boşanma hakkını kullanma noktasında temkinli hareket edemez. Sonra kadın, boşanma hakkının erkeğin elinde olduğunu bildiği halde, evliliği kabul etmektedir. Erkek râzı olursa, nikâh akdi esnâsında kadın, bu hakkın kendisine âid olmasını şart koşabilir. Ve yine erkek tarafından kendine bir zarar gelirse, karşılıklı anlaşma yoluyla veya malının bir kısmını kocasına vermek sûretiyle evliliğe son verme hakkını kullanabilir. (211)
 

Turab3

Well-known member
Kadının Boşanma Hakkı:

İslâm hukûkunda evlenme, sürekli olmak üzere yapılan bir akiddir. Bu yüzden geçici evlilik, geçerli değildir. Fakat evliliğin devamı için eşler arasında sevgi, şefkat ve anlayışın bulunması gerekir. Evlilik hayatının temeli budur.

Eşler arasındaki sevgi ve şefkat ortadan kalkınca ve bütün gayretlere rağmen durum düzeltilemeyince, boşanmaktan başka çare kalmamaktadır. Bu konuda tasarruf sadece erkeğin elinde bulunmamakta, kadına da bazı haklar tanınmaktadır.

İslâm hukûkuna göre kadın veya erkek, evlenirken bazı şeyleri şart koşabilir. Kadının şart koşma hakkına sahip olduğu hususlardan birisi de "boşanma hakkı"nın kendi elinde olmasıdır. Bu şart da geçerli olup uyulması gereklidir. Buna tefvîz-i talâk denir.

Boşanma yetkisine sahip olan erkek, nikâh akdinde hanımına istediği zaman boşayabilme hakkını verebilir. Koca, bu hakkı nikah akdi sırasında verebileceği gibi, nikahdan sonra da verebilir. Kadına verilen boşama yetkisi, kocanın yetkisinde azalma meydana getirmez. Ancak koca, verdiği yetkiyi artık geri alamaz. (212) Buna rağmen kadın da, erkeğin rızâsıyla sahip olduğu bu boşanma hakkını kötüye kullanmamalı ve basit sebeplerden dolayı boşanmaya kalkışmamalıdır. Zîrâ Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde: "Hangi kadın kesin zorunluluk olmaksızın boşanmak isterse, Cennet kokusu ona haram olur." (213) buyurmaktadır.

Ayrıca kadın, anlaşamadığı, fakat kendisini boşamak da istemeyen kocasından, kendine âid olan malı karşılığında boşanmak (muhâlea) yoluyla da ayrılabilir. Erkek de hanımından alacağı meblağ ile maddî zararını karşılayacak ve tekrar evlenebilmek imkânını elde etmiş olacaktır. (214)

Ashâb-ı kirâmdan Sâbit b. Kays’ın hanımı, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e gelerek:

"Yâ Rasûlallâh!

Kocamın huyu ve dindarlığı hakkında bir şikâyetim yoktur. Fakat onu sevemedim. Bir müslüman olarak nankörlük etmek de istemiyorum." dedi.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ona:

"Sana mehir olarak verdiği bahçesini geri vermek ister misin?" buyurdu.

O da:

"Evet.." deyince Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, onun kocasına:

"Bahçeyi kabul et ve onu boşa!" (215) buyurdular.
 

Turab3

Well-known member
İslâm’a Göre Boşanma Sebepleri:

İslâm’da boşama, prensip olarak kocanın tek yanlı irâdesiyle ve mahkeme kararına gerek olmaksızın meydâna gelir. Koca, bizzat boşayabileceği gibi, bir vekil aracılığı ile de boşayabilir. Ya da karısına boşama yetkisi (tefvîz) verebilir. Diğer yandan bazı boşanma sebepleri ortaya çıkınca, kadının da mahkemeye baş vurarak evliliğe son verdirmesi mümkündür. Bu boşanma sebepleri altı maddede toplanabilir:

1. Hastalık veya özür: Evlilik akdi sırasında mevcûd olan veya evlilik sırasında meydana gelen bazı özür veya hastalıklar yüzünden kadının boşanmak hakkı vardır. Bunlar, akıl hastalığı, cüzzam ve zührevî hastalıklar gibi birlikte yaşama hâlinde zararı kaçınılmaz olan hastalıklardır.

