Barla Lahikası

Ahmet.1

Well-known member
(Re'fet Bey'in bir fıkrasıdır)

Aziz ve muhterem Üstadım Efendim!

Sözlerin ve Mektubat'ın ve Pencereler'in fihristesi o kadar güzel olmuş ki, bir defa sathî bir nazar atfeden kimse, Risalet-ün Nur eczalarının kıymet ve ehemmiyeti hakkında yek nazarda bir fikir edinebilir. Bu fihriste umum risalelere bedeldir. Hiçbir müellif, yazmış olduğu yüzyirmi kadar kitabının, her birisinin hülâsa-i mealinden ve bilhâssa metnindeki âyâtı, birer birer münasib ve manidar bir tarzda ta'dad etmek suretiyle risalelerin gayatından ve mahiyetinden bahsetmek şartıyla böyle ehemmiyetli dört risaleyi vücuda getiremez. Fihriste'nin bâriz bir vasfı daha var ki, o da kendi ihtiyarınızla olmayıp, sünuhat-ı kalbiye ile olduğunu isbat ediyor. Biz bu halleri gördükçe, sizin gibi bir üstada nâiliyetimizden dolayı Rabbimize çok şükür etmekteyiz.
Re'fet
 

Ahmet.1

Well-known member
(Hulusi Bey'in fıkrasıdır. Eğirdir'de bir kardeşimize gönderdiği mektubdandır.)

Üstad Hazretlerinin son Otuzbirinci Mektub'un, Onüç ve Ondördüncü Lem'alarını hâvi olan pek kıymetli, nurlu ve hikmetli, serapa nur olan hakaik derslerinden derin manalı, şirin lezzetli, asel-i musaffa nev'inden ekmel eserlerini almakla bahtiyar, cevab takdimine muvaffak olmamakla bedbahtım. Şuracıkta karalamaya niyet eylediğim birkaç satırla, o ders-i hakaikten aldığım feyzi izah veya duygularımı nakletmek istemiyorum. Çünki bu dersin nihayetindeki hususî haşiye, sanki manen beni bir müddet mektub yazmaktan men'etti. Zahirî manalar da, bu işaretin doğrudan doğruya bu bîçareye ait olduğunu göstermektedir. Bu nurlu dersi bir defa (Onüçüncü Lem'a kısmını) imam Ömer Efendi gibi arkadaşlara okuyabildim.

Sevgili Üstadımın emirleri, işaretleri, dersleri, tenbihleri, ikazları, irşadları, tehdidleri, şefkatleri hep hakikatlıdır. Bugüne kadar söylenmişler böyle olmakla beraber, bundan sonrakiler de aynı mahiyettedir. Aslâ şübhe ve tereddüdüm yoktur. Tabiî, sevk-i tabiî, tesadüfî değil. Hakikî, fıtrî sevk-i İlahî, kader-i Sübhanî, her işimizde hâkim. Cüz'-i ihtiyarımızla seyyiatımızdan mes'ul olmakla beraber, hasenat tevfik-i Huda ile olduğuna, Kur'an-ı bahir-ül bürhan şahid-i sadıktır.

Hulusi
 

Ahmet.1

Well-known member
(Eğirdir Müftüsüne son ihtar)

ﺍَﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻴْﻜُﻢْ ﻭَ ﺭَﺣْﻤَﺔُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَ ﺑَﺮَﻛَﺎﺗُﻪُ

Eski bir dost ve ilim noktasında bir arkadaş olmak üzere sizinle bir hasbihal edeceğim. İkimize taalluk eden mühim bir musibet-i diniyeyi size haber veriyorum. Bunun telafisine mümkün olduğu kadar beraber çalışmalıyız. Şöyle ki:

Zâtınız, herkesten ziyade hizmetimize taraftar ve hararetle himayetkâr olmak lâzım gelirken, maatteessüf meçhul sebeblerle aksimize tarafgirane ve bize karşı soğukça rakibane baktığınızdan, oğlunuzu bu köyde yerleştirip ona dost-ahbab buldurmak için çalıştınız. Neticesinde burada öyle bir vaziyet hasıl olmuş ki, mahiyetini düşündükçe senin bedeline ruhum titriyor. Çünki
ﺍَﻟﺴَّﺒَﺐُ ﻛَﺎﻟْﻔَﺎﻋِﻞِ kaidesince bu vaziyetten gelen günahlardan, seyyiattan siz mes'ulsünüz.

Zehire tiryak namı vermekle, tiryak olmadığı gibi; zındıka hissiyatını veren ve dinsizliğe zemin ihzar eden bir heyetin vaziyetine, ne nam verilirse verilsin, Genç Yurdu denilsin, hattâ Mübarekler Yurdu denilsin, ne denilirse denilsin o mana değişmez. Başka yerlerde, Genç Yurdu ve Türklük Meclisi, Teceddüd Mahfeli gibi isim ve ünvanlarla bulunan heyetler, başka şekillerde zararsız bir surette bulunabilirler.

Fakat bu köyde madem sekiz senedir ki, sırf esasat-ı imaniye ve usûl-ü hakaik-i diniye ile meşgulüz. Elbette bu köyde bize karşı muannidane bir heyetin takib edeceği esas, imansızlığa ve usûl-ü diniyeye muhalif, hattâ zındıka hesabına bir hareket yerine girer. Bilinsin bilinmesin netice öyle çıkar. Çünki bu havalide umumca tebeyyün etmiş ki, siyaset cereyanlarıyla alâkadar değilim, belki yalnız hakaik-i diniye ile meşgulüz. Şimdi burada birisi bize muhalif hareket etse, hükûmet hesabına olamaz; çünki mesleğimiz siyasî değil. Hem yeni bid'alar hesabına da olamaz, çünki hakikî meşgalemiz, esasat-ı imaniye ve Kur'aniyedir.

Hem resmî Diyanet Dairesinin emirleri hesabına dahi değil. Çünki emirlerini tenkid ve muhalefet meşgalesi bizi kudsî hizmetimizden men'ettiği için, o meşgaleyi başkasına bırakıp onunla meşgul olmuyoruz. Mümkün olduğu kadar o emirlere karşı temas ettirmemeye çalışıyoruz.

Öyle ise, sekiz sene bu cereyan-ı imanî merkezi olan bu köyde, bize karşı muhalefetkârane ve mütecavizane vaziyet alan, ne nam verilirse verilsin, muhalefeti zındıka hesabına ve imansızlık namına kaydedilecek.

İşte sizin ilminize ve makam-ı içtimaînize ve mensab-ı fetvanıza ve bu havalideki nüfuzunuza ve evlâd hakkındaki müfrit şefkatinizden gelen teşvikkârane muavenetinize istinad ederek; burada hem beni, hem seni pek ciddî alâkadar edecek bir vaziyet vücuda geliyor.

