Günün Risale-i Nur Dersi

harp

Well-known member
Siyaset kalpleri ıslah etmez
11 Ocak 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
MERAKLI SUAL
Bu iki ay zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye karşısında bana, hem alâkadar olduğum çok kardeşlerime kavî bir ihtimalle ferec verecek bir teşebbüs etmek lâzımken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermeyerek, bilâkis, beni tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fikirde bulundum.
Bazı zatlar hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler ki: “Sana işkence eden bu mübtedi’ ve kısmen münafık baştaki insanların takip ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?” Verdiğim cevabın muhtasarı şudur ki:
Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner.
Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder. Hem nur, hem topuz-ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuvvetimle nura sarılmaya mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor.
Amma maddî cihadın muktezası ise, o vazife şimdilik bizde değildir. Evet,
ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok. (Lemalar, 16. Lema)
Bediüzzaman Said Nursi
LÜGAT:
Âciz : Güçsüz, Elinden Bir Şey Gelmeyen
Âsâyiş : Düzen
Bid’a : Dinde Olmayıp Sonradan Dine Zarar Verecek Şekilde Ortaya Çıkan Şey
Çare-İ Yegâne : Tek Çare
Dalâlet : Hak Yoldan Ayrılma, Sapkınlık
Def’ : Ortadan Kaldırma, Yok Etme
Ecnebî : Yabancı
Ehl-İ Dünya : Dünyaya Dalıp, Âhireti Düşünmeyenler
Ehl-İ İslâm : Müslümanlar
Fena : Kötü, Çirkin
Ferec : Tasa Ve Sıkıntıdan Kurtulma, Ferahlık
Fütuhat : Fetihler, Zaferler
Galebe Çalmak : Üstün Gelmek
Hakikî : Asıl, Gerçek
Hamiyet-İ İslâmiye : İslâmiyetin Temel Değerlerini Koruma Duygusu Ve Gayreti
Islah Olmak : Düzelme, İyileşme
İhyâ : Canlandırma, Kuvvetlendirme
İman : İnanç
İngiliz :
İnkılâp : Dönüşme
İtalya :
Kâfi Gelmek : Yeterli Olmak
Kâfir : Allah'ı Veya Allah’ın Bildirdiği Kesin Olan Bir Şeyi İnkâr Eden Kimse
Kuvve-İ Mâneviye : Mânevî Güç, Moral
Küfür : İnkâr
Lehinde : Tarafında
Maddî Cihad : Din Uğrunda Mal Ve Canla Mücadele
Medar : Dayanak Noktası
Menba : Kaynak
Muhtasar : Kısa, Özet
Mukteza : Bir Şeyin Gereği
Mübtedi’ : Bid’at Ortaya Atanlar, Bid’alara Taraftar Olanlar
Mühim : Önemli
Münafık : İki Yüzlü, İnanmadığı Halde İnanmış Görünen
Mürted : Dinden Dönen
Nifak : Münafıklık, İkiyüzlülük
Nokta-İ İstinad : Dayanak Noktası
Sed Çekmek : Engel Olunmak
Suret : Biçim, Şekil
Sürur : Mutluluk
Şeâir-İ İslâmiye : İslâmiyete Sembol Olmuş İş Ve İbâdetler
Tarafgirlik : Taraftarlık
Tecavüzat : Tecavüzler, Saldırılar
Tehyiç Etmek : Harekete Geçirmek
 

harp

Well-known member
Yaşasalardı iman hakikatlerine çalışırlardı
12 Ocak 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
BEŞİNCİ MEKTUP
(Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.)
SİLSİLE-İ Nakşînin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.), Mektubat’ında demiş ki: “Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim.” 3
Hem demiş ki: “Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.” 4
Hem demiş ki: “Velâyet üç kısımdır. Biri velâyet-i suğrâ ki, meşhur velâyettir; biri velâyet-i vustâ, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır.” 5
Hem demiş ki: “Tarîk-i Nakşîde iki kanatla sülûk edilir. Yani, hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve ferâiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa o yolda gidilmez.” 6
Öyle ise, tarik-i Nakşînin üç perdesi var:
Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.
İkincisi: Ferâiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.
Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.
Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkàdir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.
Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.
Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenâb-ı Hak şu zamanda, i’câz-ı Kur’ân’ın mânevî lemeâtından olan malûm Sözleri, şu dalâlet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım. (Mektubat, 15. Mektup)

Bediüzzaman Said Nursî
LÜGAT:
Akaid-İ İslâmiye : İslâm Dininin Esasları, İnançları
Dalâlet : Hak Yoldan Sapkınlık, İnançsızlık
Emrâz-I Kalbiye : Kalbî Hastalıklar
Esrar-I Kur’âniye : Kur’ân’ın Sırları
Farz : Allah Tarafından Yapılması Kesin Olarak Emredilen Şey
Hakaik : Hakikatler
Hakaik-İ İmâniye : İman Hakikatleri
Hakaik-İ İslâmiye : İslâmın Hakikatleri
Hakikat : Doğru, Gerçek
Hâsiyet : Özellik
Hayret : Şaşkınlık
Heyet-İ İslâmiye : İslâm Topluluğu, Müslümanlar
Himmet : Ciddî Gayret, Çalışma
İ’câz-I Kur’ân : Kur’ân’ın Mu’cize Oluşu
İrşad : Doğru Yolu Gösterme, Uyarma
İtikad : İnanç
İzale : Giderme, Ortadan Kaldırma
Kâr-I Akıl : Aklın Kabul Edeceği İş
Kur’ânî : Kur’ân’a Ait
Lâkayt : Duyarsız, İlgisiz
Lemeât : Parıltılar
Malûm : Bilinen
Maruz : Uğrama, Tesirinde Kalma
Medar : Sebep, Vesile
Münasip : Uygun
Müşkül : Zor
Nâfi : Faydalı, Yararlı
Rahmet : Şefkat, Merhamet, İhsan
Saadet-İ Ebediye : Sonsuz Mutluluk
Sarf Etmek : Harcamak
Seyr Ü Sülûk : İlâhî Hakikatlere Ulaşmak İçin Bir Rehberin Öncülüğünde Çıkılan Mânevî Yolculuk
Sülûk : Mânevî Yol Alma
Sünnet : Peygamberimizin Söz, Fiil Ve Hareketlerine Dayanan Yüce Prensipler
Şekavet-İ Ebediye : Sonsuz Sıkıntı Ve Mutsuzluk
Takviye : Kuvvetlendirme
Tasavvuf : Kalbi, Dünyanın Gelip Geçici İşlerinden Ayırıp, Allah Sevgisi İle Bağlama; Tarikat Ehli Olma
Tasavvur : Düşünce
Tehacümat : Hücumlar
Tiryak : Derman, İlaç
Vâcib : Dinî Bakımdan Yapılması Şart Ve Kesin Olan Emir
Zındıka : Dinsizlik, İnançsızlık
Zulümat : Karanlıklar
 

harp

Well-known member
Risale-i Nur’da heykele bakış…
13 Ocak 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim

Rivayette vardır ki,

"âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar ulûhiyet dâva edecekler ve kendilerine secde ettirecekler."

Allahu a’lem, bunun bir tevili şudur ki: Nasıl ki padişahı inkâr eden bir bedevî kumandan, kendinde ve başka kumandanlarda, hâkimiyetleri nisbetinde birer küçük padişahlık tasavvur eder.

Aynen öyle de, tabiiyyun ve maddiyyun mezhebinin başına geçen o eşhas, kuvvetleri nisbetinde kendilerinde bir nevi rububiyet tahayyül ederler ve raiyetini kendi kuvveti için kendine ve heykellerine ubudiyetkârâne serfüru ettirirler, başlarını rükûa getirirler demektir. (Şualar)

***

"Kabri ziyarete gelenler Fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men ediyorsunuz?"
Cevaben Üstadımız dedi ki:

"Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki firavunların dünyevî şan ve şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benlik, verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismiyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile, eski zamandaki lillâh için ziyarete mukabil, ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ve şerefine ziyade ehemmiyet verir.
Öyle ziyaret ediyorlar.

Ben de Risale-i Nur’daki âzamî ihlâsı kırmamak için ve o ihlâsın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garpta, hem kim olursa olsun, okudukları Fatihalar o ruha gider.

"Dünyada beni sohbetten men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle, beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle men etmeye mecbur edecek" dedi.

Hizmetinde bulunan talebeleri (Emirdağ Lahikası)

***

Memnu heykel, ya bir zulm-ü mütehaccir, ya bir heves-i mütecessim veya bir riyâ-yı mütecessiddir. (Mektubat)

***

Şu asırda enâniyet o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler.

İşte ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet ve bu mağrur ehl-i enâniyet nazarında kıyâs-ı binnefs olarak, eâzım-ı İslâmiyenin nâmdarlarını, hâşâ enâniyetle ittiham ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet ve dalâlet kendileri Allah’ı tanımadıkları için,
çok şeylere, çok zâtlara birer nevî rubûbiyet tahayyül ettikleri bir hengâmda
ve sanemperestliğin, başka bir nevi olan heykelperestlerin ve sûretperestlerin gâyet müthiş bir riyâkârlık mânâsında olan şan ve şeref peşinde koştukları bir zamanda, eâzım-ı İslâmiyenin türbelerine câhilâne ve müfritâne bir sûrette avâmların takdîs derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer’iye noktasında kader münâsip görmedi ki; bu muharribleri Ehl-i Sünnete taslît etti. Onlarla tâdil edecek. (Mektubat)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:

RİVÂYET : Peygamberimizden işittiklerini veya Sahabeden duyduklarını, birisinin başkasına anlatması.
ÂHİRZAMAN : Dünyanın son zamanı ve son devresi. Dünya hayatının kıyamete yakın son devresi.
DECCAL : Kıyâmet kopmadan önce gelen, İslamiyeti ortadan kaldırmaya çalışan, dinlere savaş açan, yalancı, aldatıcı, hilekâr kimse.
ULÛHİYET : İlâhlık, Allah'ın hâkimiyeti ile kâinattaki herşeyi Kendisine ibâdet ve itaat ettirmesi.
SECDE : Yere kapanmak, başını eğdirmek.
ALLAHÜ A'LEM : Allah bilir.
TEVİL : Bir fikir veya sözden bir başka mânâ çıkarmak; anlaşılması zor olan âyet ve hadîslerde ne kast edildiğini ve ince mânâları bildirme.
BEDEVÎ : Göçebe hayatı yaşayan.
HÂKİMİYET : Tasarruf etme. İdâre etme. Üstünlük
TASAVVUR : Birşeyi zihinde şekillendirme; düşünce, tasarı; tasarlama.
TABİİYYUN : Tabiatçılar, materyalistler, tabiata tapanlar.
MADDİYYUN : Maddeye tapan, herşeyi maddede gören; Allah'ı inkâr edenler; maddeciler, materyalistler.
EŞHAS : Şahıslar.
RUBÛBİYET : Cenâb-ı Hakkın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altında bulundurması vasfı.
TAHAYYÜL : Hayâle getirme, fikir kurma, hayalde canlandırma.
RAİYYET : Birisinin idâresine bağlı olanlar; halk, millet, vatandaş.
SERFÜRÛ : Baş eğme, söz dinleme, itaat
RÜKÛ : Eller dizde bel düz olacak şekilde eğilmek.
HİKMETEN : Hikmet açısından, faydalılık bakımından.
BİNÂEN : Bağlı olarak, dayanarak, -den dolayı, bu sebepten.
KABİR : Mezar.
MEN : Yasaklama, engelleme, mâni olma.
ŞÂN Ü ŞEREF : Şân ve şeref, şöhret
NAZAR-I BEŞER : İnsanın bakışı, insanın gözü.
ENÂNİYET : Benlik, gurur.
ENE : Ben, benlik.
GAFLET : Dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık; nefsine uyarak Allah'ı ve emirlerini unutmak.
MÂNÂ-İ HARFÎ : Birşeyin Yaratıcısına bakan, onu târif eden ve tanıtan mânâsı.
MÂNÂ-İ İSMÎ : Birşeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı.
UHREVÎ : Ahirete dâir, öteki dünyaya âit.
MUKABİL : Karşı, karşılık olarak, bedel.
MEVTÂ : Ölü.
MEMNÛ : Menedilmiş, yasaklanmış.
ZULM-Ü MÜTEHACCİR : Taşlaşmış zulüm.
HEVES-İ MÜTECESSİM : Cisimleşmiş heves, arzu
RİYÂ-İ MÜTECESSİD : Cesed hâline girmiş gösterişlilik.
ASR : Yüzyıl
EHL-İ GAFLET : Gaflete dalanlar, habersiz ve dikkatsiz olanlar, Allah'a ve emirlerinde aldırış etmeyenler.
EHL-İ DALÂLET : Doğru ve hak yoldan sapanlar, îmân ve İslâmdan çıkmış olanlar.
MAĞRUR : Gururlu, kibirli.
KIYÂS-I BİNNEFS : Kendini, nefsini kıyaslayarak.
EÂZIM-I ESMÂ : İçinde çok isimlerin mânası bulunan, isimlerin en büyükleri. Cenab-ı Hakk'a mahsus isimlerin en mühim ve büyükleri.
EÂZIM-I İSLÂMİYE : İslâm büyükleri.
NÂMDAR : Ünlü, şöhretli, meşhur.
SANEMPEREST : Puta tapan, putpereset.
RİYÂKÂR : Gösterişçi, içi dışı başka olan.
CÂHİLÂNE : Bilgisizce.
MÜFRİTÂNE : Çok aşırıya kaçarak.
AVÂM : Sıradan biri, fakir halk tabakası; okuyup yazması az olan; ilim ve irfânı az, basit yaşayışa sahip kimse.
TAKDÎS : Mukaddes bilme. Allah'ı noksan ve kusurlardan pâk ve yüce kabul etmek.
HİKMET-İ ŞERİAT : İslâm şeriatının hikmeti, maksadı.
MÜNÂSİP : Uygun, denk.
 