2. Kocanın Nafakayı Sağlamaması: Kadının yeme-içme, giyim ve barınma masrafları kocasına âiddir. Koca varlıklı olduğu halde, eşiyle ilgilenmez ve onu açlık ve sefâlet içinde bırakırsa; kadının önce kocasından nafaka almaya çalışması, bu mümkün olmazsa, boşanmak için çâre araması hakkı olur. Koca fakir ise, kadınının onu yalnız bırakması, hattâ bu sebeple ondan ayrılmaya kalkışması, vefâsızlık olur.

3. Kocanın Evi Terketmesi: Kocanın evi terketmesi ve bu yüzden, sıkıntı ve fitneye düşmek tehlikesi karşısında kadının mahkeme aracılığıyla evliliğe son vermesi söz konusudur. Erkeğin hayat ve ölümüne dâir haber almaktan ümid kesildiği târihten îtibâren dört sene beklenir, bu zaman zarfında haber alınmadığı ve kadın boşanmakta ısrâr ettiği takdirde hâkim, ayrılığa hükmeder.

4. Kocanın Hapsedilmesi: Mâlikîler dışında çoğunluk müctehidlere göre, kocanın hapsedilmesi veya tutuklanması, yahut düşmana esir düşmesi bir boşanma sebebi değildir. Çünkü bu konuda âyet ve hadîs yoktur.

5. Şiddetli Geçimsizlik ve Kötü Muâmele: Eşlerin birbirlerinin şeref ve haysiyetlerine yönelik ithamları sonucunda çıkan soğuk tartışmalara şiddetli geçimsizlik denir.

Kötü muâmele ise, kocanın, eşini söz veya fiil ile rahatsız etmesidir. Sövmek, dövmek ve Allâh’ın haram kıldıklarını yapmaya zorlamak gibi davranışlar, kötü muâmeleler arasında sayılabilir.

Geçimsizlik her iki taraftan kaynaklanabilir. Mağdur olan eş, hâkime baş vurarak hakem yoluyla arabulma veya boşanma isteğinde bulunabilir.

6. Zinâ: Zinâ da evliliği sona erdirme sebebidir. Ağır ve yüz kızartıcı bir suçtur.

Boşanma, âileyi dejenere olmaktan koruyan bir tedbirdir. Aslında boşanma, çiftler için bir anlamda selâmet ve rahmettir. Boşanmayı yasaklamak, evlenmenin azalmasına sebep olabilir. Zîrâ, ihtiyaç halinde boşanamıyacağını bilen kimse, evlenmeye yanaşmaz. Gireceği bir kapının ebediyyen üzerine kapanacağını bilen insan, o kapıdan girmek istemez. Evlenenlerin azalması da, fuhşun artmasına ve âilelerin çözülmesine sebep olur. Bütün bu zararlar, neticede kadına dokunur.
 

Turab3

Well-known member
Mut’a Nikahı:

Mut’a nikâhı, bir kadınla ücret karşılığında belli bir vakit için evlenmektir. Câhiliyye devrinden kalan bir nikâh şeklidir.

Bu nikâha, İslâm’ın ilk yıllarında ve bilhassa harp zamanlarında, uzun zaman kadınlardan uzak kalan askerler için izin verilmişti. Hayber savaşına kadar mubah olan mut’a nikâhı, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in sünneti ile yasaklanıp haram kılınmıştır. Konu ile ilgili olarak Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurur:

"Ey insanlar!

