Menkıbeler ve Kıssadan Hisseler..

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Meczup Hikayeleri
Uyarı !!! Bir meczup ne söylerse kınama onu. Çünkü o, bulunduğu makamda sarhoştur, aklı başında değildir. Sen kendine gel de dilini tutu, onun gibi söyleme.

Eşeğin Bedelini Kim Ödeyecek?


Yakında

Evi Olmayan Meczup



Yakında






Meczubun Başına Gelen Dolu



Bir meczup vardı. Çocuklar onu taşladıkları için canı çok sıkılmış, kızmıştı. Kaça kaça bir hamamın köşesine sığındı. Sığındığı köşede bir penceresi vardı hamamın.


Biraz sonra dolu yağmaya başladı, pencereden giren her dolu da meczubun başına geliverdi. Doluyu taş sandığından kızgınlığı arttı delinin. "Neden bana taş atıyorlar" diye atana bir hayli sövdü, saydı. O sırada güneş, bulutların arasından çıkıp olduğ uyeri aydınlattı. başına gelenin taş olmayıp da dolu olduğunu anlayınca küfrettiğine pişman olup dedi ki:
-Yarabbi, şu bulunduğum yer karanlıktı, farkedemedim, yanıldım. Ne söylediysem geri alıyorum.
Meczubun Nasibi
Bir köşede yalnız başına yaşayan bir meczup vardı. Şöhretli biri meczubun yanına gidip der ki;


- Sende liyakat görüyüorum ben. Bütün duygularını bir tek yere bağlamış, orada toplamışsın. Kalbin perişan, aklın dağınık değil.


Meczup:

-Ben nasıl dediğin mevki de olayım ki! Beni büütn gün sinekler rahatsız eder geceleri de pireler uyutmaz. Nemrud'un burnuna küçücük bir sivrisinek girmiş, o sersemin beynini doldurmuştu. Bil mem ki ben de zamanın Nemrud'u muyum ki Sevgiliden nasibim yalnız sinek ve pire, der.



Meczubun Ölümü


Sırra ermiş bir meczubun can vermesi uzamıştı. Can çekişip duruyır, inliyor, sel gibi gözyaşları ile gönülleri dağlayara diyordu ki:


-Ey Rabbim! Beni sen dünyaya getirdin, madem ki götüreceksin neden getirdin ki? Canım olmasaydı, can verme derdim olmaz, rahat olurdum. Ne ben doğardım, ölürdüm; ne de sen beni dünyaya getirir, sonra da canımı alırdın. Keşke gelip gitme zahmeti olmasaydı. Bu gelip gitme olmasa, hiç de kötü olmazdı. Ölüme hazırlanmak farz ama benim bunu düşünecek gücüm yok.



Meczup ve Hızır

Dünyadan elini ayağını çekmiş bir meczuba Hızır :

- Ey işini tamamlamış Allah aşığı, bana dost olmak ister misin? diye sorar.

Meczup:


- Senin halin benimkine uymaz. Sen kıyamete kadar yaşmak için abıhayat içtin. Ben ise sevgiliye kavuşmak için canımdan ayrıldım. Sen canını koruma sevdasındasın ben ise feda etmek derdindeyim. En iyisi, seninle ben tuzaktan kurtulmak içindağılan kuşlar gibi biribirimizden uzak olalım, diyerek Hızır a.s'ın teklifini rededer.





Mısır'daki Kıtlık


Mısır'da birdenbire bir kıtlıktır oldu. Halk ekmek diyerek inliyor ve teker teker düşerek ölüyordu. Yollar insan ölüsü dolmuştu. Yarı canlılar da ölenleri yiyordu.


Bir meczup, halkın ölmekte olduğunu ve bir parçacık bile ekmeği bulamadığını görünce:


- Ey dünya ve ahiret padişahı, verecek rızkın yoksa, bari az insan yaratsaydın der.


Deli, ne yaparsa yapsın, deliliğine bağışlanır, affedilir. O'nun gibi günahlara batmış kimse yoktur, ama Allah, şüphe yok ki lütfeder, bağışlar onu.



Su Üstüne Kurulan Yapı


Bir meczuba sordular:


- Şu iki alemin aslı nedir ki bunlarda bunca hayaller, vehimler var?


Meczup dedi ki:


- Her iki alem de yukarısış aşağısı aslında bir damla sudan ibaret. Ne var ne de yok. Önce bir damla su yaratıldı, sonra Sevgili, o damladan göründü. Sudan yaratılan her şey demir gibi sağlam olsa bile bâki kalmaz. Demirden sertini bulamazsın alemde, ama onun da harcı sudur, bak da gör.


Suyun durulduğunu gören hiç yok, peki su üstüne kurulan yapının duracağını kim söyleyebilir?

Kaynak: Mantıku't - Tayr, Feridüddin Attar
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
HZ. PEYGAMBER'İN MEKTUBU ve BİZANS KRALI

Dıhyetü'l-Kelbî r.a. anlatıyor:
Hz. Peygamber s.a.v., beni bir mektupla Bizans Kayseri'ne gönderdi. Hükümdarın yanına vardım. Mektubu verdim. Yanında yüzü kırmızı, gözleri mavi, saçları kıvırcık bir de yeğeni vardı.
Mektup, 'Allah'ın Rasulü Muhammed'den, Rumların sahibi Herakliyus'a' diye başlıyordu. Yeğeni bu sözler üzerine derin bir nefes aldı ve 'bu mektup okunmamalıdır' dedi. Kayser bunun sebebini sordu. Yeğeni: 'Bu mektubu yazan önce kendi ismini anıyor ve senin için de Rum'un sahibi diyor, kral tabirini kullanmıyor.' dedi. Hükümdar, 'mutlaka onu okuyacaksın' dedi.
Mektup okunduğu zaman, oradakiler Kayser'in yanından çıktılar. Huzura ben alındım. Kayser, onların dinî işlerini düzenleyen piskoposu çağırdı. Diğerleri onu mektuptan haberdar etmişlerdi. Bunu Kayser'in kendisi de söyledi ve mektubu ona okuttu. Piskopos ona şunları söyledi:
- İşte bu Muhammed'dir. O beklediğimiz peygamberdir ki, İsa onun geleceğini bizlere müjdelemişti. Kayser piskoposa:
- Peki, bana ne tavsiye edersin? dedi. Piskopos:
- Ben onu tasdik ediyor ve ona tabi oluyorum, dedi. Kayser ona:
- Şayet ben bunu yapacak olursam krallığımdan olurum, dedi.
Sonra biz Kayser'in yanından çıktık. Kayser, o sırada yanında misafir olan Ebu Süfyan'ı çağırttı ve:
- Sizin memleketinizde ortaya çıkan bu kişi necidir? diye sordu. Ebu Süfyan:
- O bir gençtir, dedi.
- Onun soyu-sopu nasıldır?
- Hepimizinkinden üstündür.
- Bu peygamberliğin alametlerindendir. Peki onun yaşantısı nasıldır?
- Yalan söylediği görülmemiştir.
- Bu da peygamberlik alametlerindendir.
Kayser, Ebu Süfyan'a yine sordu:
- Acaba arkadaşlarından, onun dinini bırakıp da size dönen oldu mu?
- Hayır.
- Bu da bir peygamberlik alametidir. Peki savaştığı zaman arkadaşlarıyla beraber mağlup olduğu oluyor mu?
- Bir kavim onunla savaştı, o onları mağlup etti. Daha sonra onlar da onu mağlup ettiler.
- Bu da peygamberlik alametidir.
Sonra Kayser, beni huzuruna çağırdı ve şöyle dedi:
- Seni gönderen zata de ki, ben onun peygamber olduğunu biliyorum. Fakat krallığımı terkedemem.
Piskoposa gelince, hıristiyanlar her pazar günü bir yerde toplanıyor, o da onlara vaaz ediyordu. Pazar günü olduğunda bu kez vaaz etmedi. İkinci pazar da vaaz etmedi. Ben yanına gidiyor ve onunla konuşuyordum. O bana sorular sorardı. Üçüncü pazar gelince, halk yine çıkıp vaaz etmesini bekledi. O yine çıkmadı, hasta olduğunu söyledi. Bunu birkaç defa tekrarladı.
Sonunda şöyle haber gönderdiler: 'Ya bize çıkarsın ya da odana girer seni öldürürüz. O Arap buraya geldiğinden beri biz senden şüpheleniyoruz.'
Bunun üzerine piskopos bana bir mektup verip şunları söyledi:
'Şu mektubu al, Muhammed'e götür. O'na selamla birlikte, benim Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun Rasulü olduğuna iman ve şahitlik edip, kendisine inandığımı ve onu tasdik edip, kendisine uyduğumu söyle. Halk bu durumumu seziyor. Ona bu gördüklerini de söyle!'
Bunları söyledikten sonra dışarıya çıktı. Bekleyenler de onu öldürdüler.