harp

Well-known member
Ey Allah'ın birliğine inanan askerler!
17 Ocak 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
"Ey asakir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslamın namusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ı tevhîdi, bir cihette sizin itaatinize vabestedir. Sizin zabitleriniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse; siz bu itaatsizlikle üç yüz milyon İslama zulmediyorsunuz.
Zîra, bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslamiyeyi tehlikeye atıyorsunuz. Biliniz ki, asker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer; bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika herc ü merc olur.
Asker neferatı siyasete karışmaz; Yeniçeriler şahittir. Siz Şeriat dersiniz; halbuki, Şeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz. Şeriatla, Kur'an ile, hadîs ile, hikmet ile, tecrübe ile sabittir ki; sağlam, dindar, hakperest ulü'l-emre itaat farzdır. Sizin ulü'l-emriniz, üstadınız, zabitlerinizdir.
Nasıl ki mahir mühendis, hazık tabib bir cihette günahkar olsalar, tıb ve hendeselerine zarar vermez; kezalik, münevverü'l-efkar ve fenn-i harbe aşina, mektepli, hamiyetli, mü'min zabitlerinizin bir cüz'î nameşrû hareketi için itaatinize halel vermekle, Osmanlılara ve İslamlara zulmetmeyiniz! Zîra, itaatsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfûsun hakkına bir nevî tecavüz demektir.
Bilirsiniz ki, bu zamanda bayrak-ı Tevhîd-i İlahî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yed'in kuvveti de, itaat ve intizamdır. Zîra, bin muntazam ve mutî asker, yüz bin başıbozuğa mukabildir.
Ne hacet? Yüz sene zarfında otuz milyon nüfûsun vücuda getirmediği böyle pekçok kan döktüren inkılâpları, siz itaatinizle kan dökmeden yaptınız.
"Bunu da söylüyorum ki, hamiyetli ve münevverü'l-fikir bir zabiti zayi etmek, manevî kuvvetinizi zayi etmektir. Zîra, şimdi hükümferma, şecaat-i îmaniye ve akliye ve fenniyedir. Bazan bir münevverü'l-fikir, yüze mukabildir. Ecnebîler size bu şecaatle galebeye çalışıyorlar. Yalnız şecaat-i fıtriye kafi değil!
Elhasıl, Fahr-i Alemin fermanını size tebliğ ediyorum ki; itaat farzdır. Zabitlerinize isyan etmeyiniz. Yaşasın askerler, yaşasın meşrûta-i meşrûa!.." (Tarihçe-i Hayat)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ASÂKİR-İ MUVAHHİDÎN : Allah'ın birliğine inanan askerler.
ÂŞİNÂ : Yabancı olmayan, tanıdık.
BAYRAK-I TEVHİD : Tevhid bayrağı.
CESÎM : Çok büyük, iri, cüsseli.
ELHÂSIL : Kısacası, netice olarak, özetle.
FAHR-İ ÂLEM : Âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.).
FARZ : Herkesin yapmakla mükellef olduğu emirler.
FENN-İ HARB : Harb fenni. Harb ilmi
FERMÂN : Emir, buyruk, tebliğ.
HÂCET : İhtiyaç.
HAKPEREST : Doğruluktan ve haktan ayrılmayan, hak ve doğruluğu ciddi seven
HALEL : Bozukluk, eksiklik, başkası tarafından verilen zarar.
HAMİYET : Mukaddesatı,milletin haklarını, nâmus ve haysiyeti korumak hususlarında gösterilen gayret ve titizlik.
HAYSİYET : İtibâr, değer, şeref, kıymet, derece, mertebe; cihet, bakım.
HÂZIK : İşinin ehli, maharetli, mütehassıs.
HENDESE : Mühendislik bilgisi.
HERC Ü MERC : Darmadağın, allak bullak, karmakarışık
HİKMET : Felsefe, ilim; gayeli olma, faydalılık.
HÜKÜMFERMÂ : Hüküm süren, hükmeden.
İTAAT : Söz dinleme.
KÂFİ : Yeterli.
KEZÂLİK : Bunun gibi, böylece.
LEKEDAR : Lekeli.Kirletiyorsunuz.
MÂHİR : Hünerli, sanatkâr, becerikli.
MEŞRÛTA-İ MEŞRÛA : Meşru kabul edilen meclis.
MUKABİL : Karşı, karşılık olarak, bedel
MUNTAZAM : Düzene girmiş, intizamlı.
MUTÎ : Söz dinleyen, itaat eden.
MÜ'MİN : Allah'a ve emirlerine îmân eden, inanan.
MÜNEVVERÜ'L-EFKÂR : Aydın fikirli.
NÂMEŞRÛ : Dînen uygun ve helâl olmayan.
NÂMUS : İffet, ırz, edeb, hayâ, kánun; şeriat.
NEFERAT : Erler, askerler.
SABİT : Doğruluğu isbat edilmiş olan.
ŞECAAT : Hak ve hakîkat yolunda hiçbirşeyden korkmama.
ŞECAAT-İ FITRİYE : Doğuştan verilen cesâret, yiğitlik
ŞECAAT-İ ÎMÂNİYE : İmandan gelen cesâret, kahramanlık.
ŞERİAT : Doğru yol, hak din yolu; İslâm dini, İslâm'ın bütün hükümleri.
TABİB : Doktor.
TEBLİĞ : Ulaştırmak, bildirmek
TECÂVÜZ : Haddini aşma; söz veya hareketle ileri gitme, saldırma.
TECRÜBE : Deneme, imtihan.
UHUVVET-İ İSLÂMİYE : İslâm kardeşliği.
ULÜ'L-EMR : İdâreci, başkan, devlet reisi.
VABESTE : f. Bağlı, mütevakkıf, olması bir şeye bağlı olan.(Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vabestedir. M.)
YED : El.
YED-İ ŞECAAT : Şecaat, yiğitlik eli.
ZÂBİT : Subay, askeri kumanda eden rütbeli asker, kuvvetli, yavuz; zabteden.
ZÂYİ : Elden çıkan, kaybolan, zarar, ziyan, kayıp
 

harp

Well-known member
Kainatta adalet hükmediyor
18 Ocak 2011 / 00:01
Günlük Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim



İşte, gel, Güneş ile muhtelif on iki seyyarenin muvazenelerine bak. Acaba bu muvazene, güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelâli göstermiyor mu?



Ve bilhassa, seyyarattan olan gemimiz, yani küre-i arz, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o harika sür'atiyle beraber, zeminin yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor.



Eğer sür'ati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir saniye muvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak, belki başkasıyla çarpışacak, bir kıyameti koparacak.



Ve bilhassa zeminin yüzünde, nebâtî ve hayvânî dört yüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmâne muvazeneleri, ziya güneşi gösterdiği gibi, birtek Zât-ı Adl ve Rahîmi gösteriyor.



Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından birtek ferdin âzâsı, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebettar ve muvazenettedir ki, o tenasüp, o muvazene, bedâhet derecesinde bir Sâni-i Adl ve Hakîmi gösteriyor.



Ve bilhassa her ferd-i hayvânînin bedenindeki hüceyrâtın ve kan mecrâlarının ve kandaki küreyvâtın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve harika muvazeneleri var; bilbedâhe ispat eder ki, her şeyin dizgini elinde ve her şeyin anahtarı yanında ve bir şey birşeye mâni olmuyor, umum eşyayı birtek şey gibi kolayca idare eden birtek Hâlık-ı Adl ve Hakîmin mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor.



Haşrin Mahkeme-i Kübrâsında, mizan-ı âzam-ı adaletinde cin ve insin muvazene-i a'mâllerini istib'âd edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu muvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istib'âdı kalmaz.



Ey israflı, iktisatsız, ey zulümlü, adaletsiz, ey kirli, nezafetsiz, bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisat ve nezafet ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, mânen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun.



Neye dayanıyorsun ki, umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?



Evet, ism-i Hakîmin cilve-i âzamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisat ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor, iktisadı emrediyor.



Ve ism-i Adlin cilve-i âzamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor. Sûre-i Rahmân'da,



“Göğü yükseltip aleme nizam ve ölçü verdi.” (Rahman Sûresi: 55:7)

“Ta ki adaletten ve dinin emirlerinden ayrılarak ölçüde sınırı aşmayın” (Rahman Sûresi: 55:8)

âyetindeki, dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden, dört defa mizan zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde, pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur. (Lemalar sh. 303)



Bediüzzaman Said Nursi



SÖZLÜK

MUHTELİF : Çeşitli. Farklı.

MUVÂZENE : Ölçülülük, dengeli olma; tartma, ölçme, düşünme, karşılaştırma.

ADL : Adâletli; Allah'ın isimlerinden.

KADÎR : Her şeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi Allah.

ZÂT-I ZÜLCELÂL : Celâl ve büyüklük sâhibi Cenab-ı Hak.

SEYYÂRÂT : Gezegenler. Bir yerde durmayıp yer değiştiren şeyler.

TEZYİD : Arttırma, çoğaltma.

TENKİS : Başaşağı etme. Noksan eksik

SEKENE : Sâkinler, kalanlar, oturanlar, meksûn olanlar.

NEBÂTÎ : Bitki cinsinden, bitkiye âit, yerden biten cinsten olan.

TÂİFE : Kavim, kabîle, takım, hususî bir sınıf meydana getiren insanlar.

TEVELLÜDÂT : Doğumlar.

VEFİYAT : Vefâtlar, ölümler.

İÂŞE : Geçindirmek, beslemek, yaşatmak.

ÂZÂ : Üye; organ, bedenin her bir uzvu.

MİZÂN : Terâzi, tartı, ölçü, denge.

TENÂSÜB : Uygunluk, uyma, tutma; yakınlaşma.

MUVÂZENE : Ölçülülük, dengeli olma; tartma, ölçme, düşünme, karşılaştırma.

BEDÂHET : Açıklık. Belli, açık.

SÂNİ : Herşeyi sanatla yaratan Allah.

HAKÎM : Herşeyi gaye ve faydalarla yaratan Allah.

MECRÂ : Suyun aktığı yol, kanal.

KÜREYVÂT : Mikroskobik hayvanlar, hücreler.

KÜREYVÂT : Mikroskobik hayvanlar, hücreler.

HAŞR : Yeniden dirilip toplanmak. ikinci diriliş.

MAHKEME-İ KÜBRÂ : En büyük mahkeme; âhirette kurulacak olan büyük mahkeme.

MUVÂZENE-İ A'MÂL : Amellerin tartılması.

İSTİB'ÂD : Uzaklaşma, uzak görme, ihtimal vermeme, olmayacak sanma

İSRAF : Boşyere harcama.

İKTİSAT : Tutum, biriktirme. Lüzumundan fazla veya noksan sarfiyattan kaçınma.

NEZÂFET : Temizlik.

BEDBAHT : Bahtsız, mutsuz, kötü, fenâ
CİLVE-İ ÂZAM : En büyük tecellî, görüntü.
 

harp

Well-known member
Risale-i Nur'daki şefkat, bizi siyasetten men etmiş
19 Ocak 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim

Bu defaki küçük müdafaatımda demiştim:

"Risale-i Nur'daki şefkat, hakikat, hak, bizi siyasetten men etmiş. Çünkü mâsumlar belâya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz." Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş'et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak; o hâlette o da ezlem olacak ve mağlûp kalacak.

Çünkü, mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde kalır.

Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimânesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

İşte, Kur'ân'ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.

Hem madem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Ve zahmet ise rahmete kalb oluyor. Elbette biz sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zarar ile, icbar ile sükûtumuzu bozdurmak ise, insafa, adalete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıttır, muhaliftir.