Ben size mut’a nikâhı ile kadınlardan faydalanmanız için izin vermiştim. Şüphesiz ki Allâh, bunu kıyâmete kadar haram kılmıştır. Kimin yanında bunlardan bir kadın varsa, hemen onu serbest bıraksın, onlara verdiği şeylerden hiçbir şeyi geri almasın!.." (216)

Hz. Ali (r.a.), İbn-i Abbas (r. anhümâ)’ya şöyle demişti:

"Rasûlullâh (s.a.v.), mut’a nikâhından ve ehil merkeblerin etlerini yemekten Hayber’in fethi günü bizleri menetti." (217)

Mut’a nikâhı, zinâdan başka bir şey değildir. Dört mezheb imâmına göre haramdır ve bâtıldır. (218)

Görülüyor ki yüce dînimiz, kadının hiçbir şekilde şehvet metâı hâline getirilmesine aslâ müsaade etmemektedir.
 

Turab3

Well-known member
Hulle:

Bir erkeğin hanımı üzerinde üç defa boşama yetkisi vardır. Üç boşama salâhiyetini de kullanıp hanımından ayrılan erkek, aynı kadınla tekrar evlenemez. Ancak kadın, başka bir kocaya gider de, günün birinde ondan boşanır veya kocası vefat ederse, gereken iddeti bekledikten sonra, birinci koca onunla tekrar evlenebilir. Aksi halde evlenmesi mümkün değildir.

İşte kadına eski kocasına yeniden dönme imkânı sağlayan bu ara evliliğine hulle denir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

"Yine erkek, karısını üçüncü defa olarak boşarsa, bundan sonra kadın kendinden başka bir erkeğe nikâhlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz. Bununla birlikte, eğer bu yeni koca da onu boşarsa, onlar Allâh’ın sınırlarını ayakta tutacaklarını sanırlarsa, birbirlerine dönmelerinde hiçbiri hakkında bir sakınca yoktur." (219)

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde:

"... Allâh Teâlâ, hulle yapana da ve kendisi için hulle yapılana da lânet etsin!." (220) buyurur.

Hz. Ömer (r.a.) da, bununla ilgili olarak şöyle buyurur:

"Allâh’a yemîn olsun ki, bana hulle yapanı da, kendisi için hulle yapılanı da getirmiş olsalar, onları recm ederim (taşlayarak öldürürüm)." (221)

Hulle, yapılsın diye değil, erkeklik haysiyetini düşüreceği için bu yola tevessül edilmesin diye konulan şartlı bir cezâdır. Erkeğin nikâhı hafife almaması ve evliliğin devamının sağlanması için konulmuş, ağır ve caydırıcı ilâhî tedbirdir. Ayrıca hulle, erkeğin, hile yapıp kendi nefsânî arzularına göre dîni istismâr etmesini önleyerek, kadının hakkını korumaktır. Zîrâ erkek için en zor şey, hanımının başka biriyle evlenip beraber kalmasıdır.

İslâm’da evlenme, karşılıklı huzûr, sevgi ve şefkat üzerine kurulmuştur. Muvakkat (geçici) nikâh, mûteber değildir. Nikâhın devamlı olması, âile birliğinin kurulması ve çocuğun yetiştirilip terbiye edilmesi, İslâm’ın en önem verdiği husûslardandır. Üç talâkla boşanan çiftler, bütün bu ulvî gâyeleri hiçe sayarak nikâh ni’metini tepmektedirler. Bunun cezâsı olarak, boşanmanın bütün haklarını kullanan bu çiftler, birbirleriyle tekrar evlenemezler. Boşandıktan sonra, hiçbir engelle karşılaşmadan aynı kişilerin yeniden birbirleriyle evlenmesi, boşanma hâdiselerini çoğaltır. Bu ise, âilede yaralar açar, toplumun düzenini ve âhengini bozar
 

Turab3

Well-known member
Teaddüd-i Zevcât (Birden Çok Kadınla Evlenme)

Allâhü Teâlâ en-Nisâ sûresinin 3. âyet-i kerîmesinde:

"Eğer yetîm kızlar hakkında adâleti yerine getiremiyeceğinizden korkarsanız sizin için helâl olan diğer kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin! Şâyet (bu sûretle de) adâlet yapamayacağınızdan korkuyorsanız o zaman bir tane ile, yahut mâlik olduğunuz câriye ile yetinin. Bu (tek hanım veya câriye) sizin için hakdan eğrilip sapmamanıza daha yakındır." buyurmaktadır.

Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan, birden fazla evlenmenin İslâm’ın bir emri değil, bir izni olduğudur. Yani bu hüküm, yapılması gerekli bir görev değil, zarûrî durumlarda kullanılabilecek bir izindir. Ancak bu izinden faydalanılabilmesi için de erkeğin, eşleri arasında her konuda eşitlik ve adâlet esaslarına uygun hareket edebileceğine inanması gerekmektedir.

Birden fazla kadınla evli olan bir erkek, eşleri arasında her hususta adâletli davranmaya dînen mecbûrdur. Nöbetleşe beraber kalır. Birinin nöbetinde iken, onun izni olmaksızın diğerine gidemez. Ortakların güzeli ile çirkini, yaşlısı ile genci bu hususta aynı durumdadır. Kocanın bu konuda hiç bir özrü geçerli değildir. Yedirme, giydirme, mesken, davranış gibi bütün konularda da hiçbir ayırım yapmaması şarttır. (222) Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Bir erkeğin nikâhında iki kadın bulunur da aralarında adâleti gözetmezse, kıyâmet gününe bir tarafı düşük, felçli olarak gelir." (223) buyurmaktadır.

Kaldı ki, birden fazla evlenme hususunda bir zorunluluk yoktur. Teaddüd-i zevcât, yapılması mecbûrî bir emir olmayıp, ancak bazı zaruretler karşısında cemiyeti ahlâksızlıktan ve fuhuştan kurtarmak için konulmuş ictimâî bir tedbirdir. Bunu gerçekleştirmeye, ne erkek ve ne de kadın mecburdur. Bir erkek, gerek görürse bundan faydalanır, gerek görmezse bir hanım ile yetinir. Kadın da uygun görürse, evli bir erkekle evlenmeyi kabul eder. Uygun görmezse kabul etmez. İlk hanım da, üzerine evlenilmesini arzu etmediği takdirde, bu hususu, nikâh esnasında uygun bir şart ile, meselâ boşanma hakkı elinde bulunmak şartıyle sağlayabilir. (224) İlk hanım evlenirken üzerine evlenilmemesini şart koşmuş ise, ikinci evlilik yapılamaz. Esasen bir hanım ile yetinilmesi "Adâletli davranamayacağınızdan korkarsanız bir tane ile yetinin!" âyet-i kerîmesine göre daha uygun görülmektedir. Ayrıca şartlarına uyamıyacak kimselerin birden fazla kadınla evlenmeye kalkışmaları, Allah indinde sorumluluğu gerektirir. Bu yüzden hukûku çiğnenen bir hanım da mahkemeye mürâcaat ederek haklarını savunabilir. (225) İslâm Dîni’nde erkekler, birden fazla evlenmekle emrolunmadıkları gibi, kadınlar da ortak kabul etmek zorunda değillerdir. (226) İstenmemekle beraber boşanma, bazen bir zaruret halini aldığı gibi, çeşitli zamanlarda bazı toplumlarda birden fazla evlenmek de mecbûriyet arzedebilir. Bu ve benzeri gerçekleri dikkate almayan bir nizamın ömrü kısa olur. Halbuki İslâm Dîni, başlı başına bir hayat nizâmıdır. Gerçekten birden fazla evlenme, bazı durumlarda kadın için bir kurtuluş, bir nimet olabilmektedir. Meselâ kadının yaradılışdan veya herhangi bir hastalıktan zevcelik vazifesini yerine getirememesi veya çocuk yapmaya muktedir olmaması durumunda, kocasına evlenebilme hakkı verilmediği takdirde, erkek, ya bu kadıncağızı boşayıp bir başkası ile evlenecek, ya da kötü yollara düşecektir. Bu her iki durumda, hem erkek ve hem de kadın için büyük bir zulüm sözkonusudur. Birden fazla evliliğin zarûret hâline geldiği noktalardan biri de, savaş sonrası ortaya çıkan durumdur. Savaşlar sonucu erkek nüfûsun, kadınlara oranla çok daha azaldığı bir gerçektir. Bu durumda birden fazla evlilik, ahlâksızlık ve zinâyı önleyecek en tesirli bir yoldur. Şu halde teaddüd-i zevcât, normal hayatta her zaman uygulanabilecek bir kâide değil, özel durumlarda mürâcaat edilmek üzere verilmiş müstesnâ bir tedbirden ibârettir.