Yusuf Yavuz
Semerkand
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Melekler Yıkadı


Eshâb-ı kirâmdan Hanzala hazretlerinin henüz yeni evlendiği günün gecesiydi. Sevgili Peygamberimiz, eshâbını toplayarak islâma saldırmak ve yok etmek için bütün savaş hazırlıklarını tamamlayan Mekkeli müşriklere karşı harp yapılması kararını vermişlerdi. Harbe katılacak sahâbiler tek tek evinden çağırıldı. Harp haberini duyuran haberci, Hanzala'nın evine uğradı. Bu karar ve resûlullah Efendimizin emri ona da ulaştı. Emri duyan Hanzala, boy abdesti alma fırsatını bulmadan Uhud'a gitmek üzere hemen sahâbenin arkasından koşmaya başladı ve eshâbının arasına katıldı.


Harp sona erince Müslümanlar Medine'ye dönmeye başladılar. Harbe iştirak edenlerin yakınları acaba bizden geriye dönen olacak mı heyecanı içerisinde yollara sıralanmışlardı. Bunların arasında henüz bir günlük evli olup, gece yarısı sevgili peygamberimizin emrine uyarak harbe giden ve şehitlik şerbeti içen hazreti Hanzala'nın dul hanımı da vardı.Herkes büyük bir heyecanla harpten dönenlere yakınlarını soruyor, fakat hiç kimse kimseye cevap vermiyordu. Ancak sorulan soruları sevgili peygamberimiz (a.s) cevaplıyordu. En son olarak soru sorma sırası, şehit olan Hanzala'nın hanımına gelmişti. Resûlullah Efendimize yaklaşarak:


- Ey! Allahın Resûlu! Hanzala nerede?


Sevgili peygamberimiz cevabında:

-''Hanzala şehit oldu'', buyurdu.


Bunun üzerine Hanzala'nın hanımı:


-Yâ Resûlullah, şu anda söyleceğim bir aile sırrıdır. Sizler de biliyorsunuz ki, kocamla daha henüz ilk evlendiğimiz geceydi. Kocam Hanzala, sizin mübârek emrinize uyarak boy abdestini alamadan harbe katıldı. Bildiğiniz gibi şehit oldu. Bu sebeple, emir veriniz de kocamı bulsunlar ve yıkasınlar, dedi.


Bunun üzerine sevgili peygamberimiz yarı hüzünlü bir şekild:


-Sen Hanzala için hiç merak etme! Ben Hanzala'yı rahmet suları ile melekler tarafından yıkanırken gördüm, buyurdu.


Bunun üzerine bütün sahâbiler Uhud yolunu tuttu ve herkes Hanzala'yı aramaya başladı. Daha sonra sahâbiler Hanzala'nın henüz vücûdu kurumamış ve ıslak bir şekilde buldular. Sevgili peygamberimizin müjdesini bizzat gözleriyle gördüler.


Bunun için O'na ''Gasilül- melâike'' yani (Meleklerin gusül ettirdiği Hanzala'' denir. Bu evlilikten Eshâbın büyüklerinden hazret-i Abdullah dünyaya geldi.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Melik ve Bekçi


Zamânın sultânı Melîk Zâhir Mücirüddîn, bir defâsında Abdullah el-Acemî hazretlerinin köyüne gitmişti. Abdullah el-Acemî bahçelerde bekçilik yapıyordu. Melik onu bir bahçe içinde görüp:

"Ey Genç! Bize tatlı bir nar getir." deyince, bulunduğu bahçedeki bir nar ağacından nar koparıp götürdü.

Melik kesip tadına baktı ve;

"Bu nar ekşi sen nasıl bekçisin narın ekşisini tatlısını ayırd edemiyorsun?" dedi.

Abdullah el-Acemî kendisine âid olmayan meyvelerden hiç yemediği için, ekşisini tatlısını bilmiyordu. Melîk'in sözleri üzerine hem üzüldü hem de mahcûb oldu. Gidip bir ağacın altında namaza durdu ve iki rekat namaz kılıp şöyle duâ etti:

"Yâ Rabbî bana hangi narın tatlı olduğunu bildir, gidip Melîk'e vereyim..."

Onun namaz kılışını ve duâ edişini seyreden Melik hayretinden atın üstünde donakalmıştı. Çünkü ağaçlar da onunla secdeye gidiyorlardı. Hayatında ilk defa böyle bir halle karşılaşıyordu. Hayretle;

"Ağaçlar! Evet, ağaçlar! O secdeye kapandıkça ağaçlar da secdeye kapandılar! Demek bu genç erenlerden!" diyerek atından indi. Ayakta durarak Abdullah el-Acemî hazretlerine sevgiyle baktı. Sonra koşup ayaklarına kapandı.

Abdullah el-Acemî hazretleri geri çekilerek böyle yapmasına mânî olmak isteyince Melik Zâhir;

"Sen namaz kılarken şu bahçenin bütün ağaçları seninle birlikte secdeye kapandılar. Bunun kerametiniz olduğunu anladım. Sen mübârek bir kimsesin."dedi.

Abdullah el-Acemî'nin;

"Belki hâyâl gördünüz..." buyurması üzerine;

"Hayır! Vallahi gerçek gördüm. Melik aslında sizsiniz. Biz Melik değil sizlerin hizmetçisiyiz." dedi.

Bu konuşmalardan sonra Melik Zâhir ona duyduğu yakınlığı daha da artırmak istedi. Ona ısınmış, kalbi kaynamıştı:

"Benim edebli ve sana lâyık bir kızım var. Onu size nikahlamak isterim." O; "Efendim ben, malı mülkü olmayan, bir garibim" cevabını verdi.

Fakat Melîk niyetinde kararlı ve çok ısrarlı idi. Abdullah el-Acemî hazretleri onun bu samîmî ve candan isteği karşısında teklîfini geri çevirmedi. Nikâhları yapıldı.

Melik Zâhir saraya gidip durumu hanımına anlatınca o da memnun olup, kızının çeyizini düzdü. Sonra, kızını sultan kızına lâyık bir şekilde develer yükü çeyizle gönderdi.

Düğün alayı Abdullah el-Acemî'nin köyüne yaklaşınca haberciler durumu Abdullah Acemî hazretlerine bildirdiler. Bu haber üzerine düğün alayını karşıladı. Sultanın kızı bir deve üstünde tahtırevan içinde geliyordu. Peşinde de katar hâlindeki develer üzerinde yükler dolusu eşyâ vardı. Sultanın kızına yaklaşıp;

"Ey Sultân kızı! Benim hanımım olmayı mâdem ki kabul ettin, şimdi senden bazı isteklerim var!" deyince kız;

"Evet, buyurun söyleyin." dedi.

"O halde şimdi, sen üzerinde bulunduğun deveden in! Üzerindeki o süslü elbiselerin yerine benim vereceğim şu sâde elbiseyi giy. Sonra şuradaki bahçıvan evine gir." buyurdu.

Kız isteğini memnuniyetle yerine getirdi.

Melik Zâhir ile Abdullah el-Acemî hazretlerinin arasında geçen bu hâdise Irak'ta evliyâ bir zât ve talebeleri tarafından duyulmuştu. Ziyâret etmek için Abdullah el-Acemî'nin köyüne geldiler.

Köye geldiklerinde, Abdullah el-Acemî bahçede çalışıyor, bahçenin otlarını topluyordu. Gelen ziyâretçi heyetinin reisi Allahü teâlâya duâ etti ve otlara işaret etti. Allahü teâlânın izni ile otlar bir yere toplandı. Abdullah el-Acemî hazretleri onları karşıladıktan sonra;

"Niçin böyle yaptınız?" diye sordu.

O zât;

"Efendim sizin yorulmamanızı, nasihat etmenizi istedim." deyince de;

"Biz, böyle olmasını isteseydik, Allahü teâlânın izni ile otlar toplanırdı. Lâkin biz alın teri ile lokma yeriz." dedi ve alnında toplanan terleri sildi. Terleri parmaklarından damla damla toprağa döküldü.

Sonra;

"Ey bahçemin otları eski bulunduğunuz yere dönünüz." dedi. Otlar bahçeye yayılıp eski hallerini aldılar.

Ziyâretine gelen zât onun yanından ayrılmadı. Vefâtına kadar hizmetinde ve sohbetinde bulundu.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Misafir rızkı ile gelir

Misafirperver bir sahabi vardı. Hanımı ise her gün kocasının yanında birkaç misafirle gelmesine tahammül edemez ve kocasına:
-Sen her gün birkaç misafirle geliyorsun, gelen misafirler, çocuklarımızın rızıklarını yiyorlar, der.