Hülâsa-i kelâm: Ehl-i hükûmetin ve ehl-i siyasetin ve ehl-i idarenin ve inzibatın ve adliye ve zabıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa, dünyada hiçbir hükûmetin müdafaa edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoşlanmadığı küfr-ü mutlak ve dehşetli bir tâun-u beşerî ve maddiyunluktan gelen zındıkanın taassubuyla, bir kısım gizli zındıklar şeytanetiyle bazı resmî memurları aldatarak evhamlandırıp, aleyhimize sevk etmek var. Biz de deriz:

Değil böyle bir kaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevk etseler, Kur'ân'ın kuvvetiyle, Allah'ın inâyetiyle kaçmayız. O irtidatkâr küfr-ü mutlaka ve o zındıkaya teslim-i silâh etmeyiz! (Şualar, 12. Şua)

Bediüzzaman Said Nursî

SÖZLÜK:

ASABİYET-İ UNSURİYE : Irkçılık damarı.
ASR : Yüzyıl
BELA : Musibetler. Afetler. Beliyyeler. Belâlar.
DALÂLET : Hak ve hakîkatten, dinden sapma, ayrılma; azma.
EHL-İ HAK : Hak yolda olanlar.
EŞEDD-İ İSTİBDAD : İstibdâdın, baskı ve keyfî idârenin en şiddetlisi.
EŞEDD-İ ZULÜM : Zulmün en şiddetlisi.
EVHAM : Olmayan birşeyi olur zannı ile meraklanmak, vehimler, kuruntular.
EZLEM : En zâlim.
GADDAR : Çok zâlim. Kahredici.
GAYRET-İ VATANİYE : Vatanı koruma gayreti, çabası.
HAKİKAT : Gerçek.
HAMİYET-İ MİLLİYE : Milletin hak, hukuk ve nâmusunu koruma konusunda gösterilen gayret ve titizlik.
HODGÂMLIK : Yalnızca kendini dert edinerek.
HULÂSA-İ KELÂM : Sözün özü.
İCBAR : Mecburi, zorlama.
İNÂYET : Yardım, lütuf.
İNZİBAT : Âsayiş, düzen ve rahatlık; sağlamlaşmak; polis vazifesini gören asker.
İRTİDATKÂR : Dinden çıkan.
İSTİBDÂDÂT-I ASKERİYE : Askerî baskı.
KABİR : Mezar.
KÁİDE-İ ZÂLÎMÂNE : Zâlimce kural, kaide.
KÜFR-Ü MUTLAK : Kesin ve tam bir inkâr.
MADDİYUNLUK : Maddiyunların mesleği. Maddecilik. Hiçbir müsbet delile dayanmıyan ve sadece maddeye istinad eden ve ruhâniyatı ve mâneviyatı inkâr edenlerin sapık inanışları.
MÂSUM : Günâhı, kötülüğü olmayan, suçsuz
MEDENİYET : Sosyal meselelerde, ilim, fen ve sanatta daha ileri gitmiş, gelişmiş cemiyet.
MEZKÛR : Sözü edilen, zikredilen, bahsedilen.
MUKABELE-İ BİLMİSİL : Aynıyle mukabele etmek, karşılık vermek.
MÜDÂFAÂT : Savunmalar.
NEŞ'ET : Çıkma, doğma, meydana gelme, kaynaklanma, yetişme.
SÜKÛT : Suskunluk, sessizlik.
ŞEFKAT : Karşılıksız, samimi sevgi besleme; başkasının kederiyle alâkalı olma, acıyarak merhamet etme.
ŞEYTÂNET : Şeytanlık.
TAARRUZ : Sataşmak, ilişmek, saldırmak.
TAASSUB : Şiddetli ve aşırı bağlılık.
TÂUN-U BEŞERÎ : İnsanlığın salgın hastalığı.
TEVEKKÜL : Sebeplere sarıldıktan sonra neticesini Allah'a bırakma, neticeye rıza gösterme.
ZINDIKA : Dinsizlik, inançsızlık.
 

harp

Well-known member
Sahabeler doğruluk için fedai oldular
20 Ocak 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim

İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mübarek parmaklarından suyun akması ve pek çok adama içirmesi mütevatirdir. Öyle bir cemaat nakletmiş ki, yalana ittifakları muhaldir. Şu mu’cize gayet katidir.
……………
Birinci Misal: Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha, Hazret-i Enes'ten nakl-i sahihle haber veriyorlar ki:

Hazret-i Enes diyor: Zevra nâm-mahalde, üç yüz kişi kadar, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. İkindi namazı için abdest almayı emretti. Su bulunmadı. Yalnız bir parça su emretti; getirdik. Mübarek ellerini içine batırdı. Gördüm ki, parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Sonra, bütün maiyetindeki üç yüz adam geldiler, umumu abdest alıp içtiler.

İşte, şu misali, Hazret-i Enes, üç yüz kişiyi temsil ederek haber veriyor. Mümkün müdür ki, o üç yüz kişi, şu habere mânen iştirak etmesinler; hem iştirak etmedikleri halde tekzip etmesinler?
İkinci Misal: Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Hazret-i Câbir ibni Abdullahi'l-Ensârî beyan ediyor: Biz, bin beş yüz kişi, gazve-i Hudeybiye'de susadık. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, kırba denilen deriden bir kap sudan abdest aldı, sonra elini içine soktu. Gördüm ki, parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Bin beş yüz kişi içip, kaplarını o kırbadan doldurdular.

Sâlim ibni Ebi'l-Ca'd, Câbir'den sormuş: "Kaç kişiydiniz?" Câbir demiş ki: "Yüz bin kişi de olsaydı, yine kâfi gelirdi. Fakat biz, on beş yüz (yani bin beş yüz) idik."

İşte, şu mucize-i bâhirenin râvileri, mânen bin beş yüz kadardırlar. Çünkü, fıtrat-ı beşeriyede, yalana yalan demek bir meyl-i arzusu vardır. Sahabeler ise, sıdk ve doğruluk için, can ve mal ve peder ve validelerini ve kavim ve kabilelerini feda edip, sıdk ve hak için fedai oldukları halde, hem "Benden bilerek yalan birşey haber veren, Cehennem ateşinden yerini hazırlasın" meâlindeki hadis-i şerifin tehdidine karşı, yalana mukabil sükût etmeleri mümkün değildir. Madem sükût ettiler; o haberi kabul ettiler, mânen iştirak edip tasdik ediyorlar demektir. (Mektubat, 19. Mektup)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:

BUHÂRÎ : (H. 194-256) Buharalı. Altıyüz bin hadisten seçilen 7275 hadis ile en sahih ve muteber olan Sahih-i Buharî adlı eserin sahibi.
CÂBİR-ÜL-ENSARÎ : Câbir Bin Abdullah El-Ensarî (R.A.) da denir. Meşhur sahabelerdendir. Bizzat Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) ilim ve feyiz almış ve zamanında Medine-i Münevvere'nin müftüsü olmuştur. En çok hadis rivayetiyle meşhur olan altı sahabeden biridir. 1540 hadis rivayet etmiştir. 19 gazada hazır bulunmuştur. Hicri 73 tarihinde 94 yaşında Medine-i Münevvere'de vefât etmiştir. Akabe biatinde bulunan 70 Ensar'dan Medine'de en son vefat eden bu zattır.
FEDÂİ : Fedâkâr, kendini bir hizmete adayan.
FITRAT-I BEŞER : İnsanın yaratılışı, huyu.
GAZVE-İ HUDEYBİYE : Hudeybiye Savaşı.
İŞTİRAK : Ortaklık, katılma.
İTTİFÂK : Birleşme. Söz birliği etme.
KABÎLE : Birlikte yaşayan, konup göçen, bir sülâleden gelen insanlar.
KAVİM : Millet, aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan insan topluluğu.
KIRBA : (C.: Kıreb-Kırebat) Saka tulumu. Deriden su kabı.
KÜTÜB-Ü SÂHİHA : Doğruluğu ispatlanmış kitaplar.
MAHAL : Yer.
MAİYET: Emri altındakiler
MEÂLÎ : Kısaca mânasına ait.
MEYL : Ortadan bir tarafa eğik olmak. * İstek. Yönelme. Arzu.
MİSÂL : Benzer, örnek.
MU'CİZE : Benzerini yapmaktan insanların âciz kaldığı şey.
MU'CİZE-İ BÂHİRE : Büyük ve ap açık mu'cize.
MUHÂL : İmkânsız; olması mümkün olmayan.
MUKABİL : Karşı, karşılık olarak, bedel.
MÜBÂREK : Bereketlenmiş, uğurlu, hayırlı.
MÜSLİM : Hicri 204-261, Miladi 820-875 yılları arasında yaşamıştır. Hadis âlimidir. İçinde 2775 sahih hadis bulunan ve 15 senede vücuda getirdiği Sahih-i Müslim adlı eserin sahibidir.
MÜTEVÂTİR : Yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun naklettiği haber.
NAKLEN : Nakil yoluyla. Anlatmak veya hikâye etmek suretiyle.
NAKL-İ SAHİH : İçinde yalan yanlış olmayan doğru nakil, rivâyet.
NÂM : İsim, ün, şan.
PEDER : Baba.
RÂVİ : Rivâyet eden, nakleden.
SIDK : Doğruluk.
SÜKÛT : Suskunluk, sessizlik.
TASDİK : Onaylama, doğrulama.
TEKZİB : Yalanlamak, bir işe inanmayıp inkâr etmek, yalan olduğunu söylemek.
TEMSİL : Örnek, birşeyin aynısını veya mislini yapma, benzetme.
VÂLİDE : Anne.
ZEVRA' : Bir yer adı
 

harp

Well-known member
Yıldızlar Senin varlığına şehadet eder
21 Ocak 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim

Yâ İlâhî! Ve yâ Rabbî!

Ben, îmânın gözüyle ve Kur'ân'ın tâlimiyle ve nûruyla ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dersiyle ve ism-i Hakîmin göstermesiyle görüyorum ki:

Semâvâtta hiçbir deverân ve hareket yoktur ki, böyle intizâmıyla Senin mevcudiyetine işaret ve delâlet etmesin.

Ve hiçbir ecrâm-ı semâviye yoktur ki, sükûtuyla, gürültüsüz vazife görerek, direksiz durmalarıyla Senin rubûbiyetine ve vahdetine şehâdeti ve işareti olmasın.

Ve hiçbir yıldız yoktur ki, mevzun hilkatiyle, muntazam vaziyetiyle ve nûrânî tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümâselet ve müşâbehet sikkesiyle, Senin haşmet-i ulûhiyetine ve vahdâniyetine işaret ve şehâdette bulunmasın.

Ve on iki seyyâreden hiçbir seyyâre yıldız yoktur ki, hikmetli hareketiyle ve itaatli musahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle Senin vücûb-u vücuduna şehâdet ve saltanât-ı ulûhiyetine işaret etmesin.

Evet, gökler sekeneleriyle, herbiri tek başıyla şehâdet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, derece-i bedâhette-ey zemin ve gökleri yaratan Yaratıcı!

Senin vücûb-u vücuduna öyle zâhir şehâdet-ve ey zerrâtı, muntazam mürekkebâtıyla tedbîrini gören ve idâre eden ve bu seyyâre yıldızları manzum peykleriyle döndüren, emrine itaat ettiren!-Senin vahdetine ve birliğine öyle kuvvetli şehâdet ederler ki, göğün yüzünde bulunan yıldızlar sayısınca nûrânî bürhanlar ve parlak deliller, o şehâdeti tasdik ederler.

Hem bu sâfî, temiz, güzel gökler, fevkalâde büyük ve fevkalâde süratli ecrâmıyla, muntazam bir ordu ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir saltanat donanması vaziyetini göstermek cihetiyle, Senin rubûbiyetinin haşmetine ve her şeyi îcad eden kudretinin azametine zâhir delâlet;
ve hadsiz semâvâtı ihâta eden hâkimiyetinin ve herbir zîhayatı kucağına alan rahmetinin hadsiz genişliklerine kuvvetli işaret; ve bütün mahlukat-ı semâviyenin bütün işlerine ve keyfiyetlerine taallûk eden ve avucuna alan, tanzim eden ilminin her şeye ihâtasına ve hikmetinin her işe şümûlüne şüphesiz şehâdet ederler. Ve o şehâdet ve delâlet o kadar zâhirdir ki, güyâ yıldızlar, şâhit olan göklerin şehâdet kelimeleri ve tecessüm etmiş nûrânî delilleridirler.

Hem, semâvât meydanında, denizinde, fezâsındaki yıldızlar ise, mutî neferler, muntazam sefîneler, hârika tayyâreler, acâip lâmbalar gibi vaziyetiyle, Senin saltanât-ı ulûhiyetinin şâşaasını gösteriyorlar.

