Günün Risale-i Nur Dersi

harp

Well-known member
Benim namazım nerede deme...
03 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Elhâsıl: Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı; yarın ise, senin elinde senet yok ki, ona mâliksin. Öyle ise, hakiki ömrünü bulunduğun gün bil. Lâakal, günün bir saatini ihtiyat akçesi gibi, hakiki istikbâl için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccâdeye at.
Hem bil ki, her yeni gün, sana, hem herkese bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümâtlı ve perişan bir halde gider. Senin aleyhinde âlem-i misâlde şehâdet eder. Zîrâ herkesin, her günde, şu âlemden, bir mahsus âlemi var. Hem o âlemin keyfiyeti o adamın kalbine ve ameline tâbidir. Nasıl ki aynanda görünen muhteşem bir saray, aynanın rengine bakar. Siyah ise, siyah görünür; kırmızı ise, kırmızı görünür.
Hem, onun keyfiyetine bakar; o ayna şişesi düzgün ise sarayı güzel gösterir, düzgün değil ise çirkin gösterir. En nâzik şeyleri kaba gösterdiği misillü, sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle kendi âleminin şeklini değiştirirsin; ya aleyhinde, ya lehinde şehâdet ettirebilirsin.
Eğer namazı kılsan, o namazın ile, o âlemin Sâni-i Zülcelâline müteveccih olsan, birden sana bakan âlemin tenevvür eder. Âdetâ, namazın, bir elektrik lâmbası ve namaza niyetin, onun düğmesine dokunması gibi o âlemin zulümâtını dağıtır. Ve o herc ü merc-i dünyeviyedeki karma karışık perişâniyet içindeki tebeddülât ve harekât, hikmetli bir intizam ve mânidar bir kitâbet-i kudret olduğunu gösterir, “Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur Sûresi: 35.) -1- âyet-i pürenvârından bir nuru senin kalbine serper. Senin o günkü âlemini, o nurun in'ikâsıyla ışıklandırır. Senin lehinde nurâniyetle şehâdet ettirir.
Sakın deme, "Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede!" Zîrâ bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmâl ve tafsil ile olduğu gibi, senin ve benim gibi bir âmînin -velev hissetmezse- namazı, büyük bir velînin namazı gibi, şu nurdan bir hissesi var, şu hakikatten bir sırrı vardır - velev şuurun taallûk etmezse. Fakat, derecâta göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar merâtib bulunur; öyle de, namazın derecâtında da, daha fazla merâtib bulunabilir. Fakat bütün o merâtibde, o hakikat-i nurâniyenin esâsı bulunur. (Sözler Sh. 247)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK
AKÇA : (Akçe) Beyaz, oldukça beyaz. * Para. * Eskiden para ölçüsü olarak kullanılan küçük gümüş sikke.
ÂLEM : Dünya, kâinat,evren.
ÂLEM-İ MİSÂL : Görüntüler âlemi.
ÂMÎ : Bilgisiz, câhil.
ÂYET-İ PÜRENVÂR : Nurlar dolu âyet.
HERC Ü MERC-İ DÜNYEVİYE : Dünyadaki karışıklıklar.
İHTİYAT : Yedek; sakınma, tedbirlilik.
İN'İKÂS : Yansıma, aksetme.
İNKİŞÂF : Gelişme, açılma, keşfetme, meydana çıkma; terakkî etme.
İNTİZAM : Tertib, düzen, nizam üzere olmak.
İSTİKBÂL : Gelecek zaman.
LÂAKAL : En az, hiç değilse, en azından.
MÂLİK : Sahip olan, mülk sahibi
MÂNİDAR : Bir mânâ ifâde eden, nükteli, ince mânâlı.
MERÂTİB : Mertebeler, dereceler.
MESCİD : Allah'a secde edilen yer, namaz kılınan yer, câmi.
MİSİLLÜ : Gibi, benzeri.
MÜTEVECCİH : Yönelmiş, dönmüş, bir yere doğru yola çıkan.
NÛRÂNİYET : Aydınlık, parlaklık
PERİŞÂNİYET : Perişanlık. Karışıklık, dağınıklık.
SANDUKÇA-İ UHREVÎ : Âhiretin küçük bir sandığı; âhiret amellerini içine alan mânevî sandıkçık.
SÂNİ-İ ZÜLCELÂL : Sonsuz büyüklük sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah.
SECCADE : Genellikle üzerinde secdeye varmakta yâni namaz kılmakta kullanılan küçük halı, kilim cinsinden sergi.
ŞEHÂDET : Şâhitlik; Allah tarafından Peygamberimize bildirilen herşeyi kabul ve tasdik etme.
TAALLÛK : Bağlılık, münâsebet; alâkalı oluş; âit olma.
TAFSİL : Ayrıntılarıyla anlatmak, bildirmek, açıklamak.
TAVSİF : Vasıflandırma, birşeyin içyüzü ve özelliklerini anlatma.
TEBEDDÜLÂT : Yenilenmeler, değişmeler.
TENEVVÜR : Aydınlanmak, bir şey hakkında bilgi sahibi olmak
TENEVVÜR : Aydınlanmak, bir şey hakkında bilgi sahibi olmak
TEŞKİL : Meydana getirme, ortaya koyma.
ZULÜMÂT : Karanlıklar; haksızlıklar, eziyetler.
 

harp

Well-known member
Kur'an-ı Kerim'den... "Ey insanlar, Rabbinizin buyruklarına kulak verin! Çünkü sizde işitme ve görmeyi sağlayan kulakları ve gözleri, düşünüp hissetmenizi sağlayan kalbleri yaratan O'dur. Şükrünüz ne kadar da az! Sizi çoğaltıp dünyaya yayan da O'dur, Muhakkak yine O'nun huzuruna götürüleceksiniz. Hayatı veren de, öldüren de O'dur. Gece ile gündüzü peşpeşe getiren de O'dur. Öyleyse hâla aklınızı başınıza alıp bunları bir düşünmez misiniz?" "Mu'minun Sûresi 73-77. Ayet Mealleri"

Allah Resulünden (asm)... îbni Amr'dan (r.a.) rivayetle:

İman bakımından mü'minlerin en üstünü, birşey istediğinde kendisine verilen, verilmediği zaman da istemekte ısrar etmeyendir.
Hadis-i Şerif Meali - Camiü's-sağir - 1294




Risale-i Nur Külliyatı'ndan... “Kâinatta en yüksek hakikat imândır, imândan sonra namazdır.”Tamamı

Sözler | KONFERANS




Sitemize Yeni Eklenenler... Beka İçin Yaratılan ve Bekaya Müştak Olan İnsan Kâinatın Fena Yüzüne Bağlanamaz

"İbrahim Aleyhisselâmdan sudur ile kâinatın zevâl ve ölümünü ilân eden nây-ı لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ beni ağlattırdı."
Yer: Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam
Açıklayan: Dr. Burhan Sabaz
(03-Şubat-2011)
İçtihad Nedir? 2. Bölüm: Zaruretler Haramı Helal Eder mi?

"Nasıl ki, bir cisimde, neşvünemâ için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise çünkü dahildendir vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir."
Yer: Sözler, Yirmi Yedinci Söz
Açıklayan: Dr. Ahmet Çolak
(02-Şubat-2011)
Öncüler Serisi - 14 Ali Uçar

Bir aksiyon timsali Ali Uçar
Hatıralar: Rahmi Erdem
(01-Şubat-2011)



[Kısa Kısa] Kur'an-ı Kerimde İlim, İrfan

Beşer, bütün güzel hikmetli ilmini, irfanını Kur'an-ı Kerimden almıştır.
Açıklayan: Mustafa Karaman
(31-Ocak-2011)



Mesnevî-i Nuriye'den Zerre Dersleri, 1. Bölüm

"İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakka nâzır ve Ona vasıl olan yollar, kapılar, âlemin tabakaları, sahifeleri, mürekkebatı nisbetinde bir yekûn teşkil etmektedir. Âdi bir yol kapandığı zaman bütün yolların kapanmış olduğunu tevehhüm etmek, cehaletin en büyük bir şahididir."
Yer: Mesnevî-i Nuriye, Zerre, Bir ve İkinci İ'lemler
Açıklayan: Prof. Dr. Alaaddin Başar
(29-Ocak-2011)
[Kısa Kısa] İslamiyet Terbiyesi

İslamiyetin meyveleri, Yunus Emreler, Gazaliler, Melek gibi Melikler.
Açıklayan: Mustafa Karaman
(28-Ocak-2011)





Esma-ül Hüsna El-Vâcid: İstediği herşeyi bulabilen, elinden hiçbir şey kaçmayan, sonsuz derecede varlıklı olan.
El-Mâcid: Zâtı, sıfatlan ve isimleri, izzet ve azametin şan ve şerefin son mertebesinde bulunan.




Cevşen-ül Kebir'den... Ey âlemlerin Rabbi,
Ey kıyamet gününün sahibi,
Ey sabredenleri seven,
Ey tövbe edenleri seven,
Ey temizlenenleri seven,
Ey Allah’ı görür gibi ibadet edenleri seven,
Ey yardım edenlerin en hayırlısı,
Ey zor işleri halledenlerin en hayırlısı,
Ey amellere bol karşılık verenlerin en hayırlısı,
Ey ifsat edenleri en iyi bilen,

Bütün kusurlardan uzaksın. Senden başka ilâh yok! Affet bizi. Bizi Cehennemden kurtar.
 

harp

Well-known member
Duanın kabul olduğu vakitler...
04 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
İmân, duâyı bir vesîle-i katiye olarak iktizâ ettiği; ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi "Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?" (Furkan Sûresi: 77.) ferman ediyor. Hem, “Bana duâ edin, size cevap vereyim. (Mü'min Sûresi: 60.) emrediyor.
Eğer desen: "Birçok defa duâ ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki, âyet umumidir; her duâya cevap var," ifade ediyor.
Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her duâ için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlûbu vermek Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir.
Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: "Yâ hekim, bana bak."
Hekim "Lebbeyk," der. "Ne istersin?" Cevap verir.
Çocuk "Şu ilâcı ver bana" der.
Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binâen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.
İşte, Cenâb-ı Hak Hakîm-i Mutlak, hâzır, nâzır olduğu için, abdin duâsına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzûruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat, insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizâsıyla, ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.
Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gâyeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.
Nasıl ki, güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir; hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını, o vakitte bir nevi ibâdete dâvet eder. Yoksa, o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesâbiyle muayyen olan ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bâzı duâların evkât-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; duâ ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâ eder. Eğer duâ çok edildiği halde, beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki, "Duâ kabul olmadı." Belki denilecek ki, "Duânın vakti, kazâ olmadı." Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, belâyı ref' etse, nurun alâ nur, o vakit duâ vakti biter, kazâ olur.
Demek duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile Ona ilticâ etmeli; Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.(Sözler 23. Söz)
Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK
Abd : Kul,köle.
ÂCZ : Güçsüzlük, kudretsizlik.
AZAMET-İ İLÂHİYE : Allah'ın büyüklüğü.
BELİYYELER : Belâlar, musibetler.
BİNÂEN : Bağlı olarak, dayanarak, -den dolayı, bu sebepten.
DERGÂH : Allah'a ibâdet edilen yer; büyük bir huzura girilecek kapı; padişahların kapısı.
EVKAT-I MAHSUSA : Husûsi, özel vakitler.
EVLÂ : Daha iyi, çok daha iyi, birincisi.
FAZL : Lütuf, bağış, ihsan, karşılıksız iyilik; bereket, bolluk.
FERMÂN : Emir, buyruk, tebliğ.
FITRAT-I İNSÂNİYE : İnsan yaratılışı, tabiatı.
GAYE : Amaç, ideâl, hedef.
GURÛB : Batma, batış, batıda görünmez olmak.
HAKÎM-İ MUTLAK : Sonsuz hikmet sahibi ve herşeyi gayeli ve faydalı yaratan Allah.
HÂLİS : Hilesiz, katıksız, saf, duru; her işi sırf Allah rızâsı için olan.
HÂLİSEN : Hâlis olarak. Yalnızca Allah rızasını kazanmak arzusuyla.
HEKİM : Doktor.
HEVÂPERESTÂNE : Sadece yasaklanmış, haram lezzet ve heveslerin peşinde koşarcasına.
HEVESKÂRÂNE : Günahlı işlere hevesli olarak, istekli bir şekilde.
HİKMET : Felsefe, ilim; gayeli olma, faydalılık.
HİKMET-İ RABBÂNİYE : Cenab-ı Hakk'ın terbiye ve idâresinin gayeli ve maksadlı olması.
İBÂD : Kullar.
İKTİZÂ : Gerekme, gerektirme, lazım gelme, işe yarama, icab etme.
İKTİZÂ : Gerekme, gerektirme, lazım gelme, işe yarama, icab etme.
İLTİCÂ : Sığınma.
İNKİŞÂF : Gelişme, açılma, keşfetme, meydana çıkma; terakkî etme.
İSTİLÂ : Kaplama, yayılma, ele geçirme.
İTTİHAM : Suçlama; suçlu duruma düşürme.
İZHÂR : Ortaya koymak, açığa çıkarmak, göstermek.
KADÎR-İ MUTLAK : Kudreti mutlak olan ve herşeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi Allah.
KAZÂ : Vaktinde kılınmayan namazı sonradan kılmak; birdenbire olan musîbet, beklenmedik belâ. Kaderde takdir edilenlerin, zamanı gelince meydana gelmesi.
KÜSÛF VE HUSÛF : Ay ve güneş tutulması.
LEBBEYK : Buyurunuz, emredersiniz, peki efendim, emrine hazırım.
LİVECHİLLÂH : Allah için, Allah nâmına, Allah aşkına, Allah rızasına.
MAKSAD : Ana fikir; kastedilmiş, istenilen şey.
MASLAHAT : Fayda, maksat, keyfiyet.
MATLUB : Talep edilen. İstenen.
MEÂL : Birşeyin pekçok mânâlarından biri; birşeyin kısaca mânâsı, anlamı.
MEDÂR : Sebep, vâsıta, vesîle. Yörünge.
MUAYYEN : Kesin olarak belli olan, belli, ölçülü, tâyin ve tesbit edilmiş olan.
MUZIR : Ziyan veren, zararlı, zarara sokan.
MÜNECCİM : Yıldızların hareket ve hâllerini incelemekle uğraşan, yer ve hareketlerinden mânâ ve hüküm çıkaran, falcı, astrolog.
NÂZIR : Nazar eden, bakan, idâre eden.
NİKAP : Yüz örtüsü, peçe, perde, örtünme.
NİYAZ : Yalvarma, yakarma, duâ.
NÛRUN ÂLÂ NUR : Daha âlâ, daha iyi; nûr üstüne nûr.
REF' : Kaldırmak. Hükümsüz bırakma.
SEMERÂT : Meyveler, faydalar, kârlar, menfaatler.
TAHAKKÜM : Zorbalık etme; zorla hükmetme, mânevî baskı. Diktatörlük.
TASALLUT : Birini rahatsız etme, musallat olma, hükmü altına girme, tahakküm.
UBÛDİYET : Kulluk, kölelik, kul olduğunu bilip Allah'a itaat etme.
UHREVİYE : Ahirete âit.
ÜNSİYET : Alışkanlık, dostluk, ahbaplık, yakınlık
VAHŞET : Korku ve ürküntü, vahşîlik, ıssızlık, yabanilik.
VESÎLE : Sebep, vasıta, fırsat, bahane.
VESÎLE-İ KATİYE : Katî sebep, katî vâsıta.
 