Ben kendim burada muvakkatım, ıslahına da mükellef değilim, belki bir derece mes'uliyetten kurtulabilirim. Fakat zâtınız hem sebeb, hem nokta-i istinad olduğunuzdan, o vaziyetten gelen müdhiş meyveler defter-i a'malinize geçmemek için, her şeyden evvel bu vaziyeti ıslah etmelisiniz veyahut oğlunu buradan çek. O daimî senin manevî zararına günah işleyecek tezgâhı tebdil etmeye çalış. Zâtınıza bu tezgâhın mahsulâtından nümune olarak sizin hesabınıza, bana muhalif suretinde gelen yalnız iki küçük nümuneyi göstereceğim:

Birincisi: Beni haddimden çok fazla hüsn-ü zanda bulunan ve harekâtımı herkesten ziyade hak telakki eden bir ehl-i ilim, sana itimaden oğlunuza meslekçe dostluk etmiş. O adam bir gün yanıma geldi. Hususî odamda namazımı kılmak vakti geldi. Benimle beraber cemaatle kılmak onun yanında çok ehemmiyetli olduğu halde, gizli Ezan-ı Muhammedîyi (A.S.M.) işitmekten kulağı müteneffirane, havftan gelen bir istikrah ile, kalktı kaçtı. Bu işe sen fetva ver. Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en nuranî, leziz, kudsî kelimatını işitmekten kaçan bir kulağın altında olan kalbde bulunan iman, ne hale girdiğini sen söyle!

Bu böyle olsa, başka cahil yahut gençler, o meslekte nasıl boya alırlar, kıyas ediniz. Benimle beraber bu işe ağlayınız.

İkincisi: Bir dostum var idi, takvası ifrat derecesinde idi. Benim yanıma geldiği vakit, âhirete ait en güzel parçaları bana gösteriyordu ve ihtar ediyordu. Zâtınız onu bir derece benden soğutmak ve senin oğluna dost yapmak suretinde onunla konuşmuşsunuz.

İşte o zât, o telkinattan sonra geçen Ramazanda bir gün, bana Hülâgu ve Cengiz vakıalarını okutmak için gösterdi. "Aman bunları oku" dedi. Ben kemal-i taaccüb ve hayretten dedim: "Kardeşim sen divane mi oldun? Benim Delail-i Hayrat'ı okumağa vaktim yok. Böyle ezlemlerin sergüzeşte-i zalimanelerini, bu Ramazan-ı Şerif'te bana okutmak hissini nereden kaptın?" dedim. Haftada iki defa yanıma gelen o has dostumu, iki ayda bir defa daha göremedim. Fakat hakkında inayet vardı, o halden kurtuldu.

Her ne ise... Bu nev'den olan elîm hâdiseler çoktur. Hakikatlı bir kardeşimin neseben kardeşi olduğunuzdan haşinane değil, mülayimane bir surette olan bu dertleşmekten gücenmeyiniz.

ﺍَﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ
Said Nursî

(Haşiye): Hiç kimseye söylemediğim, hattâ düşünmesini de istemediğim, Kur'anî hizmetimize zarar veren bir haleti söyleyeceğim: Zâtınız bir zaman bize dost göründüğünüzden, senin oğlun talebe gibi yanıma geliyordu. Ciddî istifadeye çalışıyordu. Değil bana sıkıntı vermek, belki ihtar etmesi, ciddî telakki ediyordu. Vaktaki zâtınız bana karşı rakibane bir vaziyet aldınız, oğlunuz da o vaziyetin tesiriyle öyle bir şekle girdi ki, en muti' talebeden, en merhametsiz bir düşman vaziyetine geldi. O zamandan beri çektiğim sıkıntıların ve hizmet-i Kur'aniyemize gelen zararların kısm-ı a'zamı, oğlunuzun yüzünden ve senin o rakibane vaziyetinden geldiğine şübhe kalmadı. Senin nüfuzun ve şerefin olmasa idi, oğlun böyle şeylere müdahale edemezdi.

Her ne ise... Sizi bütün bütün gücendirmemek için kısa kesiyorum. Kardeşim Hakkı Efendi'nin hatırı için ben hakkımı helâl ederim. Fakat bizi istihdam eden ve hizmetine kabul eden Kur'an-ı Hakîm'in darbesinden korkmalı, belki o helâl etmez.
 

Ahmet.1

Well-known member
(Ehl-i bid'anın şiddetli hücumuna maruz kalan Süleyman hakkındadır)

Sual: Süleyman nasıl adamdır? Başta buranın memuru, çok adamlar onu tenkid ediyorlar. "Lüzumsuz sözleri hocaya söylüyor, yanlış ediyor, âdeta münafıklık ediyor" derler. Sana çoktan beri hizmet ediyor; mahiyeti nedir bildir?

Elcevab: Süleyman sekiz sene, benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiçbir vakit gücendirmeden, hiçbir menfaat-ı maddî mukabilinde olmayarak, kendi işini bırakıp, kemal-i sadakatla lillah için hizmeti bu köyce malûmdur. Böyle bir adamla bu köy değil, belki bu vilayet iftihar etmeli. Bu tarz ahlâk bu zamanda bulunması, medar-ı ibrettir. Ben hem garib, hem misafirim. Benim istirahatımı temin etmek köyün borcu idi. Bu köy namına Cenab-ı Hak onu ve Mustafa Çavuş'u ve Muhacir Hâfız Ahmed'i ve Abdullah Çavuş'u bana ihsan etti. Ben de Cenab-ı Hakk'a şükrediyorum. Bunlar bana yüzer dost kadar kıymetdar göründüler, vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler. Bunların yüzünden ben, bu köyün hayatta ve vefat edenleriyle alâkadar olup; onlara her zaman dua ediyorum. Sadakatça Süleyman'dan geri kalmayan Mustafa Çavuş'la, Muhacir Hâfız Ahmed, şimdilik hücuma maruz olmadığından iyiliklerinden bahsedilmedi. Bir parça Süleyman'dan bahsedeceğiz. Şöyle ki:

Süleyman, benim her hususî işimi ve kitabetimi kemal-i şevk ile minnet etmeyerek, mukabilinde birşey kabul etmeyerek, kemal-i sadakatla yapmış. Hattâ o derece hizmeti safî ve hâlis, lillah için yapıyordu; belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümid edilmediği bir tarzda geliyor; fesübhanallah diyordum "Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?" Anladım ki o istihdam olunuyor, sadakatının kerametidir. Hattâ hizmetimde bulunduğu bir gün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatının bir ikram-ı İlahî olarak, o çocuk hiçbir teessür ve hastalık görmediği gibi; sütten, memeden bile kesilmedi. Her ne ise, bu tarz sadakatının lem'alarını çok gördüm.

Süleyman'da sadakatla beraber esaslı bir ihlas gördüm. Evet bugünlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıracak derecede, hakkında işaalar izhar ettikleri zaman, ona teselli nevinden dedim ki: "Sana bu sû'-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun." O da kemal-i sürur ve ciddî bir surette o teselliyi kabul etti.

Gelelim gıybet hakkındaki mesleğine: Bu zât bende gıybet hakkında ne kadar şiddetli bir nefret olduğunu bildiği cihetle, beni kızdırmamak için, mümkün olduğu kadar cevaz da olsa, söylemiyor. Ve bilhâssa Ramazanda, bütün bütün içtinab eder. Zâten ahlâkında, başkasına muzırlık yok. İnsafsızların işaasına sebeb, bu kadar olmuş: Birisi sormuş: "Hoca Efendi, filan adama şöyle demiş mi?" O da geldi, bana aynı sözü söyledi ki, o adama cevab versin. Halbuki o sözde ne gıybet var, ne de birşey. Her ne ise...