Kocası, aldırış etmez eve gelirken her gün yanında birkaç misafir getirmekte devam eder. Kadın sahabi dayanamayıp, gider durumu Resûlullah'a::
-Ya resûlallah! Kocam her akşam eve birkaç misafir getiriyor, böylece de kocamın kazandıkları hep misafirlere gidiyor. Bir gün hastalanıverse, açlıktan ölmekten korkarım, der..
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kadının kocasını, huzuruna çağırtır, durumu birde ondan dinler. Sahabi:
-Ben misafirsiz edemem! Soframda misafir olması, bana neş'e ve bereket veriyor, der.
Bu sefer Peygamberimiz (s.a.v.) kadına, bundan sonra fazla değil, bir misafire razı olup olmadığını sordu. Kadın buna da razı olmayarak:
-Ben çocuklarımın rızkını başkalarının yemesine rıza gösteremem, der.
Adam hiç olmazsa bir misafirde ısrar edince; kadın boşanmaktansa, bir misafire razı olur. Fakat o akşam üzeri beyinin, yine eve iki misafirle geldiğini gördü. Kadın sinirlenmişti, içi rahat değildi. Yemek hazırlamak için mutfağa girdi, üç kişilik yemek hazırlayıp tepsiyi kocasına verdi. Biraz sonra da, misafirlerden birinin çıkıp gittiğini gördü. Hazırlanan yemeklerden biri yenmemişti.
Kadın kocasına:
-Misafirin biri niçin yemek yemeden çıkıp gitti? diye sorar.
Adam, ikinci misafirin farkında değildir:
-Sen hangi misafirden bahsediyorsun. Ben bir misafirle geldim, o da içerde işte, diye cevap verdi.
Kadın çok iyi görmüştü. Misafirin birisi yemek yemeden çıkmıştı.
Bu münakaşanın içinden çıkamayacaklarını anlayan karı-koca, hemen Efendimiz Hazretlerine müracaata gittiler ve durumu anlattılar...
Onları dinleyen Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
-Evet! Eve iki misafir gelmişti. Fakat bunlardan birisi hakiki insan değil, insan sûretine giren rızıktı. Allah (c.c.) hanımını akıllandırmak için rızkı insan kılığına sokmuştu. Hanımın ise, yine misafirler için bir miktar rızkı gözden çıkarıp hazırladı, ama o rızık, eksilmedi.

Şunu iyi bilesiniz ki, her misafir kendi rızkı ile gelir. Ve kimse, kimsenin rızkını yiyemez, eksiltemez... Hatta misafir, bir evin bereketini artırır ve o evin rızkında artma olur, buyurdular. Tabiî ki kadın, bu hadiseden sonra itiraz edecek durumda değildi.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Misvaksız Namaz



Hazret-i Ömerin (ra) zemân-ı şerîflerinde, Şâm şehri civârında, bir kal'ayı muhâsara etdiler. Allahü teâlânın hikmeti öğle vakti yaklaşdı. Feth müyesser olmadı. Hazret-i Ömer gadaba gelip, islâm askerinin hepsini huzûruna çağırıp,
-Bu âna kadar kal'anın feth olunamamasının sebebi nedir. Kâfirler kimlerdir ki, islâm askerine karşı koyarlar. Aranızda zâhiren bir hatâ sâdır olmuş kimse olmasa, bu kadar dayanamazdı, diye şiddetli azarladı.
Eshâb-ı tâhire varıp, herbirisi tevbe ve istigfâr ile meşgûl oldular. O esnâda Eshâb-ı güzînden birisi ağlıyarak, hazret-i Ömerin (r.a) huzûrlarına gelip, dedi ki,
-Yâ Emîr-el-mü'minîn, bu gece teheccüde kalkdığım vakt, karanlık olduğundan, misvâkımı arayıp, bulamadım. Misvâksız nemâz kıldım. Var ise benim hatâmdandır.
Hazret-i Ömer (r.a) buyurdu ki,
-Tevbe ve istigfâra devâm eyle. Bir sâat geçmeden kal'a feth oldu.


Şimdi, ey mü'min kardeşlerim.

İslâm askerine lâzım olan budur ki, doğru yoldan dışarı bir adım atmazlar. Böylece, vardıkları yerlerde yüz aklıklar edip, fethler müyesser olur. Yoksa cevr ve zulm ne dünyâya ve ne âhırete yarar. Zâlimler dünyâda ve âhıretde perîşânlıkdan kurtulamazlar. Hattâ nice mu'teber kitâblarda meşâyıh-ı ızâm rivâyet buyurmuşlardır: Bir asker zulm üzerine olsa, Allahü tebâreke ve teâlâ, muhârebe safında, düşmanla karşılaşınca, o zâlim askerin kalbine vehm ve korku verip, düşmân üzerine galebe etmeden firâr eder. Ceng etmeğe aslâ iktidârı olmaz. Ba'zı meşâyıh rivâyet etmişdir ki, zulm muhârebe mahallinde, bir kerîh şekle girip, hemen muhârebeye başlanınca, zâlimlerin gözlerine korkulu görünüp, savaşmağa mecâlleri kalmayıp, firâra başlarlar. Allahü teâlâ âlimdir. Böyle hâller çok olmuş, tecrîbe olunmuşdur. Allahü teâlâ nefslerimizin şerrinden, çirkin işleri yapmakdan hepimizi muhâfaza buyursun.

Kaynak: Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Hz.Musa a.s. ile ateşperest


Bir gün, Musa (a.s) yolda giderken bir ihtiyar gördü. İhtiyarlığın.dan beli bükülmüş beline kemer bağlamış, önünde bir ateşe ibadet ediyordu.
Musa (a.s):

-Kaç seneden beri bu ateşe ibadet ediyorsun? diye sordu.

İhtiyar:

-Dörtyüz doksan senedir,. diye cevap verdi.

Musa (a.s):

-Ey ihtiyar! Bu ateşe ibadete tövbe edip Meliki Cebbar Teâla Hazretlerine kulluğa dön,buyurduklarında . O ateşperest;

-Ya Musa! Allah Tealaya dönsem beni kabul eder mi? dedi.

Hazreti Musa:

«Evet! kabul eder; Rabbul Alemiyn Erhamürrahımiyndir, buyurması üzerine
ihtiyar:
-Ya Musa! Allah kendinden kaçanları lütuf ve keremiyle kabul edecekse benim üzerime İslamı arz eyle!» dedi. Musa (a.s) arz etmesiyle iman etti.

Kendisine, İslam ferahlığıyla ölüm geldi ve bekâ alemine göçtü. Musa (a.s) techiz ve tekfinini yaptıktan soma durup: «Ya ilahi! Senin bu kuluna bir tevhid kelimesiyle muamele edeceğini bana bildirmeni istiyorum» dedi. Hemen Cebrail (a.s) teşrif buyurup:

-Ya Musa Rabbin sana selam eder ve buyururki ki: «Bilmez misin ki, La ilahe illaIlah Musa resülüllah demesiyle bizim ile sulh yapan kimseyi Ben Azimüşşan cennete yaklaştırıp cennet elbiselerinden giydiririm» buyurdu.


Musa kavmi ne bu kıssayı haber verdi. Kavmi: « La ilahe illaIlah Musa resülüllah» sözünün harflerini saydılar yirmi dört harf idi. Bu durumda herbir harf için o ihtiyarın yiı:ım bir senelik günahını Allah Teâlâ mağfifiret buyurmuş oldu dediler.


Kaynak: Mekaasıdu't Talibiyn, M.Raif Efendi

kitaba ulaşmanın en kolay yolu
kitaba ulaşmanın en kolay yolu



Mekaasıdu't Talibiyn
M.Raif Efendi



Hz.Musa'yı Isıran Karınca

Hz. Musa a.s., köy köy, şehir şehir dolaşıp; insanlara Allah'ın dinini öğretirken, bir gün yolu Allah'ın, ceza olarak bütün halkını yaktığı bir köye düştü ve:

"Ey Rabbim" dedi. "Bu köyde yaşayanlar arasında çocuklar, günahsız, suçsuzz kimseler ve hayvanlar da vardı. Sadece suçluları ve günahkarları cezalandırabilecekken, böyle yapmayıp tüm köyü cezalandırmışsın. senin şefkatin ve acıman sınırsıdır ve sen tüm canlılara bu şefkatinle davranırın. Sen işlerini de bizim aklımıızn eremediği yüksek bilginle yaparsın. Buna olan inancım tamdır. Fakat ben merak ettim; günahkarlarla beraber masum insanları niçin yaktın?" diyerek,fazla oyalanmadan, yoluna devam etti.

Bir müddet sonra hem bir şeyler yemek, hem de yol yorgunluğunu biraz olsun üzerinden atmakbir ağacın altına oturdu. Ağacın az ötesinde büyük bir karınca yuvası vardı. Karıncalar harıl harıl çalışıyordu. Bu karıncalarda bir tanesi gelip dinlenmekte olan Hz.Musa aleyhisselamı ısırdı. Musa a.s karıncaya öfkelendi Yerdeki kurumuş odunlardan birini ateşle tutuşturdu, geldi, tüm karınca yuvasını ateşe verdi. Tüm karıncalar yanarak öldü. Musa a.s bildiren dini hükümler arasında karınca yakmak günah değildi.


Bunun üzerin Allah (c.c) şöyle seslendi:


"Ey Musa! Seni sadece bir tek karınca ısırmışken, sen bütün karınca yuvasını ateşe mi verdin. Bir karınca yüzünden koca karınca ülkesini her ana hamde eden, beni en güzel sözlerle öven bir toplumu yakıp yok ettin, öyle mi?"


Hz.Musa a.s. gerek kendi gördüğü karşısında söyledikleri, gerek yaptığı karşısında Cenab-ı Hakk'ın seslenişinden öğrenmiş oldu ki;


Suçlularla beraber olanlar, kendileri suçsuz olsalar dahi aynı cezaya uğrarlar. Ancak Allah c.c. hesap gününde onları birbirinden ayırır, her birine hak ettiği karşılığı fazlasıyla verir.



Bizler de kötü insanlarla beraber olmamalı, onların yaşadıkları yerlerde bulunmamalıyız. Bulunmak zorunda kalırsak onları uygun bir lisan ile uyarmalı, oradan bir an önce uzaklaşmaya bakmalıyız.