harp

Well-known member
'İfsat komitesi yok' demek, öyle yalandır ki...
05 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
İddiacı der: Zelzele gibi bazı hadiseler, Nurlara hücum zamanında gelmeleri Nurun kerametidir ki, zemin hiddet eder.
İşte Said'in bu fiili zemine vermesi dine muhaliftir.
Hem "Gizli düşmanı ve ifsat komitesi yok" demesi öyle bir yalandır ki, komünist ve mason ve taşnak gibi çok komiteler lisan-ı hal ile "Bu iftiradır, biz meydandayız" derler.
Ve otuz seneden beri emsalsiz bir tarzda Said'in başına gelen elîm hadiseler, hususan bu on ay tecrid-i mutlak ve Said'in herşeyi bırakıp bütün kuvvetiyle Kur'ân için o mütecaviz din düşmanlarına karşı yüz Nur Risaleleriyle galibâne çalışması, o yalan dâvâyı yüz hüccetle tekzip eder.
Hem iddiacının "Onu zehirleyen olmamış" demesi öyle bir hatâdır ki, o daima Said ile bulunmak ve sergüzeşte-i hayatına tamamen muttali olmakla ancak o menfî hükmünü ispat ve yirmi sene koltuğum altında işleyen ve görenler hayret eden ve aşılamakla olan zehir çıbanı ve yanımda bulunan dostların görerek şehadetleriyle hem Kastamonu'da, hem Denizli hapsinde, hem Emirdağı'ndaki tesemmümlerimi inkâr etmekle o hatâsını tamir edebilir.
Kur'ân'da “Neredeyse öfkeden parçalanacak.” (Mülk Sûresi: 8.) âyeti, "Cehennem ehl-i küfre öyle hiddet eder ki, parçalanmak derecesine gelir" mânâsında olduğu tarzında, teşbih sûretinde, Nurlara hücum hatasıyla zemin hiddet eder ve hava ağlar ve kış kızar. Yani, emr-i İlâhî ile o mahlûklar vazifeleri içinde kuvvet ve kudret-i Rabbâniyenin tecellîsine mazhar olup gazab-ı İlâhîyi gösterirler. Beşeri ikaz için titrer, ağlar demektir. (Şualar sh. 366)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK
BEŞER : İnsan.
ELÎM : Acı veren, çok acıklı, üzüntü veren.
EMSÂL : Misaller, denk ve benzerler.
GÂLİBÂNE : Galip bir tarzda. Üstün gelerek.
GAZAB-I İLÂHÎ : Allah'ın gazabı, kahrı, cezası.
HİDDET : Öfke, kızgınlık, gazab.
HÜCCET : Senet, vesika, delil; bir iddiânın doğruluğunu ispat için gösterilen belge.
İFSAD : Bozmak, azdırmak, fitne çıkarmak, karıştırma.
KERÂMET : Allah'ın ihsanıyla velîlerin gösterdikleri adet dışı, olağanüstü haller.
KOMİTE : Kötü bir maksat için toplanmış gizli cemiyet.
KUDRET-İ RABBÂNİYE : Herşeyi terbiye ve idâre eden Allah'ın sonsuz kudreti.
LİSÂN-I HÂL : Vücut dili. Birşeyin duruşu ve görünüşü ile bir mânâ ifâde etmesi.
MAHLÛK : Yaratılmış, yoktan var edilmiş olan.
MASON : Dinsiz, îmânsız; din ve îmân düşmanı bir cemiyete mensup.
MAZHAR : Nâil olma, şereflenme, kavuşma, ortaya çıkma ve görünme yeri.
MENFÎ : Nefyedilmiş, noksan, negatif, müsbetin zıddı, olumsuz.
MUHÂLİF : Uymayan, zıt olan, karşı duran.
MUTTALİ : Bilgili, mâlûmat sahibi olan.
MÜTECÂVİZ : Haddini aşan, tecâvüz eden, saldıran.
SERGÜZEŞTE-İ HAYAT : Hayat mâcerası, biyografi.
ŞEHÂDET : Şâhitlik
TAŞNAK : Bir Ermeni komitası.
TECELLÎ : Görünme, bilinme
TECRİD-İ MUTLAK : Tek başına, hücre hapsinde bulundurmak, kimseyle görüştürmemek.
TEKZİB : Yalanlamak, bir işe inanmayıp inkâr etmek, yalan olduğunu söylemek.
TESEMMÜM : Zehirlenme.
TEŞBİH : Benzetmek, benzetilmek; benzetiş.
ZELZELE : Sarsıntı. Deprem.
ZEMİN : Yer; yüzey, satıh.
 

harp

Well-known member
Aczini bilmekte büyük rahmet vardır…
06 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
DÖRDÜNCÜ NÜKTE
İnsan, şu kâinat içinde pek nâzik ve nâzenin bir çocuğa benzer. Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü, o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudât, ona musahhar olmuş.
Eğer insan zaafını anlayıp, kâlen, halen, tavren duâ etse ve aczini bilip istimdâd eylese, o teshîrin şükrünü edâ ile beraber, matlûbuna öyle muvaffak olur ve maksadları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun aşr-ı mîşârına muvaffak olamaz. Yalnız, bâzı vakit, lisân-ı hal duâsıyla hâsıl olan bir matlûbunu, yanlış olarak kendi iktidarına hamleder.
Meselâ, tavuğun yavrusunun zaafındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine musahhar edip, onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte, cây-ı dikkat, zaaftaki bir kuvvet ve şâyân-ı temâşâ bir cilve-i rahmet!..
Nasıl ki, nazdar bir çocuk, ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazin haliyle, matlûblarına öyle muvaffak olur ve öyle kavîler ona musahhar olurlar ki, o matlûblardan binden birisine, bin defa kuvvetciğiyle yetişemez. Demek zaaf ve acz, onun hakkında şefkat ve himâyeti tahrik ettikleri için, küçücük parmağıyla kahramanları kendine musahhar eder. Şimdi, böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himâyeti ittiham etmek sûretiyle, ahmakâne bir gururla, "Ben kuvvetimle bunları teshîr ediyorum" dese, elbette bir tokat yiyecektir.
İşte, insan dahi, Hâlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfrân-ı nimet sûretinde, Kârun gibi "Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım" (Kasas Sûresi: 78.) dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder. (Sözler 23. Söz sh.296)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK
ÂCZ : Güçsüzlük, kudretsizlik.
AŞR-I MÎŞÂR : Onda birin onda biri, yüzde bir.
CÂY-I DİKKAT : Dikkat edilecek nokta; dikkat edilecek yer veya şey.
CİLVE-İ RAHMET : Rahmet tecellîsi,görüntüsü.
EDÂ : Yerine getirme, ödemek
HÂLEN : Tavır, hareket, davranış veya durum olarak.
HÁLIK : Yaratıcı, herşeyi yoktan yaratan Allah.
HAMLETMEK : Yüklemek, yüklenmek, isnad etmek.
HAZİN : Hüzün veren, acıklı, kederli.
HİMÂYET : Koruma, korunma.
İKTİDÂR : Güç, kuvvet.
İKTİDÂR-I ZÂTÎ : Kendi gücü, kendi kudreti.
İSTİMDAD : Medet ve yardım istemek.
İTTİHAM : Suçlama; suçlu duruma düşürme.
KÁLEN : Söylemek sûretiyle; söyleyerek; sözle.
KAVÎ : Kuvvetli, sağlam, metin, zorlu.
KÜFRÂN-I NÎMET : Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği nîmetleri bilmeme ve hürmetsizlik etme, nankörlük.
MAKSAD : Ana fikir; kastedilmiş, istenilen şey.
MATLUB : Talep edilen. İstenen.
MEVCUDÂT : Yaratılmış olan, mevcut olan şeyler; varlıklar.
MUSAHHAR : Emre verilmiş, itaatkâr, fethedilmiş, birine bağlanmış.
MUVAFFAK : Başarılı.
NÂZENİN : İnce, nâzik, latîf, nazlı.
SİLLE-İ AZÂB : Azab tokadı.
ŞÂYÂN-I TEMÂŞA : Seyretmeye değer.
ŞEFKAT : Karşılıksız, samimi sevgi besleme; başkasının kederiyle alâkalı olma, acıyarak merhamet etme.
ŞÜKR : (Şükür) Allah'ın (C. C.) nimetlerine karşı memnunluk göstermek. Allah'a teşekkür.
TAHRİK : Harekete geçirme; kışkırtma.
TARZ : Usul, şekil, üslûb.
TAVREN : Hareket olarak, davranış olarak, tavırla.
TESHÎR : İtaat ettirmek, boyun eğdirmek, emir altına almak.
ZAAF : Zayıflık, iktidarsızlık, kudretsizlik.
 

harp

Well-known member
Nur talebelerinin Müslüman kardeşlerden 6 farkı
07 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
(Bağdat’ta çıkan ed-Difa gazetesinin muharriri İsa Abdülkadir’in Arabî makalesinin tercümesi.)
Bağdat’ta çıkan ed-Difa gazetesi Risale-i Nur talebelerinden bahisle diyor ki:
Türkiye’deki Nur talebelerinin İhvan-ı Müslimîn cemiyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var?
Hem farkları nedir?
Türkiye’deki Nur talebeleri, Mısır’da ve bilâd-ı Arapta İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma çalışan cemiyetler gibi müstakil cemiyet midirler?
Ve onlar da onlardan mıdır?

Ben de cevap veriyorum ki:
Nur talebelerinin ve İhvan-ı Müslimîn Cemiyetinin gerçi maksatları, hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir; fakat Nur talebelerinin beş altı cihetle farkları var:
Birinci fark: Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar, tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri asla mevcut değil.
İhvan-ı Müslimîn ise, memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.
İkinci fark: Nurcular, Üstadlarıyla içtima etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller. Kendilerini Üstadlarıyla içtimaa mecburiyet hissetmiyorlar. Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki koca bir memleket bir dershane hükmünde, Risale-i Nur kitapları onların eline geçmekle, üstad yerine onlara bir ders verir. Herbir risale, bir Said hükmüne geçer.
Hem ellerinden geldiği kadar ücretsiz istinsah ederler. Muhtaçlara mukabelesiz (Yirmi beş sene müddetle el yazmasıyla Anadolu’da neşri bu şekilde olmuştur) veriyorlar ki, okusunlar ve dinlesinler. Bu suretle büyük bir memleket büyük bir dershane hükmünde oluyor.
İhvan-ı Müslimîn ise, umumî merkezlerde mürşid ve reisleriyle görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler. Ve o umumî cemiyetin şubelerinde de o büyük üstadla ve naibleriyle ve vekilleri hükmündeki zatlarla yine görüşürler, ders alırlar, emir alırlar.
Hem umumî merkezlerde çıkan ceride ve mecellelerin fiyatını verip, alıp, onlardan ders alıyorlar.
Üçüncü fark: Nur talebeleri, aynen, âli bir medresenin ve bir üniversite darülfünununun talebeleri gibi, ilmî muhabere vasıtasıyla ders alıyorlar. Büyük bir vilâyet bir medrese hükmüne geçer. Birbirini görmedikleri, tanımadıkları ve uzak oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders okuyorlar.
Amma İhvan-ı Müslimîn ise, memleketleri ve vaziyetleri iktizasıyla mecelleleri ve kitapları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme neşrediyorlar; onunla birbirini tanıyıp ders alıyorlar.
Dördüncü fark: Nur talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki, tecemmu’ edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünkü, meslekleri siyaset ve cemiyet olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.
Amma İhvan-ı Müslimîn ise, vaziyetleri itibarıyla siyasete temas etmeye ve cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Ürdün’de, Sudan’da, Mağrib’de ve Bağdat’ta çok şubeler açmışlar.
Beşinci fark: Nur talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar var. Yedi sekiz yaşındaki, camilerde Kur’ân okumak için elifbâyı ders almakta olan çocuklardan tut, tâ seksen, doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın erkek, hem bir köylü, hammal adamdan tut, tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcularda var. Bütün Nurcuların bu çok taifelerinin umumen bütün maksatları, Kur’ân-ı Mecîdin hidayetinden ve hakaik-i imaniye ile nurlanmaktan ibarettir. Bütün çalışmaları ilim ve irfan ve hakaik-i imaniyeyi neşretmektir. Bundan başka birşeyle iştigal ettikleri bilinmiyor. Yirmi sekiz seneden beri dehşetli mahkemeler dessas ve kıskanç muarızlar, bu kudsî hizmetten başka onlarda bir maksat bulamadıkları için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar. Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.
Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye temessük etmek için insanları teşvik ve sevk ediyorlar; fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas iktizasıyla, ziyadeleşmeye ve kemiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.
Altıncı fark: Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i maddiyeye ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî iktisat ve kanaatle ve fakirü’l-hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur’âniyede hakikî bir ihlâs ve fedakârlıkla; ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i dalâlete karşı mağlûp olmamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet etmekte bir şüphe bırakmamak için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiçbirşeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye fâidelerinden çekiniyorlar.
Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksat itibarıyla aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbap sebebiyle, Nur talebeleri gibi dünyayı terk edemiyorlar. Azamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.
İsa Abdülkadir
(Risale-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lâhikası)
SÖZLÜK:
Arabî : Arapça
bilâd-ı Arap : Arap beldeleri, ülkeleri
cemiyet : topluluk
cihet : taraf, yön
hakaik-i Kur’âniye ve imaniye : Kur’ân ve iman hakikatleri, gerçekleri
hükmüne geçmek : benzer bir şeyle aynı hükmü almak
içtima : bir araya gelme, toplanma
istinsah etmek : el ile yazarak çoğaltmak
iştigal etmek : meşgul olmak
ittihad-ı İslâm : İslâm birliği ülkeleri
kudsiyet : kusur ve noksandan uzak oluş, kutsallık
mecburiyet : zorunluluk
muharrir : yazar, gazete yazarı
mukabelesiz : karşılıksız
münasebet : bağlantı, ilişki
mürşid : doğru yol gösteren
müstakil : bağımsız, başlı başına
neşir : yayılma
risale : küçük kitapçık; Risale-i Nur’da yer alan herbir bölüm
saadet-i dünyeviye ve uhreviye : dünya ve âhiret hayatı mutluluğu
teşkil etmek : meydana getirmek, oluşturmak
umumî : genele ait
aktar-ı âlem : âlemin dört bir tarafı
âli : yüce
bilâd-ı İslâmiye : İslâm beldeleri, ülkeleri
cemiyet : topluluk
ceride : gazete
darülfünun : üniversite
dessas : hilebaz, aldatıcı
ekser : pek çok
esas : temel
hakaik-i imaniye : iman hakikatleri
hidayet : doğru yola erdirme
icazet : izin
iktizasıyla : gereğiyle
ilmî : ilimle ilgili
intişar : yayılma
irfan : bilgi, anlayış
iştigal etmek : meşgul olmak
kudsî : kutsal
Kur’ân-ı Mecîd : her şeyin üstünde şeref sahibi olan ve takdis ve senâlara lâyık olan Kur’ân
mecelle : dergi
meslek : takip edilen yol, yöntem
muarız : karşı gelen, karşıt
muhabere : haberleşme
muhtelif : çeşitli
naib : vekil, birinin yerine geçen
nefer : asker, er
neşretmek : yaymak
nurlanmak : aydınlanmak
ruhsat : izin
taife : grup, topluluk
tecemmu’ etme : birikme, toplanma
teşkil : oluşturma, meydana getirme
umumen : bütünüyle
umumî : genele ait
vaziyet : durum, hâl
vekil : Bakan
âzamî : en fazla, en büyük
ceride : gazete
cihet : taraf, yön
ehl-i dalâlet : doğru ve hak yoldan sapanlar
esbap : sebepler
fakirü’l-hal : muhtaç durumda olma
hakaik-i imaniye : iman hakikatleri
hakikat : doğru ve gerçek
hakikaten : gerçekten
hakikî : asıl, gerçek
hayat-ı içtimaiye : sosyal hayat
hizmet-i kudsiye : kutsal hizmet
hizmet-i Kur’âniye : Kur’ân hakikatlerini yayma görevi
ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme
iktisat : tutumluluk
iktiza : gereklilik
istiğna : ihtiyaç duymama, kaçınma
itibarıyla : bakımından
kanaat : yetinme
kemiyet : sayıca çokluk, nicelik
kesret : çokluk
mahiyet : temel nitelik, özellik
malûmat : bilgiler
marifet-i İslâmiye : İslâmiyeti bilme ve tanıma
menfaat-i maddiye : maddî fayda
muharrir : yazar, gazete yazarı
mürşid : doğru yolu gösteren
rızâ-yı İlâhî : Allah’ın rızası
sevk etmek : göndermek, yönlendirmek
temas : dokunma, bahsetme
temessük etmek : sıkıca sarılmak
teşvik etmek : şevklendirmek, isteklendirmek
ulûm-u İslâmiye : İslâm ilimleri
 