Ben bu köyde ümid etmiyordum ki, benim en ziyade itimad ettiğim ve tam ahlâklarına ve diyanetlerine kanaat ettiğim Mustafa Çavuş, Süleyman Efendi gibi kardeşlerimi tenkid etsinler. Zannederdim ki, ben gittikten sonra, burada benim yerimde, bana ettikleri hürmeti onlara edecekler. Ümidim budur ki, köy halkının yüzde doksanı onların kıymetini takdir edecekler. Birkaç insafsızlar tenkid ededursunlar, o tenkidlerden ne çıkar? Bunlara ilişmek, doğrudan doğruya bana ilişmektir. Bana hizmet eden mezkûr kardeşlerim, hiçbir maddî menfaati düşünmeyerek ve kabul etmeyerek ve bilakis kendi keselerinden bana ve misafirlerime bakıyorlar. Hattâ Süleyman'a bazı yemediğim bir ekmek verdiğim vakit, hatırımı kırmayarak alır. Fakat kat'iyyen mukabelesiz almıyor. Ona mukabil evinden getiriyor. Arasıra birer bardak çay ısrar ediyordum, ilhahıma karşı istinkâf ediyordu. Ne için böyle yapıyorsun derdim; "Hizmetimize maddî faide girmeyip, fîsebilillah, ihlaslı olmak istiyoruz" derdi.

Hattâ bu Süleyman ve Mustafa Çavuş, misafirlerim için çok hizmet ettikleri halde, hiçbir vakit hiçbir misafir bu iki zâta bir hediye getirdiğini görmedim, bilmedim. Yalnız Bekir Bey bir defa Süleyman'ın küçük kızına birkaç meyve vermiş. Ona mukabil Süleyman -bildiğime göre- birkaç defa patlıcan, biber, kavun gibi sebzeler hediye edip, ona göndermekle beraber, Bekir Bey buraya geldikçe onun, hem başka misafirlerin hayvanatına saman, arpa verir.

Bunun bu ahlâkı zâtında vardı. Yanıma geldiği vakit, benim bir düstur-u hayatım olan istiğna ve insanların hediyelerini almamak kaidesi, onun aslî ahlâkına muvafık gelmiş. Daha ziyade, insanların değil hediyesini kabul etmek, onlara ettiği iyiliklere mukabil dahi birşey kabul etmiyor. Hattâ yüz defa ben ısrar etmişim, benden fazla kalan bir şeyi kabul etmiyor.

Hattâ bir defa, bir kıyye kadar üzüm, kayısı kurusu, bir kıyye bal ben yemiyordum. Misafirlere de yedirmek istemiyordum. Ona ısrar ettim, "Bu hediyemdir, teberrükümdür, çocuklarınıza hediye ediyorum, almaya mecbursun." dedim. Aldı, iki şinik buğdayını, bana -değirmende öğüterek- getirdi. Dört aydır daha bitmemiş.

İşte bu zâtın hakikî hali bu surette iken, insafsız insanlar bunun hakkında işaa ediyorlar ki; Said'in sayesinde yaşıyor. O da kemal-i iftiharla dedi: "Evet üstadımın sayesinde kanaatı ve iktisadı öğrendim, rahatla yaşıyorum. Halkların bu sözleri bana iyidir. Beni riyadan kurtarır, ihlasa sevk eder." dedi.

Ben de dedim: Sana iyidir, hizmet-i Kur'an'a zarardır. Onun için hakikat-ı hâli beyan ediyorum, tâ ehl-i bid'a bilsin ki, ihlas ile lillah için çalışıyorlar.

Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
(Hulusi'nin fıkrasıdır)

18 Receb tarihli, Otuzbirinci Mektub'un Birinci, İkinci Lem'alarıyla Yirmidokuzuncu Mektub'un Birinci Remzinin Birinci Makamını, Şaban'ın birinci günü, yani yazıldığından onüç gün sonra aldım. Demek oluyor ki, Receb'in 18 rakamına, 13 daha ilâve ederek, mübarek mektubun numarasını teyid etmek gibi, gaybî bir işaret ibraz edilmiş oluyor. Bu nurlu mektubdan aldığım hisseyi, kendisinden evvel gelmiş olan manevî feyzinden, âlî afvınıza güvenerek bahsetmek suretiyle arzedeceğim.

Şöyle ki: Mektubun bura postahanesinde kaldığı gece, âlem-i menamda şöyle garib bir halet gördüm. Allah hayretsin. Kamer batn-ı arzdan sür'atle çıkarak, şakulen semavata yükselmeye başladı. Çıkışı ile sür'atle yükselişinde hiçbir ziya eseri görülmüyordu. Sükûnetle hareketi takib etmekle beraber, sanki gaybî bir ses bana, "Alâmet-i kübra başladı" diyor gibi geldi. Kamer bu hızla çıkışı esnasında, bir hadde geldi ki parladı, büyüdü. Bedr-i tam halinin birkaç misli cesamet arzetti. Bu vaziyette içinde bir insan şekli göründü. Kısa bir zaman sonra bu şekil ve kamer kayboldu. Cihan seraser zulmet içinde kaldı. Mağrib cihetinde, ufuktan bir mızrak boyu yüksekliğinde, şems sönük bir ziya ile göründü. Ufku takiben bir müddet şimale doğru gayet sür'atle gitti ve kayboldu. Tekrar zulmet başladı. Soğukkanlılığımı muhafaza etmekle beraber, kıyamet kopuyor diye uyandım.

İşte bu dehşetli gecenin gündüzünde Otuzbirinci Mektub'un Bir ve İkinci Lem'alarını hâvi kıymetli eseri aldım, okudum. Kendi kendime geceki haleti düşündüm. Dedim: Bu mübarek mektub, bana şu dersi veriyor: Sen bir sefineye râkibsin ki, o azametli sefinen başdöndürücü sür'atle, feza-yı namütenahîde koşturuluyor. Bu sefineyi böyle pırıl pırıl çeviren Kadîr-i Kayyum, sana müsahhar ettiği, muntazam tulû' ve gurub eden Şems ile incelerek, büyüyerek mükemmel bir takvim-i semavî vaziyetini gösteren Kamer gibi azîm cisimleri de istihdam ediyor. Bir küre "Kün feyekûn" emrini aldığı zaman, bu muazzam küreler gibi milyonlarca seyyarat birbirine karışacak, nizam-ı âlem bozulacak, herşey harab olacak.

ﻛُﻞُّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻫَﺎﻟِﻚٌ ﺍِﻟﺎَّ ﻭَﺟْﻬَﻪُ ﻟَﻪُ ﺍﻟْﺤُﻜْﻢُ ﻭَﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺗُﺮْﺟَﻌُﻮﻥَ sırrı zahir olacak. Öyle ise en metin, en âlî, en müzeyyen görünen bu saray-ı kâinatın bir anda yıkılacağı, harab olacağı, bütün sekenesinin mahv u nâbud olacaklarını düşün. Hiç ender hiç olduğunu hatırla. Senin mini mini hayat tekneni, dağlar gibi dalgaları bulunan, kısacık ömrünün denizinde aldanarak boğdurma. Ve hayat-ı ebediyeni söndürmek isteyen, en büyük ve en yakın olan nefsinin hilesinden kurtulmaya çalış. Bunun için sana çok kolay ve ucuz, tesiri mücerreb ve kat'î ve

ﻟﺎَٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍَﻧْﺖَ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ ﺍِﻧِّﻰ ﻛُﻨْﺖُ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻈَّﺎﻟِﻤِﻴﻦَ ٭ ﺭَﺏِّ ﺍِﻧِّﻰ ﻣَﺴَّﻨِﻰَ ﺍﻟﻀُّﺮُّ ﻭَﺍَﻧْﺖَ ﺍَﺭْﺣَﻢُ ﺍﻟﺮَّﺍﺣِﻤِﻴﻦَ

gibi halas ve şifa ve necat vasıtalarını tavsiye ederim. Bunlara bilhâssa mağrib ve işa' ortasında, otuzüçer defa devam et, demekte olduğunu hissettim.