Kaynak: Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi

kitaba ulaşmanın en kolay yolu
kitaba ulaşmanın en kolay yolu



Büyük Dini hikayeler
İbrahim Sıddık İmamoğlu



Musa a.s ve Cennetteki Arkadaşı

Hz. Musa Aleyhisselâm, bir gün münacatları esnasında «Ya Rabbî! Cennette benim arkadaşım kimdir, bana göster.» diye iltica eder. Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri:

- Ya Musa! Filan şehirde, filan çarşıda ve şu şemail ve isimde bir kasap vardır. O kimsedir, diye ilham eyler.

Hz. Musa Aleyhisselâm hemen hareket eder ve o kasabı bulur. Dükkânının karşı tarafında, bir miktar seyrederek ahvaline vâkıf olmak üzere oturur. Görür ki gayet gaddar ve zalim bir kimsedir. Sattığını hep eksik tartmaktadır. Hz. Musa'nın hatırına, bu kimse bana nasıl arkadaş olabilir, her halde o başka bir kimse olması lâzımdır, diye gelir. Tam o esnada Hz. Cebrail gelerek, o kimsenin olduğunu haber verir.

Hz. Musa Aleyhisselâm akşama kadar dükkânın önünde oturur ve akşam olunca, kasap bir miktar et alarak elindeki zembiline koyar ve evine gitmek üzere iken, Hz. Musa: «Ya kasap, beni misafir kabul eder misin? diye sorar. Kasap da «Buyurun, sizin gibi muhabbetli misafiri asla görmedim. Bu gece hizmetinizle şerefleneyim.» der ve beraberce giderler. Hemen Hz. Musa Aleyhisselâmm önüne yemekler ko-yar ve «Ey mübarek zat isterseniz siz yeyin. Şayet beraber yiyelim derseniz, bir miktar beklemeniz lâzım gelecek. Zira benim çok mühim bir işim vardır, müsâdenizle onu yerine getireyim.» der. Ve getirmiş olduğu eti iyice pişirip, evin köşesinde asılı bir zembıM aşağıya indirir. İçinden son derece küçük ve zayıf bir kadın çıkarır. O'nun ağzına yavaş yavaş eti verir. Karnını doyurduktan sonra altını da temizler ve tekrar yerine asarak Hz. Musa Aleyhisselâmın yanına gelir. Özür dileyerek birlikte yemek yemeye başlarlar.

Kadına yemek yedirirken kadının dudakları bir kaç defa hareket etmiş ve konuşur gibi olmuş. Bu hali Hz. Musa Aleyhisselâm farketmiş olduğu için o kimseye:

- Ey kişi, bu senin annen midir?

-Evet, annemdir. Çok ihtiyar ve mecalsizdir. Her gün böylece dükkândan geldiğim zaman hizmet ederim.

- Yemek yedirirken dudakları kıpırdadı. Sözü anlaşılır mı?

- Evet anlaşılır. Her ne zaman, karnını doyurup hizmetini yaptığımda «Ya Rabbî, bu oğlumu cennette Musa'ya arkadaş eyle.» diye dua eder.

- Ey kimse! Sana müjdeler olsun kî, annenin duası dergah-ı izzette kabul oldu. Musa benim, der ve ilham-ı ilâhî ile oraya geldiğini söyler.

O kimse de çok sevinir ve bütün günahlarına tevbe ve istiğfar ederek ibadet ile meşgul olmaya başlar.

Böylece annesine yapmış olduğu hizmet sebebi ile, salihler zümresine dahil olur.


Kaynak: Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Münker Nekir ve Hz.Ömer (ra)



Hazret-i Server-i kâinât ve mefhar-ı mevcûdât, Resûlullah (sav), bir gün meclis-i şerîflerinde kabr azâbını, münker ve nekîrin ne yol ile gelip, heybet ile süâl etdiklerini beyân buyurdular.
Hazret-i Ömer (r.a) sordu ki,
-Yâ Resûlallah! Biz kabre girdikden sonra, bu akıl bize verilip, sonra mı süâl olunuruz, yoksa verilmeden mi süâl olunuruz.
Hazret-i Resûl-i ekrem (sav) buyurdular ki,
-Şimdi ne aklda isen, kabrde de böyle olursun.
Ömer (r.a) hazretleri dediler ki,
-Böyle oldukdan sonra, üzülmeğe lüzûm yokdur.
Sonra, Hz.Ömer (r.a) vefât etdi. Kabre defn etdikden sonra, Hz.Alînin (r.a) falan zemânda, Hz.Ömerin böyle söylemiş olduğu hâtırına geldi. Göreyim davâsının erimidir, diyerek kabrine geldi. Mubârek gözlerini yumup, kalb-i şerîflerini Hz.Ömerin ahvâline yöneltip, tam bir teveccüh ile murâkabeye vardıklarında, Allahü teâlâ gözlerinden perdeyi kaldırıp, durumu müşâhede etdiler. Gördüler ki, Münker ve Nekîr heybetle gelip,
Hz.Ömere dediler ki,
-Rabbin kim, dînin nedir, Peygamberin kimdir.
Hazret-i Ömer onlardan süâl buyurdular ki,
-Yedinci gökden buraya kadar, ne mikdâr yol geldiniz.
Dediler ki,
-Yedibin yıllık yoldur.
Hazret-i Ömer (r.a) buyurdular ki,
-Yâ siz yedibin yıllık yoldan gelinceye kadar Hâlıkı unutmadınız. Bugün evimden çıkıp, kabre gelince, Rabbimi ve dînimi ve Peygamberimi nasıl unuturum. Melekler dediler ki,
-Yâ Ömer biz de senin böyle cevâb vereceğini bilirdik. Lâkin bu heybetle gelip, süâl etmeğe memûruz.
Sonra, Hz.Alî (ra) mubârek gözlerini açıp, Allahü teâlâ mubârek etsin, Ömer da'vâsının eri imiş, dedi.

Hazret-i Ömerin (ra) hilâfet müddetleri on sene, altı ay, yedi gündür. Ömrü şerîfleri altmışüç sene on gündür.
Kaynak: Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
NAFAKASI BİTİNCE ÖMRÜ DE BİTTİ

Zamanın halifesi Harun Reşit, baş kadı Imam-ı Ebû Yusuf'la büyük velî Davud-u Taî Hazretlerini ziyarete gitmişti. Davud-u Taî Hazretlerinin evine varıp kapısını çaldılar. Kapıyı büyük velînin yaşlı annesi açtı. Harun Reşit ve Ebû Yusuf yaşlı kadına Davud'la görüşmek istediklerini söylediler. Kadın içeri girip görüşmek istediklerini söyleyince, Davud-u Taî Hazretleri:

- Benim dünya ehli kimselerle işim yok, diyerek kabul etmedi.

Halife ve Ebû Yusuf, Şeyhin annesinden" görüşmelerini temin etmesini rica ettiler. Annesi gelip tekrar kabul etmesini isteyince, Davud-u Taî Hazretleri:

- Anneye itaat Allah'ın emri olmasaydı; görüşmeyi kabul etmezdim... Fakat anneme isyan etmiş olmaktan korkarım, dedi ve görüşmeyi kabul etti.

Halife ve -baş kadı içeri girdiler. Hazreti Davud, halifenin elini sıktıktan sonra:

- Eğer ateşte yanmayacak olsaydı ne zarif ve güzel bir el, dedi ve birçok nasihatta bulundu.

Ayrılacakları zaman halife, Davud-u Taî Hazretlerine bir kese altın vermek istedi. Fakat Davud Hazretleri kabul etmeyerek:

- Harcamak için helâl mirasım olan evimi sattım. Onun parası bitince de ömrümü sona erdirmesi için Allah'a dua ettim, dedi.

Harun Reşit parayı vermeden oradan ayrıldılar.

Aradan hayli zaman geçmişti.. Ebû Yusuf Hazretleri, Davud-u Taî Hazretlerinin irtihal ettiğini söyledi. Hakikaten büyük veli o gün irtihali dar-i beka etmişlerdi. İmam-ı Ebû Yusuf'a bunu nereden bildiğini sordular. O şöyle anlattı:

- Davud Hazretlerinin yakınlarından onun ne kadar parası olduğunu ve günlük ihtiyacı için ne kadar sarf ettiğini öğrendim. Hesap ettiğimde bugün parasının bitmesi lâzımdı. Parası bitince de ömrü bitmiş olacaktı. Çünkü Allah'a (C.C.) öyle dua etmişti. Allah onun duasını reddetmez kabul eder.


Kaynak:
Büyük Dini Hikayeler, Osmanlı Yayınevi
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Nalıncı Baba

Adsız şansız bir Allah dostu
Murat Han (III. Murat) o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister, sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:

- Hayrola efendim canınızı sıkan bir şey mi var?


- Akşam garip bir rüya gördüm.

- Hayırdır inşaallah.


- Hayır mı, şer mi öğreneceğiz.


- Nasıl yani?


- Hazırlan dışarı çıkıyoruz.

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri ve kararlı adımlarla Beyazıd'a çıkar, döner Vefa'ya. Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarlarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatli bakınır. İşte tam o sıra, orta yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Sorarlar 'Kimdir bu?' Ahali 'Aman hocam hiç bulaşma' derler, 'ayyaşın meyhur'un biri işte!'