harp

Well-known member
Ümitsizlik kanser gibi bir hastalıktır
08 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur:
Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garpta bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş.
Hem o yeistir ki, kuvve-i mâneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i mâneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i harika meyusiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hatta bu yeisle, başkasının lâkaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip neme lâzım der, “Herkes benim gibi berbattır” diye şehamet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor.
Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor. Biz de o kàtilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz.
(1) لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللهِ kılıcıyla o yeisin başını parçalayacağız.
(2) مَالاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَيُتْرَكُ كُلُّهُ hadisinin hakikatiyle belini kıracağız inşaallah.
Yeis, ümmetlerin, milletlerin “seretan” denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemâlâta mâni ve (3) اَناَ عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بِى hakikatine muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe’nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe’ni değildir.
Hususan Arap gibi nev-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtâz bir kavmin şe’ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arabın metanetinden ders almışlar. İnşaallah, yine Araplar ye’si bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir. (Hutbe-i Şâmiye)
1 : “Rahmet-i İlâhiyeden ümidinizi kesmeyiniz.” Zümer Sûresi, 39:53.
2 : Birşey bütünüyle elde edilmezse, bütünüyle de terk edilmez.
3 : “Ben kulumun zannı üzereyim (yani kulum Beni nasıl tanırsa, ona öyle muamele ederim).” Buharî, Tevhid: 15, 35; Müslim, Tevbe: 1, Zikr: 2, 19; Tirmizî, Zühd: 51, Daavât: 131; İbni Mâce, Edeb: 58; Dârimî, Rikak: 22; Müsned, 2:251, 315, 391, 412, 445, 482, 516, 517, 524, 534, 539, 3:210, 277, 491, 4:106.
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
âciz : güçsüz (bk. a-c-z)
âlem-i İslâm : İslâm âlemi (bk. a-l-m; s-l-m)
ecnebî : yabancı (Avrupalı)
fütur : usanç, gevşeklik
garp : batı
hadis : Peygamberimize ait söz
hakikat : asıl, gerçek
hasretme : bir mesele üzerine yoğunlaşma
hizmet-i İslâmiye : İslâm dinine hizmet (bk. s-l-m)
hizmetkâr : hizmetçi
hususan : bilhassa, özellikle
inşaallah : Allah’ın izniyle
istilâ etme : kaplama, hâkim olma (bk. v-l-y)
kemâlât : güzel ve örnek özellikler (bk. k-m-l)
kısas : bir suç işleyenin kanun tarafından aynı şekilde cezalandırılması, suçlunun işlediği cinayetin misli bir cezaya çarptırılması
kuvve-i mâneviye : mânevî güç, moral (bk. a-n-y)
kuvve-i mâneviye-i harika : olağanüstü mânevî güç (bk. a-n-y)
lâkaytlık : duyarsızlık, ilgisizlik
mâni : engel
medar-ı iftihar : övünç kaynağı
menfaat-ı şahsiye : kişisel yarar, şahsî menfaat
menfaat-i umumiye : genelin yararı, menfaati
meyusiyet : ümitsizlik
muhalif : aykırı, zıt
müddet-i hayat : hayat süresi
mümtâz : üstün, seçkin, belirgin özelliklere sahip olan
müstemleke : sömürge
nazar : bakış
nev-i beşer : insanlık
seciye : huy, karakter
seretan : kanser
şark : doğu
şehamet-i imaniye : imandan gelen yiğitlik ve cesaret (bk. e-m-n)
şehamet-i İslâmiye : İslâmdan gelen yiğitlik ve cesaret (bk. s-l-m)
şe'n : hâl, özellik, nitelik
tevellüd eden : doğan
ümmetler : toplumlar
yeis : ümitsizlik


icon_comment.gif
 

harp

Well-known member
Mü'minler en çok cemaatten kazanıyor
09 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
İ'lem eyyühe'l-aziz!
Mü'minler ibadetlerinde, dualarında birbirine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sair ibadetlerinde büyük bir sır vardır ki, herbir fert, kendi ibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevap cemaatten kazanıyor.
Ve herbir fert ötekilere duacı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci olur-bilhassa Peygamber Aleyhissalatü Vesselama...
Ve keza, herbir fert, arkadaşlarının saadetinden zevk alır ve Hallak-ı Kainata ubudiyet etmeye ve saadet-i ebediyeye namzet olur.
İşte mü'minler arasında, cemaatler sayesinde husule gelen şu ulvi, manevi teavün ve birbirine yardımlaşmakla hilafete haml, emanete mazhar olmakla beraber mahlükat içerisinde mükerrem ünvanını almıştır. (Mesnevi-i Nuriye, Şûle)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
İ'LEM EYYÜHE'L-AZÎZ [i’lem eyyühe’l-aziz] : Ey azîz kardeşim, bil ki.
TEZKİYE : Doğruluğuna şehâdet etmek, temize çıkarmak.
HÁLLÂK-I KÂİNAT : Kâinatı yoktan var eden Allah.
UBÛDİYET : Kulluk, kölelik, kul olduğunu bilip Allah'a itaat etme.
SAADET-İ EBEDİYE : Dâimî saadet; Cennet hayatı, ebedî mutluluk.
TEÂVÜN : Yardım etme, yardımlaşma.
HİLÂFET : Halîfelik, Peygamberimizin vekili olarak din ve dünya işlerinde umûmi reislik; Allah adına ve yine Onun izniyle yaratılmışlar üzerinde bir takım tasarruflarda bulunma.
HAML : Yük; yüklenme; isnad.
MÜKERREM : Hürmet ve tazim olunan. İkrâm olunmuş.
 

harp

Well-known member
Namaz, Allah'ın huzuruna kabulündür
10 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Dördüncü Şua: İşte ey tembel nefsim! Bir nevi Mi'rac hükmünde olan namazın hakikati, sâbık temsilde bir nefer, mahz-ı lûtuf olarak huzur-u şâhâneye kabulü gibi, mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ve Ma'bud-u Cemîl-i Zülcelâlin huzuruna kabulündür. (Allah en yüce ve en büyüktür.) deyip, mânen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyâttan tecerrüd edip bir mertebe-i külliye-i ubûdiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir sûretine çıkıp, bir nevi huzura müşerref olup, (Ancak Sana kulluk ederiz. (Fâtiha Sûresi: 5.)) hitâbına, herkesin kabiliyeti nisbetinde bir mazhariyet-i azîmedir. Âdetâ, harekât-ı salâtiyede tekrarla (Allah en yüce ve en büyüktür, Allah en yüce ve en büyüktür.) demekle kat-ı merâtib ve terakkiyât-ı mâneviyeye ve cüz'iyâttan devâir-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve mârifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyâsının mücmel bir ünvânıdır. Güyâ herbir (Allah en yüce ve en büyüktür.) bir basamak-ı mi'raciyeyi kat'ına işarettir. İşte şu hakikat-i salâttan mânen veya niyeten veya tasavvuren veya hayalen bir gölgesine, bir şuâına mazhariyet dahi büyük bir saadettir.
İşte hacda pek kesretli denilmesi, şu sırdandır. Çünkü, hacc-ı şerif, bilasâle herkes için, bir mertebe-i külliyede bir ubûdiyettir. Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta, ferik dairesinde, bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lûtfuna mazhar olur. Öyle de, bir hacı, ne kadar âmî de olsa, kat-ı merâtib etmiş bir velî gibi, umum aktâr-ı arzın Rabb-i Azîmi ünvânıyla Rabbine müteveccihtir, bir ubûdiyet-i külliye ile müşerreftir. Elbette, hac miftâhıyla açılan merâtib-i külliye-i Rubûbiyet ve dürbünüyle nazarına görünen âfâk-ı azamet-i Ulûhiyet ve şeâiriyle kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen devâir-i ubûdiyet ve merâtib-i kibriyâ ve ufk-u tecelliyâtın verdiği hararet, hayret ve dehşet ve heybet-i Rubûbiyet (Allah en yüce ve en büyüktür, Allah en yüce ve en büyüktür.) ile teskin edilebilir ve onunla o merâtib-i münkeşife-i meşhude veya mutasavvere ilân edilebilir.
Hacdan sonra, şu mânâ-i ulvî ve küllî, muhtelif derecelerde, bayram namazında, yağmur namazında, husûf küsûf namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. İşte, şeâir-i İslâmiyenin, velev Sünnet kabîlinden dahi olsa, ehemmiyeti şu sırdandır.
Hazînelerini kef ve nun'un arasına koyan (herşeyi bir "kün" emri ile yaratan) Allah, her türlü kusurdan münezzehtir.

Şânı ne yücedir Onun ki, herşeyin hüküm ve tasarrufu elindedir. Siz de ona döneceksiniz. (Yâsin Sûresi: 83.)
Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)

Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ÂFÂK-I AZAMET-İ ULÛHİYET : İlâhlığın büyüklüğünün ufukları, dereceleri.
AKTÂR-I ARZ : Yeryüzünün her tarafı.
BİLASÂLE : Bizzat, kendisi, eli ile, başkasını vâsıta etmeden, asâletiyle.
CÜZ'İYÂT : Parçaya ait olan şeyler, ufak tefek şeyler.
DEVÂİR-İ KÜLLİYE : Geniş ve umumî daireler.
FERÎK : General, korgeneral, tümgeneral.
HAREKÂT-I SALÂTİYE : Namazdaki hareketler.
KAT'-I MERATİB : Mertebeleri aşıp geçme.
KEMÂLÂT-I KİBRİYÂ : Sonsuz büyüklük sâhibi Allah'ın kemâlâtı.
MAHZ-I LÜTUF : İyilik ve ihsanın tâ kendisi.
MÂNÂ-İ ULVİ : Yüksek ve yüce mana.
MERÂTİB-İ KİBRİYÂ : Büyüklük mertebeleri.
MERÂTİB-İ KÜLLİYET : Bütünlüğün mertebeleri. Geniş ve yüce makamlar.
MERÂTİB-İ MÜNKEŞİFE-İ MEŞHUDE : Görünen, açılıp genişleyen mertebeler.
MERTEBE-İ KÜLLİYE-İ UBÛDİYET : Kulluğun geniş, umumî ve büyük mertebesi.
Mİ'RAC : Merdiven; yükselecek yer; Peygamberimizin (a.s.m.) Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna ruhen, cismen ve hâlen çıkması mu'cizesi.
MİFTÂH : Anahtar.
MUTASAVVER : Tasavvur edilmiş, yapılması düşünülmüş, hatırdan geçen.
MÜCMEL : Kısa, öz, muhtasar, sözü az mânâsı çok.
MÜŞERREF : Şereflenen.
SÂBIK : Geçen, geçen devre, geçmiş, daha önce, önceki, evvelki.
TECERRÜD : Sıyrılma, soyunma, çıplak olma.
TERAKKİYAT-I MÂNEVÎYE : Mânevî ilerleme, yükselme.
UFK-U TECELLİYÂT : Tecellîlerin, görüntülerin ufku.
YEVM-İ MAHSUS : Özel gün.
 