O küçük rü'yanın tabiri, muhterem üstadıma aittir ve arzusuna bağlıdır. Bu defa manevî mahrumiyetin uzaması, beni cidden müteessir etmişti. Sabra gayret ettim, fakat garibdir ki; bu mübarek mektubun bura postahanesine vürudu gününün sabahında
ﺍِﻥَّ ﺍﻟﻠَّﻪَ ﻣَﻊَ ﺍﻟﺼَّﺎﺑِﺮِﻳﻦَ emr-i celilinin kuvvetine dayanarak tahammül etmekte olduğumu, fakat meraktan da hasb-el beşeriye kurtulamadığımı nâtık küçük bir mektubu, uhrevî kardeşimiz Hakkı Efendi'ye göndermiştim.

Bu nurlu mektubun başını işgal eden beş nükteli İkinci Lem'a, başıma tokmak vurarak: Ey bîçare, sabırdan bahsetmek sana yakışır mı? Gözünü aç da Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm'ın sabrına bak! Aklın varsa o Peygamber-i Zîşan'ın (A.S.) sabırdaki kahramanlığını taklide çalış ve korkunç manevî yaralarından kurtulmak için
ﺭَﺏِّ ﺍِﻧِّﻰ ﻣَﺴَّﻨِﻰَ ﺍﻟﻀُّﺮُّ ﻭَﺍَﻧْﺖَ ﺍَﺭْﺣَﻢُ ﺍﻟﺮَّﺍﺣِﻤِﻴﻦَ duasını vird-i zeban et, diye tenbih ve ikazda bulunduğuna yakîn hasıl ettim. Elhamdülillah dedim.

Yirmidokuzuncu Mektub'un Sekizinci Kısmının Birinci Remzinin Birinci Makamının Birinci Bâbı, mu'cizat-ı Ahmediyenin en büyüğü ve kıyamete kadar i'cazının devam edeceğine şübhe olmayan Kur'an-ı Kerim'in otuz cüz'ünden otuzuncu, yüz ondört suresinden yüz onuncu, lafız itibariyle küçük, fakat makam ve mana itibariyle âlî ve şümullü Suret-ün Nasr'daki çok mühim sırlardan muazzez ve muhterem Üstadımız vasıtasıyla zahir olan tevafukata münasebetli bir tek sırrından beyan buyurulan üç mes'ele, bana öyle bir kanaat getirdi ki; bu küçük surenin üç âyetinden sülüs ve tamamında otuz cüz' Kur'an'a, hattâ her harfinde bir sureye işaret ve delalet mevcud olduğunu cezmettim.

Bu nuranî mektub hakkındaki, muhtasar tahassüsatımı âcizane yukarda arzettim. Feyz menba'ına maddeten ve manen çok yakın olan kardeşlerime, şu perişan ifadatım kapı açmak ve buradan içeri geçmeye sizler lâyıksınız, diyecek kadar faidebahş olduğu hakkındaki emirlerinizden çok sevindim.

Sevgili Üstadım! Allah için sevenler, Kur'an'a hâdim olmayı yürekten isteyenler, musibetin büyüğünü dine gelen mesaib bilenler, zahiren ne kadar şaşaalı mutantan görünse de her bid'akârane hareketten mutlak ve muhakkak Kur'an'a ve imana bir hücum hissedenler... ilh.. İşte bunlar niyetlerindeki ihlas, kalblerindeki safiyet ve imanlarındaki kuvvet ve Kur'an'a ciddî merbutiyetleri derecesinde, felillahilhamd merkez-i menba' ve masdar-ı feyze yakın bulunduruyorlar. Elbette böyle ulvî ruhlu, ciddî ihlaslı, metin imanlı kardeşlerimi çok sever ve mazhar oldukları niam-ı İlahiyeye şâkirînden olmalarını tazarru' eylerim. Hasb-el kader dünyaya dalmış, masiyette bunalmış, hakikatta acıklı bir gurbete düşmüş olan bu bîçare kardeşlerine dua etmelerini rica ederim. Cümlesine alelhusus isimleri zikrolunan Galib, Hüsrev, Hâfız Ali, Süleyman Efendilere ve Nurların başkâtibi Şamlı Hâfız Tevfik, hasta olduğundan müteessir olduğum ve inşâallah iade-i âfiyet etmiş olan Muhacir Hâfız Ahmed Efendi'ye ve sair mukarreblere selâm ve dualar ederim.

Hulusi
 

Ahmet.1

Well-known member
(Sabri Efendi'nin fıkrasıdır)

Eyyühe-l Üstad-ül A'zam!

Şah-ı Geylanî Hazretlerinin manidar ve ihatalı bir beyt-i kıymetdarîlerinin Dellâl-ı Kitab-ı Mübin'i manevî parmağıyla irae ve müntesiblerine îma ve işaret ettiği tefe'ülnamenin nihayet fıkrasında okudum ve dedim: "Evet, Nurlar heyetini umum ehl-i hak ve hakikat manevî elektrik âyinelerine hedef etmişlerdir. Ve hattâ Kur'an-ı Azîmüşşan'ın ve ehadîs-i Nebeviyenin bu hususu alenen veya sırran ve remzen ihbarıyla bile vardır." demekte aslâ tereddüd etmiyorum.

Bu zümre-i safiye ve hâlise arasında, sâni Hulusi tesmiyesine bile lâyık ve müstaid olmayan ve hiç-ender hiç olan bir abd-i pür-kusura da, haddinin fersah fersah fevkinde bir yer veriliyor. Halbuki bu aczi bîpâyan, kusuru çok, hatası azîm Sabri, sahaif-i a'maline baktığında çok kara ve mûcib-i nefret görüyor. Ve bu mevkide işaret edilen şahıs ismiyle, a'mal ve harekâtıyla, sabr ve teennisi müsbet ve müsellem bulunan başka kardeşlerimiz olduklarına hükmediyor. Çünki kıymetdar bir hazine ve defineyi keşfeden ve o zemin ve zamanda gayyur keşşafa, taharriyatta bezl-i vücud eden sâîler o yolda acaba o defineyi bulabilir miyiz gibi bir eser-i tereddüd göstermeyerek sarf-ı mesaîde bulunan, pek kıymetdar semere-i sa'yi ve âlem kıymetindeki mahsul gayretleriyle, herkesi tergib ve teşvik ve tenvire hasr-ı vücud eden zevat, hakikaten şâyan-ı takdir ve tebriktirler.