*

Buraya kadar, yüce dînimizin kadına verdiği üstün değeri ve onlara tanıdığı ulvî hakları, gücümüz nisbetinde açıkladıktan sonra; genç kızlarımıza örnek alacakları rehberlerden bahsederek, kuracakları âile yuvalarında muhakkak dikkat etmeleri gerekli hususlara kısaca temâs etmeyi uygun bulmaktayım.
 

Turab3

Well-known member
Kadınlarımızdan Fazîlet Örnekleri:

Târih boyunca kadın, gerek âilesine ve gerekse İslâm’a hizmet etmekte büyük bir fedâkârlık sembolü olmuştur. Bu fazîlet timsâli kadınlarımızın gönül iklîminden bir hisse nasîb olması ümîdiyle, kendilerinden bir kaç misâl vermek herhalde yerinde olacaktır.

Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ):

İbn-i Abbas (r.a.), rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde şöyle anlatıyor:

"Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r. anhümâ), küçükken hastalanmışlardı. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, ashâb-ı kirâmdan bir kaç kişi ile torunlarını ziyârete gittiler. Bu esnâda ziyâretçilerin bazıları, Hz. Ali (r.a.)’a:

-Yâ Alî, çocukların için bir nezir yapmak istemez misin? dediler.

Hz. Alî ve Hz. Fâtımâ (r.anhümâ) da, Allâh (c.c.)’ın rızâsını taleb ve O’na şükretmek ve çocuklarının şifâ bulmasını Cenâb-ı Hakk’dan niyâz etmek üzere üç gün oruç tutmayı nezir ettiler.

Derken çocukları hastalıktan kurtuldular. Bunlar da oruçlarını tutmaya niyet edip oruca başladılar. Fakat iftar için yiyecekleri yoktu.

Hz. Alî (r.a.), Hayberli Şem’un isminde bir yahûdîden üç gün iftar edebilmek için ödünç olarak üç çömlek arpa aldı. Hz. Fâtıma (r. anha), arpanın bir çömleğini öğütüp kendi âdetleri kadar, yâni beş tanecik ekmek yaptı. Akşam olup iftarı bekliyorlardı. O sırada bir fakir miskin gelip:

"Es-selâmü aleyküm Yâ Muhammed ehl-i beyti!

Ben müslüman bir fakîrim. Beni doyurunuz ki, Allâh sizleri cennet sofraları ile doyursun.." dedi.

Onlar da derhal sofralarındaki ekmekleri, bu fakir miskine ikrâm ettiler. Ve Hz. Alî (r.a.), Hz. Fâtımâ (r. anha)’ya hitâben:

"Ey insanların en hayırlısının kızı! Ey îmân ve şerefin kemâline sâhib olan Fâtımâ!

Görüyorsun, ciğerler paralayıcı hâliyle kapıda duran şu miskin, açlığını bizlere arzederken, hâl lisânıyla da Allâh’a nâz ve niyâz etmektedir." dedi.

Hz. Fâtımâ (r. anha) ise, Hz. Alî (r.a.)’a şöyle cevâb verdi:

"Ey amcamoğlu!

Emrinize âmâdeyim.. Gerçi o miskini hoşnûd edecek ve memnûn kılacak bir şeye sâhib değilim. Fakat umarım ki, aç bir kimseyi doyurmak sûretiyle, hayırlı insanlardan sayılıp cennete girer ve şefâate ererim..."