harp

Well-known member
Bu sanata, şuursuz tabiat karışabilir mi?
11 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey Müdebbîr-i Hakîm! Ey Mürebbî-i Rahîm!
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle ve Kur'ân-ı Hakîmin dersiyle anladım ve îman ettim ki, nasıl nebâtât ve eşcar Seni tanıyorlar, Senin sıfat-ı kudsiyeni ve Esmâ-i Hüsnânı bildiriyorlar. Öyle de, zîhayatlardan ruhlu kısmı olan insan ve hayvanâttan hiçbirisi yoktur ki, cisminde gâyet muntazam saatler gibi işleyen ve işlettirilen dahilî ve haricî âzâlarıyla ve bedeninde gâyet ince bir nizam ve gâyet hassas bir mîzan ve gâyet mühim faydalar ile yerleştirilen âlât ve duygularıyla ve cesedinde gâyet sanatlı bir yapılış ve gâyet hikmetli bir tefriş ve gâyet dikkatli bir muvâzene içinde konulan cihazât-ı bedeniyesiyle, senin vücûb-u vücuduna ve sıfatlarının tahakkukuna şehâdet etmesin.
Çünkü, bu kadar basîrâne nâzik sanat ve şuurkârâne ince hikmet ve müdebbirâne tam muvâzeneye, elbette, kör kuvvet ve şuursuz tabiat ve serseri tesâdüf karışamazlar ve onların işi olamaz ve mümkün değildir. Ve kendi kendine teşekkül edip öyle olması ise, yüz derece muhâl içinde muhâldir. Çünkü, o halde herbir zerresi, herbir şeyini ve cesedinin teşekkülünü, belki dünyada alâkadar olduğu herşeyini bilecek, görecek, yapabilecek, âdetâ ilâh gibi ihâtalı bir ilmi ve kudreti bulunacak. Sonra, teşkil-i cesed ona havâle edilir ve "Kendi kendine oluyor" denilebilir.
Ve heyet-i mecmuasındaki vahdet-i tedbîr ve vahdet-i idâre ve vahdet-i neviye ve vahdet-i cinsiye ve umûmun yüzlerinde göz, kulak, ağız gibi noktalardá ittifak cihetinde müşâhede edilen sikke-i fıtratta birlik ve herbir nevin efrâdı sîmâlarında görülen sikke-i hikmette ittihat ve iâşede ve îcadda beraberlik ve birbirinin içinde bulunmak gibi keyfiyetlerinden hiçbirisi yoktur ki, Senin vahdetine katî şehâdette bulunmasın. Ve herbir ferdinde, kâinata bakan bütün isimlerin cilveleri bulunmakla, vâhidiyet içinde Senin ehadiyetine işareti olmasın.
Hem, nasıl ki, insan ile beraber hayvanâtın, zeminin bütün yüzünde yayılan yüz bin envâı, muntazam bir ordu gibi teçhiz ve tâlimât ve itaat ve musahhariyetle ve en küçükten tâ en büyüğe kadar, Rubûbiyetin emirleri, intizamıyla cereyanlarıyla o Rubûbiyetinin derece-i haşmetine; ve gâyet çoklukla beraber gâyet kıymetli; ve gâyet mükemmel olmakla beraber gâyet çabuk yapılmaları; ve gâyet sanatlı olmakla beraber gâyet kolay yapılışlarıyla kudretinin derece-i azametine delâlet ettikleri gibi; şarktan garba, şimalden cenuba kadar yayılan, mikroptan tâ gergedana kadar, en küçücük sinekten tâ en büyük kuşa kadar bütün onların rızıklarını yetiştiren rahmetinin hadsiz vüs'atine; ve herbiri emirber nefer gibi vazife-i fıtriyesini yapmak, zemin yüzü her baharda, güz mevsiminde terhis edilenler yerinde yeniden taht-ı silâha alınmış bir orduya ordugâh olmak cihetiyle hâkimiyetinin nihayetsiz genişliğine katî delâlet ederler.
Hem, nasıl ki hayvanâttan herbirisi, kâinatın bir küçük nüshası ve bir misâl-i musağğar hükmünde, gâyet derin bir ilim ve gâyet dakîk bir hikmetle, karışık eczâları karıştırmayarak ve bütün hayvanların ayrı ayrı sûretlerini şaşırmayarak, hatâsız, sehivsiz, noksansız yapılmalarıyla, ilminin her şeye ihâtasına ve hikmetinin her şeye şümûlüne, adetlerince işaretler ederler.
Öyle de, herbiri birer mu'cize-i sanat ve birer hârika-i hikmet olacak kadar sanatlı ve güzel yapılmasıyla, çok sevdiğin ve teşhirini istediğin sanat-ı Rabbâniyenin kemâl-i hüsnüne ve gâyet derecede güzelliğine işaret ve her birisi, husûsan yavrular, gâyet nazdar, nâzenin bir sûrette beslenmeleriyle ve heveslerinin ve arzularının tatmini cihetiyle, Senin inâyetinin gâyet şirin cemâline hadsiz işaretler ederler. (Lemalar, Münacat)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ÂLÂT : Âletler.
ÂZÂ : Üye; organ, bedenin her bir uzvu.
BASÎRÂNE : Görerek, iç yüzünü de görür gibi.
CENUB : Güney.
CESED : Ten, gövde, vücut, beden. Ruhsuz vücud.
CİHÂZÂT-I BEDENİYE : Vücudun organları.
DELÂLET : Delil olmak, yol göstermek, doğru yolu bulmakta insanlara yardım etmek.
DERECE-İ AZÂMET : Büyüklüğün derecesi.
DERECE-İ HAŞMET : İhtişam derecesi. Yüksek gösteri.
EFRÂD : Fertler, şahıslar.
EHADİYET : Allah'ın yarattığı herşeyin yanında Zâtıyla, sıfatlarıyla ve isimleriyle bulunarak birliğini göstermesi.
EMİRBER : Emir alan, emre göre hareket eden, iş gören.
ENVÂ : Çeşitler, türler, cinsler, nevîler.
ESMÂ-İ HÜSNÂ : Allah'ın güzel isimleri.
EŞCAR : Ağaçlar.
FÂTIR-I KADÎR : Herşeye gücü yeten ve herşeyi benzersiz bir şekilde yaratan Cenab-ı Hak..
GARB : Batı.
HEYET-İ MECMUA-İ: Bütün duyu ve organlarıyla.
HİKMET : Felsefe, ilim; gayeli olma, faydalılık.
İÂŞE : Geçindirmek, beslemek, yaşatmak.
İCAD : Yoktan yaratmak.
İHÂTA : İçine alma; tam kavrama; kuşatmak.
İHÂTA : İçine alma; tam kavrama; kuşatmak.
İNÂYET : Yardım, lütuf.
İTAAT : Söz dinleme.
İTTİFÂK : Birleşme. Söz birliği etme.
KUR'ÂN-I HAKÎM : Her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur'ân.
MİSÂL-İ MUSAĞĞAR : Küçültülmüş örnek, nümûne; birşeyin bütün özelliklerini taşıyan, ondan daha küçük olan örneği.
MİZÂN : Terâzi, tartı, ölçü, denge.
MUHÂL : İmkânsız; olması mümkün olmayan.
MUHAL ENDER MUHAL : İmkânsızlık içinde imkânsızlık.
MUSAHHARİYET : Musahhar oluş, emre boyun eğdirme.
MUVÂZENE : Ölçülülük, dengeli olma; tartma, ölçme, düşünme, karşılaştırma.
MÜDEBBİRÂNE : Müdebbir olana yakışır şekilde, tedbirlice, her işi önceden ayarlayarak, dikkatlice geleceği düşünerek.
MÜDEBBÎR-İ HAKÎM : Her işi önceden, geleceğini bilerek ayarlayan ve belli bir gayeyi takip ederek yaratan Cenab-ı Hak.
MÜREBBÎ-İ RAHÎM : Çok merhametli terbiye edici olan Cenâb-ı Hak.
NEBÂTÂT : Bitkiler.
NEFER : Asker, er.
NEV : Çeşit, sınıf, cins, tür.
NÜSHA : Yazılı şey, yazılı bir şeyden çıkarılan suret.
SEHİV : Hatâ, yanlışlık.
SIFÂT-I KUDSİYE : Allah'ın mukaddes sıfatları.
SİKKE-İ FITRAT : Yaratılış imzası.
SÎMÂ : Yüz, çehre.
ŞARK : Doğu.
ŞEHÂDET : Şâhitlik; Allah tarafından Peygamberimize bildirilen herşeyi kabul ve tasdik etme.
ŞİMÂL : Kuzey.
ŞUURKÂRÂNE : Şuurluca. Farkederek.
ŞÜMÛL : Kaplamak, içine almak.
TAHAKKUK : Delil ile ispat edilme, gerçekleşme.
TAHT-I SİLÂH : Silah altında.
TÂLİM : Öğretme, yetiştirme, eğitme.
TÂLİMÂT : Tâlimler, eğitimler; bir iş hakkında hareket tarzını bildiren emirler.
TEFRİŞ : Döşeme, yayma, yayıp döşeme.
TERHİS : İzin ve ruhsat verme, serbest bırakma, salma, kurtarma.
TEŞEKKÜL : Meydana gelme, şekillenme, şekil alma.
VAHDET : Birlik.
VAHDET-İ CİNSİYE : Cins birliği.
VAHDET-İ İDÂRE : İdârenin tek elden yürütülmesi.
VAHDET-İ NEVİYE : Tür birliği.
VAHDET-İ TEDBÎR : Her işi hikmet ve tedbirle yapmadaki birlik.
VÂHİDİYET : Cenab-ı Hakk'ın isim ve sıfatlarının birliği ve kainatı kuşatması.
VAZİFE-İ FITRİYE : Yaratılışa âit vazife.
VÜS'AT : Genişlik.
ZERRE : Maddenin en küçük parçası, molekül. Risâle ismi.
ZÎHAYAT : Hayat sahibi, canlılar.
 

harp

Well-known member
En bahtiyar çocuklar onlardır ki...
12 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Aziz, sıddık kardeşlerim,
İşarat-ı Gaybiye-i Gavsiye ve Aleviyede, "Altmış dörtte Risale-i Nur telifce tamam olur." Demek o tarihten sonra, yalnız izahat ve haşiyeler ve tetimmeler olacak. Bu münasebetle iki nokta ihtar etmek kalbime geldi.
Birincisi : Risale-i Nur'un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta, masum çocuklardır.
Çünkü bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imani alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslamiyet ve imanın erkanlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-ı müslim birisinin İslamiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer.
Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevi fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Ahirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur: "Neden imanımı terbiye-i İslamiye ile kurtarmadınız?"
İşte bu hakikate binaen, en bahtiyar çocuklar onlardır ki, Risale-i Nur dairesine girip dünyada peder ve validesine hürmet ve hizmet ve hasenatı ile onların defter-i a maline vefatlarından sonra hasenatı yazdırmakla ve ahirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlat olurlar.
Risale-i Nur'un ikinci kısım talebeleri: Fıtraten Risale-i Nur a muhtaç, bir derece de dünyadan ürkmüş veyahut küsmüş kadınlardır. Hususan bir derece yaşlı da olsa, Risale-i Nur, ona hakiki bir gıda-yı manevidir. Çünkü Risale-i Nur'un dört esasından birisi şefkattir ki, ism-i Rahim in mazhariyetinden gelmiş. Kadınların da en esaslı hassaları ve fıtri vazifelerinin mayası, şefkattir.
Üçüncü kısım: Fıtri olmasa da, vaziyeti itibarıyla Risale-i Nur a ekmek ve ilaç gibi muhtaç olan hastalar ve ihtiyarlardır. Çünkü, Risale-i Nur hayat-ı bakiyeyi güneş gibi gösterdiğinden ve dünyevi hayatın fanilik cihetinde mahiyetini tam gösterdiğinden, dünyevi hayatlarına ya hastalık veya ihtiyarlıkla darbe gelen ve gaflet veya dalalet cihetiyle ölümü idam tevehhüm eden hastalar ve ihtiyarlar Risale-i Nur a o derece muhtaçtırlar ve öyle bir teselli, bir nur alırlar ki, onların hastalık ve ihtiyarlığını sıhhat ve gençliğe tercih ettiriyor.
İhtar edilen ikinci nokta : Madem Arabice altmış dörde girdik, işaret-i gaybiye gelmesiyle Risale-i Nur tekemmül etmiş olur. Eğer Rumi tarihi olsa, daha iki senemiz var. Halbuki çok mühim yerde yazılmayan ve tehir edilen risaleler kalmış. Mesela, Otuzuncu Mektup ve Otuz İkinci Mektup ve Otuz İkinci Lem alar gibi ehemmiyetli mertebeler boş kalmış.
Kalbime ihtar edilmiş ki: Eski Said in en mühim eseri ve Risale-i Nur'un Fatihası, Arabi ve matbu olan İşaratü l-İ caz tefsiri, Otuzuncu Mektup olacak ve olmuş. Eski Said in en son telifi ve yirmi gün Ramazan da telif edilen, kendi kendine manzum gelen Lemeat Risalesi Otuz İkinci Lem a olması ve Yeni Said in en evvel hakikatten şuhud derecesinde kalbine zahir olan ve Arabi ibaresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Hubab, Zühre, Şule ve onların zeyillerinden ibaret büyükçe bir mecmua Otuz Üçüncü Lem a olması ihtar edildi.
Hem Meyve, On Birinci Şua olduğu gibi, Denizli Müdafaanamesi de On İkinci Şua ve hapiste ve sonra Küçük Mektuplar Mecmuası On Üçüncü Şua olması ihtar edildi. Ben de aziz kardeşlerimin tensiplerine havale ediyorum. Demek birkaç mertebede kapı açıktır; bizlere daha iyi tetimmeler yazdırılabilir. (Emirdağ Lahikası)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ARABÎ : Arapça’ya ait arapla ilgili.
BAHTİYAR : Bahtlı, iyi tâlihli; mesut, mübârek, kutlu.
BELÂ : (c.: Belâyâ) Afet. Sıkıntı. Tasa, kaygı. Musibet.
CİHET : Yön, taraf; vesile, sebep, bahâne.
DALÂLET : Hak ve hakîkatten, dinden sapma, ayrılma; azma.
DEFTER-İ A'MÂL : İnsanların işlediği ve yaptığı şeylerin kaydedildiği defter; ameller defteri.
DERS-İ ÎMÂN : Îmân dersi.
ERKÂN : Rükünler, esaslar.
FÂNÎ : Geçiçi, sonu olan, son bulan.
FÂTİHA : Bir şeyin başlangıcı.
FITRATEN : Yaratılış olarak, yaratılış bakımından.
FITRÎ : Doğuştan, yaratılıştan, fıtrata âit ve yaratılışla ilgili.
GAVS-I GEYLÂNÎ : Hicri 470-561, Miladi 1078-1116 yılları arasında yaşamıştır. Kadiri tarikatinin müessisidir. Aktab-ı Erbaa'dandır.
GAYBÎ : Gaybe âit ve onunla ilgili; hazırda olmayan, görünmeyenlere âit; âhirete âit.
GAYR-I MÜSLİM : Müslüman olmayanlar. İslâmiyete girmeyenler.
HASENÂT : Hayırlar, iyilik ve güzellikler.
HÂSSA : Birşeye mahsus özellik, tesir, his, duygu
HÂŞİYE : Dipnot.
HAYAT-I BÂKİYE : Bitmeyen, sonsuz hayat, âhiret hayatı.
İHTAR : Hatırlatma, îkaz, uyarma, dikkat çekme.
İSM-İ RAHÎM : Sonsuz merhamet sahibi 0--Cenab-ı Hakk'ın bir ismi.
İSTİSKAL : Ağır bulup hoşlanmadığını anlatma; soğuk muâmeleyle sevmediğini bildirme.
İŞARET-İ GAYBİ : Gaybî işâret, belirti.
İZAHÂT : Açıklamalar.
LEMEÂT : Lem'alar, parlayışlar, parıltılar. Risâle-i Nur Külliyatı'ndan bir eserin adı.
MÂHİYET : Birşeyin aslı, içyüzü, esâsı.
MANZUM : Ölçülü, dizilmiş, sıralanmış, düzenlenmiş, sistemleşmiş; edb. nesir olmayan, şiir.
MATBÛ : Tâbedilmiş, basılmış.
MÂYE : Asıl, esas, maya.
MAZHARİYET : Sahip ve nâil olma, elde etme, başarı; bir şeyin göründüğü yer oluş.
MECMUA : Toplanıp biriktirilmiş, düzenlenmiş şeylerin hepsi.
MÜNÂSEBET : İki şey arasındaki uygunluk, yakınlık, bağlılık, yakışmak, vesile, alâka.
MÜŞKÜL : Zor, güç.
PEDER : Baba.
RÛMÎ : Rûmî tarih ve sene. Rûmî Takvim.
ŞEFAATÇİ : Af için sebep ve vesîle olması ümit edilen.
ŞEFKAT : Karşılıksız, samimi sevgi besleme; başkasının kederiyle alâkalı olma, acıyarak merhamet etme.
TEHİR : Ertelemek
TEKEMMÜL : Olgunlaşma, kemâle doğru gitme.
TELİF : Kitap yazma; eser, kitap.
TERBİYE-İ İSLÂMİYE : İslâmî eğitim, terbiye.
TERCİH : Birşeyi üstün tutma; seçme.
TETİMME : Tamam etme, tamamlama, ek.
TEVEHHÜM : Zannetme, evhamlanma, yok olanı var zannetmekle ümitsizliğe ve korkuya düşme.
VÂLİDE : Anne.
VEFÂT : Ölüm.
YABANİ : Yabana mensub. Issız yerlerde yaşıyan. Yabancı, alışmamış.
 