Hulusi ise, Şah-ı Geylanî, İmam-ı Rabbanî ve Şah-ı Nakşibendî gibi nice zevat-ı mübarekenin maziden şiddetle bastıkları adımlarının kuvvetiyle, istikbalde coşup fışkıracak olan menabi-ül envârı, mumaileyh ayrı bir meslek, bir meşrebde olduğu halde, her türlü vezaife tercih ederek,
ﺩَﺧِﻴﻠَﻚَ ﻳَﺎ ﺩَﻟﺎَّﻝِ ﻗُﺮْﺍَﻥِ nida-yı âşıkane ve müştakanesiyle dehalet etmesi, fevkalâde bir tefeyyüze mazhar olduğuna ve olacağına yegâne delil ve hüccettir. Onun içindir ki, Risalet-ün Nur ve Mektubat-ün Nur'a birinci muhatablığı, hakkıyla ihraz etmiştir ve müstehaktır. Ve hâkeza Süleyman Efendi kardeşimiz de, manen ve maddeten teşrik-i mesaî etmiş ve hiçbir ferdin yapamayacağı fedakârane hidematı yapmış olmasıyla, saadet-i ebediye sikke-i hâliselerinin teksir ve tamimine çalışmış, ﺍَﻟﺴَّﺒَﺐُ ﻛَﺎﻟْﻔَﺎﻋِﻞِ mefhumunca, keza bu zât da her türlü takdire seza ve lâyıktır.

Bu günahkâr ise, maalesef salif-ül arz zevatın hiçbirisiyle kabil-i kıyas değildir. Madem üstad-ı âlî böyle görmüşler ve bu şekilde buyurmuşlar. Küfran-ı nimet etmeyip, tahdis-i nimet suretinde kabul eder ve gördüğüm sahife-i siyahımın sahife-i beyaza tahvilini, Cenab-ı Hak'tan tazarru' ve niyaz eder ve rahmet-i Rahman'a iltica eylerken, teveccühat-ı üstadanelerinin bekasını yürekten dilerim efendim.

Sabri
 

Ahmet.1

Well-known member
(Ahmed Hüsrev'in fıkrasıdır)

Sevgili Üstadım!

Aktab-ı Hamse-i Azîme'nin birincisi ve Gavs-ı A'zam namıyla müştehir Şeyh-i Geylanî Hazretlerinin, şimdiki Kur'an'ın hâdimlerine bakan kasidesindeki ihbarat-ı gaybiye-i mühimmeyi hâvi, kıymetdar risaleyi kardeşlerime ve dostlarıma okudum. Ve inşâallah fırsat buldukça yine okuyacağım. Rahatsızlığım, bir suretinin takdimine fırsat bahşetmediği gibi, Otuzikinci Söz'ün Birinci ve İkinci Mevkıflarından da üç-dört sahifeden daha fazla yazmaklığıma mani' oldu.

Sevgili Üstadım! O büyük şeyhin mazhar olduğu o büyük tecelli ve nâil olduğu o büyük eltâf-ı Sübhaniye ile sekizyüz senelik mesafeyi gören ve bu müddet arasında gelip geçenlere ve bugünün dehşetini ehl-i zevk ve keşfe gösteren yazılarındaki o derin ve pek ince manalar, idrak edebildiğim kadarını düşünürken, ehl-i gafletin nazarından saklanmış olan ve fakat ehl-i hakikatın görmesine mani' olmayan maziyi hatırladım. Ve bu risalenin feyziyle mücahede-i maneviyenizden ve etrafınızda toplanmış olan fedakâr, mücahid talebelerinizden ve maruz kaldığınız mühlik felâketlerden ve nâil olduğunuz, bu kadar azîm eltâf-ı İlahiyeden başlayarak, Şah-ı Geylanî'ye kadar ve ondan asr-ı saadete kadar uzanan, o uzun zamanı hayalen gezdim. O büyük Gavs'ın sekizyüz sene evvel ilân ettiği bu hakikatın karşısında hayran oldum. O büyük şeyh, Eski Said gibi bir müridiyle, Yeni Said gibi bir ders arkadaşıyla konuşuyor. Ve konuşmaya da zaman ve mekân mani' olamıyor. İster arzın öbür tarafında olsun, ister semavatın en uzak köşelerinde olsun, ister Hazret-i Âdem Safiyyullah zamanında dünyaya veda etmiş olsun.

İşte bu muhavere neticesinde bu ihbarat-ı gaybiyeyi ve acibeyi sekiz-on sene evvel öğrenmiş ve şimdi de talebelerinize ders veriyorsunuz. Bu hizmette temayüz eden arkadaşlarınıza irae ederek, her hususta sitayişe lâyık Hulusi'yi ve ona refik olacak bir kabiliyette bulunan mütevazi Sabri'yi ve hizmet ve gayretleriyle sadıkane çalışan Süleyman ve Bekir Ağa gibi talebelerinize işaret eyliyorsunuz. Ve bu küçük cemaatin istinadgâhı olan, azîm cemaatlerin himmetlerini ve bu cemaatlerin içindeki nuranî sîmaları tanıttırdığınız gibi, Şah-ı Geylanî zamanındaki Hülâgu vak'asıyla da zamanımızın riyakâr münafıklarına ve bu münafıkların re'skârlarına hitab ederek "Yakın bir istikbalde kahhar bir el size cezanızı tamamen vermekle, masumların intikamını alacaktır." diyorsunuz. Bu hakikatlar gösterilen dokuz-on delil ile isbat edildikten sonra, bu risale-i şerife ile ilân ediliyordu.

Sevgili Üstadım! Hulusi Bey'in bir fıkrasında söylediği gibi, ben de diyorum ki: Kur'an'ın feyziyle açtığınız bu cadde-i nuraniyede acz ve fakr kanatlarıyla tayeran ederken, ne büyük hârika kerametlerle karşılaşıyorsunuz ve ne azîm hâdisat-ı acibeye şahid oluyorsunuz. Kimbilir, daha neler göreceksiniz ve mazhar olduğunuz bu inayetlerden bizleri de hissedar ederek, vazifemizde her an gayret ve ciddiyet tavsiye ediyorsunuz.

İşte sevgili Üstadım, bu kadar ikram-ı İlahî karşısında bir taraftan kulluk edemediğim için gözlerim yaşarıyor, kalbim ağlıyor. Diğer taraftan da bârgâh-ı Samediyete afv olunmaklığım için yalvarırken, bîhadd ve bîhesab minnet ve teşekkürlerimi takdim ediyorum. Ve sevgili üstadıma ve muhterem fedakâr kardeşlerime muvaffakıyet ve selâmetler ihsan edilmesi için duagû oluyorum. Kıymetdar Üstadım Efendim Hazretleri.

Günahkâr talebeniz
Ahmed Hüsrev
 

Ahmet.1

Well-known member
(Re'fet Bey'in fıkrasıdır)

Pek muhterem ve sevgili Üstadım Efendim!