Ve o ordunun efrâdından bir yıldız olan güneşimizin seyyârelerinde ve zeminimizdeki vazifelerinin delâlet ve ihtârıyla, güneşin sâir arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret âlemlerine bakarlar ve vazifesiz değiller; belki bâkî olan âlemlerin güneşleridirler. (Lealar, Münacat)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:

DELÂLET : Delil olmak, yol göstermek, doğru yolu bulmakta insanlara yardım etmek.
DERECE-İ BEDÂHET : Ap açık olmanın derecesi.
DEVERAN : Dönmek, dolaşmak, devretmek.
ECRÂM : Cansız maddeler, yıldızlar.
ECRÂM-I SEMÂVİYE : Gök cisimleri, yıldızları, kütleleri.
EFRÂD : Fertler, şahıslar.
FEVKALÂDE : Olağanüstü.
FEZÂ : Yıldızlar arasındaki geniş boşluk, uzay, gökyüzü.
HAKÎM : Herşeyi gaye ve faydalarla yaratan Allah.
HAŞMET-İ ULÛHİYET : İlâh olmanın ihtişâmı, büyüklüğü.
HEYET-İ MECMUA: Tolu olarak.
HİLKAT : Yaratılış, doğuştan gelen vasıf.
İCAD : Yoktan yaratmak.
İHÂTA : İçine alma; tam kavrama; kuşatmak.
İNTİZAM : Tertib, düzen, nizam üzere olmak.
İŞARET : Bir şeyi bir vasıta ile (el, göz, kaş veya parmakla) göstererek bildirmek.
KEYFİYET : Durum, esas, içyüz, bir şeyin nasıl olduğu ciheti, kalite.
MAHLÛKÁT-I SEMÂVİYE : Göğe ait yaratılmışlar.
MEVCUDİYET : Varlık, var olma.
MEVZUN : Ölçülü, vezinli, tartılı, düzgün.
MUNTAZAM : Düzene girmiş, intizamlı.
MUSAHHARİYET : Musahhar oluş, emre boyun eğdirme.
MUTÎ : Söz dinleyen, itaat eden.
MÜMASELET : Benzeyiş, şekil ve sûretce birbirine benzeme.
MÜREKKEBÂT : Birkaç maddeden, elemandan yapılmış olan.
MÜŞÂBEHET : Benzeme, benzeyiş.
NEFER : Asker, er.
NÛRÂNÎ : Nûrlu, ışıklı, aydınlık.
PEYK : Uydu. Bir şeye bağlı.
RUBÛBİYET : Cenâb-ı Hakkın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altında bulundurması vasfı.
SEFİNE : Gemi.
SEKENE : Sâkinler, kalanlar, oturanlar, meksûn olanlar.
SEMÂVÂT : Gökler.
SEYYARE : Gezegen. Bir yerde durmayıp yer değiştiren; sâbit ve devamlı olmayan.
SİKKE : Damga; nereye ve kime âit olduğunun bilinmesi için konulan mühür.
SÜKÛT : Suskunluk, sessizlik.
ŞEHÂDET : Şâhitlik; Allah tarafından Peygamberimize bildirilen herşeyi kabul ve tasdik etme.
ŞÜMÛL : Kaplamak, içine almak.
TAALLÛK : Bağlılık, münâsebet; alâkalı oluş; âit olma.
TÂLİM : Öğretme, yetiştirme, eğitme.
TAYYÂRE : Uçak.
TECESSÜM : Cisimleşme, maddeleşme.
TEDBÎR : İdâre etme, evirip çevirme.
VAHDÂNİYET : Allah'ın tek ve benzersiz olup, kusur ve noksanlardan uzak olması.
VAHDET : Birlik.
VÜCÛB-U VÜCUD : Varlığı gerekli olmak, olmaması imkânsız olmak, varlığı zarurî ve vacib olmak, vazgeçilmez olmak.
ZÂHİR : Görünen, açık, dış yüz.
ZERRÂT : Atomlar, zerreler.
 

harp

Well-known member
Ey hasta! Senin hakkın şikayet değil şükürdür
23 Ocak 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim

DÖRDÜNCÜ DEVÂ

Ey şekvâcı hasta! Senin hakkın şekvâ değil, şükürdür, sabırdır. Çünkü senin vücudun ve âzâ ve cihazatın, senin mülkün değildir.

Sen onları yapmamışsın, başka tezgâhlardan satın almamışsın. Demek başkasının mülküdür. Onların mâliki, mülkünde istediği gibi tasarruf eder.

Yirmi Altıncı Sözde denildiği gibi, meselâ gayet zengin, gayet mâhir bir san'atkâr, güzel san'atını, kıymettar servetini göstermek için, miskin bir adama modellik vazifesini gördürmek maksadıyla, bir ücrete mukabil, bir saatçik zamanda, murassâ ve gayet san'atlı diktiği bir gömleği, bir hulleyi o fakire giydirir. Onun üstünde işler ve vaziyetler verir.

Harika envâ-ı san'atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese: "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla verdiğin vaziyetten bana sıkıntı veriyorsun. Beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun" demeye hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsızlık ettin" diyebilir mi?

İşte, aynen bu misal gibi, Sâni-i Zülcelâl sana, ey hasta, göz, kulak, akıl, kalb gibi nuranî duygularla murassâ olarak giydirdiği cisim gömleğini, Esmâ-i Hüsnâsının nakışlarını göstermek için, çok hâlât içinde seni çevirir ve çok vaziyetlerde seni değiştirir.

Sen açlıkla onun Rezzâk ismini tanıdığın gibi, Şâfî ismini de hastalığında bil. Elemler, musibetler bir kısım esmâsının ahkâmını gösterdikleri için, onlarda hikmetten lem'alar ve rahmetten şuâlar ve o şuâât içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş ve nefret ettiğin hastalık perdesi arkasında sevimli, güzel mânâları bulursun. (Lemalar, 25. Lema, 4. Deva)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:

AHKÂM : hükümler, kanunlar, nizamlar, prensipler.
ÂZÂ : Üye; organ, bedenin her bir uzvu.
DEVÂ : İlâç, çare.
ELEM : Ağrı, acı, keder, dert, gam, kaygı.
ENVÂ-I SAN'AT : Çeşitli sanatlar.
ESMÂ : Adlar, nâmlar, isimler.
ESMÂ-İ HÜSNÂ : Allah'ın güzel isimleri.
HÂLÂT : Hâller, durumlar, keyfiyetler.
HİKMET : Felsefe, ilim; gayeli olma, faydalılık.
HULLE : Pahalı elbise, Cennet giysisi.
İNSAF : Merhamet ve adâlet dâiresinde hareket, hakîkatı kabûl ve itiraf.
LEM'A : Parıltı.
MÂHİR : Hünerli, sanatkâr, becerikli.
MÂLİK : Sahip olan, mülk sahibi; Allah
MERHAMET : Acımak, şefkat göstermek; korumak, iyilik etmek; esirgemek.
MİSKİN : Zavallı, uyuşuk, tembel.
MUKABİL : Karşı, karşılık olarak, bedel.
MURASSÂ : Kıymetli taşlarla, sırmalarla süslenmiş.
MUSÎBET : Belâ, felâket, hastalık, dert, sıkıntı, ezâ, başa gelen acı durumlar.
REZZÂK : Bütün yaratılmışların rızkını veren ve ihtiyaçlarını karşılayan Allah.
SÂNİ-İ ZÜLCELÂL : Sonsuz büyüklük sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah.
ŞÂFÎ : Şifâ veren Allah.
ŞEKVÂ : Şikâyet etmek, sızlanmak.
ŞUÂ : Bir ışık kaynağından uzanan ışık hüzmesi.
ŞUAÂT : Işık demetleri, parıltılar, nurlar, ışıklar.
TASARRUF : Birşeyin sahibi olup, idâre etme, mülkünü istediği gibi kullanma.
TEVAHHUŞ : Korkma, ürkme, vahşete düşme, kaçma, çekinme.

Yorum Ekle
 

harp

Well-known member
Biri de ömür ve yaşayıştır. Bunun da hududu tayin edilmiştir; ne ileri, ve ne de geri bir adım atılamaz. Bunun için elem çekme, mahzun olma. Tahammülünden âciz, tâkatinden hariç olduğun tûl-i emel yükünü yüklenme.

Biri de vücuttur. Vücut zaten senin mülkün değildir. Onun mâliki ancak Mâlikü’l-Mülktür. Ve senden daha ziyade senin vücuduna şefkatlidir. Binaenaleyh, Mâlik-i Hakikînin daire-i emrinden hariç o vücuda karıştığın zaman zarar vermiş olursun: ümitsizliği intaç eden hırs gibi.

Biri de belâ ve musibetlerdir. Bunlar zâildir, devamları yoktur. Zevalleri düşünülürse, zıtları zihne gelir, lezzet verir.

Biri de, sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mûcidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. Çünkü, feda etmediğin takdirde, ya bâd-ı hevâ zâil olur, gider, veya Onun malı olduğundan, yine Ona rücû eder.

Eğer vücuduna itimad edersen, ademe düşersin. Çünkü ancak vücudun terkiyle vücut bulunabilir. Ve keza, vücuduna kıymet vermek fikrinde isen, o vücuttan senin elinde ancak bir nokta kalabilir. Bütün vücudun cihât-ı erbaasıyla ademler içerisinde kalır. Amma, o noktayı da elinden atarsan vücudun tam mânâsıyla nurlar içinde kalır.

Biri de, dünyanın lezzetleridir. Bu ise, kısmete bağlıdır. Talebinde kalâka düşer. Ve sür’at-i zevali itibarıyla, aklı başında olan, onları kalbine alıp kıymet vermez.

Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasının âkıbetini küfür sâikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezâiz evlâdır. Çünkü, o lezâizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden, adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mer’ayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musâb olan bir koyun, lisan-ı haliyle, “Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faidemizi düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim” diye kendisi döner, sürü de döner.

Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına mâruz kaldığın zaman, 1 اِنَّا ِللهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ söyle ve merci-i hakikîye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kalbin umûr-u dünyeviye ile kasden iştigal etmek için yaratılmış olmadığı şöylece izah edilebilir:

Görüyoruz ki, kalb, hangi birşeye el atarsa, bütün kuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır. Büyük bir ihtimamla eline alır, kucaklar. Ve ebedî bir devam ile, onunla beraber kalmak istiyor. Ve onun hakkında tam mânâsıyla fena olur. Ve en büyük ve en devamlı şeylerin peşindedir, talebindedir. Halbuki umur-u dünyeviyeden herhangi bir emir olursa, kalbin istek ve âmâline nazaran bir kıl kadardır. Demek kalb, ebedü’l-âbâda müteveccih açılmış bir penceredir; bu fâni dünyaya razı değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân, semâdan nâzil olmuştur. Ve onun nüzûlüyle semâvî bir mâide ve bir sofra-i İlâhiye de nâzil olmuştur. Bu mâide, tabakat-ı beşerin iştiha ve istifadelerine göre ayrılmış safhaları hâvidir.
 

harp

Well-known member
Zalim ve vicdansız bir adama karşı…
24 Ocak 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını katî ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşî zalimin ayağını öpse, o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür.

Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur.

Hem o canavar, vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşcî eder.

Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse, kalbini ve ruhunu kurtarır, cesed-i bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!

Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul'u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü'l-Hikmeti'l-islâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: "Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar."

Ben dedim: "Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!" demiştim. (Mektubat sh. 405)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:
ÂZÂ : Üye; organ, bedenin her bir uzvu.
CESED : Ten, gövde, vücut, beden. Ruhsuz vücud.
DAİRE-İ DİNİYE : Dinî daire. Diyanet işleri dairesi
DÂRÜ'L-HİKMETİ'L-İSLÂMİYE : 1918-1922 yılları arasında büyük hizmetler yapmış olan İslâm Akademisi veya Yüksek İslâm Şûrası mânâsındaki dinî müessese.
HAYÂSIZ : Utanmayan. Arlanmayan, arsız
HAYSİYET : İtibâr, değer, şeref, kıymet, derece, mertebe; cihet, bakım
HENGÂM : An, zaman, vakit, sıra, çağ.
İHÂNET : Hainlik. Kıymet vermemek.
İSTİLÂ : Kaplama, yayılma, ele geçirme.
İZZET : Şeref, üstünlük; değer, kıymet, yeterlilik.
KATÎ : Kesin.
LÂYIK : Yakışır ve yaraşır. Uygun, münasib ve muvafık.
MAĞRURÂNE : Gururlanarak.
MAHV : Harab olma. Yıkılma. Ortadan kaldırma.
MAZLUM : Zulme uğrayan.
MERHAMET : Acımak, şefkat göstermek; korumak, iyilik etmek; esirgemek.
MEŞİHÂT-I İSLÂMİYE : İslâmın ilmî meseleleri ile uğraşan devlet dairesi.
MÜKERRER : Birçok kere tekrarlanmış.
MÜŞFİK : Şefkatli.
SÂDIK : Doğru, bağlı.
SÛRET : Resim, şekil, görünüş; tarz, üslûp, cihet.
ŞEHÎD-İ MAZLUM : Zulme uğrayarak şehid olan.
TAHKİR : Hakaret etme, horlamak, aşağılamak
TAHRİB : Yıkma, harap etme, bozma.
TEŞCÎ : Cesâret verme, şecaatlandırma.
VAHŞÎ : Medenî olmayan, insanlardan kaçan, ehlî ve alışık olmayan, merhametsiz.
VİCDÂNSÛZ : Vicdanen sıkıntı, ıztırap ve keder veren.
ZAAF : Zayıflık, iktidarsızlık, kudretsizlik.
ZÂLİMÎN : (Zâlim. C.) Zâlimler, zulmedenler.
ZİLLET : Aşağılık, horluk, alçaklık.
 

harp

Well-known member
Hayat, birlik ve beraberliğin neticesidir
25 Ocak 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim

Azîz, sıddîk, çalışkan kardeşim,

Senin gördüğün vazife-i Kuraniyenin hepsi mübarektir. Cenab-ı Hak sizi muvaffak etsin, fütûr vermesin, şevkinizi arttırsın. Uhuvvet için bir düstur beyan edeceğim; o düsturu cidden nazara almalısınız.

Hayat, vahdet ve ittihâdın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihat gittiği vakit, mânevî hayat da gider. “İhtilâfa düşmeyin; sonra cesâretiniz kırılır kuvvetiniz de elden gider.” (Enfâl Sûresi: 46.) işaret ettiği gibi, tesânüd bozulsa, cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki, üç elif ayrı ayrı yazılsa, kıymeti üçtür, tesânüd-ü adedî ile içtimâ etse, yüz on bir kıymetinde olduğu gibi; sizin gibi üç dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve taksimü'l-a'mâl olmamak cihetiyle hareket etse, kuvvetleri üç dört adam kadardır. Eğer hakîki bir uhuvvetle, birbirinin fazîletleriyle iftihar edecek bir tesânüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefânî sırrıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetindedirler.