Böylece hepsi de bir lokma almadan, sofralarındaki ekmekleri fakir miskine verdiler, kendileri de su ile iftar ettiler.

Ertesi gün, oruçlarına devam ettiler. Fâtımâ (r.anha), o gün de, arpanın ikinci çömleğini ekmek yaptı. Akşam yaklaşınca, ekmeği sofraya koydular. İftarı beklemeye başladılar. Derken kapıya bir yetîm geldi:

"Es-selâmü aleyküm Yâ Muhammed ehl-i beyti!

Ben muhâcir çocuklarından bir yetîmim. Babam Akabe Harbi’nde şehîd oldu. Beni doyurunuz, ne olur beni doyurunuz! Allâh da sizleri cennet taamlarıyla doyurur.." dedi.

Onlar da, ekmeklerini bu yetîme ikrâm ettiler ve yine suyla iftâr ederek o akşam da aç yattılar.

Ertesi günü Fâtımâ (r.anha), üçüncü çömlekteki arpayı ekmek yaptı. Akşam olunca yine sofrayı önlerine koydukları sırada, bu sefer de kapıya fakir bir esir geldi. Ve:

"Es-selâmü aleyküm Yâ Muhammed ehl-i beyti!

Ben esirlerden biriyim. Bana ikrâm ediniz. Allâh da sizlere cennet taamlarından ikrâm etsin!" dedi.

Bunlar da, sofralarındaki yiyeceği, bu sefer de esire ikrâm ettiler. Tekrar suyla iftâr etmek zorunda kaldılar.

Onların bu fedâkârâne ikrâmları üzerine, Cenâb-ı Hakk, kendilerini Kur’ân-ı Kerîm’in şu âyet-i kerîmesiyle takdir ve taltif etti, fazîletli kıldı:

"Hakîkî mü’minler, Allâh’a olan muhabbetlerinden dolayı, kendi yiyeceklerini miskîne, yetîme ve esîre ikrâm ederler." (227), (228)
 

Turab3

Well-known member
Nesîbe Hatun (r.anhâ):

Nesîbe Hatun, Kâ’b’ın kızı ve ensârdan Zeyd b. Âsım’ın hanımıdır. Uhud harbine kocası ve iki oğluyla berâber katılan İslâm’ın bu mücâhide kadını, kahramanlıkta herkesi hayretler içinde bırakmıştı. Hattâ Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in üzerine hücûm eden fedâîlerden bir süvârînin ayağını kılıçla ikiye ayırdı ve atından aşağı düşürüp öldürdü. Kendisi de birkaç yerinden yaralanıp her tarafı kana boyandığı halde, kocasını ve çocuklarını harbe teşvik ediyordu.

Bu sırada Kureyş’in azılı meşhûrlarından İbn-i Kamie;

"Bana gösteriniz; ya o, ya ben!" diyerek bizzat Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’e saldırmıştı.

Bunun üzerine Nesîbe Hatun, hemen yetişti. Ve İbn-i Kamie’ye üç kere kılıç çaldı. Fakat kestiremedi. Çünkü İbn-i Kamie’nin üzerinde iki zırhı vardı. İbn-i Kamie ise, kılıçla Nesîbe Hatun’u omuzundan yaraladı.

Düşman, her ne taraftan Rasûlullâh (s.a.v.)’in üzerine hücûm etse, Nesîbe Hatun, hemen kocası ve oğulları ile birlikte yetişip müdâfaa ederdi.

Hz. Peygamber (s.a.v.), O’nun hakkında şöyle buyurur:

"Uhud gününde, sağa sola her baktığımda Ümm-i Ümâre’yi (Nesîbe Hatun’u) yanımda savaşır gördüm." (229)

Yine bu fedâkârâne hizmetlerinden dolayı, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, bu mübârek âile hakkında:

"Yâ Rab!

Bunları bana cennette refîk eyle!.." (230) diye duâ buyurdular.

Cenâb-ı Hakk; bizleri de bu mücâhide ve kahraman vâlidemizin hürmetine cennette Habîb-i Kibriyâsı’yla refîk eylesin!