Bu defa göndermiş olduğunuz Gavs-ı Geylanî Hazretlerinin ihbar-ı gaybîsi, çok şâyan-ı hayret ve teemmül bir mes'ele-i mühimmedir. Büyük zevk-i ruhanî ile okumakla beraber, fakir talebeniz bunu çoktan hissetmiştim. Üstadımızın bu zaman için mühim bir vazife-i maneviyesi var; lâkin henüz ifşa etmiyor, mektum tutuyor fikrindeyim ve bu fikrimi bazı hâlis kardeşlerime de söylemiştim. Geçen sene Sabri Efendi'ye yazmış olduğunuz mektubların birinde de şu fıkrayı görmüştüm: "İmam-ı Rabbanî, son zamanlarda biri gelecek, iman mes'elelerini gayet vâzıh bir surette neşr ü ilân edecek. Bu sizin hiç-ender hiç kardeşiniz, hâşâ kendimi o adam zannedecek değilim, yalnız o büyük adamın bir pişdar neferi olduğumu zannediyorum. Sen benden o zâtın kokusunu hissediyorsun." Bu fıkra evvelki düşüncemi takviye etti ve kemal-i sürurla gelip Hüsrev'e dahi söyledim. Üstadımızın rütbe-i maneviyesini anladığımızdan çok sevinmiştik. Bundan dört-beş ay evvel de ziyaret-i âlînize geldiğimde Üstadımız hakkında sormuş olduğum suale verdiğiniz cevab, kezalik evvelki kanaatlerimi teyid ve takviye etti. O zaman yalnız bir-iki kişi biliyorduk. Şimdi, bu risalenin neşriyle has talebelerin hepsi vâkıf olmuş oluyor. Sürurumuza pâyan yoktur. Dinsizliğin münteşir olduğu şu zamanda bulunduğumuza evvelce teessüf ediyorduk. Şimdi hiç teellüm, teessür eseri kalmadı. Zât-ı âlîleri gibi bir üstadı bulduğumuzdan, zaman ne olursa olsun bizi me'yus etmiyor. Cenab-ı Allah tûl-ü ömür ihsan buyursun. Daha bizlere çok zevkli eserler okutacağınıza eminim. Müsaadenizle şunu da ilâve edeyim ki, sizin daha hârika vazife-i maneviyeniz var. Zaman gelecek remizlerle, işarat-ı Kur'aniye ile öyle haber vereceksiniz ki; {(Haşiye): Bu Re'fet'in bir keramet-i ferasetidir.} bunları da geçecek ve bizleri şaşırtıp bırakacaktır.

Fakir Talebeniz
Re'fet
 

Ahmet.1

Well-known member
(Re'fet Bey'in fıkrasıdır)

Son gönderdiğiniz Minhac-üs Sünnet gibi Lem'alar hakkında ne söylesem ifade-i meram etmiş olamam. Zira eserler birbirini takiben neşrolundukça, kıymetleri de mebsutan tezayüd etmektedir. Bizlere cennet hayatı yaşatmaktadır. Eserler hakkında fakirin mütalaa yürütmesi küstahlık olur. Çünki Şeyh-i Geylanî'nin medih buyurduğu zât-ı mübarekin yazmış olduğu eseri tenkid değil, kemal-i hürmetle tasvib ve tahsin ve takdir ve büyük bir zevk-i ruhanî ile okumaktan başka ne yapabiliriz? Yalnız şu kadar diyebilirim ki: Bu dalalet devrinde bizlere zât-ı âlîleri gibi yüksek bir üstadı lütuf buyuran ve şimdiye kadar emsaline tesadüf olunmayan mükemmel ve mükemmil eserler okutup ezvak-ı nâmütenahiye içinde yaşatan Hâlık-ı Zülcelal'e nihayetsiz şükürler etmekle, îfa-yı vazife-i ubudiyet edebilirsek bahtiyarız.

Talebeniz Re'fet
 

Ahmet.1

Well-known member
(Hâfız Ali'nin fıkrasıdır)

Pek sevgili ve muhterem Üstadım!

Hazret-i Şeyh-i Geylanî kuddise sırruhu-l âlî'nin keramet-i acibe-i gaybiyesini aldım. Hayretimden düşünmeye başladım. Aradan çok geçmeden hizmet ettiğim Nur elektrik fabrikasından bir düğme çevrildi. Bir mumluk bir ziya geldi. Birşeyler görmeye başladım. Aynıyla yazıyorum. Kusur ve noksan, bîçare Ali'nindir.

Evet üstadım, nasılki Fahr-i Âlem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Hazretleri şecere-i kâinatın hayatdar çekirdeği, Enbiya ve Mürselîn o şecere-i mübarekin dalları olup, dalın ibtidasından müntehasına kadar kat'î bir alâka ile daimî birbirlerini götürüyorlar. Bu sır için Hazret-i Âdem Safiyyullah kokladığı ve hissettiği Nur-u Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında demiş: "Ya Rab, benim alnımda bir çığırtı var, nedir?" Cenab-ı Kibriya Hazretleri buyurmuş: "Nur-u Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın tesbihidir." Aynen kütüb-ü sâbıkada da vesile-i dünya olan Şah-ı Levlâk'i evsafıyla, ashabıyla haber vermeleri gösteriyor ki; ulûm-u evvelîn ve âhirîni câmi' bir kitab ile ba's olunacak, kâinatın ruhu hükmünde ve bütün kâinatın güzellikleri kendi fıtratında tecemmu' edip, tekemmülle tulûu, fecirden sonra şemsin tulûu gibi bekleniyordu.

İşte bu kitab-ı kâinatın vâzıh bir fihriste-i mukaddesesi olan Furkan-ı Mübin arş-ı a'zamdan ve her ismin a'zamî mertebesinden nüzul ile kökü arş-ı a'zamda, gövdesi Fahr-i Âlem'in (Sallallahü Aleyhi Vesellem) sadrına ve dalları bütün zemini ihata eden kitab-ı kâinatın her sahifesinde ve her cüz'ünde Lafzullah ve Lafz-ı Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve Lafz-ı Kur'an'ın bütün birbiriyle alâkadarane işaret edip birbirini göstererek, birbirinin hükümlerini tasdik ettikleri misillü, Hazret-i Şeyh (K.S.) sırrına mazhar olduğu esma ve cilvesine mazhar olduğu Levh-i Mahfuz ve lütfuna mazhar olduğu Cenab-ı Hâlık'ın bildirmesiyle, sekiz asır sonra kendisiyle tevafuk eden bir hâdim-i Kur'an'ı görüp ve tasdik etmekle haber vermesi, hak ve ayn-ı hakikattır.

Evet Hazret-i Şeyh hâdim olduğu o hizmet-i kudsiye-i Kur'aniye hürmetine zamanın padişahlarını titretmiş, nur-u Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) omuzunda tecelli etmesiyle, o nur-u Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ziyasıyla hareket eden bütün evliya Hazret-i Şeyh'e boyun eğmeleri, gerek müslim ve gayr-ı müslim ve her bir meşreb ehli Hazret-i Şeyh'i tenkide cür'et etmemeleri gösteriyor ki, cadde-i Muhammediye (Sallallahü Aleyhi Vesellem)de bataklık ve nur-u Muhammedî (Aleyhissalâtü Vesselâm)da zıll olmadığını aynelyakîn derecesinde isbat ediyordu.

Öyle de, ondördüncü asrın hâdim-i Kur'an'ı da dokuz yaşından altmış (seksenaltı) yaşına kadar bilâ-istisna doğrudan doğruya Kur'an namına hizmet ve hareketi ve zamanın padişahından en canavar reislerine baş eğmediği, hattâ terakkiyat-ı fenniye ve zihniyede birinciliği ihraz eden Avrupa Devletlerini iskât eden, zemzeme-i Kur'aniyenin şifahanesinden nebean ederek, onların semlerine karşı tiryakları şişe değil, mâ-i cari nehirlerle i'lâ-yı kelimetullah eden ve onların kal'alarını zîr ü zeber eden, emsali görülmemiş ondördüncü asra mahsus envâr-ı Kur'aniyeden Risale-i Nur ile, cihanın cihat-ı sittesini ve semanın yüzünü aydınlatan ve yaralı olup ölmeyen ehl-i imanın yaralarını tedavi ve seksen yaşında ihtiyarlarını şabb-i emred ve gençlerini masum bir hale Hazret-i Eyyübvari hayat bahşına vesile olan hâdim-i Kur'anînin ve Nur Risalelerini, değil Hazret-i Şeyh (K.S.) altıncı asırdan ondördüncü asırda görmesi, Kütüb-ü Sâbıkada remzen ve Hazret-i Kur'an'da sarahaten göstermeleri, o kitab-ı mübarekin şe'nindendir, diyebileceğim. İnşâallah vazifenin makbuliyetine işarettir ki, vazifenin ehemmiyetine binaen Cenab-ı Hak onu çok zaman evvel göstererek, meb'us-u âlem güzide-i benî-Âdem Efendimizden, Hulefa-i Raşidîn'den (Radıyallahü anhüm), aktab-ı evliyadan öyle bir manevî kuvvet teraküm etmiş oluyor ki; değil bu zamanın kör ve sağırları, dünyanın en azgın firavun ve nemrudları da olsa yine korkacakları ve ağız açamayacakları bedihîdir. Dilerim Cenab-ı Hak'tan envâr-ı Kur'aniyenin "Lâ ilahe illallah Muhammedürresulullah" bayrağı altında toplanan ehl-i imanın ellerine yetişmesiyle, ilâ yevm-il kıyam o envârın tevessüüne ve neşrine hayatını feda eden ve edecek erbabının teksirini ihsan buyursun. Âmîn! Âmîn bi-hürmeti Seyyid-il Mürselîn.