harp

Well-known member
ALTINCI SIR

Ey hadsiz acz ve nihayetsiz fakr içinde yuvarlanan biçare insan! Rahmet ne kadar kıymettar bir vesile ve ne kadar makbul bir şefaatçi olduğunu bununla anla ki:

O rahmet, öyle bir Sultan-ı Zülcelâle vesiledir ki, yıldızlarla zerrat beraber olarak, kemâl-i intizam ve itaatle beraber ordusunda hizmet ediyorlar. Ve o Zât ı Zülcelâlin ve o Sultan-ı Ezel ve Ebedin istiğnâ-yı zâtîsi var. Ve istiğnâ-yı mutlak içindedir. Hiçbir cihetle kâinata ve mevcudata ihtiyacı olmayan bir Ganiyy-i Alelıtlaktır. Ve bütün kâinat taht-ı emir ve idaresinde ve heybet ve azameti altında nihayet itaatte, celâline karşı tezellüldedir.

İşte rahmet seni, ey insan, o Müstağnî-yi Alelıtlak’ın ve Sultan-ı Sermedînin huzuruna çıkarır ve Ona dost yapar ve Ona muhatap eder ve sevgili bir abd vaziyetini verir. Fakat nasıl sen güneşe yetişemiyorsun, çok uzaksın, hiçbir cihetle yanaşamıyorsun; fakat güneşin ziyası, güneşin aksini, cilvesini, senin âyinen vasıtasıyla senin eline verir. Öyle de, o Zât-ı Akdese ve o Şems-i Ezel ve Ebede biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat Onun ziya-yı rahmeti Onu bize yakın ediyor.İşte, ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî, tükenmez bir hazine-i nur buluyor. O hazineyi bulmasının çaresi, rahmetin en parlak bir misali ve mümessili ve o rahmetin Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : Ey Rahmân ve Rahîm olan Allahım! “Bismillâhirrahmânirrahîm”in hakkı için, rahîmiyetine yaraşır şekilde bize merhamet et ve Rahmâniyetine yaraşır şekilde, bize “Bismillâhirrahmânirrahîm”in sırlarını anlamayı temin et.en beliğ bir lisanı ve dellâlı olan ve Rahmeten li’l-Âlemîn ünvanıyla Kur’ân’da tesmiye edilen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetidir ve tebaiyetidir. Ve bu Rahmeten li’l-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise, salâvattır.

Evet, salâvatın mânâsı rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete rahmet duası olan salâvat ise, o Rahmeten li’l-Âlemînin vüsulüne vesiledir. 1 Öyleyse, sen salâvatı kendine, o Rahmeten li’l-Âlemîne ulaşmak için vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahmân’a vesile ittihaz et. Umum ümmetin, Rahmeten li’l-Âlemîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında, hadsiz bir kesretle, rahmet mânâsıyla salâvat getirmeleri, rahmet ne kadar kıymettar bir hediye-i İlâhiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu parlak bir surette ispat eder.

Elhasıl: Hazine-i rahmetin en kıymettar pırlantası ve kapıcısı zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi Bismillâhirrahmânirrahîm’dir. Ve en kolay bir anahtarı da salâvattır.

اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ اَسْرَارِ «بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ» صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَبِحُرْمَتِهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَ اَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ وَارْحَمْنَا رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ مِنْ خَلْقِكَ اٰمِينَ
2

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
3 Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : bk. Ahzâb Sûresi, 33:56. Ayrıca bk. Müslim, Salât: 11, 70; Tirmizî, Vitr: 21; Ebû Dâvud, Salât: 36; 210, Vitr: 26; Nesâî, Cum’a: 5, Ezan: 37, Sehv: 55; İbni Mâce, İkâmetü’s-Salât: 79; Dârimî, Salât: 206, Rikak: 58; Müsned: 2:168, 375, 485, 3:102, 445, 4:8.
2 : Allahım! “Bismillâhirrahmânirrahîm”in hakkı için, âlemlere rahmet olarak gönderdiğin zâta ve bütün âl ve ashabına, Senin rahmetine ve onun hürmetine yaraşır bir şekilde salât ve selâm et. Bize de, Senden gayrı, Senin mahlûkatından hiç kimsenin merhametine muhtaç olmayacağımız bir rahmetle merhamet et.
3 : “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.
 

harp

Well-known member
HZ. Eyyüb (a.s)'ün meşhur kıssası
14 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
"Eyyüb de hatırla ki, Rabbine şöyle niyaz etmişti: 'Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.'" Enbiyâ Sûresi: 21:83.
SABIR KAHRAMANI Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın şu münâcâtı, hem mücerreb, hem tesirlidir. Fakat, âyetten iktibas suretinde, bizler münâcâtımızda (Ey Rabbim! Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.) demeliyiz.
Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın meşhur kıssasının hülâsası şudur ki:
Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfâtını düşünerek, kemâl-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra, yaralarından tevellüt eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: "Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor" diye münâcât edip, Cenâb-ı Hak o hâlis ve sâfi, garazsız, lillâh için o münâcâtı gayet harika bir surette kabul etmiş, kemâl-i âfiyetini ihsan edip envâ-ı merhametine mazhar eylemiş.
İşte bu Lem'ada Beş Nükte var.
BİRİNCİ NÜKTE
Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın zâhirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb'den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.
Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O münâcât-ı Eyyübiyeye, o hazretten bin defa daha ziyade muhtacız.
Bahusus, nasıl ki o hazretin yaralarından neş'et eden kurtlar kalb ve lisanına ilişmişler. Öyle de, bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler-neûzu billâh-mahall-i İmân olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar.
Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. (Lemalar, 2. Lema)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
BÂHUSUS : Bilhassa, özellikle, bununla beraber.
BÂTIN-I KALB : Kalbin içi, mânevî tarafı.
BÂTINÎ : İçe âit, içte olan.
ENVÂ-I MERHAMET : Merhametin çok çeşitli neticeleri.
GARAZ : Maksat, niyet, kasıt; kötü niyet ve kin.
HALEL : Bozukluk, eksiklik, başkası tarafından verilen zarar.
HÂLİS : Hilesiz, katıksız, saf, duru; her işi sırf Allah rızâsı için olan.
HULÂSA : Birşeyin, bir bâhsin özü; kısaca esâsı.
İKTİBAS : İstifâde sûretiyle alma. Alıntı.
İMHÂ : Yok etme.
İSTİĞFAR : Cenâb-ı Allah'tan kusurların affedilmesini, günâhların bağışlanmasını isteme.
KEMÂL : Olgunluk, mükemmellik, eksiksizlik, tamlık.
KEMÂL-İ ÂFİYET : Tam ve mükemmel sıhhat, selâmet, iyi olma.
KISSA : İbret verici hikâye.
LİSÂN : Dil, anlatma şekli, tarzı.
MAHAL : Yer.
MAHALL-İ ÎMÂN : Îmânın bulunduğu yer; kalb.
MÂRİFET-İ İLÂHİYE : Allah'ı ilim ve fenlerle bilme.
MEŞHUR : Ünlü, bilinen.
MÜCERREB : Denenmiş, tecrübe edilmiş.
MÜNÂCÂT : Duâ, yakarış.
NEFRETKÂRÂNE : Tiksinerek, nefret ederek.
NEŞ'ET : Çıkma, doğma, meydana gelme, kaynaklanma, yetişme.
NEÛZU BİLLÂH : Allah korusun.
NÛR-U ÎMÂN : Îmândan gelen nûr, aydınlık, parlaklık.
SABR (SABIR) : Acıya ve zorluğa katlanmak. * Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması.
TAHAMMÜL : Sabretme, katlanma, dayanma.
TEVELLÜD : Doğma, doğum, doğmuşluk.
VAZİFE-İ UBÛDİYET : Kulluk vazifesi.
VESVESE : Şüphe, tereddüt, kuruntu, vehim, aslı olmayan ihtimaller.
ZEVK-İ RUHÂNÎ : Rûhâ âit zevk.
ZİKİR : Allah'ı çok çok anıp, büyüklüğünü düşünme.
ZİYÂDE : Fazla, çok.
 

harp

Well-known member
En yüksek haslet, ihlastır
15 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Bu Lem'a lâakal her on beş günde bir defa okunmalı.
b424.gif
-1-
b700.gif
-1-
b701.gif
-2-
b702.gif
-3-
b703.gif
-4-
EY ÂHİRET KARDEŞLERİM ve ey hizmet-i Kur'âniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz:
Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas,

en büyük bir kuvvet,
en makbul bir şefaatçi,
en metin bir nokta-i istinad,
en kısa bir tarik-i hakikat,
en makbul bir duâ-i mânevî,
en kerametli bir vesile-i makasıd,
en yüksek bir haslet,
en sâfi bir ubudiyet, ihlâstır.
Madem ihlâsta mezkûr hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var. Ve madem bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid'alar, dalâletler içerisinde bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş. Elbette, herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa, hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli mesul oluruz.
b704.gif
(Benim ayetlerimi az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin. (Bakara Sûresi: 41)âyetindeki şiddetli tehditkârâne nehy-i İlâhîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına, mânâsız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfuruşâne, sakîl, riyâkârâne bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz'iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur'âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.

Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.
Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm
b705.gif
(Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse o başka.(Yusuf Sûresi: 12:53.) demesiyle, nefs-i emmâreye itimad edilmez. Enâniyet ve nefs-i emmâre sizi aldatmasın.

İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek ve mânileri def etmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun.
BİRİNCİ DÜSTURUNUZ
Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.

Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.
İKİNCİ DÜSTURUNUZ
Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir.

Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.
Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa'ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.
İşte, ey Risale-i nur şakirtleri ve Kur'ân'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette, dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.
Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.
Bu sırrın sırrı şudur ki:
Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. Haşiye (Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve ittihad, hadsiz menfaate medar olduğu gibi, korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, "Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum" diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve "O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum" der, rahatla yatar.)

ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ
Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz.

Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.
Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur.

Çünkü yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul'da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul'da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine katiyen şüphem kalmadı.
Hem itiraf ediyorum ki, samimî ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyâdan beni bir derece kurtardınız. İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız.
Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mu'cizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem'adaki şefkat tokatlarını tahattur ediniz.
Böyle mânevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz,
b706.gif
("Onları kendi nefislerine tercih ederler." (Haşir Sûresi: 59:9.) sırrıyla ihlâs-ı tâmmı kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü'mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer "Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim" arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.

DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ
Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir.

Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi'ş-şeyh, fenâ fi'r-resul ıstılahatı var. Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi'l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.
Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü'l-esası, samimî ihlâstır.

Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz.
Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i kübrâ-i Kur'âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. İnşaallah, Risale-i Nur yoluyla Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın daire-i kudsiyesine girenler, daima nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir.
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
BİD'A : Dinin aslına uymayan âdet ve uygulamalar.
Binaen: -den dolayı, -den ötürü, -için, -dayanarak, yapılarak, bu sebepten.
CADDE-İ KÜBRÂ-İ KUR'ÂNİYE : Kur'ân'ın büyük, geniş ve sağlam caddesi. Kur'ân yolu.
CİVANMERT : İyiliksever. Cömert. Fedâkâr.
Çendan: Gerçi, o kadar, her ne kadar, pek o kadar.
DALÂLET : Hak ve hakîkatten, dinden sapma, ayrılma; azma.
DUÂ-I MÂNEVÎ : Mânevî duâ. Sözle yapılan mânâ yüklü duâ.
ENÂNİYET : Benlik, gurur.
ESAS : Temel. Kök. Rükün. şart. Hakikat ve mahiyetler.
ESBÂB : Sebepler.
FÂZÎLET : Değer; meziyet, ilim, îmân ve irfan itibâriyle olan yüksek derece.
FENÂFİ'L-İHVAN : Kardeşlerinde fâni olmak. Kardeşlerinin sevinçleriyle sevinip acılarıyla üzülmek derecesinde onlarla bütünleşmek.
FENÂFİ'Ş-ŞEYH : Bütün mânevî kemâlatını şeyhin mânevî şahsiyetinden almak mânâsındaki tâbir.
FENAFİRRESUL : (Fenâ fir-resul) Tas: Bütün varlığını Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) manevî şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir.
Gavs-ı âzam: 1-Tarikat kurucusu. 2-En büyük gavs, Abdülkadir-i Geylânî Hazretlerinin nâmı.
Gaybi: Gayba ait, göze görünmeyenlere ait, gaybla ilgili, hazırda olmayan.
HÂDİM : Hizmet eden, hizmetkâr.
HAKAİK-I ÎMÂNİYE : Îmân hakîkatleri.
Hakk:1-Doğru, gerçek, hakikat. 2-Doğruluk.
HALÎLİYE : Samimî dostluk ve kardeşlik.
HASLET : Huy, tabiat, karakter, meziyet.
HÂSSA : Birşeye mahsus özellik, tesir, his, duygu.
Hazret: Saygı, ululama, yüceltme, övme maksadıyla kullanılan tabir.
HILLET : Samimî dost.
Himaye, himâyet: 1-Koruma, esirgeme, muhafaza etme. 2-Kayırma, elinden tutma.
HİSSİYÂT-I NEFSÂNİYE : Nefse âit duygular.
HİSSİYÂT-I SÜFLİYE : Alçaltıcı ve nefsin aşağılık istekleri, arzuları.
HODFURUŞ : f. Kendini beğendirmeğe çalışan. Övünen.
Hod-gâm, hod-kâm: Kendi keyfini düşünen, bencil.
HUSUSAN : Bilhassa, özellikle.
ISTILAHÂT : Terimler. Belli bir ilim veya mesleğe ait özel anlamlı kelimeler.
İ’tirâf: Başkalarının bilmediği gizli bir kusurunu söyleme, kendisi için iyi sayılmayacak bir hali gizlemeyip söyleme.
İdâme: Devam ettirme, sürdürme. Devamlı ve daimî kılma.
İFTİHÂR : Övünme; başkasının iyi bir hâli ile sevinme.
İHLÂS : Yapılan ibâdet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakîki ve esas gaye etmeyerek, yalnız ve yalnız Allah rızâsını esas maksat edinmek.
İhlâs:Hâlis, içten, samimi, riyasız, karşılıksız sevgi ve bağlılık
İHSANÂT-I İLÂHİ : Allah'ın iyilikleri, bağışları.
İKTİZÂ : Gerekme, gerektirme, lazım gelme, işe yarama, icab etme.
İltifât: Güzel sözler söyleyerek birini samimi olarak okşama.
İttihâd: Birleşme, birlik oluşturma, bir olma, birlik oluşturup ikiliği ortadan kaldırma, birlik.
KEDER : Üzüntü, tasa, kaygı.
KERÂMET : Allah'ın ihsanıyla velîlerin gösterdikleri adet dışı, olağanüstü haller.
Kerâmet: 1-Kerem, lutuf, ihsan, bağış. 2-İkram, ağırlama. 3-Allah'ın velî kullarında görülen olağanüstü haller veya tabiatüstü hadiseler. 4-Ermişçesine yapılan iş, hareket veya söylenen söz, fikir.
KUDSÎ : Mukaddes, yüce, temiz. Kusursuz ve noksansız.
LÂAKAL : En az, hiç değilse, en azından.
Lâtîf: 1-Allah'ın güzel isimlerinden. 2-Yumuşak, hoş, güzel, nazik, narin. 3-Cismani olmayan, ruhla ilgili, ruhanî. 4-Tatlı, şirin.
MÂBEYN : Ara; iki şey arası.
Mâbeyn: Ara, aralık, iki şeyin arası.
MAKBUL : Kabul edilmiş olan, geçerli.
Mânen: İç varlık bakımından, duyguca, gönülce, yürekçe, ruhça, mâna itibarıyle, mânaca.
MÂNİ : Engel.
Ma'sûm-âne:Masumca, masum olana yakışacak surette, suçsuz, günahsız bir şekilde.
MENÂFİ-İ CÜZ'İYE : Cüz'i, küçük menfaatler. Az bir fayda.
Menfaat: Fayda, kâr, gelir, ihtiyaç karşılığı olan şey.
MES'UL : Sorumlu.
MEŞREB : Âdet, huy, yaratılış, ahlâk; takip edilen usûl, yol.
MEZİYET : İyi ve doğru hareket; üstünlük vasıfları.
MEZKÛR : Sözü edilen, zikredilen, bahsedilen.
Mu'cize-vârî: Mucize gibi.
MUKABİL : Karşı, karşılık olarak, bedel.
Mukâbil: Karşı, karşılık, muâdil.
Muvaffakiyet: Allah’ın yardımıyla başarılı olma, muvaffak olma, başarma.
MUZIR : Ziyan veren, zararlı, zarara sokan.
MÜKELLEF : Yükümlü, vazifeli. Bir şeyi yapmaya mecbur olan.
MÜRİD : Tarîkat öğrencisi, bir şeyhe bağlı kişi.
Müteallikât: İlgili, alakalı.
NEFS-İ EMMÂRE : Kötülüğü teşvik eden, emreden nefis.
NEHY-İ İLÂHÎ : Allah'ın yasaklaması.
NOKTA-İ İSTİNAD : Dayanak noktası, dayanma yeri.
Nokta-i istinâd: Dayanak noktası, güvenme ve itimat noktası.
Rızâ-yı İlâhi: Allah’ın rızası, hoşnutluğu.
Riyâ:1-İki yüzlülük, yalandan gösteriş, samimiyetsizlik. 2-İnsanlardan sağlayacağı maddî veya manevî çıkar düşüncesiyle iyilik yapma veya iyi olma temayülü, eğilimi.
RİYÂKÂRÂNE : Gösteriş yaparcasına. İki yüzlüce.
SÂFÎ : Temiz, pâk, duru
SAKÎL : Ağır, can sıkıcı, çirkin.
Samîmiyet:1-Samimîlik, içtenlik. 2-Teklifsizlik.
SAVLET : Saldırı.
SIRR : Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey.
Sırr: Gizli tutulan, kimseye söylenmeyen şey, gizli iş veya söz.
SUFİ : (C.: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu.
SUKÛT : Değerden düşme, düşüş, alçalış.
ŞÂKİRÂNE : Şükrederek.
ŞEFAATÇİ : Af için sebep ve vesîle olması ümit edilen.
ŞEREF : Yükseklik, yücelik. Büyüklük.
TAARRUZ : Sataşmak, ilişmek, saldırmak.
Tahattur:1-Hatırlama, hatıra getirme. 2-Unutulduktan sonra hatırlanan şey.
Tarassudât: Gözlemeler, gözetmeler
TARÎK-I HAKİKAT : Hak ve hakikat yolu.
TASAVVUF : Kalbi, dünyanın fâni işlerinden ayırıp, Allah sevgisi ile bağlamak.
TASAVVUR : Birşeyi zihinde şekillendirme; düşünce, tasarı; tasarlama.
TAZYİKAT : Baskılar, zorlamalar, sıkıştırmalar.
Tazyîkât: Tazyikler, baskılar, zorlamalar, sıkıştırmalar.
TECÂVÜZ : Haddini aşma; söz veya hareketle ileri gitme, saldırma.
TEFÂNÎ : Fikrî ve ahlâkî kaynaşmak, birbirine fani olmak kardeşinin meziyet ve hissiyatını fikren yaşamak.
Tercîh: Bir şeyi diğerlerinden üstün tutma, öne alma, seçme, daha çok beğenme.
Tesânüd: Dayanışma, birbirine dayanma, birbirinden destek alma, omuzdaşlık.
Tesellî: Avutma, acısını dindirme, güzel sözler söyleyerek rahatlatma.
Teveccüh: 1-Yüzünü bir yöne çevirme, yönelme, yöneliş. 2-Hoşlanma, güler yüz gösterme, iltifat etme.
Teveccüh: 1-Yüzünü bir yöne çevirme, yönelme, yöneliş. 2-Hoşlanma, güler yüz gösterme, iltifat etme.
UBÛDİYET : Kulluk, kölelik, kul olduğunu bilip Allah'a itaat etme.
UHREVÎ : Ahirete dâir, öteki dünyaya âit.
Uhuvvet-i hakîkiye: Hakikî, gerçek kardeşlik.
UMÛR-U HAYRİYE : Hayırlı işler.
Ümmî: Okuma yazması olmayan, okumamış.
ÜSSÜ'L-ESAS : Esasların esâsı, en büyük temel, hakiki ve sağlam temel.
Üstâd: Bir ilim veya sanatta üstün olan kimse. 2-Öğretici; muallim, öğretmen, usta, san'atkâr. 3-Maharetli, tecrübeli, usta.
Vâsıta: İki şeyi birbirine bitiştiren üçüncü. Aracı.
VAZİFE-İ ÎMÂNİYE : İmânla ilgili vazife.
VESÎLE-İ MAKASID : Asıl maksada götüren vesîle, vasıta.
Zâhir: Görünen, görünücü. Açık, belli, meydanda…
ZİYÂDE : Fazla, çok.



 

harp

Well-known member
Yabancıları körü körüne taklit edenler diyor ki…
16 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
BİRİNCİ İŞARET
Şeâir-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebîleri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki: "Londra'da ihtidâ edenler ve ecnebîlerden imana gelenler, memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer'î var ki sükût ediliyor."
Elcevap: Bu kıyasın o kadar zâhir bir farkı var ki, hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklit etmek zîşuurun kârı değildir. Çünkü, ecnebî diyarına, lisan-ı şeriatta "dâr-ı harp" denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere cevaz olabilir ki, diyar-ı İslâmda mesağ olamaz.
Hem frengistan diyarı, Hıristiyan şevketi dairesidir. Istılahât-ı şer'iyenin maânîsini ve kelimât-ı mukaddesenin mefâhimini lisan-ı hâl ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından, bilmecburiye, kudsî maânî, mukaddes elfâza tercih edilmiş; maânî için elfaz terk edilmiş, ehvenüşşer ihtiyar edilmiş.
Diyar-ı İslâmda ise, muhit, o kelimât-ı mukaddesenin meâl-i icmâlîsini ehl-i İslâma lisan-ı hâl ile ders veriyor. anane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeâir-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete ait muhaverât-ı ehl-i İslâm, o kelimât-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar.
Hattâ, şu memleketin maâbid ve medâris-i diniyesinden başka, makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki, o maânî-i mukaddeseyi ehl-i imana ihtar ediyorlar. Acaba kendine Müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için bir günde elli kelime frengî lügatından taallüm ettiği hâlde, elli senede ve hergünde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah, Elhamdü lillâh ve Lâ ilâhe illâllah ve Allahu ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için bu kelimât-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler. Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hâkketmektir; bu tahkire karşı titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir.
Ehl-i ilhâda kapılan ulemâü's-sû', milleti aldatmak için diyorlar ki: "İmam-ı Âzam, sair imamlara muhâlif olarak demiş ki: 'İhtiyaç olsa, diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre, Fâtiha yerine Fârisî tercümesi cevazı var.' Öyleyse biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz."
Elcevap: İmam-ı Âzamın bu fetvâsına karşı, başta âzamî imamların en mühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidîn, o fetvânın aksine fetvâ veriyorlar. Âlem-i İslâmın cadde-i kübrâsı, o umum eimmenin caddesidir; muazzam ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka hususî ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar.
İmam-ı Âzamın fetvâsı beş cihette hususîdir.
Birincisi: Merkez-i İslâmiyetten uzak diyar-ı âharde bulunanlara aittir.
İkincisi: İhtiyac-ı hakikîye binaendir.
Üçüncüsü: Bir rivayette lisan-ı ehl-i Cennetten sayılan Fârisî lisanıyla tercümeye mahsustur.
Dördüncüsü: Fâtiha'ya mahsus olarak cevaz verilmiş-tâ Fâtiha'yı bilmeyen namazı terk etmesin.
Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maânî-i mukaddesenin, avâmın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki, zaaf-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüt eden meyl-i tahrip saikasıyla tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir! (Mektubat)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
AN'ANE-İ İSLÂMİYE : İslâmî gelenek.
AVÂM : Sıradan biri, fakir halk tabakası; okuyup yazması az olan; ilim ve irfânı az, basit yaşayışa sahip kimse.
CADDE-İ KÜBRA : Büyük cadde; en selâmetli yol; Kur'ân'ın gösterdiği yol.
CEVAZ : İzin, müsaade, ruhsat.
CEVAZ-I ŞER'İ : Şeriatın cevâzı, fetvası, müsaadesi.
DÂR-I HARB : Harb diyârı, savaş memleketi.
DİYÂR : Yer, memleket, mahal.
DİYÂR-I ÂHAR : Başka memleketler.
DİYÂR-I BAÎDE : Uzak memleketler.
DİYÂR-I İSLAM : İslam memleketleri.
ECNEBÎ : Yabancı. Müslüman olmayanlar.
EHL-İ İLHAD : Dinsizler.
EHL-İ KUBÛR : Kâbirde yaşayanlar.
EHVENÜŞŞER : İki şer'den daha zararlı olanın tercih edilmesi.
EİMME :İmamlar.
EİMME-İ MÜÇTEHİDÎN : İçtihad eden imamlar. Kur'an ve sünnetin ışığında dinî konularda hüküm çıkarabilen âlim zâtlar.
ELFÂZ : Ağızdan çıkan sözler, kelimeler
ERKÂN-I İSLÂMİYE : İslâmın temel şartları, rükünleri.
FETVÂ : Bir mesele hakkında ehil olan kimse tarafından verilen dînî hüküm.
FRENGİSTAN : Avrupa. (Fransa v.d.)
HAMİYET-İ İSLÂMİYE : İslâmı koruma, Müslümanlara sahip çıkma ve müdafa etme gayreti.
HÜCCET : Senet, vesika, delil; bir iddiânın doğruluğunu ispat için gösterilen belge.
İDLÂL : Saptırmak, azdırmak.
İHSÂS : Açık anlatmadan kapalıca bahsetme, hissettirme.
İHTİDÂ : Hidâyete erme, doğru yola girme.
İMAM : Öne geçmek. * Önde ve ileride olan. Delil ve rehber. * Cemaate namaz kıldıran. * İçtihad sahibi zat. Mezheb sahibi olan.
İSTILÂHAT-I ŞER'İYE : Şeriatın tâbiri, deyimi.
KELİMÂT-I MUKADDESE : Mukaddes kelimeler. Kusursuz ve noksansız sözler.
KIYAS : Benzetme, karşılaştırma, mukayese etme.
LİSÂN : Dil, anlatma şekli, tarzı.
LİSÂN-I HÂL : Birşeyin duruşu ve görünüşü ile bir mânâ ifâde etmesi.
LİSÂN-I ŞERİAT : Şeriat dilinde.
MAÂBİD : Mâbedler, ibâdet yerleri.
MAÂNÎ : Mânalar.
MAÂNİ-İ MUKADDESE : Mukaddes, temiz ve saf mânâlar.
MAKBERİSTAN : Mezarlık.
MEÂL : Birşeyin pekçok mânâlarından biri; birşeyin kısaca mânâsı, anlamı.
MEÂL-İ İCMÂLÎ : Kısaca mânâ, mânânın özeti.
MEDÂRİS : Medreseler. Din, îmân, ahlâk ve fenni derslerin okutulduğu, talebenin de kaldığı okullar.
MEDÂRİS-İ DİNİYE : Dinî medreseler.
MEFÂHİM : Anlaşılan mânâ ve mefhumlar.
MESAG : İzin. Müsaade. Ruhsat, cevaz.
MEYL-İ TAHRİP : Yıkma, arzusu.
MUAZZAM : Büyük, iri, kos koca.
MUHAVERÂT : Konuşmalar, haberleşmeler.
MUHÎT : İhâta eden, herşeyi kuşatan ve herşeyi içerisine alan; etraf, çevre.
MUKADDES : Kudsî, temiz, pâk, ârî.
MÜCMEL : Kısa, öz, muhtasar, sözü az mânâsı çok.
MÜTEMÂDİYEN : Aralıksız, durmadan, devamlı sûrette.
RİVÂYET : Peygamberimizden işittiklerini veya Sahabeden duyduklarını, birisinin başkasına anlatması.
SAİKA : Sürükleyen, sevkeden, götüren hal, sebep.
SÜKÛT : Suskunluk, sessizlik.
ŞEÂİR-İ İSLÂMİYE : İslâmın sembolleri, işaret ve belirtileri. (Dînî kıyâfet, ezan, kurban gibi.)
ŞEVKET : Kudret ve kuvvetten gelen büyüklük, padişaha mahsus heybet ve saltanat.
TAALLÜM : İlim edinme, öğrenme, ders okuyarak öğrenme.
TAĞYİR : Bozarak değiştirme, başkalaştırma.
TAHRİF : Harflerin yerlerini değiştirmek, bozmak, kalem karıştırmak.
TEFEHHÜM : Anlama.
TEHCİR : Yerinden, yurdundan çıkarma. Sürgün etme.
TELKİN : Fikir aşılama, öğüt verme, zihinde yer ettirme.
TERCİH : Birşeyi üstün tutma; seçme.
TEŞEBBÜS : Bir işe girişmek, sağlam bir niyetle bir şeye başlamak.
TEVELLÜD : Doğma, doğum, doğmuşluk.
ULEMÂÜ'S-SÛ : İlmi kötüye kullanan, dünyevî menfaat için ilmî âlet ve vasıta yapan âlimler.
ZAAF-I ÎMÂN : İmân zayıflığı.
ZÎŞUUR : Akıl, şuur sâhibi. Bilinç sahibi.
 