Sizler koca Isparta'yı değil, belki büyük bir memleketi tenvir edecek elektriklerin makinistleri hükmündesiniz. Makinenin çarkları birbirine muâvenete mecburdur. Hem, birbirini kıskanmak değil, belki, bilâkis birbirinin fazla kuvvetinden memnun olurlar. Şuurlu farz ettiğimiz bir çark, daha kuvvetli bir çarkı görse memnun olur. Çünkü, vazifesini tahfıf ediyor. Hak ve hakîkatin, Kur'ân ve îmânın hizmeti olan büyük bir hazîne-i âliyeyi omuzlarında taşıyan zâtlar, kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnettar olur, şükreder. Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler kardaşlarınızdan hariç dairelerde çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telâkkî ediyorum. Siz de üstâdınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Âdetâ, her biriniz ötekinin fazîletlerine nâşir olunuz. (Barla Lâhikası)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:

CİDDEN : Şaka olmayarak. Gerçekten. Ciddi olarak.
DÜSTUR : Kaide, prensip, ölçü, ayar.
FÂZÎLET : Değer; meziyet, ilim, îmân ve irfan itibâriyle olan yüksek derece.
FÜTUR : Yeis. Ümidsizlik. Usanç. * Zaaf. * Keder, gam. * Gevşeklik.
HÂDİM-İ HAK : Hakkın hizmetçisi.
HAZÎNE-İ ÂLİYE : Yüksek, büyük, zengin hazine.
İFTİHÂR : Övünme; başkasının iyi bir hâli ile sevinme.
İMTİZAÇ: Kaynaşma
İTTİHAD : Birleşmek, birlik, aynı fikirde olmak. Beraber olmak.
MEZİYET : İyi ve doğru hareket; üstünlük vasıfları.
MİNNETTAR : İyilik yapan birisine karşı teşekkür duygusu içinde olan.
MUÂVENETE : Yardım etmeye.
MUVAFFAK : Başarılı.
MÜBÂREK : Bereketlenmiş, uğurlu, hayırlı.
NÂŞİR : Neşreden, yayan.
NAZARA : Dikkatli bakış. Dikkate alın.
ŞUUR : Anlayış, idrâk, bilme, farkına varma.
TAHFİF : Hafifleştirme; kolaylaştırma, hafife alma.
TAKSİMÜ'L-Â'MAL : Vazife bölümü, iş bölümü.
TEFÂNÎ : Fikrî ve ahlâkî kaynaşmak, birbirine fani olmak kardeşinin meziyet ve hissiyatını fikren yaşamak.
TELÂKKÎ : Anlama, anlayış, kabul etme.
TENVİR : Nurlandırma, aydınlatma.
TESÂNÜD : Dayanışma, birbirini destekleme.
TESÂNÜD-Ü ADEDÎ : Sayıların yanyana gelmesi.
UHUVVET : Kardeşlik, din kardeşliği, samîmi dostluk.
VAHDET : Birlik.
VAZİFE-İ KUR'ÂNİYE : Kıymetli ve kusursuz Kur'ân hizmeti, vazifesi.
ZÂT : Kendi, aslı.Tekil şahıs
 

harp

Well-known member
Tarafgirlik ve inat, ehl-i İmana yakışır mı?
26 Ocak 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
İşte, ey mü'minler! Ehl-i İmân aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz?
Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?
O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kalen, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.
Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: "Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır."
Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: "Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır."
Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı "Mü'minler ancak kardeştirler." (Hucurat Sûresi: 49:10.) kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.
Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, "Mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan binâ gibidir." (Buharî) düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyevîden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.
Bediüzzaman Said NURSİ
SÖZLÜK:
ADÂVETKÂRANE : Düşmancasına.
ÂHİRZAMAN : Dünyanın son zamanı ve son devresi.
ÂLEM : Dünya, kâinat,evren.
AŞÎRET : Kabîle, oymak, ortak yönleri olan topluluk,
BAHANE : Yalandan özür.
BEŞERİN: İnsanî, insanların
DECCAL : Kıyâmet kopmadan önce gelen, İslamiyeti ortadan kaldırmaya çalışan, dinlere savaş açan, yalancı, aldatıcı, hilekâr kimse.
EHÂDİS-İ ŞERİFE : Peygamberin (a.s.m.) sözleri, hareketleri ve hâllerini bildiren hakikatler.
EHL-İ DALÂLET : Doğru ve hak yoldan sapanlar, îmân ve İslâmdan çıkmış olanlar.
EHL-İ ÎMÂN : Hakkı kabul ve tasdik etmiş olanlar, dînin bütün hakîkatlerini kabul edenler, îmân sahipleri.
EHVÂL : Haller, durumlar.
EŞHÂS-I MÜTHİŞE-İ MUZIRRA : Müthiş zararlı şahıslar.
GARAZKÂRÂNE : Garaz edercesine, kin besleyerek.
HARÎM-İ İSLÂM : İslâm'ın mukaddes yerleri, mukaddes belde.
HİLÂF-I MASLAHAT-I İSLÂMİYE : İslâmın huzur ve barış anlayışına aykırı.
HİLÂF-I VİCDAN : Vicdana aykırı.
İLHAD : Dinsizlik, îmânsızlık.
İSTİFÂDE : Yararlanma, faydalanma.
MESÂİB : Musibetler, felâketler, sıkıntılar.
MÜDÂFAA : Savunma.
NEV'-İ BEŞER : İnsanlar, beşer nev'i.
NİFAK : Dıştan Müslüman göründüğü halde inanmamak, ikiyüzlülük, dinde riyâ.
SİPER : Arkasında saklanılan şey. Sığınak.
SÜFYAN : Ahirzamanda geleceği ve islâm dinini yıkmak için çalışacağı sahih hadislerde haber verilen dinsiz ve münâfık bir şahıs.
ŞİKAK : Nifak, ikilik, ittifaksızlık.
TARAFGİRLİK : Taraf tutmak.
TECÂVÜZ : Haddini aşma; söz veya hareketle ileri gitme, saldırma.
TESÂNÜD : Dayanışma, birbirini destekleme.
TESHİL : Kolaylaştırma.
UHUVVET-İ İSLÂMİYE : İslâm kardeşliği.
ZINDIKA : Dinsizlik, inançsızlık.



icon_comment.gif
 

harp

Well-known member
Paslanmış bir elmas, parlak camdan üstündür
27 Ocak 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Dedi: "İslâm parça parça olmuş."
Dedim: "Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim alıyor. İlâ âhir...
"Yahu, şu asılzade evlât, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle, kader-i Ezelînin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir."
İşte hikâyemin yarısı bu kadar...
Neme lâzım ve nefsî nefsî dediren halet-i ruhiyeyi, bir temsille beyan edeceğim.
Felekzede, perişan, fakat asîl bir aşiretten bir cesur adamla, talihi yaver, feleği müsait, diğer bir aşiretten bir korkakla bir yerde rastgelirler. Müfahare, münazara başlar.
Evvelki adam başını kaldırır, aşiretinin zelil olduğunu görür, izzet-i nefsine yediremez. Başını indirir, nefsine bakar, bir derece ağır görür. Eyvah, o vakit "Neme lâzım, işte ben, işte ef'âlim" gibi şahsiyatla yaralanmış gururu feryada başlar. Veyahut o aşiretten çekilip veya asılsızlık gösterip, başka aşirete intisap eder.
İkinci adam başını kaldırdıkça aşiretinin mefahiri gözünü kamaştırır, hiss-i gururunu kabartır. Nefsine bakar, gevşek görür. İşte o vakit, hiss-i fedakârî fikr-i milliyet uyanır! "Aşiretime kurban olayım" der.
Eğer bu temsilin remzini anladınsa, şu müsabaka ve mücadele meydanı olan bu cihan-ı ibrette, bir müslim, meselâ bir Hıristiyan veya bir Kürt, bir Rum ile mânen hissiyatları mübareze-i hamiyette mukabele ve muvazeneyle tezahür etse, temsilin sırrını göreceksin. Lâkin şu tefavüt, herkesin zannettiği gibi değildir. Belki zahirperestlik ve sathîlik ve galat-ı histen gelmiştir.
Ey Müslüman, aldanma, başını indirme! Paslanmış bîhemtâ bir elmas, daima mücellâ cama müreccahtır. Zahiren olan İslâmiyetin zaafı, şu medeniyet-i hazıranın, başka dinin hesabına hizmet etmesidir. Halbuki şu medeniyet suretini değiştirmesi zamanı hulûl etmiştir.
Suret değişirse, kaziye bilâkis olur. Nasıl şimdiye kadar bidayetinde söylenildiği gibi, nerede Müslüman varsa, Hıristiyana nispeten bedevî, medeniyete karşı müstenkif ve soğuk davranır ve kabulünde ıstırap çeker, suret değişse başkalaşır. (Sünuhat)
"Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır." İnşirah Sûresi: 94:6.
"Her gelecek şey yakındır." İbni Mâce, Mukaddeme:7.
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ÂFÂK-I KEMÂLÂT : Olgunluk, mükemmellik ufukları, dereceleri.
ASİLZÂDE : Sülâlesi ve âilesi şerefli, temiz ve asil olan.
ASL : Temel, esas, kök.
AŞÎRET : Kabîle, oymak, göçebe hâlinde yaşayan çoğunlukla bir soydan gelen insanlar.
BAHADIR : Kahraman, cesur, yiğit.
BİDÂYET : Başlangıç, baş.
BÎHEMTA : Eşsiz, dengi olmayan, benzersiz.
CİHAN-I İBRET : İbret dünyası.
EF'ÂL : Fiiller, hareketler.
EVVEL : İlk. Önceki
FELEK : Gök, gök katı, dünya, âlem.
FELEKZEDE : f. Feleğin kahrına uğramış, tâlihsiz.
FERYÂD : Bağırıp çağırmak, yüksek sesle medet istemek.
FİKR-İ MİLLİYET : Milliyetçilik fikri, düşüncesi.
GALAT-I HİS : His yanılması, yanlış duygu.
HÂLET-İ RUHİYE : İnsanın ruh hâleti, manevi ve iç durumu.
HİKMET-İ EZELİYE : Kur'ân-ı Kerim'in verdiği ilim, bilgi.
HİSS-İ FEDAKARİ : Fedakarlık duygusu.
HİSS-İ GURUR : Gurur duygusu.
HULÛL : Geçmek, nüfuz etmek, girmek, dahil olmak.
İNAD : Israr, muannidlik, ayak direme, dediğinden vazgeçmeme.
İNTİSAB : Bağlanma, emrine girme, mâiyetine girme.
İZZET-İ NEFİS : Şahsiyet, izzet ve namus sahibi kimselerin mizâcında, karakterinde bulunan tavizsiz duygu.
KAZİYE : Hüküm, karar, fikir.
MAHDÛM : Evlât, oğul. Kendisine hizmet edilen. Efendi.
MEFÂHİR : İftihar edilecek, övünülecek şeyler.
MEKTEB-İ HARBİYE : Harb okulu.
MEKTEB-İ İDÂDÎ : Osmanlılarda lise mektebi.
MEKTEB-İ MÜLKİYE : Siyasal bilgiler fakültesi.
MUKABELE : Karşılık, karşılamak.
MUVÂZENE : Ölçülülük, dengeli olma; tartma, ölçme, düşünme, karşılaştırma.
MÜBÂREZE-İ HAYAT : Hamiyet yarışı, gayret yarışı.
MÜCELLÂ : Parlak, parıldayan, cilalı,
MÜRECCAH : Daha üstün kabul edilen, tercih edilen.
MÜSÂBAKA : Yarışma.
MÜSÂİD : Uygun. İzin veren.
MÜSTAİD : Kabiliyetli kimse. Zeki ve akıllı.
MÜSTENKİF : Geri duran, çekinen, kaçınan.
NEFSÎ NEFSÎ : "Benim nefsim", "nefsim nefsim" mânâsına yalnız kendini düşünmeyi ve kendisiyle olan alâkayı ifâde eden bir tâbir.
NEV'-İ BEŞER : İnsanlar, beşer nev'i.
PEDER : Baba.
REMZ : İşâret, işâret etmek.
SATHÎ : Yüzeysel Derinliğine dalmadan, görünüşe göre, üst kısım, satıhta.
SIRR : Gizli hakikat.
ŞAHSİYÂT : Kişinin kendine ait sözleri, düşünceleri.
ŞEHÂDETNÂME : İzin kağıdı. Diploma.
TÂLİ'İ YAVER : Bahtlı, kısmetli
TEFÂVÜT : Farklılık, iki şey arasındaki fark. Uygunsuzluk.
TEMEVVÜC : Dalgalanma.
TEZÂHÜR : Görünme, belirme, ortaya çıkma.
VELED : Çocuk, evlât, erkek çocuk.
ZÂHİRPEREST : Dış görünüşe ehemmiyet veren.
ZELİL : Hor, hakir, alçak. Aşağı tutulan.



icon_comment.gif
 

harp

Well-known member
İbadetin şahsî kemâlâta sebep olduğunun izahı:

İnsan, cismen küçük, zayıf ve âciz olmakla beraber, hayvanattan addedildiği halde, pek yüksek bir ruhu taşıyor. Ve pek büyük bir istidada mâliktir. Ve hasredilmeyecek derecede meyilleri vardır. Ve gayr-ı mütenahi emeller sahibidir ve addedilemez fikirleri vardır. Ve gayr-ı mahdud şeheviye ve gadabiye gibi kuvveleri vardır. Ve öyle acaip bir yaratılışı vardır ki, sanki bütün envâ ve âlemlere fihriste olarak yaratılmıştır.