Sevgili Üstadım yarım yaşımın tercüman olduğu şu arîzama, yarım nazarla bakıp afv-ı kusur buyurmanızı diler, el ve eteklerinizden öper, bize ve bütün âleme vesile-i hayat olan Üstadım, Cenab-ı Hak sizden ebediyen razı olsun, duasını gece ve gündüz niyaz eylerim.

Mücrim talebeniz Ali
 

Ahmet.1

Well-known member
(Hulusi'nin fıkrasıdır)

Aziz, muhterem Üstadım Efendim Hazretleri!

Emirlerinize imtisalen, uhrevî kardeşimiz Hüsrev Bey tarafından irsal buyurulan şâyan-ı hayret ve cây-ı dikkat, "Mühim bir ihbar-ı gaybî" ismini taşıyan çok kıymetli, manalı, ruhlu, sürurlu, tesirli, lezzetli, hikmetli, nurlu emrinizi bu hafta aldığımdan dolayı, Cenab-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine hamd ü şükürler ve müşfik Üstadıma yüzümün karasına, kalbimin yarasına bakmayarak, dergâh-ı İlahiyeye kapanıp dualar eylerim. Ve defaatla,

ﺍَﻟﻠَّﻬُﻢَّ ﺣَﺼِّﻞْ ﻣُﺮَﺍﺩَﻧَﺎ ﻭَ ﻣَﻘْﺼُﻮﺩَ ﺍُﺳْﺘَﺎﺫِﻧَﺎ ﺳَﻌِﻴﺪِ ﺍﻟﻨُّﻮﺭْﺳِﻰ ﺑِﺤُﺮْﻣَﺔِ ﺣَﺒِﻴﺒِﻚَ ﻣُﺤَﻤَّﺪٍ ﺍﻟﻨَّﺒِﻰِّ ﺍﻟْﺎُﻣِّﻰِّ ﺻَﻠَّﻰ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﻭَ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻟِﻪِ ﻭَ ﺻَﺤْﺒِﻪِ ﻭَ ﺳَﻠِّﻢْ ﺍَﻣِﻴﻦَ
dedim.

Gavs-ı A'zam Şah-ı Geylanî (Kuddise sırruhu-l âlî) Hazretlerinin eserlerindeki gaybî ve manevî ihbar, bu bîçareyi öyle bir hale getirdi ki, tariften âcizim. Ruhaniyetlerindeki celalet ve azamet karşısında avuç içinde sıkılan bir top hamur ne hale girerse, bu bîçare de, öyle oldum. Bir şey düşünemez, sersem, âdeta meyyit-i müteharrik bir hale geldim. Günlerden beri zihnim ve bütün havâssım, hemen tamamen bu hârika eserle meşgul. Bu halette iken, istidadımın fevkinde şöyle birkaç beyit kalbime ve kalemime geldi. Kaidesine uygun olarak düzeltemedim. Müşfik üstadımın aflarına istinaden yazıyorum. Tashihi, üstadıma ve hablullaha yapışan kardeşlerime bırakıyorum.


Hulusi bak gaybî ihbarnameye
Gör üstadım neler izhar eylemiş

Kitab-ı Sinan'dan edip tefe'ül
Hakka ki keramet ibraz eylemiş


"Ümmi Alîm"le {(Haşiye): "Ümmi ey alîm" tarzında okunduğuna göre.} "Sinan-ı Ümmi"de
Hesab-ı ebced'le var mutabakat

Görünür bakılınca bu tarîkle

Esma-i Üstad'la tam münasebet


Hakkıyla hâdim-ül Kur'an'dır Üstad
İsbata kâfidir bu muvafakat

Hayretbahş esrara vâkıftır bu zât

İhvana deriz haber-i beşaret


Sekizyüz sene evvelinden görmüş
Hâdim-ül Furkan Bedîüzzaman'ı

Habib-i Huda hem de Gavs-ı A'zam

Sultan-ı evliya Şah-ı Geylanî


Büyük bir hüsn-ü zan ile Üstadın
Seni Kur'an hâdimi eder add

Kapan secde-i şükre, de Hulusi:

İlahî ente Rabbî ve ene-l abd


Bu âciz kulunu muvaffak eyle
Hizmet-i Kur'an'la şerefyâb eyle

Hizb-ül Kur'an'dan ayırma tâ ebed

Bu âsi kuluna merhamet eyle


Üstadım Said Nursî'den ol razı
Bi-hürmeti Habibike-r Raziyy-il Marzî

Evliya sultanı Abdülkàdir'in

Himmetin eksiltme bizden İlahî


İhbarname-i gaybın izharının
Gönül istedi yazmak tarihini

Yüzbin hamd ü şükret Hakk'a Hulusi
Sana üstaddır Molla Said Nursî.


Uhrevî kardeşiniz
Hulusi
 

Ahmet.1

Well-known member
(Kalemi kerametli Mes'ud'un ehemmiyetli bir rü'yasıdır)

Âlîcenab ve faziletmend Üstad-ı Muhteremim Efendim Hazretleri!

Tulûat olmadıkça, siz üstadıma mektub yazmağa muktedir olamıyorum. Çünki başlıca âmâlim Nurların ikmali olduğundan ve yazdığım esnada bir an evvel bitirmek emeliyle serî' bir surette yazdığım için, o Nurlardan almış olduğum feyzi etraflıca anlatamayacağım için, mektub tastirine cür'et edemiyorum.

Hüsrev Efendi'nin nezdinizden müfarakatı günü, bendeniz ziyarete geliyordum. Bedre'nin civarında birbirimize tesadüf ettik. Geri dönmekliğimizi söylediler. Sabırsızca esbabının neden münbais olduğunu sordum. Neticeyi anlattılar. Birlikte köye avdet ettik. Çok müteessir oldum. Me'yusiyetimden iki gün dışarıya çıkamadım. Kalbimin teessürünü teskin için, Nurları yazmakla meşgul oldum.