- Nerden biliyorsunuz?


- Müsaade ette bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.

ÖFKELİ KOMŞULAR

Bir başkası tafsilata girer.


-'Biliyor musunuz?' Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır, nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem nerede namlı mimli kadın varsa takar peşine.


Hele yaşlının biri çok öfkelidir.


-İsterseniz komşulara sorun. Sorun bakalım, onu bir kere olsun cemaatte gören olmuş mu?


Hasılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar mı ortada. Tam Vezir de toparlanıyordur ki padişah önünü keser.


- Nereye?


- Bilmem. Bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.


- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz. Öyle veya böyle tebamızdır. Defnini tamamlasak gerek.

- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.


- Olmaz. Rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?

- Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.


- Aman efendim. Nasıl kaldırırız?


- Basbayağı kaldırırız işte.


- Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...


- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasılhane bulmalıyız.


- Şurada bir mahalle mescidi var ama...

- Olmaz. Vefat eden sen olaydın nereden kalkmak isterdin?


- Ne bileyim Ayasofya'dan, Süleymaniye'den. En azından Fatih Camii'nden.


- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Haydi yüklenelim.

Ve gelirler camiye. Siyavuş Paşa sağa sola koşturur kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez. Hem mânâlı bir tebessüm okunur dudaklarında.

Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin ona keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır:

- Sultanım yanlış yapıyoruz galiba


- Nasıl yani?


- Heyecana kapıldık, cenazeyi sorup araştırmadan getirdik buraya, Kimbilir hanımı vardı belki, belki de yetimleri?


- Doğru. Öyle ya. Neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.

BİZİM EFENDİ BİR ALEMDİ

Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur, nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler, sanki bu vefatı bekler gibidir.


- Hakkını helal et evladım .Belli ki çok yorulmuşsun.


Sonra eşiğe çöker ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, belki hatıralara dalar. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından.


- Biliyor musun oğlum?' diye dertli dertli söylenir, Bizim efendi bir âlemdi vesselâm. Akşamlara kadar nalın yapar, ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya.

- Niye?


- Ümmet-i Muhammed içmesin diye.


- Hayret.

BAK ŞU İŞE!

Sonra malum kadınların ücretini öder eve getirirdi.


- Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım. Öyleyse şimdi dinleseniz gerek, der çeker giderdi, ben menkibeler anlatırdım onlara. Mızraklı İlmihal, Hüccet-ül İslâm okurdum.


- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki.


- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. 'Öyle bir imamın arkasında durmalı ki' derdi, 'tekbir alırken Kabe'yi görmeli.'


- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi.


- İşte bu yüzden Nişanca'ya, Sofular'a uzanırdı ya. Hatta bir gün


- Bakasın Efendi! Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada'. dedim,


- Doğru öyle ya?

- Kimseye zahmetim olmasın! deyip mezarını kazdı bahçeye.


Ama ben üsteledim.


- İş mezarla bitiyor mu? Seni kim yıkasın, kim kaldırsın? dedim.

- Peki o ne dedi?


- Önce uzun uzun güldü, sonra


- Allah büyüktür hatun, hem padişahın işi ne? dedi.

.....
İşte Nalıncı Baba o adsız sansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı, Muhammed Mimi Efendidir. Bergamalıdır. 1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü ve mübareği evine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi Unkapanı'nda, Cibali tütün fabrikasının arkasında, Haraçzade Camii karşısındadır.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
NAMAZDA VURULMAK

Rasul-i Ekrem s.a.v.'in de hazır bulunduğu 'Zâtü'r-Rika' gazvesindeki bir çarpışmada, müslümanlardan biri müşrik bir adamın muharebe yerinde bulunan karısını öldürmüştü. Kadının kocası da misilleme olarak mutlaka bir müslüman öldürmeye yemin etmişti. Rasulullah s.a.v. ve arkadaşlarının peşinden onları izlemeye başladı. Allah Rasulü akşam üstü bir yerde konaklama hazırlığı yaptı ve yanındakilere sordu:
- Bu gece istirahatimizde bize kim bekçilik yapacak?
Muhacir ve Ensar'dan iki adam cevap verdiler:
- Ya Rasulallah, biz sizler için nöbet tutarız.
- Öyleyse şu vadinin giriş kısmında bekleyin.
Bu iki gönüllü, Ammar b. Yâsir ile Abbâd b. Bişr idiler. Gece nöbetine duracakları sırada Ensar'dan olan Abbâd, Muhâcirler'den olan Ammar'a:
- Gecenin hangi bölümünde nöbette olmamı istersin? diye sordu. O da:
- Gecenini ilk bölümünde benim yerime sen bakıver, dedi.
Bu karardan sonra Muhacir, kendi nöbeti gelinceye kadar arkadaşının yanına uzanıverdi. Nöbetteki Ensar da, vaktin değerlendirmek için gece namazına durdu.

Meğer karısı öldürülen müşrik herif de, o sırada yakınlardaydı. Namazda duran adamı farketti ve onun nöbette olduğunu anladı. Bir ok atıp sapladı ve atmaya devam etti. Nöbetçi sahabi üçüncü okla ağır yaralanmıştı. Derhal rükû ve secdeleri yapıp namazının tamamladı ve arkadaşını uyardı:
- Kalk artık kalk! Ben yaralandım arkadaş, hareketten kesildim!..
Arkadaşı yerinden fırlayınca, okçu müşrik de korkup uzaklaştı. Yaralı arkadaşının durumunu gören Muhacir hayretle sordu:
- Fesubhanallah! Sana ilk ok atılanca beni uyandırsaydın ya!
- Okumakta olduğum bir surenin ortalarında idim. Onu kesmek istemedim. Eğer Rasulullah'ın bize verdiği nöbetçiliğe zarar gelmeyecek olsaydı, canım çıkasıya okuduğum sureyi kesmezdim.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
NAMAZ VE MİR'AÇ
Malik bin Sa'saa r.a anlatıyor:
Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

Ben Kâbe-i Muazama'da iki kişinin arasında uyku ile uyanıklık arasında yatmakta iken, içi îman ve hikmetle dolu, altından bir leğen getirdiler. Boğazımdan karnıma kadar göğsümü yardılar. Zemzem suyu ile yıkayıp, îman ve hikmetle doldurdular. Katırdan küçük merkepten ise büyük, burak denilen bir hayvan getirdiler. Cibril Aleyhisselâm ile beraber gittik.


Birinci kat semâya gelince:

-Kim o? denildi,
Cibril a.s.:
-Cebrâil, diye cevap verdi.
-Yanındaki kim? denildi.
Cebrâil de:
-Muhammed, dedi.
-Ona, buraya gelme daveti gönderildi mi? denildi.
Cebrâil:
-Evet, dedi.
-Hoş geldi, O ne güzel bir misafirdir, denildi.

Bunu takiben Adem aleyhisselâma geldim, selâm verdim,
-Hoş geldin, salih peygamber salih oğul! dedi.
Ben:
-Bu kim ey Cibril? diye sordum.
O da:
-Bu, Adem aleyhisselâmdır. Sağında ve solunda gördüğün bu kalabalıklar evlâdlarının ruhlarıdır. Sağındakiler cennetlik, solundakiler ise cehennemliklerdir. Bunun için sağına baktığı zaman gülüyor, soluna baktığı zaman ağlıyor, dedi.

Sonra ikinci semaya geldik.

-Kim o? denildi.
Cebrâil:
-Ben Cebrail, dedi.
-Yanındaki kim? denildi.
Cebrail:
-Muhammed, dedi.
-Ona, buraya gelme daveti gönderildi mi? denildi.
Cebrail:
-Evet, dedi.
-Hoş geldi, ne güzel bir misafir geldi! denildi.

Bunu takiben Isa ile Yahya Peygamberlere rastladım. Her ikisi de:
-Hoşgeldin kardeşimiz hoşgeldin ey peygamber! dediler.


Sonra, üçüncü kat semaya geldik.

-Kim o? denildi.
-Cebrail, diye cevap verildi.
-Yanındaki kim? diye soruldu.
-Muhammed, diye cevap verildi.
-Ona buraya gelme daveti gönderildi mi? diye soruldu.
Cebrail:
-Evet, dedi.
-Hoş geldi, ne güzel bir misafir geldi, denildi.

Bunu müteakip Yusuf aleyhisselâm'a rastladım. Selâm verdim;
-Hoş geldin kardeş ve Peygamber, dedi.


Sonra dördüncü semaya geldik.

-Kim o? denildi.
-Cebrail, diye cevap verildi.
-Yanındaki kim? diye soruldu.
-Muhammed, diye cevap verildi.
-Ona, buraya gelme daveti gönderildi mi? diye soruldu.
-Evet, diye cevap verildi.
-Hoş geldin, ne güzel misafir geldi! denildi.

Bunun takiben îdris aleyhisselâma rastladım. Selâm verdim.
-Hoş geldin, kardeş ve Peygamber, dedi.


Sonra beşinci kat semaya geldik.

-Kim o? denildi.
-Cebrail, diye cevap verildi.
-Yanındaki kim? diye soruldu.
-Muhammed,'diye cevap verildi.
-Ona, buraya gelme daveti gönderildi mi, denildi.
-Evet, diye cevap verildi.
-Hoş geldi, ne güzel bir misafir geldi, denildi.