Âmîn!..
 

Turab3

Well-known member
Şâire Hansa Hatun (r.anhâ):

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz zamanında, Amr’ın kızı meşhûr şâire Hansa, çok güzel kahramanlık şiirleri söylerdi. Müslüman olduktan sonra, İslâm onu, üstün bir ferâgât ve fedâkârlık timsâli yapmış ve îmânda kemâle erdirmişti. Dört çocuğu Kadisiye Harbi’nde şehîd olduğu halde, cesâret ve sebâtında aslâ bir sarsılma olmamıştı. Aynı İslâmî şuûrunu muhâfaza ederek şehîd anası olmanın verdiği tesellî, ona evlâd acısını bile unutturmuştu.

Şâire Hansa, muhârebe meydanına giderek çocuklarını şu târihî sözleriyle coşturmuştur:

"Benim kahraman evlâdlarım,

Yemin ederim ki, siz aynı ananın ve aynı babanın çocuklarısınız. Ben kocama ihânet etmiş bir kadın olmadığım gibi, babanız da mâzîsi lekeli bir insan değildir. Hem de ben, zorla değil de kendi isteğimle İslâm’ı kabûl ettim. Ve yine kendi arzumla hicret ettim. Sizler işte böyle tertemiz bir mâzîye sâhipsiniz.

Sizden; gireceğiniz savaşta bu asâletinize uygun bir cesâret ve celâdet bekliyorum. Dîn düşmanlarına ilk hücûm eden sizler olmalısınız. Sizlerin arkada değil, dâimâ en ön safta çarpıştığınızı görmeliyim. Çünkü bu harp, eski savaşlarımız gibi âdî menfaatler uğruna yapılan çapulculuk ve yapmacılık hareketi değildir. Elleriyle yaptıkları putlara tapan, kız çocuklarını diri diri gömecek kadar vahşete devam eden putperestlere, doğruyu ve hakkı gösterme hareketidir. Kısaca bu cihâdda emir Allâh’dan, kumanda da Rasûlullâh (s.a.v.)’dendir.

Başka söze ne hâcet!.."

Bu sözlerden sonra çocuklarını ayrı ayrı kucaklayan şâire Hansa, ilâve ederek diyor ki:

"Ya İslâm’ın zafer bayrağını Kadisiye’de dalgalandıracaksınız; yahut da dîn uğruna cihâd ederek şehîd olduğunuzu duyacağım!.."

Bir annenin evlâdlarına karşı böyle kahramanca konuşması, orada bulunan diğer mücâhidleri de coşturuyor ve Kadisiye’de İslâm’ın zafer bayrağının dalgalanmasına sebep oluyordu.

Nitekim öyle de olmuştur. Hasta yatağında yatarken dört oğlunun da şehâdet haberi getirilince:

"Yâni ben, şehîd anası mı oldum şimdi?" diye soruyor.

"Evet." diyorlar, "Hem de dört şehîd anası..."

Tekrar soruyor:

"Zafer kimlerde?"

"Zafer, müslümanlarda.. Şimdi Kadisiye’de İslâm’ın bayrağı dalgalanıyor!.." diyorlar.

"İslâm’ın bir zaferi için dört oğlum da fedâ olsun!.." diyen Hansa Hatun, ellerini kaldırarak şöyle yalvarıyor:

"Yâ Rabbî!

Bana emânet ettiğin dört kahramanı yine senin dînin uğrunda fedâ etmiş bulunuyorum. Artık beni şehîd anaları defterine kaydeyle!. Benim için şehîd anası olmak kâfî ikrâmdır. Bunu benden esirgeme!.."

Her ne zaman Hansa Hatun’dan söz edilse Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, O’nun için:

"Örnek bir İslâm kadını..." buyururlardı. (231)
 

Turab3

Well-known member
Îmân Kal’ası Mâşite Hâtun :

Firavun’un sarayında Mâşite Hatun nâmında bir kadın vardı. Bu kadıncağız, Allâh’ın birliğine îmân ettiği için, dâimâ "Allâh birdir" zikrini tekrar ederdi. Birgün Firavun’un kızı, bunu işitmiş ve keyfiyeti babasına bildirmişti.