harp

Well-known member
Ağaçlar ve bitkiler ne diyor?
17 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Sonra, o yolcu dağda ve sahrada fikriyle gezerken, eşcar ve nebatat âleminin kapısı fikrine açıldı.
Onu içeriye çağırdılar, "Gel, dairemizde de gez, yazılarımızı da oku" dediler.
O da girdi, gördü ki, gayet muhteşem ve müzeyyen bir meclis-i tehlil ve tevhid ve bir halka-i zikir ve şükür teşkil etmişler.
Bütün eşcar ve nebatatın envâları, bil'icmâ, beraber; Lâ ilâhe illâ Hû diyorlar gibi lisan-ı hallerinden anladı.
Çünkü bütün meyvedar ağaç ve nebatlar;
mîzanlı ve fesahatli yapraklarının dilleriyle
ve süslü cezaletli çiçeklerinin sözleriyle
ve intizamlı ve belâgatli meyvelerinin kelimeleriyle
beraber, müsebbihâne şehadet getirdiklerine ve Lâ ilâhe illâ Hû dediklerine delâlet ve şehadet eden üç büyük küllî hakikati gördü.
Birincisi: Pek zâhir bir surette kastî bir in'am ve ikram
İkincisi: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan kastî ve hakîmâne bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmâne bir tezyin ve tasvir mânâsı ve hakikati, o hadsiz envâ ve efratta gündüz gibi âşikâre görünüyor ve bir Sâni-i Hakîmin eserleri ve nakışları olduklarını gösterir.
Üçüncüsü: O hadsiz masnuatın yüz bin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlı, ziynetli olarak, mahdut ve mâdud ve birbirinin misli ve basit ve câmid ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o iki yüz bin nevilerin farikalı ve intizamlı, ayrı ayrı, muvazeneli, hayattar, hikmetli, yanlışsız, hatâsız bir vaziyette umum efradının sûretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattir ki, güneşten daha parlaktır ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı sayısınca o hakikatı ispat eden şahitler var diye bildi.
"Elhamdû lillâhi alâ nimeti'l-îman" dedi. (Şualar, Ayet-ül Kübra)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
BELÂGAT : Hitap ettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakîkatlı söz söyleme sanatı, hâlin gerektirdiğine uygun söz söylemek.
CEZÂLET : Tutuk olmayan, ahenkli, akıcı ve güzel ifâde.
CİHET-İ İMKÂN : Birşeyin olabilirlik yönü.
ELHAMDÜLİLLÂHİ ela NİMET'İL-ÎMÂN : Îmân nîmetine karşı Allah'a hamdolsun.
ENVÂ : Çeşitler, türler, cinsler, nevîler.
EŞCAR : Ağaçlar.
FESÂHAT : Doğru ve düzgün söyleyerek açık ve güzel ifâde etme.
FETHi : Açması
HABBE : Dâne, tohum, parça. Risâle ismi.
HAKÎMÂNE : Her şeyi belli bir gaye ve fayda gözeterek yaparak.
HALKA-İ ZİKİR : Tasavvufta, zikir esnasında daire şeklinde oturmak.
İCMÂ : Fikir birliği. Bir meselede âlimlerin ittifak etmesi.
İHTİYÂRÎ : Kendi isteğiyle, seçerek.
İKRAM : Ağırlamak. Hürmet etmek. Saygı göstermek. * İltifat olarak bir şeyler vermek.
İN'AM : Nîmet vermek, ihsan etmek.
KASTÎ : İsteyerek, kast ederek, niyetle ve bile bile yapılan; kasıtlı.
LİSÂN-I HÂL : Birşeyin duruşu ve görünüşü ile bir mânâ ifâde etmesi. Vücut dili
MÂDUD : Addedilen, sayılan.
MAHDUT : Sınırlandırılmış.
MASNUAT : Sanatla yapılmış olan eserler, varlıklar.
MECLİS-İ TEHLÎL : Tehlil meclisi; #Lâ ilâhe illallah# diyenlerin toplantısı.
MİZÂN : Terâzi, tartı, ölçü, denge.
MUHTEŞEM : İhtişamlı, göz alıcı.
MÜSEBBİHÂNE : #Sübhanellah# diyerek kusur ve noksan sıfatların olmadığını ilân etme.
MÜZEYYEN : Süslü.
NEBÂTÂT : Bitkiler.
RAHÎMÂNE : Şefkat ve merhametli bir şekilde.
SAHRÂ : Büyük çöl, geniş saha, kır, ova.
ŞEHÂDET : Şâhitlik; Allah tarafından Peygamberimize bildirilen herşeyi kabul ve tasdik etme.
ŞÜKÜR : Allah'ın nîmetlerine karşı memnunluk gösterme.
TASVİR : Bir şeyin özelliklerini anlatarak, gözönünde canlandırma.
TEFRİK : Ayırt etme, ayırma.
TEMYİZ : Birbirinden ayırma, seçme, fark etme.
TEŞKİL : Meydana getirme, ortaya koyma.
TEVHİD : Birleme, Allah'ın bir olduğuna ve Ondan başka İlâh olmadığına inanma.
TEZYİN : Süslemek, donatmak, bezemek.
ZÂHİR : Görünen, açık, dış yüz.
 

harp

Well-known member
Gökyüzü Senin emrinle düzenlenmiştir
18 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...
Bismillahirrahmanirrahim
Ey Vâcibü'l-Vücûd, Ey Vâhid-i Ehad,
Bu harika yıldızlar, bu acîp güneşler, aylar, Senin mülkünde, Senin semâvâtında, Senin emrinle ve kuvvetin ve kudretinle ve Senin idare ve tedbirinle teshir ve tanzim ve tavzif edilmişlerdir. Bütün o ecram-ı ulviye, kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden birtek Halıka tesbih ederler, tekbir ederler, lisan-ı hal ile Sübhânallah, Allahu Ekber derler. Ben dahi onların bütün tesbihatıyla Seni takdis ederim.
Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl, Ey Kâdir-i Mutlak,
Kur'ân-ı Hakîmin dersiyle ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle anladım: Nasıl ki gökler, yıldızlar Senin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet ederler. Öyle de, cevv-i semâ, bulutlarıyla ve şimşekleri ve ra'dları ve rüzgârlarıyla ve yağmurlarıyla, Senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ederler.
Evet, câmid, şuursuz bulut, âb-ı hayat olan yağmuru, muhtaç olan zîhayatların imdadına göndermesi, ancak Senin rahmetin ve hikmetinledir; karışık tesadüf karışamaz.
Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve fevâid-i tenviriyesine işaret ederek ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise, senin fezadaki kudretini güzelce tenvir eder.
Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezayı konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra'dat dahi, lisan-ı kâl ile konuşarak Seni takdis edip, rububiyetine şehadet eder.
Hem zîhayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek ve nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifelerle tavzif edilen rüzgârlar dahi, cevvi âdeta bir hikmete binaen "Levh-i Mahv ve İsbat" ve "yazar, ifade eder sonra bozar tahtası" suretine çevirmekle, Senin faaliyet-i kudretine işaret ve Senin vücûduna şehadet ettiği gibi, Senin merhametinle bulutlardan sağıp zîhayatlara gönderilen rahmet dahi, mevzun, muntazam katreleri kelimeleriyle senin vüs'at-ı rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder… (Şualar, 3. Şua, Münacat Risalesi)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ÂB-I HAYAT : Hayat suyu,hayatın devamına vesile olan kan.
ACİB : Hayret veren. Şaşılacak şey.
ALLAHÜ EKBER : Allah en büyük ve en yücedir.
AZAMET-İ KİBRİYÂ : büyüklüğün akıl almaz genişliği ve yüceliği.
CÂMİD : Cansız, durgun, donmuş.
CEVVÎ : Gök boşluğuna âit. Cevve dâir.
CEVV-İ SEMÂ : Hava âlemi, atmosfer, uzay boşluğu.
ECRÂM-I ULVİYE : Büyük gök cisimleri. Yıldızlar.
FAALİYET-İ KUDRET : İlâhî kudretin faaliyetleri, işleri,
FEVÂİD-İ TENVÎRİYE : Aydınlatmanın faydaları.
HÁLIK : Yaratıcı, herşeyi yoktan yaratan Allah.
KADÎR-İ MUTLAK : Kudreti mutlak olan ve herşeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi Allah.
KADÎR-İ ZÜLCELÂL : Büyüklük sahibi ve herşeye gücü yeten Allah.
KATRE : Damla, yağmur taneleri. Risâle ismi
KUDRET : Güç, tâkat; Cenâb-ı Hakkın bütün kâinata hükmeden ezelî ve ebedî kudsî sıfatı.
KUR'ÂN-I HAKÎM : Her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur'ân.
LEVH-İ MAHV VE İSBAT : Bir tabirdir. Levh: Görünen ve ibret verici bir vaziyeti ifade eder. Mahv ise; o vaziyetin birden ortadan kalkması, mahvolmasını ifade eder. Gökyüzü bulutlarla kaplı, şimşek çakar, yağmur yağar bir levha halinde iken birden hava açılır, hiç bir şey yokmuş gibi, eski manzarayı mahvolmuş hâlde görürüz. Bu hale mahv diyoruz. Kudret-i İlâhî ile tekrar aynı eski hale gelmesi, havanın yağmurlu, bulutlu, şimşekli manzarasına dönmesi keyfiyyetine de İsbât diyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın tekrar mahlukatı dirilteceğine bir işâret olarak bu vaziyete de İsbat deniyor, Cenab-ı Hak levhayı yazıyor, bozuyor
LİSÂN-I HÂL : Birşeyin duruşu ve görünüşü ile bir mânâ ifâde etmesi.
LİSÂN-I KAL : Konuşma, anlatma dili.
MEVCUDİYET : Varlık, var olma.
MEVZUN : Ölçülü, vezinli, tartılı, düzgün.
MUNTAZAM : Düzene girmiş, intizamlı.
NÜFÛS : Nefisler, canlar, şahıslar.
RA'D : Gök gürültüsü.
RUBÛBİYET : Cenâb-ı Hakkın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altında bulundurması vasfı.
SEMÂVÂT : Gökler.
SÜBHÂNALLAH : Allah her türlü eksiklikten uzak ve bütün üstün sıfatlara sahiptir demek; tesbih etmek.
ŞEFKAT : Karşılıksız, samimi sevgi besleme; başkasının kederiyle alâkalı olma, acıyarak merhamet etme.
ŞEHÂDET : Şâhitlik; Allah tarafından Peygamberimize bildirilen herşeyi kabul ve tasdik etme.
ŞİDDET-İ ZUHUR : Şiddetli görünme.
ŞUUR : Anlayış, idrâk, bilme, farkına varma.
TAKDÎS : Mukaddes bilme. Allah'ı noksan ve kusurlardan pâk ve yüce kabul etmek.
TÂLİM : Öğretme, yetiştirme, eğitme.
TANZİM : Düzene koyma, sıralama, düzenleme.
TAVZİF : Görevlendirme, vazifelendirme.
TEDBÎR : İdâre etme, evirip çevirme.
TEKBİR : Allah en büyüktür mânâsına gelen #Allahü Ekber# kelimesini söyleme
TENVİR : Nurlandırma, aydınlatma.
TESBİH : Allah'ın zâtında, sıfatında ve fiillerinde bütün noksanlardan uzak olduğunu ifâde etmek.
TESBİHÂT : Tesbihler; Allah'ı eksik sıfatlardan tenzih etmeler.
TESHÎR : İtaat ettirmek, boyun eğdirmek, emir altına almak.
TEŞVİK : Şevklendirmek, cesâret vermek.
VÂCİBÜ'L-VÜCUD : Varlığı zarurî ve şart olan, varlığı gerekli olan ve yokluğu düşünülemeyen, varlığı zâtî, ezelî, ebedî olan; varlığı, vücud tabakalarının en sağlamı, en kuvvvetlisi, en esaslısı ve en mükemmeli olan.
VAHDET : Birlik.
VÂHİD-İ EHAD : Bir olan ve birliği her bir şeyde tecellî eden Allah.
VÜCÛB-U VÜCUD : Varlığı gerekli olmak, olmaması imkânsız olmak, varlığı zarurî ve vacib olmak, vazgeçilmez olmak.
VÜS'AT-İ RAHMET : İlâhî rahmet ve merhametin genişliği, büyüklüğü.
ZÎHAYAT : Hayat sahibi, canlılar.
 

harp

Well-known member
Gayemiz insanları ebedi idamdan kurtarmaktır
20 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Bu istida, üç makamata gönderilmiştir .