Bunu müteakip Harun aleyhisselâma rastladık. Kendisine selâm verdim.
-Hoşgeldin, kardeş ve Peygamber! dedi.


Sonra altıncı semaya geldik.

-Kim o? denildi.
-Cibril, diye cevap verildi.
-Yanındaki kim? diye soruldu.
-Muhammed, denildi. .
-Ona buraya gelme daveti gönderildi mi? diye soruldu.
-Evet, denildi.
- Hoş geldi, ne güzel bir misafir geldi! denildi.

Bunu takiben Musa aleyhisselâma rastladım ve selâm verdim.
-Hoş geldin, kardeş ve Peygamber! dedi.
Kendisinden ayrılınca ağlamaya başladı.
Hazreti Allah tarafından kendisine:
-Niye ağlıyorsun? diye soruldu.
Musa aleyhisselâm:
-Ey Rabbim, benden sonra Peygamber olan bu gencin ümmetinden cennete benim ümmetimden daha çok insanlar girecektir, bunun için ağlıyorum, dedi.

Sonra yedinci semaya geldik.

-Kim o? denildi.
-Cibril, diye cevap verildi.
-Yanındaki kim? diye soruldu.
-Muhammed, diye cevap verildi.
-Ona, buraya gelme daveti gönderildi mi? Hoş geldi, ne güzel misafir geldi! denildi.

Bunu takiben ibrahim aleyhisselâma rastladım. Selâm verdim.
-Hoş geldin oğul ve Peygamber! dedi.


Hemen bana Beytü'l Mâmur gösterildi. Cibril'e sordum. O da:
-Bu, Beytü'l Mâmur'dur. Her gün yetmiş bin melek orada namaz kılar ve çıkarlar. Çıkanlar da bir daha artık oraya dönmezler, dedi.

Bana Sidretü'l Müntehâ ağacı da gösterildi. Bir de baktım ki, bu ağacın meyveleri meşhur Hacer beldesinin büyük destileri, yaprakları da fillerin kulakları büyüklüğünde idi. Altından dört nehir akıyordu. Bunların ikisi bâtın, ikisi zahir idi. Cibril'e bu nehirleri sordum. O da:
-Bâtın, yani içe ait iki nehir cennette, zahir yani dışa ait iki nehir de Nil ile Fırat'tır, dedi.



Sonra o kadar yükseğe çıkarıldım ki orada mukadderatı yazan kalemlerin sesini işitir oldum.


Sonra üzerime elli vakit namaz farz kılındı. Döndüm. Musa aleyhisselâma gelince, bana:
-Ne oldu? diye sordu.
-Üzerime elli vakit namaz farz kılındı, dedim.
Musa aleyhisselâm:
-Ben insanları senden daha iyi bilirim, israil Oğulları ile çok uğraştım. Senin ümmetinin bu elli vakit namaza gücü yetmez. Rabbine dön ve bu namazları azaltmasını niyaz et! dedi.
Döndüm. Niyazda bulundum. Allahü Teâlâ bunları kırka indirdi. Sonra yine Musa aleyhisselâma geldim. Aynı şeyi söyledi. Döndüm. Allahü Teâlâ namazları otuza indirdi. Yine aynı şey tekrarlandı. Döndüm, Allahü Teâlâ namazları yirmiye indirdi. Yine aynı şey oldu. Döndüm, Allahü Teâlâ namazları ona indirdi. Yine Musa aleyhisselâma geldim, aynı şeyi söyledi. Döndüm, Allahü Teâlâ namazları beş vakte indirdi. Yine Musa aleyhisselâma geldim.
-Ne yaptın? dedi.
-Allah namaz vakitlerini beş vakte indirdi, dedim. Musa aleyhisselâm yine gidip, daha da indirmesi için Allah'a niyaz etmemi söyledi ise de ben:
-Hayır, razı oldum, dedim.
Bunun üzerine Allah tarafından bir nida geldi. Farzım kesinleşmiştir. Kullarıma gereken kolaylığı yaptım. Her iyi amel karşılığında da on sevab vereceğim.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Namusa Saldıran Erkeğin Cezası

Hüzeyl kabilesinden Medineli Hamele, devesine binmiş, kırda gidiyordu. İlerideki vahada koyunlarını otlatan Raşid’in kızı Es’ile’yi gördü.
Es’ile, koyunları sürerken rüzgâr yüzündeki örtüyü sıyırmış, onun sahip olduğu fıtrî güzelliği gören Hamele, fikrini bozmaya niyet etmişti.

Sürüye yaklaşınca devesini çökertip dizlerinden bağladı, yalnız bulunan Es’ile’ye seslendi:

– Es’ile, beni reddetme. Seninle beraber olalım.

Es’ile’nin cevabı makuldü:

– Buradan derhal uzaklaş. İyi niyet sahibi isen babama müracaat et. Beni eş olarak iste. O seni reddetmez.

Fakat Hamele’de iyi niyet yoktu. Sadece geçici ve zevkli bir macera yaşamayı düşünüyordu. Es’ile’ye doğru yürüdü. Es’ile, başka çıkış yolu kalmadığını anlayınca bütün cesaret ve hiddetini toplayarak namusunu savunmaya karar verdi. Kapışmada çok sürmeden Hamele’yi yere yatıran Es’ile:

– Def olup gidecek misin, yoksa başını parçalayayım mı? dedi.

Hamele söz verdi. Hemen def olup gideceğini söyledi. Ne yazık ki yatırıldığı yerden kalkar kalkmaz hücumunu tekrarladı. Es’ile yine bir hamlede onu yere yatırdı. Hareketsiz hale getirerek teklifini tekrarladı.

– Buradan def olup gidecek misin, yoksa şu taşla başını parçalayayım mı?

Bu zor karşısında kesin söz veren Hamele, yine yakasını sıyırdı. Ne yazık ki, sözünde bu sefer de durmadı, yalnız bulduğu Es’ile’ye hücumunu tekrarladı. Es’ile güçlü ve hiddetliydi. Onu yere yıkıp göğsü üzerine çöktü. Başına yanındaki büyük bir taş parçasıyla öylesine vuruşlar vurdu ki, mütecaviz Hamele, artık yerinden kalkamaz, kalksa bile hücumunu tekrar edemez hale geldi.

Bundan sonra koyunlarını sürerek oradan uzaklaşan Es’ile, böylece şerefini korumuş, namusuna leke kondurmamıştı. Az sonra oradan geçen bir yolcu kafilesindeki Hüzeylliler Hamele’yi tanıdılar.

– Ne oldu sana böyle Hamele? dediler. Hamele:

– Sormayın, devem beni yere attı, düşünce böyle oldum, dedi.

– Deven burada dizlerinden bağlı, şu taşta da kan var, ayrıca başında da taşın açtığı yaralar görünüyor, deyince kızardı:

– Ne diyorsam öyle, daha ne inceliyorsunuz, beni deveme bindirip evime götürün, dedi.

Hamele’yi evine götürdüler. Birkaç gün yattıktan sonra iyi olma ümitleri kaybolmaya başladı. Kendisine sordular:

– Başına bu durum sebebiyle ölüm gelecek olursa kimi dava edelim, kan diyetini kimden isteyelim?

Titrek sesle açıkladı:

– Kanımdan, Es’ile’den başkası sorumlu değildir. Bu cümle, Hamele’nin son sözleriydi. Başı yana düşüverdi.

Hüzeyl ileri gelenleri toplanıp Resûlüllah’a geldiler:

– Oğlumuz Hamele’nin kanını, Raşid ödeyecektir. Dava ediyoruz.

Resûlüllah Hazretleri Raşid’i çağırttı.

Raşid’in asıl adı Zalim’di. Resûlüllah, İslâm’a girince Zalim ismini Raşid olarak değiştirmişti. Durumu anlayan Raşid:

– Benim öyle bir ölümden haberim yok. Ne gördüm, ne de işittim, deyince:

– Ya Resûlâllah, Raşid’in kendi değil, kızı Es’ile’dir katil, dediler.

Az sonra Es’ile yakalanarak getirildi.

– Es’ile, bak senin Hamele’yi öldürdüğünü iddia ediyorlar, ne dersin?

Es’ile dalgın, aynı zamanda tereddütlü idi. Sadece:

– Hiç kadın erkeği öldürebilir mi? diyebildi.

Ancak bu sözün gerçek bir müdafaa olmadığını hemen anladı. Sonra vahiy gelerek Allah’ın Resûlü’ne olayı haber vereceğini de düşündü. Hadiseyi aynen anlatmaya karar verdi.

– Üç defa üzerime yürüdü, iki defa yatırıp söz aldım. Defolup gideceğine söz verdi. Kurtulunca üçüncü defa üzerime geldi. Ben de şerefimi ve namusumu müdafaa için başını yaraladım, bana hücum edemez hale getirerek kaçıp kurtuldum. Sonra öğrendim ki, o yaralardan ölmüş.

Hüzeylliler hep birlikte bağrıştılar.