Bunu haber alan Firavun, öfkelenerek Mâşite Hatun’u çağırmış, bu inancından vazgeçirmek için hayli uğraşmıştı. Tesir etmeyince, ihtirâsı uğruna hayli işkenceleri bu kadın üzerinde icrâ ettirdiyse de, kadıncağız dîni uğruna tâviz vermiyor, "Allâh birdir" sözünü tekrar ediyordu.

Bu durum karşısında zâlim Firavun’un kini ve öfkesi artıyordu. Mâşite Hatun ise, îmânda sebât ederek:

"Benim ilâhım tekdir. O da Allâh Teâlâ’dır. Zâten O’ndan gayrı ilâh yok..." diyordu.

Kadıncağızın, üç-beş yaşlarında bir kızı, bir oğlu, bir de üç aylık mâsum bir yavrusu vardı. Firavun, gadabını teskin edemeyerek intikâm almak istiyordu. Önce kız çocuğunu anasının yanına getirip:

"Ey Mâşite! Bana, sen Tanrı’sın de; yoksa bu kızın kanlar içinde ölecektir." diye haykırdı.

Mâşite Hatun, Firavun’un merhametsiz bir zâlim olduğunu biliyordu. Ve nitekim o mâsum yavrucağızın boğazına bıçağı dayadı ve mel’ûnâne kin dolu bayağı bir tehevvürle kızcağızın boğazını kesti. Bu elîm manzarayı gören îmân kal’ası Mâşite Hatun, vakar içinde Rabb’ısına teslîm olmuş, îmânına zerre kadar halel gelmemişti. Yalnız , "Allâh birdir" sözünü tekrar ediyordu. Firavun’un öfkesi artmış, ne yapacağını bilmiyordu. Bu sefer adamlarına dedi ki:

"O üç aylık çocuğu bana getirin!."

Ardından kızgın bir fırın yakmalarını emretti. Bir taraftan Mâşite Hatun’a şöyle bağırdı:

"Şimdi de benim Tanrılığımı tasdik etmez isen, bu bebeğini fırında cayır cayır yakacağım; kızının âkıbetinin ne olduğunu biliyorsun. Gel inâd etme de, beni dinle!."

Kâfir, bebeği yakmakta kararlı idi. Zâlim, bebeği aldı. Fırındaki kaynar su dolu bakır kazana yaklaştı. Bu sırada Mâşite Hatun:

"Kalbimden onu tasdik etmediğim halde, dediğine evet demekte îmân bakımından bir sakınca yok!" diye düşündü.

Fakat buna da içi râzı olmuyordu. O böyle üzüntü içinde iken, gaddar ve zâlim Firavun, yavrucağı kazana atıp onun da bu şekilde ölümüne sebep oldu.

Annenin kederi son dereceyi bulduğunda bebek o an dile gelerek, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle annesine şöyle seslendi:

"Anneciğim!

İçinden geçeni sakın söyleme! Biraz daha sabredersen, ferâha kavuşacaksın. Cennete girmemize pek az bir zaman kaldı. Firavun’un dediğini sakın söylemeyesin. Ablamla ben, şu anda cennetteyiz. Senin de cennete gelmeni dört gözle beklemekteyiz."

Yavrusunun bu sözleri Mâşite Hatun’u rahatlattı. Kederi ve hüznü sevince döndü. Aynı zamanda kendisine, cennetteki makâmı gösterildi. O da,bir an evvel yerine kavuşmak arzu ediyordu. Zâten binbir türlü hakâret ve ızdıraplara karşı vücûdu zayıf düşmüş, iyice yıpranmıştı. Sonunda o da yavruları gibi şehîden âhırete intikâl etmiş, Allâh Teâlâ’nın rızâsına nâil olmuş, hem cennete, hem de yavrularına kavuşmuştu. (232)
 
Üst