İşte, böyle bir insanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir. İstidatlarını inkişaf ettiren, ibadettir. Meyillerini temyiz ve tenzih ettiren, ibadettir. Emellerini tahakkuk ettiren, ibadettir. Fikirlerini tevsi’ ve intizam altına alan, ibadettir. Şeheviye ve gadabiye kuvvelerini had altına alan, ibadettir. Zahirî ve bâtınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden, ibadettir. İnsanı, mukadder olan kemâlâtına yetiştiren, ibadettir. Abd ile Mâbud arasında en yüksek ve en lâtif olan nisbet, ancak ibadettir. Evet kemâlât-ı beşeriyenin en yükseği, şu nisbet ve münasebettir.

İhtar: İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faideler, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.

Kur’ân-ı Kerim vakta ki 1 يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا …ilh. emriyle insanları ibadete dâvet etti; sanki lisan-ı hal ile “Niçin ibadet yapalım? İlleti nedir?” diye sorulan suali, Kur’ân-ı Kerim 2 رَبَّكُمُ اَلَّذِى خَلَقَكُمْ cümleleriyle cevaplandırmak üzere Sâniin vücud-u vahdetine dair burhanları zikretmeye başladı.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : “Ey insanlar! Rabbinize ibadet ediniz.” Bakara Sûresi, 2:21.
2 : “Sizi yaratan Rabbinize.” Bakara Sûresi, 2:21.Mukaddeme

Ateşin dumana olan delâleti gibi, müessirden esere yapılan istidlâle “burhan-ı limmî” denildiği gibi; dumanın ateşe olan delâleti gibi eserden müessire olan istidlâle de “burhan-ı innî” denir. Burhan-ı innî, şüphelerden daha salimdir.

Bu âyetin, Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır. Menfaatlerden, maslahatlardan bahseden bütün âyât-ı Kur’âniye, bu nizam üzerine yürüyor ve bu nizamın tecellîsine mazhardır. Binaenaleyh, bütün mesalihin, fevaidin ve menafiin mercii olan ve kâinata hayat veren bir nizam, elbette ve elbette bir Nâzımın vücuduna delâlet ettiği gibi, o Nâzımın kast ve hikmetine de delâlet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder.

Ey insan! Eğer senin fikrin, nazarın, şu yüksek nizamı bulmaktan âciz ise ve istikrâ-i tâm ile, yani umumî bir araştırma ile de o nizamı elde etmeye kàdir değilsen, insanların telâhuk-u efkâr denilen fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünun ile kâinata bak ve sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin.

Evet, kâinatın herbir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiş veya etmektedir. Fen ise kavaid-i külliyeden ibarettir. Kaidenin külliyeti ise, nizamın yüksekliğine ve güzelliğine delâlet eder. Zira nizamı olmayanın, külliyeti olamaz. Meselâ, “Her âlimin başında beyaz bir amâme var.” Külliyetle söylenilen şu hüküm, ulema nev’inde intizamın bulunmasına bakar. Öyleyse, umumî bir teftiş neticesinde fünun-u kevniyeden herbirisi, kaidelerinin külliyetiyle kâinatta yüksek bir nizamın bulunmasına bir delildir. Ve herbir fen nurlu bir burhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle Sâniin kast ve hikmetini ilân ediyorlar. Âdetâ vehim şeytanlarını tard etmek için herbir fen, birer necm-i sâkıptır. Yani, bâtıl vehimleri delip yakan birer yıldızdırlar.

Ey arkadaş! O nizamı bulmak için umum kâinatı araştırmaktansa, şu misale dikkat et, matlubun hasıl olur.

Gözle görünmeyen bir mikrop, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garip bir makine-i İlâhiyeyi hâvidir. O makine mümkinattan olduğundan, vücut ve ademi, mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zarurîdir. O illet ise, esbab-ı tabiiye değildir. Çünkü o makinedeki ince nizam, bir ilim ve şuurun eseridir. Esbab-ı tabiiye ise, ilimsiz, şuursuz, camid şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden neş’et ettiğini iddia eden adam, esbabın herbir zerresine Eflâtun’un şuurunu, Calinos’un hikmetini itâ etmekle beraber, o zerrat arasında bir muhaberenin de mevcut olmasını itikad etmelidir. Bu ise, öyle bir safsata ve öyle bir hurafedir ki, meşhur sofestaîyi bile utandırıyor.
Maahaza, esbab-ı maddiyede esas ittihaz edilen kuvve-i câzibeyle kuvve-i dâfianın inkısama kabiliyeti olmayan bir cüz’de birlikte içtimaları iltizam edilmiştir.Halbuki bunlar birbirlerine zıt olduklarından, içtimaları caiz değildir. Fakat, câzibe ve dâfia kanunlarından maksat, “âdetullah” ile tâbir edilen kavanin-i İlâhiye ise ve tabiatla tesmiye edilen şeriat-ı fıtriye ise, câizdir. Lâkin, kanunluktan tabiata, vücud-u zihnîden vücud-u haricîye, umur-u itibariyeden umur-u hakikiyeye, âlet olmaktan müessir olmaya çıkmamak şartıyla makbuldür. Aksi takdirde caiz değildir.

Ey arkadaş! Misal olarak gösterdiğim o küçük hurdebinî hayvancığın, yani mikrobun büyük fabrikasındaki nizam ve intizamı aklın ile gördüğün takdirde başını kaldır, kâinata bak. Emin ol ki, kâinatın vuzuh ve zuhuru nisbetinde, o yüksek nizamı, kâinatın sahifelerinde pek zahir ve okunaklı bir şekilde görüp okuyacaksın.

Ey arkadaş! Kâinatın sahifelerinde “delilü’l-inâye” ile anılan nizama ait âyetleri okuyamadıysan, sıfat-ı kelâmdan gelen Kur’ân-ı Azimüşşanın âyetlerine bak ki, insanları tefekküre dâvet eden bütün âyetleri, şu delilü’l-inâyeyi tavsiye ediyorlar. Ve nimetleri ve faideleri sayan âyetler dahi, delilü’l-inâye denilen o yüksek nizamın semerelerinden bahsediyorlar. Ezcümle, bahsinde bulunduğumuz şu âyet

اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلأَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاۤءَ بِنَاۤءً وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَاۤءِ مَاۤءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ
1

cümleleriyle, o nizamın faidelerini ve nimetlerini koparıp insanlara veriyorlar.
 

harp

Well-known member
Ya Rabbi! Kalpleri Risale-i Nur'a musahhar kıl
28 Ocak 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Ey Rabbü'l-Enbiyâ ve's-Sıddîkîn!
Bütün onlar Senin mülkünde, Senin emrin ve kudretin ile, Senin irâde ve tedbîrin ile, Senin ilmin ve hikmetin ile musahhar ve muvazzaftırlar. Takdîs, tekbir, tahmîd, tehlîl ile, küre-i arzı bir zikirhâne-i âzam, bu kâinatı bir mescid-i ekber hükmünde göstermişler.
Yâ Rabbî ve yâ Rabbe's-Semâvâti ve'l-Arâdîn! Yâ Hâlıkî ve yâ Hâlık-ı Küll-i Şey!
Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla ve bütün mahlûkâtı bütün keyfiyâtıyla teshîr eden kudretinin ve irâdetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle! Ve matlûbumu bana musahhar kıl! Kur'ân'a ve îmâna hizmet için, insanların kalblerini Risâle-i Nur'a musahhar yap! Ve bana ve ihvânıma, îmân-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver! Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrâhim Aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma şems ve kameri teshîr ettiğin gibi, Risâle-i Nur'a kalbleri ve akılları musahhar kıl! Ve beni ve Risâle-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azâbından ve Cehennem ateşinden muhâfaza eyle ve Cennetü'l-Firdevste mesut kıl! Âmin, âmin, âmin! (Lemalar, Münacat)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
CENNETÜ'L-FİRDEVS : Cennetin en yüksek tabakası,sekizinci tabaka.
HAKÎMİYET : Hikmetlilik, faydalılık, güzel gayelilik.
HÁLIK : Yaratıcı, herşeyi yoktan yaratan Allah.
HÁLIK-I KÜLL-İ ŞEY : Her şeyin yaratıcısı olan Allah.
HİKMET : Felsefe, ilim; gayeli olma, faydalılık.
HÜSN-Ü HÂTİME : Güzel netice; îmânla kabre girme, îmânla ölme.
İHVAN : Kardeşler.
ÎMÂN-I KÂMİL : Mükemmel îmân.
İRÂDE : İsteme, arzu etme, bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç
KAMERÎ : Ay ile alâkalı.
KEYFİYÂT : Keyfiyetler, nitelikler, özellikler.
KÜRE-İ ARZ : Yerküre; dünya.
MAHLÛKÁT : Yaratılmışlar. Varlıklar.
MATLUB : Talep edilen. İstenen.
MESCİD-İ EKBER : En büyük mescid.
MESUT : Saadetli, îmân ehli olan bahtiyar.
MUSAHHAR : Emre verilmiş, itaatkâr, fethedilmiş, birine bağlanmış.
MUVAZZAF : Vazifeli.
MÜLK : Mal, yer, bina.
MÜŞTEMİLÂT : Bir şeyin içine aldığı şeyler; eklentiler.
RAB : Besleyen, yetiştiren, terbiye eden Allah.
RABBES-SEMAVAT-İ VE’L ARADİN: Dünyanın ve göklerin terbiye edicisi yaratıcı ve yöneticisi.
RABBÜ'L-ENBİYA VE’S-SIDDIKİN : Doğruluktan aslâ tâviz vermeyen ve inandıklarını harfiyen yaşayan insanlarla peygamberlerin rabbi.
RAHMET : Şefkat etmek, merhamet etmek, esirgemek.
ŞEMS : Güneş.
TAHMÎD : Allah'a hamd etme, övme.
TAKDÎS : Mukaddes bilme. Allah'ı noksan ve kusurlardan pâk ve yüce kabul etmek.
TEDBÎR : Herşeye gerekli olan şeyleri vücuda gelmeden önce düşünüp hazırlayan.
TEHLİL : #Lâ ilahe illallah# sözünün tekrar edilmesi.
TEKBİR : Allah en büyüktür mânâsına gelen #Allahü Ekber# kelimesini söyleme.
TESHÎR : İtaat ettirmek, boyun eğdirmek, emir altına almak.
ZİKİRHÂNE-İ ÂZAM : En büyük zikir yeri.
 

harp

Well-known member
İnsanın birinci üstadı annesidir
29 Ocak 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle, ben kendi şahsımda katî ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum:
Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş.
Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.
Ezcümle: Meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan şefkat etmek ve Risale-i Nur'un da en büyük hakikati olan acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatli fiil ve halinden ve o mânevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum.
Evet, bu hakikî ihlâs ile hakikî bir fedakârlık taşıyan validelik şefkati sû-i istimal edilip, mâsum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini düşünmeyerek, muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun mâsum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkati sû-i istimal etmektir.
Evet, kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını hiçbir ücret ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye, hiçbir gösteriş mânâsı olmayarak ruhunu feda ettiklerine, o şefkatin küçücük bir numunesini taşıyan bir tavuğun yavrusunu kurtarmak için arslana saldırması ve ruhunu feda etmesi ispat ediyor.
Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve amâl-i uhreviyeden en kıymetli ve en lüzumlu esas, ihlâstır. Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlâs bulunuyor. Eğer bu iki nokta o mübarek taifede inkişafa başlasa, daire-i İslâmiyede pek büyük bir saadete medar olur.
Halbuki erkeklerin kahramanlıkları mukabelesiz olamıyor; belki yüz cihette mukabele istiyorlar. Hiç olmazsa şan ve şeref istiyorlar.
Fakat maattessüf biçare mübarek taife-i nisâiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden kurtulmak için, başka bir tarzda, zaafiyetten ve aczden gelen başka bir nevide riyâkârlığa giriyorlar. (Lemalar, 24. Lema)
Bediüzzaman Said NURSİ
SÖZLÜK:
ÂMÂL-İ UHREVİYE : Âhirete ait emeller,istekler.
BEYÂN : Açıklama; izah; anlatma.
FÂİDE-İ ŞAHSİYE : Şahsî fayda.Kişisel fayda
FITRAT : Yaratılış, huy, tabiat.
KASEM : Yemin.
MAATTEESSÜF : Üzülerek; üzüntüyle ifâde etmek gerekir ki.; yazıklar, teessüfler olsun; ne yazık ki.
MÂNÂ : Anlam. İçyüz.
MEDÂR : Sebep, vâsıta, vesîle. Yörünge.
MERHÛM : Ölmüş, rahmete kavuşmuş.
MEŞREB : Âdet, huy, yaratılış, ahlâk; takip edilen usûl, yol.
MUALLİM : Öğretmen, ilim öğreten.
MUKABELE : Karşılık, karşılamak.
MUKABELE : Karşılık, karşılamak.
MUVAKKAT : Geçici; kısa bir zaman, vakitli, fâni.
MÜNÂSEBET : İki şey arasındaki uygunluk, yakınlık, bağlılık, yakışmak, vesile, alâka.
MÜŞÂHEDE : Görme, seyretme, şâhit olma.
RİYÂKÂR : Gösterişçi, içi dışı başka olan.
SÂİR : Başkası, diğeri, birşeyden geri kalan, maadâ.
ŞEFKAT : Karşılıksız, samimi sevgi besleme
TAHAKKÜM : Zorbalık etme; zorla hükmetme, mânevî baskı. Diktatörlük.
TÂİFE : Kavim, kabîle, takım, hususî bir sınıf meydana getiren insanlar.
TELKİNÂT : Aşılamalar, telkinler.
TERBİYE-İ İSLÂMİYE : İslâmî eğitim, terbiye.
VÂLİDE : Anne.
YAKÎNEN : Şüphesiz olarak bilme.
ZAAFİYET : Zayıflık.
 

harp

Well-known member
Deccal, dördüncü devresinde adileşir
31 Ocak 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
On İkinci Mesele
Rivayetlerde var ki, "Deccalın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür."
“Gaybı ancak Allah bilir.” (Hadis) Bunun iki tevili vardır:
Birisi: Büyük Deccalın kutb-u şimâlî dairesinde ve şimal tarafında zuhur edeceğine kinaye ve işarettir. Çünkü kutb-u şimâlînin mevkiinde bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Bir gün şimendiferle bu tarafa gelse, yaz mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş gurub etmez. Daha bir gün otomobil ile gelse, bir haftada daima güneş görünür. Ben Rusya'daki esaretimde bu mevkie yakın bulunuyordum. Demek Büyük Deccal, şimalden bu tarafa tecavüz edeceğini mucizâne bir ihbardır.