– Suçunu itiraf etmiştir, diyetimizi isteriz. Resûlüllah Hazretleri de kararını açıkladı:

– Es’ile namusunu müdafaa etmiştir. Mütecaviz Hamele de kanını heder etmiştir. Böylece dava bitmiş, diyet ortadan kalkmıştır. Hüzeylliler süklüm püklüm. Raşid ve Es’ile şen ve şatır, evlerine döndüler. Asr-ı Saadetten bir namusu koruma olayı böylece tarihe geçti, bize de ibretlerinize sunmak düştü.

Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Ne Olaydı da Müslüman Olup...



Abdüllah ibni Abbâs (r.a) anlatıyor;
Bu ümmetden bir tâife sırat üzerinde hapis olunur. Hâlbuki, Muhammed Mustafâ (s.a.v.) hazretleri, bütün Peygamberlerden önce Cennete dâhil olur. Ümmeti de, bütün ümmetlerden önce Cennete dâhil olur. Resûlullah (s.a.v.) Cennete girdikden sonra, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sıratda kalan tâifenin Cehennemden tarafa gönderilmesini ve Mâlik'e teslîmini emr eder.

Mâlik, onları görünce,
- Yâ eşkiyâ cemâ'ati, siz kimsiniz ve kimin ümmetindensiniz. Cehenneme girenlerin son bulduğunu işitmişdim. Cehennem ehlinin hepsi bana, bağlı ve zincire vurulmuş hâlde ve yüzleri üzerine sürünüp ve yüzleri kara, gözleri göğermiş hâlde gelirler. Ammâ, sizin elleriniz bağlı değil ve zincire vurulmamışsınız. Yüzleriniz kararmamış. Gözleriniz göğermemiş. Ayaklarınız üzerine yürürsünüz; kimsiniz, der.

Onlar, derler ki,
-Yâ Mâlik bunu bize sorma. Zîrâ biz, muhakkak sana bunu haber vermeğe hayâ ederiz. Velâkin biz; Kur'ân-ı kerîme uyan, Ramezân ayında oruc tutan, hacca giden, cihâda giden, zekât veren,vyetîmlere ikrâm eden, cünüb olunca gusl eden, beş vakt nemâz kılıcılardanız.

Mâlik der ki,
-Ey mahşer eşkiyâsı! Allahü teâlâ Kur'ân-ı azîmde sizi ma'siyyetden men' etmedi mi.

Onlar derler ki,
-Yâ Mâlik, bize tevbîh etme. Şimdi Allahü teâlânın tevbîhinden ve süâlinden kurtulduk.

Sonra onlar bu hâlde iken, Arş tarafından bir nidâ edici, şiddetli nidâ eder ve der ki,
- Yâ Mâlik, onları Cehennemin üst tabakasına dâhil et.

Hâlbuki onlar, Cehennemin kenârında dururlar.
Mâlik der ki,
-Yâ mahşer eşkiyâsı! Şübhesiz söyleneni işitdiniz. Fehm etdiniz.
- Evet işitdik, lâkin bize mühlet ver. Bir sâat nefslerimiz üzerine ağlıyalım, derler.
-Benim size mühlet vermeğe izn yokdur.
Mâlike Arş tarafından nidâ gelir ki,

- Yâ Mâlik, terk et onları, nefsleri üzerine ağlasınlar.
Sonra nefsleri üzerine ağlamağa başlarlar. Derler ki,

-Biz Cehennemde nasıl sabr edelim. Biz güneşin harâretine sabr edemezdik. Katran elbisesi giymeğe nasıl sabr edelim. Biz yumuşak elbiseler giymeyi tercih ederdik. Zakkum yimeğe ve hamîm içmeğe nasıl sabr edelim. Biz hep güzel yemekler yir, soğuk içecekler içerdik.
Bunlar böyle ağlarlar iken, Arş tarafından bir nidâ gelir.

-Yâ Mâlik! Bunları Cehennemin birinci tabakasına gönder.

Sonra onların yanına şiddetli melekler gelir. Onlar, kalb olmadığı için acıması olmıyan zebânîlerdir. Herbir insana bir zebânî yapışır. O sırada, hepsi seslerini yükseltirler ve derler ki,


- Yâ Muhammed, Yâ Ebel Kâsım, Yâ Ebel Erâmil velyetâmâ. Yâ Fahrel kıyâmeh. Yâ Fâtihal bâb. Yâ nârın kapısını ümmetine kapayan! Yâ ümmetine şefâ'at eden. Biz ümmetinin za'îfleriyiz. Cehennemin ateşine dayanamayız. Şefâ'atin ile bize imdâd et. (Yâ Mâlik, biz ümmet-i Muhammeddeniz.


Sonra Mâlik hazretleri Cennetden tarafa döner. Ellerini kulaklarına koyar. Müezzinler gibi yüksek ses ile nidâ eder ki:

- Yâ Muhammed! Muhakkak sen, Cennetde ni'metler içindesin. Senin za'îf ümmetlerin Nârda feryâd ederler. Onların feryâdına yetiş. Zîrâ za'îfdirler. Cehennemin harâretine sabrları yokdur.
O hâlde, Muhammed (s.a.v.)hazretlerine haber gelir. Hemen tahtından sıçrayıp ve Buraka biner ve buyurur,

-Yâ Burak, çabuk ol ki, ümmetim za'îfdirler, Cehennemin harâretine sabr edemezler.

Burak da ayaklarını kaldırıp, Cehennemin kenârına koyar. Muhammed (s.a.v.) hazretleri onların seslerini işitdiği vakt, ağlarlar. Sonra Muhammed aleyhisselâm Arşın kenârına erişir. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine secdeye varır. Ve şefâ'at eder. Allahü teâlâ ve tekaddes onların hakkındaki şefâ'atini kabûl eder. Resûlullah (s.a.v.) hazretlerinin şefâ'ati ile Cehennemden kurtulurlar. O vakt, kâfir oldukları hâlde, ehl-i nâr temennî ederler; ne olaydı, müslimân olup, Ümmet-i Muhammedden olaydık. Allahü teâlâ hazretlerinin kavl-i şerîfi buna işâretdir ki, [Hicr sûresi 2.ci âyetinde; meâlen] (Kâfirlerden, müslimân olmağı temennî etmiyen çok az kimse vardır!) buyurulmuşdur.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
ZEKERİYYA ALEYHİSSELÂM NEDEN YEMEĞE DÂVET ETMEDİ?

Zekeriyya (a.s.) son derece cömerti ve kendi el emeği ile maişetini temin ederdi. Bir keresinde bir inşaat işinde çalışıyordu. Çalışma arasında, ancak kendisine yetecek kadar ekmek getirdiler.

Zekeriyya (a.s.) kendisine verilen ekmeği yerken, yanına başkaları da geldi. Zekeriyya (a.s.) onları yemeğe dâvet etmedi. Onun cömertliğini bildikleri için, gelenler, bu tutuma şaştılar. Zekeriyya (a.s.) ekmeğini bitirdikten sonra, şu açıklamayı yaptı:

'Ben burada gündelikle çalışıyorum. Bana düşen işi gereği gibi yapabilmem için, bu ekmeği verdiler. Aldığım ekmeği hep beraber yesek, size de bana da yetmeyecek. Ve ben, verimli şekilde çalışamayacağım. İş sahiplerinin hakkı üzerimde kalacak. İşte bunun için sizi yemeğime dâvet etmedim.'

Hakperest bir insan, Allah Teâlâ'nın bahşettiği nûr ile, böyle ince düşünür. Yemeğe dâvet bir fazilet ise, işinde gereği gibi çalışmak da bir farzdır. İşinde zayıflık, farzda noksanlık iken, dâveti terk etmek fazilette noksanlıktır.

Farzın yanında faziletin hükmü kalmaz. Zira, 'Def'-i mazârrat, celb-i nef'a râcihtir.'


Alıntı:
Fazilet Takvimi 1997
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Nereden ve Nasıl Aldın?

Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' hazretlerinin bir kölesi vardı. Ömrünün sonlarında her akşam iftâr vaktinde yemek getirirdi. Âdet-i şerîfleri öyle idi ki, nereden ve nasıl aldığını, kimden satın aldığını, onun san'atı ve mesleği ne olduğunu o köleden sormayınca o yemekden bir lokma ağzına koymazdı. Bu köle bir gece yine yemek getirdi. Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' süâl etmeden, mubârek elini uzatıp, bir lokma yemekden aldılar.
Köle dedi ki:
- Ey Efendi. Ne oldu ki, bu akşam sormadan yemeğe el uzatdınız.
Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' hazretlerinin mubârek gözleri yaş ile dolup, buyurdu:
- Yâ Gulâm. Açlık bana sıkıntı verip, sabırsızlandırdı. Böylece bu hâl başıma geldi. Şimdi bana haber ver ki, bu akşam yemeği nereden getirdin.
Köle dedi ki:
- Câhiliyye vaktinde, raks ve oyun oynardım. Bir gruba raks etdim. Onlara hoş geldi. Bana dediler ki, şimdi bir nesnemiz yokdur. Va'd etmişlerdi ki, elimize birşey geçdikde sana iyilik ederiz. Ben bugün gördüm ki, onların elleri doludur. Ben va'dlerini hâtırlatdım. Yiyeceği bana verdiler.
Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' bunu işitdi. Çok üzüldü. Ağladı. Yemeği önünden atdı. Parmağını boğazına o kadar sokdu ki, kay' etdi. O lokma karnından dışarı geldi. Kendine eziyyet verdi. Mubârek yüzü göğerdi ve karardı. Mubârek yüzünün şeklinin değişikliğini görenler, bir mikdâr su içmesini ve bu üzüntüden halâs olacağını söylediler. Sıcak su getirdiler. İçdi, bir kerre dahâ kay' etdi. Rahâtsız oldu. İnceledi ki, karnında bir şey kalmadı.
Dediler ki,
- Yâ Sıddîk, bu kadar kendinize sıkıntı ve zahmet, bir lokmadan dolayı mıdır. Buyurdu ki, evet. Resûlullah 's.a.v.' hazretlerinden işitdim.
Buyurdular ki,
- Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, yidiği harâm olan kimselere Cenneti harâm etmişdir.
Sonra başını yukarı kaldırıp,
- Yâ ilâhel âlemîn! Yidiğim lokma için elimden geleni yapdım. O lokmaları kay' etdim. O lokmadan damarlarımda birşey kaldı ise afv et. Bu za'îf kulun, Cehennem azâbına dayanamam diye, düâ buyurdu.