Oradaki kardeşlerime bir me’haz olmak için gönderildi

Yirmi seneden beri sabredip sükut eden bir mazlumun şekvasını dinlemenizi istiyorum.
Hürriyetin en geniş suretini veren cumhuriyet hükumetinde herbir hürriyetten men edilmekle beraber, düşmanlarım, benim aleyhime her cihetle serbest olarak beni eziyorlar. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikr-i ilmiyeyi temin eden cumhuriyet hükumeti, ya beni tam himaye edip, garazkar, evhamlı düşmanlarımı sustursun veyahut bana, düşmanlarım gibi hürriyet-i kalem verip, müdafaatıma yasak demesin. Çünkü, resmen, perde altında her muhabereden men im için postahanelere gizli emir verilmiş.

Su ve ekmeğimi getiren bir tek çocuktan başka kimseyle beni görüştürmemek için tenbihat verildiği bir zamanda, eskiden beri benim muarızlarım fırsat bulup, tam Mahkeme-i Temyizin beraatımızı tasdik ederek, mahkemedeki ehl-i vukufun tahsin ettikleri kitaplarımı almayı beklerken, o düşmanlarım, hiç münasebetim olmayan bir-iki mahrem risalelerimi verdirip, sonra meslekçe benim aleyhimde bir-iki ehl-i vukufun eline geçirip, aleyhimde fena bir rapor hazırladıklarını işittim.
Daha sabır ve tahammülüm kalmadı. Ben hükumet-i cumhuriyenin bütün erkanlarına, belki dünyaya ilan ediyorum ki:
Kur'ân-ı Hakimin sırr-ı hakikatiyle ve i cazının tılsımıyla, benim ve Risale-i Nur'un programımız ve mesleğimiz ve bilfiil semeresini gördüğümüz ve çalıştığımız ve gaye-i hareketimiz ve hedefimiz, ölümün idam-ı ebedisinden iman-ı tahkiki ile biçareleri kurtarmak ve bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muhafaza etmektir.
İşte Risale-i Nur, üç ehl-i vukuf heyetinin ve üç mahkemenin incelemesinden geçtiği halde, bu iki vazife-i kudsiyeden başka, kasdi olarak dünyaya, idareye, asayişe dokunacak ciheti olmadığına, yirmi senelik hayatım ve yüz otuz Risale-i Nur, meydanda, cerh edilmez bir hüccettir.
Evet, mahkemece dava ettiğim ve benimle münasebettar bütün dostlarımın tasdiki altında, yirmi seneden beri hiç müracaat etmeyen ve on seneden beri hükümetin erkanlarını-birkaçı müstesna olarak-bilmeyen ve dört seneden beri Dünya Harbinden ve hadisatından hiç haber almayan ve merak etmeyen bu biçare mazlum Said, hiç imkanı var mı ki, ehl-i siyasetle uğraşsın ve idareye ilişsin ve asayişin ihlaline meyli bulunsun? Eğer zerre miktar bulunsaydı, "Karşımda kimler var, dünyada neler oluyor, bana kim yardım edecek?" diye soruşturacaktı, merak edecekti, karışacaktı, hilelerle büyüklere hulul edecekti.
En elim cüz i bir hadise şudur ki: "Bir tecrid-i mutlak içinde, her muhabereden kesilmiş vaziyetimden kurtulmak için hapse girmeye bir bahane bulunuz ki beni hapse alsınlar, bu azaptan kurtulayım" diye bazı dostlarıma bir gizli mektup elden göndermiştim. Ta, benim hayatımın sermayesi ve neticesi ve gayet ziynetli bir surette tezyin edilmiş Risale-i Nur dan, Denizli de mahkemede bulunan kitaplarıma yakın olayım ve teslim almaya çalışayım. Maatteessüf, aleyhime olan oradaki ehl-i vukuftan birtek adam beni müdafaa ederken, o dahi mektubumu görüp, hapse girmem için aleyhime hüküm vermeye mecbur olmuş.
Beni hapislere sokan muarızlarımın bir bahaneleri de-o mahkemede ondan beraat kazandığım-"tarikatçılık"tır. Halbuki, Risale-i Nur da daima dava edip demişim: "Zaman tarikat zamanı değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsiz Cennete gidenler çoktur, imansız Cennete giden yoktur" diye bütün kuvvetimizle imana çalışmışız. Ben hocayım, şeyh değilim. Dünyada bir hanem yok ki, nerede tekkem olacak? Bu yirmi sene zarfında, bir tek adam yok ki, çıksın desin: "Bana tarikat dersi vermiş." Ve mahkemeler ve zabıtalar bulmamışlar. Yalnız eskiden yazdığım tarikatlerin hakikatlerini ilmen beyan eden Telvihat Risalesi var ki, bir ders-i hakikattir ve yüksek bir ders-i ilmidir, tarikat dersi değildir.
Hürriyet-i vicdanı esas tutan hükumet-i cumhuriyenin, elbette bu milletin milyarlar ecdadının ruhları bağlandığı bir hakikate ve onun yolunda dünyaya meydan okudukları ve iman-ı tahkikiyi galibane felsefeye karşı ispat eden bir eseri ve hadimlerini himaye etmek, ehemmiyetli bir vazifesidir. Yoksa, o zayıf hadimin ellerini bağlayıp, binler düşmanlarını ona saldırtmaya, hiçbir vecihle o cumhuriyetin düsturları müsaade etmez. Cumhuriyet beni dinleyecek diye şekvamı yazdım. Evet, (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir. (Al-i İmran Sûresi: 173.)) derim. (Emirdağ Lahikası)
• • •


Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:
ANARŞİST : hiçbir kayıt ve kural tanımayan, düzene düşman; yıkıcı; terörist.
ÂSÂYİŞ : Emniyet, güvenlik.
BAHANE : Yalandan özür.
BERÂAT : Heybetlilik, büyüklük, sağlamlık, dayanıklılık, kavîlik; ilim, cesâret ve diğer güzel vasıflarda emsâlinden üstünlük.
BEYÂN : Açıklama; izah; anlatma.
BÎÇARE : Çaresiz, zavallı.
BİLFİİL : Bizzat kendi çalışması ile; kendi yaparak.
CERH : Çürütmek, yaralamak.
CİHET : Yön, taraf; vesile, sebep, bahâne.
ECDÂD : Cedler, atalar, dedeler.
EHL-İ VUKUF : Bilirkişi.
ELÎM : Acı veren, çok acıklı, üzüntü veren.
ERKÂN : Rükünler, esaslar.
EVHAM : Olmayan birşeyi olur zannı ile meraklanmak, vehimler, kuruntular.
GÂLİBÂNE : Galip bir tarzda. Üstün gelerek
GARAZKÂR : Kin güden, kötü niyetli kimse.
GAYE-İ HAREKET : Yapılan hareketin gayesi ve maksadı.
HÂDİM : Hizmet eden, hizmetkâr.
HÂDİSÂT : Hâdiseler, olaylar.
HİMÂYE : Koruma, korunma.
HULÛL : Geçmek, nüfuz etmek, girmek, dahil olmak.
HÜCCET : Senet, vesika, delil; bir iddiânın doğruluğunu ispat için gösterilen belge.
HÜRRİYET-İ FİKR-İ İLMİYE : İlmi fikir hürriyeti.
HÜRRİYET-İ KELÂM : Konuşma hürriyeti.
HÜRRİYET-İ VİCDAN : Vicdan hürriyeti.
Î'CÂZ : Mu'cizelik; âciz bırakmak, insanların benzerini yapmaktan âciz kaldıkları şeyi yapmak.
ÎDÂM-I EBEDÎ : Dirilmemek üzere yok oluş; âhiret inancı olmadığı için ölümü ebedî yokluğa gitmek olarak görme.
İHLÂL : Bozma.
ÎMÂN-I TAHKİKÎ : İnandığı şeylerin aslını, esâsını bilerek inanma; sarsılmaz îmân, şuurlu ve tahkiki îmân.
İSTİDÂ : Dilekçe, müracâat dilekçesi.
KASDÎ : İstiyerek, kastederek, niyetle ve bile bile yapılan.
MAATTEESSÜF : Üzülerek; üzüntüyle ifâde etmek gerekir ki.; yazıklar, teessüfler olsun; ne yazık ki.
MAHKEME-İ TEMYİZ : Yargıtay mahkemesi. Yanlışı doğrudan ayıran mahkeme.
MAHREM : Gizli. Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akrabâ.
MAKAMÂT : Makamlar, dereceler.
MAZLUM : Zulme uğrayan.
ME'HAZ : Menba'. Bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer. Bir şeyin aslının alındığı kaynak.(Cumhur-u avâmı, bürhandan ziyâde me'hazdaki kudsiyet imtisâle sevkeder. M.)
MEN : Yasaklama, engelleme, mâni olma.
MUÂRIZ : Karşı, zıd, ters.
MUHÂBERE : Haberleşme.
MÜBÂREK : Bereketlenmiş, uğurlu, hayırlı.
MÜDÂFAÂT : Savunmalar.
MÜNÂSEBET : İki şey arasındaki uygunluk, yakınlık, bağlılık, yakışmak, vesile, alâka.
MÜNÂSEBETTAR : İlgili, alâkalı, bir şeye uygun ve yakın olan.
RİSÂLE : Mektup, küçük kitap.
SABR (SABIR) : Acıya ve zorluğa katlanmak. * Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması.
SEMERE : Netice, kâr, meyve.
SIRR-I HAKİKAT : Hakikat sırrı.
SÜKÛT : Suskunluk, sessizlik.
ŞEKVÂ : Şikâyet etmek, sızlanmak.
ŞEYH : Tarikat dersi veren mânevî lider, mürşid.
TAHAMMÜL : Sabretme, katlanma, dayanma.
TAHSİN : Beğenmek ve alkışlamak, güzelleştirmek, iyi ve güzel bulmak.
TASDİK : Onaylama, doğrulama.
TECRİD-İ MUTLAK : Tek başına, hücre hapsinde bulundurmak, kimseyle görüştürmemek.
TEKKE : Zâkirlerin, dervişlerin zikir ve ders için toplandıkları yer.
TELVİHÂT : Kinâyeli açıklamalar.
TENBİHÂT : Tenbihler, îkazlar. Nasihatlar.
TEZYİN : Süslemek, donatmak, bezemek
TILSIM : Herkesin bilip çözemediği gizli sır; fevkalâde kuvvet ve tesire sahip olan şey. Sihirli söz.
VAZİFE-İ KUDSİYE : Mukaddes vazife. Kusursuz ve kıymetli vazife.
VECİH : Cihet, yön, taraf, cephe, tarz, şekil, sebep.
ZÂBITA : Emniyet görevlisi.
ZİYNET : Süs.



 

harp

Well-known member
Ey uyanan Araplar sizi bekliyoruz!
21 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar,
en evvel bu sözlerle sizinle konuşuyorum.

Çünkü, bizim ve bütün İslâm taifelerinin
üstadlarımız
ve imamlarımız
ve İslâmiyetin mücahidleri sizlerdiniz.

Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.
Onun için tembellikle günahınız büyüktür.
Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir.

Hususan kırk-elli sene sonra, Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye,
esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında,
belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz.
Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşaallah nesl-i âti görecek. (Hutbe-i Şamiye)

Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
CEMÂHİR-İ MÜTTEFİKA-İ AMERİKA : Amerika Birleşik Devletleri
HÂKİMİYET-İ İSLÂMİYE : İslâmiyetin hâkimiyeti
İNTİBÂH : Uyanıklık, hassasiyet.
KÜRE-İ ARZ : Yerküre; dünya.
NISF : Yarı.
NESL-İ ÂTİ : Gelecek nesil.
TÂİFE : Kavim, kabîle, takım, hususî bir sınıf meydana getiren insanlar.



 

harp

Well-known member
Araplar Türklerle elele verip ilan edecekler
22 Şubat 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
İKİNCİ KELİME:
Ki, müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur:
Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş.
İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garpta bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş.
Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş.
Hem o yeistir ki, kuvve-i mâneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i mâneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i harika meyusiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş.
Hattâ bu yeisle, başkasının lâkaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip neme lâzım der, "Herkes benim gibi berbattır" diye şehamet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor.
Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor. Biz de o kâtilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz.
b431.gif
-("Rahmet-i İlâhiyeden ümidinizi kesmeyiniz." Zümer Sûresi: 39:53.)- kılıcıyla o yeisin başını parçalayacağız.
b432.gif
hadisinin hakikatiyle belini kıracağız inşaallah.
Yeis, ümmetlerin, milletlerin "seretan" denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mâni ve
b433.gif
-("Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.")- hakikatine muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe'nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe'ni değildir.
Hususan Arap gibi nev-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtâz bir kavmin şe'ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arabın metanetinden ders almışlar.
İnşaallah, yine Araplar ye'si bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd ve ittifak ile el ele verip Kur'ân'ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir. (Hutbe-i Şamiye)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
TEVELLÜD : Doğma, doğum, doğmuşluk.
YEİS : Ümitsizlik.
MÜSTEMLEKE : Sömürge.
FÜTUR : Yeis. Ümidsizlik. Usanç. * Zaaf. * Keder, gam. * Gevşeklik.
ŞEHÂMET-İ ÎMÂNİYE : İmandan gelen zekilik ve kahramanlık.
SERETAN : Kanser.
ŞE\'N : İş, gerek, tavır, hal, birşeyin özelliğinin fiilî görünümü, neticesi ve eseri.
TESÂNÜD : Dayanışma, birbirini destekleme.
 


Bu alana bir cevap yazın...
Üst