İkinci tevili ise: Hem Büyük Deccalın, hem İslâm Deccalının üç devre-i istibdatları mânâsında üç eyyam var. "Bir günü, bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üç yüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede, otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır" diye, gayet yüksek bir belâgatla ümmetine haber vermiş.
On Üçüncü Mesele
Katî ve sahih rivayette var ki, "İsa Aleyhisselâm Büyük Deccalı öldürür."
Vel'ilmü indallah, bunun da iki veçhi var:
Bir veçhi şudur ki:
Sihir ve manyetizma ve ispritizma gibi istidracî harikalarıyla kendini muhafaza eden ve herkesi teshir eden o dehşetli Deccalı öldürebilecek, mesleğini değiştirecek, ancak harika ve mu'cizâtlı ve umumun makbulü bir zat olabilir ki, o zat, en ziyade alâkadar ve ekser insanların peygamberi olan Hazret-i İsa Aleyhisselâmdır.
İkinci veçhi şudur ki:
Şahs-ı İsa Aleyhisselâmın kılınciyle maktul olan şahs-ı Deccalın, teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı mânevîsini öldürecek ve inkâr-ı ulûhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecekancak İsevî ruhânileridir ki, o ruhâniler din-i İsevînin hakikatini hakikat-i İslâmiye ile mezc ederek o kuvvetle onu dağıtacak, mânen öldürecek. Hattâ, "Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelir, Hazret-i Mehdîye namazda iktida eder, tâbi olur" diye rivayeti, bu ittifaka ve hakikat-i Kur'âniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder. (Şualar, 5. Şua)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
BELÂGAT : Hitap ettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakîkatlı söz söyleme sanatı, hâlin gerektirdiğine uygun söz söylemek.
DECCAL : Kıyâmet kopmadan önce gelen, İslamiyeti ortadan kaldırmaya çalışan, dinlere savaş açan, yalancı, aldatıcı, hilekâr kimse.
DÎN-İ İSEVÎ : Hıristiyanlık. İsevîlik dini.
ESÂRET : Esirlik,kölelik.
EYYÂM : Günler.
FİKR-İ KÜFRÎ : Küfür ve inkâr fikri, düşüncesi.
GURÛB : Batma, batış, batıda görünmez olmak.
İCRAAT : Yapılan işler, faaliyetler.
İHBÂR : Haber vermek.
İKTİDÂ : Tâbi olmak, uymak.
İNKÂR-I ULÛHİYET : Cenâb-ı Allah'ı inkâr fikri.
İSPİRTİZMA : Ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün bulunduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler.
İSTİBDAT : Kanuna ve nizâma tâbî olmayan, keyfî, baskıcı yönetim; zulüm ve tahakküm.
İSTİDRÂCÎ : Derece derece yükseliş. Peyder pey.
KATÎ : Kesin.
KİNÂYE : Dolayısıyla dokunaklı söz, maksadı dolayısıyla anlatan söz, üstü örtü dokunaklı söz, açıktan olmayıp hakîkî mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.
KUTB-U ŞİMALÎ : Kuzey kutbu.
MADDİYYUN : Maddeye tapan, herşeyi maddede gören; Allah'ı inkâr edenler; maddeciler, materyalistler.
MAHV : Harab olma. Yıkılma. Ortadan kaldırma.
MAKBUL : Kabul edilmiş olan, geçerli.
MAKTUL : Öldürülmüş, katledilmiş olan.
MANYETİZMA : Hipnotizma; bâzı hareketlerle bir başkasında uyuşukluk tesiri meydana getirme.
MEHDÎ : Hidâyete eren veya hidâyete vesile olan; âhirzamanda gelip bütün Müslümanları îmân ve Kur'ân hakîkatlarını anlatan eserleriyle uyandıracak, dinlerini takviye ve îmânlarını yenileyecek olan, Peygamberimizin (a.s.m.) soyundan geleceği rivâyet edilen zâttır.
METBÛİYET : Başkasının kendisine tâbi oluşu.
MEZC : Katma, kaynaştırma, karıştırma, birleştirme.
MU'CİZÂNE : Mu'cizeli bir şekilde.
MU'CİZÂT : Mu'cizeler. İnsanı aciz bırakan olaylar, hâdiseler.
MU'CİZE : Benzerini yapmaktan insanların âciz kaldığı şey.
MÜTEMÂDİYEN : Aralıksız, durmadan, devamlı sûrette.
RİVÂYET : Peygamberimizden işittiklerini veya Sahabeden duyduklarını, birisinin başkasına anlatması.
SAHİH : Doğru, kusursuz, şüphesiz.
SİHR : (Sihir) Büyü, gözbağıcılık, büyücülük, hilekârlık. * Aldatmak.
ŞAHS-I DECCAL : Deccalın kendisi
ŞİMÂL : Kuzey.
ŞİMENDİFER : Demiryolu katarı, tren.
TEBDİL : Değiştirme, yenileme.
TESHÎR : İtaat ettirmek, boyun eğdirmek, emir altına almak.
TEŞKİL : Meydana getirme, ortaya koyma.
TEVİL : Bir fikir veya sözden bir başka mânâ çıkarmak; anlaşılması zor olan âyet ve hadîslerde ne kast edildiğini ve ince mânâları bildirme.
ÜMMET : Bir peygambere inanıp onun yolunda gidenlerin hepsi.
VECH : Yön, cihet.
ZUHUR : Ortaya çıkma, meydana çıkma, başgösterme.
 

harp

Well-known member
Mesleğimizin esası uhuvvettir
01 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Bu Lem'a lâakal her on beş günde bir defa okunmalı.
b424.gif
-1-
b700.gif
-1-
b701.gif
-2-
b702.gif
-3-
b703.gif
-4-
EY ÂHİRET KARDEŞLERİM ve ey hizmet-i Kur'âniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz:
Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas,
en büyük bir kuvvet,
en makbul bir şefaatçi,
en metin bir nokta-i istinad,
en kısa bir tarik-i hakikat,
en makbul bir duâ-i mânevî,
en kerametli bir vesile-i makasıd,
en yüksek bir haslet,
en sâfi bir ubudiyet, ihlâstır.
Madem ihlâsta mezkûr hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var. Ve madem bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid'alar, dalâletler içerisinde bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş. Elbette, herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa, hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli mesul oluruz.
b704.gif
(Benim ayetlerimi az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin. (Bakara Sûresi: 41) âyetindeki şiddetli tehditkârâne nehy-i İlâhîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına, mânâsız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfuruşâne, sakîl, riyâkârâne bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz'iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur'âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.
Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.
Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm
b705.gif
(Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse o başka.(Yusuf Sûresi: 12:53.) demesiyle, nefs-i emmâreye itimad edilmez. Enâniyet ve nefs-i emmâre sizi aldatmasın.
İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek ve mânileri def etmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun.
BİRİNCİ DÜSTURUNUZ
Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.
Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.
İKİNCİ DÜSTURUNUZ
Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir.
Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.
Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa'ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.
İşte, ey Risale-i nur şakirtleri ve Kur'ân'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette, dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.
Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.
Bu sırrın sırrı şudur ki:
Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. Haşiye (Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve ittihad, hadsiz menfaate medar olduğu gibi, korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, "Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum" diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve "O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum" der, rahatla yatar.)
ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ
Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz.
Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.
Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur.
Çünkü yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul'da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul'da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine katiyen şüphem kalmadı.
Hem itiraf ediyorum ki, samimî ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyâdan beni bir derece kurtardınız. İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız.
Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mu'cizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem'adaki şefkat tokatlarını tahattur ediniz.
Böyle mânevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz,
b706.gif
("Onları kendi nefislerine tercih ederler." (Haşir Sûresi: 59:9.) sırrıyla ihlâs-ı tâmmı kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü'mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer "Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim" arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.
DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ
Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir.
Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi'ş-şeyh, fenâ fi'r-resul ıstılahatı var. Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi'l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.
Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü'l-esası, samimî ihlâstır.
Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz.
Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i kübrâ-i Kur'âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. İnşaallah, Risale-i Nur yoluyla Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın daire-i kudsiyesine girenler, daima nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir.
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
BİD'A : Dinin aslına uymayan âdet ve uygulamalar.
Binaen: -den dolayı, -den ötürü, -için, -dayanarak, yapılarak, bu sebepten.
CADDE-İ KÜBRÂ-İ KUR'ÂNİYE : Kur'ân'ın büyük, geniş ve sağlam caddesi. Kur'ân yolu.
CİVANMERT : İyiliksever. Cömert. Fedâkâr.
Çendan: Gerçi, o kadar, her ne kadar, pek o kadar.
DALÂLET : Hak ve hakîkatten, dinden sapma, ayrılma; azma.
DUÂ-I MÂNEVÎ : Mânevî duâ. Sözle yapılan mânâ yüklü duâ.
ENÂNİYET : Benlik, gurur.
ESAS : Temel. Kök. Rükün. şart. Hakikat ve mahiyetler.
ESBÂB : Sebepler.
FÂZÎLET : Değer; meziyet, ilim, îmân ve irfan itibâriyle olan yüksek derece.
FENÂFİ'L-İHVAN : Kardeşlerinde fâni olmak. Kardeşlerinin sevinçleriyle sevinip acılarıyla üzülmek derecesinde onlarla bütünleşmek.
FENÂFİ'Ş-ŞEYH : Bütün mânevî kemâlatını şeyhin mânevî şahsiyetinden almak mânâsındaki tâbir.
FENAFİRRESUL : (Fenâ fir-resul) Tas: Bütün varlığını Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) manevî şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir.
Gavs-ı âzam: 1-Tarikat kurucusu. 2-En büyük gavs, Abdülkadir-i Geylânî Hazretlerinin nâmı.
Gaybi: Gayba ait, göze görünmeyenlere ait, gaybla ilgili, hazırda olmayan.
HÂDİM : Hizmet eden, hizmetkâr.
HAKAİK-I ÎMÂNİYE : Îmân hakîkatleri.
Hakk:1-Doğru, gerçek, hakikat. 2-Doğruluk.
HALÎLİYE : Samimî dostluk ve kardeşlik.
HASLET : Huy, tabiat, karakter, meziyet.
HÂSSA : Birşeye mahsus özellik, tesir, his, duygu.
Hazret: Saygı, ululama, yüceltme, övme maksadıyla kullanılan tabir.
HILLET : Samimî dost.
Himaye, himâyet: 1-Koruma, esirgeme, muhafaza etme. 2-Kayırma, elinden tutma.
HİSSİYÂT-I NEFSÂNİYE : Nefse âit duygular.
HİSSİYÂT-I SÜFLİYE : Alçaltıcı ve nefsin aşağılık istekleri, arzuları.
HODFURUŞ : f. Kendini beğendirmeğe çalışan. Övünen.
Hod-gâm, hod-kâm: Kendi keyfini düşünen, bencil.
HUSUSAN : Bilhassa, özellikle.
ISTILAHÂT : Terimler. Belli bir ilim veya mesleğe ait özel anlamlı kelimeler.
İ’tirâf: Başkalarının bilmediği gizli bir kusurunu söyleme, kendisi için iyi sayılmayacak bir hali gizlemeyip söyleme.
İdâme: Devam ettirme, sürdürme. Devamlı ve daimî kılma.
İFTİHÂR : Övünme; başkasının iyi bir hâli ile sevinme.
İHLÂS : Yapılan ibâdet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakîki ve esas gaye etmeyerek, yalnız ve yalnız Allah rızâsını esas maksat edinmek.
İhlâs:Hâlis, içten, samimi, riyasız, karşılıksız sevgi ve bağlılık
İHSANÂT-I İLÂHİ : Allah'ın iyilikleri, bağışları.
İKTİZÂ : Gerekme, gerektirme, lazım gelme, işe yarama, icab etme.
İltifât: Güzel sözler söyleyerek birini samimi olarak okşama.
İttihâd: Birleşme, birlik oluşturma, bir olma, birlik oluşturup ikiliği ortadan kaldırma, birlik.
KEDER : Üzüntü, tasa, kaygı.
KERÂMET : Allah'ın ihsanıyla velîlerin gösterdikleri adet dışı, olağanüstü haller.
Kerâmet: 1-Kerem, lutuf, ihsan, bağış. 2-İkram, ağırlama. 3-Allah'ın velî kullarında görülen olağanüstü haller veya tabiatüstü hadiseler. 4-Ermişçesine yapılan iş, hareket veya söylenen söz, fikir.
KUDSÎ : Mukaddes, yüce, temiz. Kusursuz ve noksansız.
LÂAKAL : En az, hiç değilse, en azından.
Lâtîf: 1-Allah'ın güzel isimlerinden. 2-Yumuşak, hoş, güzel, nazik, narin. 3-Cismani olmayan, ruhla ilgili, ruhanî. 4-Tatlı, şirin.
MÂBEYN : Ara; iki şey arası.
Mâbeyn: Ara, aralık, iki şeyin arası.
MAKBUL : Kabul edilmiş olan, geçerli.
Mânen: İç varlık bakımından, duyguca, gönülce, yürekçe, ruhça, mâna itibarıyle, mânaca.
MÂNİ : Engel.
Ma'sûm-âne:Masumca, masum olana yakışacak surette, suçsuz, günahsız bir şekilde.
MENÂFİ-İ CÜZ'İYE : Cüz'i, küçük menfaatler. Az bir fayda.
Menfaat: Fayda, kâr, gelir, ihtiyaç karşılığı olan şey.
MES'UL : Sorumlu.
MEŞREB : Âdet, huy, yaratılış, ahlâk; takip edilen usûl, yol.
MEZİYET : İyi ve doğru hareket; üstünlük vasıfları.
MEZKÛR : Sözü edilen, zikredilen, bahsedilen.
Mu'cize-vârî: Mucize gibi.
MUKABİL : Karşı, karşılık olarak, bedel.
Mukâbil: Karşı, karşılık, muâdil.
Muvaffakiyet: Allah’ın yardımıyla başarılı olma, muvaffak olma, başarma.
MUZIR : Ziyan veren, zararlı, zarara sokan.
MÜKELLEF : Yükümlü, vazifeli. Bir şeyi yapmaya mecbur olan.
MÜRİD : Tarîkat öğrencisi, bir şeyhe bağlı kişi.
Müteallikât: İlgili, alakalı.
NEFS-İ EMMÂRE : Kötülüğü teşvik eden, emreden nefis.
NEHY-İ İLÂHÎ : Allah'ın yasaklaması.
NOKTA-İ İSTİNAD : Dayanak noktası, dayanma yeri.
Nokta-i istinâd: Dayanak noktası, güvenme ve itimat noktası.
Rızâ-yı İlâhi: Allah’ın rızası, hoşnutluğu.
Riyâ:1-İki yüzlülük, yalandan gösteriş, samimiyetsizlik. 2-İnsanlardan sağlayacağı maddî veya manevî çıkar düşüncesiyle iyilik yapma veya iyi olma temayülü, eğilimi.
RİYÂKÂRÂNE : Gösteriş yaparcasına. İki yüzlüce.
SÂFÎ : Temiz, pâk, duru
SAKÎL : Ağır, can sıkıcı, çirkin.
Samîmiyet:1-Samimîlik, içtenlik. 2-Teklifsizlik.
SAVLET : Saldırı.
SIRR : Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey.
Sırr: Gizli tutulan, kimseye söylenmeyen şey, gizli iş veya söz.
SUFİ : (C.: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu.
SUKÛT : Değerden düşme, düşüş, alçalış.
ŞÂKİRÂNE : Şükrederek.
ŞEFAATÇİ : Af için sebep ve vesîle olması ümit edilen.
ŞEREF : Yükseklik, yücelik. Büyüklük.
TAARRUZ : Sataşmak, ilişmek, saldırmak.
Tahattur:1-Hatırlama, hatıra getirme. 2-Unutulduktan sonra hatırlanan şey.
Tarassudât: Gözlemeler, gözetmeler
TARÎK-I HAKİKAT : Hak ve hakikat yolu.
TASAVVUF : Kalbi, dünyanın fâni işlerinden ayırıp, Allah sevgisi ile bağlamak.
TASAVVUR : Birşeyi zihinde şekillendirme; düşünce, tasarı; tasarlama.
TAZYİKAT : Baskılar, zorlamalar, sıkıştırmalar.
Tazyîkât: Tazyikler, baskılar, zorlamalar, sıkıştırmalar.
TECÂVÜZ : Haddini aşma; söz veya hareketle ileri gitme, saldırma.
TEFÂNÎ : Fikrî ve ahlâkî kaynaşmak, birbirine fani olmak kardeşinin meziyet ve hissiyatını fikren yaşamak.
Tercîh: Bir şeyi diğerlerinden üstün tutma, öne alma, seçme, daha çok beğenme.
Tesânüd: Dayanışma, birbirine dayanma, birbirinden destek alma, omuzdaşlık.
Tesellî: Avutma, acısını dindirme, güzel sözler söyleyerek rahatlatma.
Teveccüh: 1-Yüzünü bir yöne çevirme, yönelme, yöneliş. 2-Hoşlanma, güler yüz gösterme, iltifat etme.
Teveccüh: 1-Yüzünü bir yöne çevirme, yönelme, yöneliş. 2-Hoşlanma, güler yüz gösterme, iltifat etme.
UBÛDİYET : Kulluk, kölelik, kul olduğunu bilip Allah'a itaat etme.
UHREVÎ : Ahirete dâir, öteki dünyaya âit.
Uhuvvet-i hakîkiye: Hakikî, gerçek kardeşlik.
UMÛR-U HAYRİYE : Hayırlı işler.
Ümmî: Okuma yazması olmayan, okumamış.
ÜSSÜ'L-ESAS : Esasların esâsı, en büyük temel, hakiki ve sağlam temel.
Üstâd: Bir ilim veya sanatta üstün olan kimse. 2-Öğretici; muallim, öğretmen, usta, san'atkâr. 3-Maharetli, tecrübeli, usta.
Vâsıta: İki şeyi birbirine bitiştiren üçüncü. Aracı.
VAZİFE-İ ÎMÂNİYE : İmânla ilgili vazife.
VESÎLE-İ MAKASID : Asıl maksada götüren vesîle, vasıta.
Zâhir: Görünen, görünücü. Açık, belli, meydanda…
ZİYÂDE : Fazla, çok.
 