Bu o Ebû Bekrdir ki, Resûlullah 's.a.v.' hazretleri, (Ebû Bekr benim gözüm ve kulağım gibidir) buyurdu.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
NİÇİN AĞIZLARI KAPALI?

Şeyh Necmüddin Ali (k.s.) hazretleri anlatıyor:

Zaman zaman ziyaretime gelen bir kadın vardı. Basîreti (kalp gözü) açık bir hâtundu. Yine bir gün ziyâretime gelmişti. O sıralar elim biraz dardı ve o da bu hâlimi biliyordu. Evimde bir-iki göz ambar vardı. Eğer Allah Teâlâ, hubûbattan arpa-buğday gibi bir şey verirse o ambarlara koyardım. Şimdi ise onlar boştu. Kullanılacakları zamana kadar temizce dursunlar diye ağızlarını kapatmıştım. O kadın içlerinde bir şey var zannetti ve bana dedi ki:

- Mâdem ki elin dar, niçin şu ambarların içindekilerden azık edinmiyorsun?

-Boş onlar, dedim.

- O halde, dedi, niçin ağızlarını kapalı tutuyorsun?

-Temiz dursun diye...

Kalktı, onların kapaklarını açtı ve şöyle dedi:

- Bunlar, ağızları kapalı oldukları için boştur. Eğer ağızları açılsa, onlar da aç ve açık olan ağız gibi olurlar. Hak Teâlâ aç ve açık olan ağızın rızkını gönderir. İhtiyaç vakti gelince, her şeyin rızkını yine kendisine münâsip bir şeyden eriştirir.
O kadın bu işi yapınca, çok geçmeden Allah (c.c.) o ambarlara o kadar buğday gönderdi ki, bölmelerin hepsi doldu taştı.


Alıntı: Abdurrahman Câmi k.s., Nefehâtü'l-Üns, Terc. Lâmiî Çelebi, v. 1532 Fazilet Takvimi, 2001
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Niçin Evlenmiyor

Râbia-tül Adeviyye,

-Niçin evlenmiyorsun?" diye ısrâr edenlere şöyle söyledi:

-Benim üç büyük derdim var. Bunların sıkıntısından kolayca kurtulmamı garanti ederseniz, o zaman evlenirim.

Birincisi, acabâ son nefesimde îmânımı kurtarabilecek miyim?

İkincisi, Kıyâmet gününde amel defterimi sağ tarafımdan mı, yoksa sol tarafımdan mı verecekler?

Üçüncüsü, herkesin hesâbı görüldükten sonra bir grup Cehennem'e ve bir grup Cennet'e giderken, acabâ ben hangi grupta bulunacağım? dedi.

O kimseler;

-Biz bu suâllerin cevâbı olarak size bir şey söylemekten âciziz" dediler.

-O halde önümde böyle dehşetli günler varken ve bu günlere hazırlanmak elbette lâzım iken, evlenmeyi nasıl düşünebilirim? buyurdu.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
NUAYMAN'IN ŞAKASI
Semerkand

Bedevînin biri, Peygamber Aleyhisselâm'ı ziyarete gelmiş, mescid avlusunda devesini çöktürdükten sonra içeriye girmişti. Ashabdan birileri de, çok şakacı bir kişi olan Nuayman İbn-i Amr (R.A.)'a latife olsun diye şöyle bir teklifte bulundu:

- Sen şu deveyi kesiversen de onu yesek! Çünkü gerçekten et yemeyi çok özledik. Nasılsa Rasulullah Aleyhisselâm onun bedelini öder.

Nuayman da kalkıp deveyi kesiverdi! Adamcağız dışarı çıkınca, devesinin kesildiğini gördü ve feryadı bastı:

- Eyvah, devem kesilmiş!

Nebi Aleyhisselâm da dışarı çıktı ve sordu:

- Kim yaptı bu işi?

- Nuayman yaptı, dediler.

Peygamber Aleyhisselâm, Nuayman'ın peşine düşerek onu aramaya başladı. Nihayet bir evde saklandığını öğrendi.

Nuayman bir hendeğin içinde gizlenmiş, üstüne hurma dalları ve yaprakları örtmüştü.

Adamın biri, onun saklandığı yere doğru işaret ederek, yüksek sesle şöyle bağırıyordu:

- Ben onu görmedim, ya Rasulallah!

Rasulullah (A.S.) onu buldu, tutup hendekten çıkardı. Bulaşan toz ve topraktan yüzünün rengi değişmişti. Sordu ona:

- Bu yaptığını sana yaptıran nedir?

Nuayman boynunu büktü:

- Benim yerimi sana gösterenler var ya, ey Allah'ın Rasulü! İşte onlar bu işi bana yaptırdılar.

Allah Rasulü Aleyhisselâm, bir yandan şakacı Nuayman'ın yüzündeki tozları siliyor, bir yandan da gülüyordu. Sonra deve sahibini çağırarak devesinin bedelini ödedi.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
O BİR ÇÂRE BULUR


İslâmiyete düşman olan hıristiyanların bâzıları, meşhûr Tatar hükümdârı zâlim Hülâgu'nun yanına gelerek ve kendisine yaltaklanarak, müslümanların mescidlerini yıkmasını, medreseleri dağıtmasını, ezânı ve İslâmın sembolü olan şeyleri ortadan kaldırmasını söylediler. Kan dökmekten, insanlara eziyet ve işkence etmekten zevk alan o meşhûr zâlim de, mâcera uğruna çok müslüman kanı döktü. Âlimlerden ve diğer müslümanlardan birçok kıymetli zâtı şehîd etti. Müslümanlar, bu zâlimler karşısında âciz kalıp, ne yapacakları hakkında görüşmek üzere beş yüz kadar âlim toplanıp, o zamandaki meşhur âlimlerden Şemseddîn Müsta'cel bin Rıfâî hazretlerine geldiler ve bu fitneyi durdurmak için bir şeyler yapmasını, bir çâre göstermesini, bu belânın üzerlerinden kaldırılması için duâ etmesini istediler. O ise, kendisini buna lâyık görmeyip:

"Bu iş benim yapabileceğimin üstündedir. Ben de sizinle berâber geleyim. Birlikte Tâcüddîn hazretlerinin yanına gidelim. O bir çâre bulur." dedi.

Dediği gibi yaptılar. Tâcüddîn bin Rıfâî'ye, Hülâgu zâliminin müslümanlara yaptığı zulmü anlatıp, bu belânın yakın zamanda, kendilerine de ulaşacağından endişe ettiklerini bildirdiler. O da, o beldede bulunan müslümanları toplayıp:

"Âlim olanlarınız ve olmayanlarınız bana yardım edin. Allahü teâlânın izni ile bu kâfirin şerrinden bütün müslümanları kurtaralım." buyurdu.

Orada bulunan herkes, ne emrederse yapmaya hazır olduklarını bildirdiler. O da hepsini toplayıp, bir gece, bulundukları beldenin etrâfına genişçe bir hendek kazdılar. Hendeği odun ile doldurdular. Ayrıca demir, bakır, kurşun ne buldularsa o hendeğe doldurdular ve müdhiş bir ateş yaktılar. Tâcüddîn bin Rıfâî oraya gelip iki rekat namaz kıldı. Orada bulunanlar da ikişer rekat namaz kıldılar ve duâ ettiler. Bir saat kadar sonra Hülâgu'nun askerlerinden bir kısmı oraya geldi. Allahü teâlânın hikmeti, Tâcüddîn bin Rıfâî'yi ve diğer müslümanları göremediler. Ateşin yanına kadar geldiler. Tâcüddîn, emir verdi. Zulüm askerlerinden yakaladıklarını ateşe attılar. Hiçbirisi bir karşılık veremedi. Onların, hepsi silâhlı idi ve müslümanların hiç silâhları yoktu.

Orada bulunan müslümanlar diyorlar ki:

"Onların hepsi silâhlı oldukları hâlde silâhlarını kullanamadılar. Biz çok hayret ettik."

O beldede bulunan müslümanlar, Tâcüddîn hazretlerinin bereketi ve kerâmetiyle böylece büyük bir belâdan kurtulup, selâmete kavuştu.
 
Üst