harp

Well-known member
Mucizeleri işiten imana gelmezse...
02 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın envâ-ı mu'cizâtından birisi de, ağaçların insanlar gibi emrini dinlemeleri ve yerinden kalkıp yanına geldikleridir ki, şu mucize-i şeceriye, mübarek parmaklarından suyun akması gibi, mânen mütevatirdir. Müteaddit suretleri var ve çok tariklerle gelmiştir.
…. Şimdi, o mucize-i kübrânın, tekerrür ettiği halde, birkaç sahih suretlerini birkaç misalle beyan edeceğiz.
….Dördüncü Misal: Nakl-i sahihle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın cesur kumandanlarından ve hizmetkârlarından olan Üsâme bin Zeyd der ki:
Bir seferde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Kaza-yı hacet için, hâli, settareli bir yer bulunmuyordu. Ferman etti ki:
"Ağaç veya taş gibi bir şeyler görüyor musun?"
Dedim: "Evet, var." Emretti ve dedi:
Yani, "Ağaçlara de ki: 'Resulullahın haceti için birleşiniz.' Ve taşlara da de: 'Duvar gibi toplanınız.'" Ben gittim, söyledim. Kasem ediyorum ki, ağaçlar birleştiler ve taşlar duvar oldular. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hacetinden sonra yine emretti:
"Onlara söyle, ayrılsınlar."
Benim nefsim kabza-i kudretinde olan Zât-ı Zülcelâle kasem ederim, ağaçlar ve taşlar ayrılıp yerlerine gittiler.
Şu, Hazret-i Câbir ve Üsâme'nin beyan ettiği iki hadiseyi, aynen Ya'le ibni Murre ve Gaylan ibni Selemeti's-Sakafî ve Hazret-i İbni Mes'ud, gazve-i Huneyn'de aynen haber veriyorlar.
Beşinci Misal: İmam-ı İbni Fevrek ki, kemâl-i içtihad ve fazlından kinaye olarak "Şâfiî-yi Sânî" ünvanını alan allâme-i asır, kati haber veriyor ki:
Gazve-i Taif'te, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gece at üstünde giderken uykusu geliyordu. O halde iken bir sidre ağacına rast geldi. Ağaç ona yol verip atını incitmemek için iki şak oldu; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayvan ile içinden geçti. Tâ zamanımıza kadar o ağaç iki ayak üstünde, muhterem bir vaziyette kaldı. -3-
Altıncı Misal: Hazret-i Ya'le, tarikinde nakl-i sahihle haber veriyor ki:
Bir seferde, "talha" veya "semure" denilen bir ağaç geldi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın etrafında tavaf eder gibi döndü, sonra yine yerine gitti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki:
Yani, "O ağaç Cenâb-ı Haktan istedi ki, bana selâm etsin."
Yedinci Misal: Muhaddisler, nakl-i sahihle İbni Mesud'dan beyan ediyorlar ki:
İbni Mes'ud dedi: Batn-ı Nahl denilen nam mevkide, Nusaybin ecinnîleri ihtidâ için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma geldikleri vakit, bir ağaç o ecinnîlerin geldiklerini haber verdi.
Hem İmam-ı Mücahid, o hadiste İbni Mes'ud'dan nakleder ki: O cinnîler bir delil istediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir ağaca emretti; yerinden çıkıp geldi, sonra yine yerine gitti.
İşte, cin taifesine birtek mucize kâfi geldi. Acaba bu mucize gibi bin mu'cizât işiten bir insan imana gelmezse, cinnîlerin "Bizim şeytanlarımız ise Allah hakkında yalan yanlış şeyler söylüyorlar." (Cin Sûresi: 72:4.) tabir ettikleri şeytanlardan daha şeytan olmaz mı? (Mektubat, 19. Mektup)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ÂLLÂME-İ ASIR : Asrın en büyük âlimi.
ECİNNİ : Cinler.
ENVÂ-I MU'CİZÂT : Pekçok, çeşitli, muhtelif mu'cizeler.
FAZL : Lütuf, bağış, ihsan, karşılıksız iyilik; bereket, bolluk.
FERMÂN : Emir, buyruk, tebliğ.
GAZVE : Savaş, harb, çarpışma.
GAZVE-İ HUNEYN : Huneyn Savaşı.
GAZVE-İ TAİF : Taif Savaşı.
HÂCET : İhtiyaç.
HADÎS : Peygamberimizin (a.s.m) sözü, emri, hâl ve hareketini anlatan söz veya yazı.
HALİ : Tenhâ. Boş. Sahipsiz. Issız. İçinde bir şey olmama.
İHTİDÂ : Hidâyete erme, doğru yola girme.
KABZA-İ KUDRET : Kudret eli.
KASEM : Yemin.
KAZÂ-İ HÂCET : İhtiyaç gidermek; büyük abdest bozmak.
KEMÂL-İ İÇTİHAD : İçtihadının makbûllüğü, mükemmelliği.
KİNÂYE : Dolayısıyla dokunaklı söz, maksadı dolayısıyla anlatan söz, üstü örtü dokunaklı söz, açıktan olmayıp hakîkî mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.
MEVKÎ : Yer, bir şeyin bulunduğu veya meydana geldiği yer.
MU'CİZÂT : Mu'cizeler. İnsanı aciz bırakan olaylar, hâdiseler.
MU'CİZE : Benzerini yapmaktan insanların âciz kaldığı şey.
MU'CİZE-İ KÜBRÂ : En büyük mu'cize.
MU'CİZE-İ ŞECERİYE : Ağaç ile ilgili mu'cize.
MUHADDİS : Hadis ilmiyle uğraşan âlimler.
MÜBÂREK : Bereketlenmiş, uğurlu, hayırlı.
MÜTEADDİD : Pekçok. Türlü türlü, çeşitli.
MÜTEVÂTİR : Yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun naklettiği haber.
NAKL-İ SAHİH : İçinde yalan yanlış olmayan doğru nakil, rivâyet.
NAKL-İ SAHİH : İçinde yalan yanlış olmayan doğru nakil, rivâyet.
NÂM : İsim, ün, şan.
SETTARE : Örtünecek, gizlenecek yer.
SİDRE AĞACI : "Arabistan kirazı" denen bir ağaç.
SÛRET : Resim, şekil, görünüş; tarz, üslûp, cihet.
ŞAFÎİ-İ SANİ : İkinci Şafii (İmamı Şafii hazretlerine benzeyen ikinci kişi)
ŞEYTAN : İblis. Cenab-ı Hakk'ın emrine isyan ettiğinden rahmetinden kovulmuş, şerleri ve muzır şeyleri temsil eder ve ateşten yaratılmıştır.
TARÎK : Yol, tarz, usul, vâsıta, meslek.
TARÎK : Yol, tarz, usul, vâsıta, meslek.
TAVAF : Ziyaret etmek. Ziyaret maksadiyle etrafında dolaşmak.
ZÂT-I ZÜLCELÂL : Celâl ve büyüklük sâhibi Cenab-ı Hak.
 


Bu alana bir cevap yazın...
Üst