Avdetimizin ikinci gününün gecesi, saat on buçuğa kadar yazı ile iştigal ettim. Sahuru yedikten sonra me'yusane ve mükedderane yattım. Gördüm ki: Zât-ı âlînizle birlikte Medine-i Münevvere'ye gitmişiz. Harem-i Şerif'in kapısından girince, Makber-i Saadet önümüzde görünüyordu. Makber-i Saadet'in içinde Peygamberimiz Sallallahü Teâlâ Aleyhi ve Sellem Bâb-üs Selâm'a doğru müteveccih idiler. Ben der-akab koşmak istedim. Birlikte ben sizin bir adım arkanızda olarak vardık. İmamın namazdan fariğ olduğunda nasıl yüzünü cemaate çevirir; bizim girdiğimiz tarafa doğru Zât-ı Risalet dönmüşler, diz üstüne oturmuşlar ve biz de vardık. Zât-ı âlîniz hemen bir adım mesafeli olarak diz çöküp oturdunuz. Ben de sizin arkanızda diz çöküp oturdum. Siz Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) ile epey müddet görüştünüz. Dikkatli vech-i saadete nazar ettiğimde, alnı vech-i mübareki güneş gibi gayet parlak ve sair aksamı buğday rengi, re'y-ül ayn müşahede ettim. O esnada mükâlemeniz neye müncer olduğunu anlayamadım. Tefsirini üstad-ı ekremime havale ediyorum. Yalnız kàsır fikrimle, sen ne oluyorsun, diye kalbimi teskin edebildim. Üstadım şu zalimlerin İslâmiyet'e karşı tecavüzlerini, kendi merciine ve şeriat sahibine şikayet etti.

Mes'ud
 

Ahmet.1

Well-known member
(Vezirzade Küçük Mustafa'nın fıkrasıdır)

Ey sevgili üstadımız, ey Nurların mazharı ve naşiri!

Cenab-ı Hak sizi bu memlekete göndermiş, tâ ki dalalete giden ruhlar, senin neşrettiğin Nurlarla kurtulsun. Cenab-ı Hakk'a gece ve gündüz secde-i şükran etsek, bu nimetlerin şükrünü ödeyemeyeceğiz.

Ey üstadım, ben ümmiyim. Sair kardeşlerim gibi malûmatlı değilim ki, Risale-i Nur'a karşı hissiyatımı dilim ile ifade edeyim. Fakat inşâallah sadakatta ve muhabbette ve irtibat-ı ruhîde kardeşlerime yetişmeye çalışacağım. Uyanık âleminde ifade-i meram edemeyen dilime bedel, uyku âleminde ruhumun diliyle, mahiyetini anlamadığım ve size karşı merbutiyetime delalet eden bir-iki vak'ayı arzedeceğim:

Birincisi: Bundan bir buçuk sene evvel, ticaret için iki günlük mesafede olan bir köye gitmiştim. O esnada dünyanın içyüzü bana göründü. Hem fâni, hem zindan hükmünde olduğundan bir nefret geldi. Bana bu fâni dünyadan, bâki bir âleme yol gösterecek bir üstad, Cenab-ı Hak'tan istedim ve dedim ki: "Öyle bir üstada rast gelsem söz veriyorum ki, ona tam hizmetkâr olacağım."

İşte ben bu halde ve bu niyazda iken, o gece gayet şirin ve güzel, bilmediğim bir şehirde gayet güzel, dünyada misli bulunmaz zînetli bir at üstünde, siz üstadımı ona binmiş, garbdan şarka doğru beş-altı metre yüksekte, şehrin üstünde uçarken selâmınıza durduk. Selâmınızı aldık. O esnada uyandım. Şehadet getirdim. Şükrettim ki, istediğim üstadı bulacağım. İki ay sonra ziyaretinize geldim.

İkinci Vakıa: Rü'yada bir şehirde gayet kesretli askerler ve cephane görüyorum. Biz de, güya o askerlerdeniz. Dedim: "Ya Rabbi bu askerlerin kumandanı kimdir?" Niyaz ettiğim vakit karşımızda yüksek bir saray zuhur etti. O sarayın içerisine girdim ki, kumandanı göreyim. Baktım ki, parlak bir çay akıyor. O çayı takib ettim. Baktım, şubelere ayrılıyor. Devam ettim. Tâ menba'ına kadar gittim. O askerlerin kumandanı, o suların sahibini buldum. Yani üstadımızı, iki adamla başında namaz kılarken gördüm. Ben de o sudan abdest aldım. Namaza dâhil oldum. Kalbimin hareketiyle, dilimin şehadetiyle uyandım. Cenab-ı Hakk'a şükrettim ki üstadımızı bize gösterdi.

Hizmetkâr ve talebeniz
Mustafa
 

Ahmet.1

Well-known member
(Hulusi Bey'in fıkrasıdır)

Bu hafta Otuzbirinci Mektub'un Yedinci Lem'ası ile Üçüncü Lem'asını, hazine-i Mektubat'a ilâve ve muhibban ve müştakana tilavet eylemekle, vesatat-ı âliyenizle, bir lütf-u azîm-i İlahîye daha mazhar olduğumdan dolayı Kerim, Rahîm, Bâki-i Zülcelal'e yüzbinler hamd ve şükür eylemekte ve sevgili üstadımı rıza-yı Samedanîsine ve vazife-i meşkûre-i maneviyesinde devamlı, nüfuzlu, şümullü muvaffakıyetlere mazhar buyurmasına abîdane tazarru' ve niyazlarda bulunmaktayım. Bu bîçare ve isyankârdan çok dua beklediğinizi emir buyuruyorsunuz. Ben o dergâh-ı âlîye ancak bir nevi i'cazının izharına Fahr-ül Âlemîn, Habib-i Rabb-ül Âlemîn, Seyyid-ül Mürselîn Sallallahü Teâlâ Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretlerinin en büyük mu'cizesi olan, tâ kıyam-ı saate kadar hükmü ve i'cazı bâki olacağına iman ettiğim Kur'an'ın nurları delaletiyle ve üstadımın mübarek isimlerini, vesile-i kabul olmak üzere kullanarak iltica edebiliyorum. Hiç mümkün müdür ki, bu eşiğe yüzümü sürerken, "Ya Rab, üstadım Said Nursî Hazretlerinden razı ol, dâreynde muradlarını hasıl kıl!" diye yalvarmayayım? Aslâ ve kat'â. Bu bir vazife olmakla beraber, kanaatça inşâallah vesile-i icabe-i duadır.

Aziz Üstad! Sadîkınızın zaîf ruhu, bu fâni hayatta olduğu gibi, bâki ve sermedî hayatta da inşâallah ulvî ruhunuzun cenah-ı şefkatinden ayrılmayacaktır, ayrılamayacaktır ve ayıramayacaklardır.

Evet gayr-ı kabil-i inkârdır ki, bu fâni hayatın dağdağaları arasında, havâs ve letaif her zaman müştakı bulundukları münevver ve muhteşem âyineye bakamıyorlar; fakat o meşgaleden feragat edildiği anda, yine Nur bütün haşmetiyle arz-ı didar ediyor. Bu zamanlarda hiç ayrılık hissetmiyorum. Hattâ ihtilaf-ı mekânı da tesirsiz görüyorum. Yedinci ve Üçüncü Lem'aların bura postahanesine vürudu, Ramazan'ın onbirine tesadüf ediyor. Bir gün postada kalmasına karşılık tutulursa, her bir Lem'a, bu mübarek ayın başından onuna kadar birer gün almışlar ve "Evvelühü rahmetün" olan aşr-ı ûlâ-yı Ramazanda mahall-i maksuda vâsıl olmuşlardır. Müftülük ilânına göre tam onuncu gündedir. Dördüncü ve Sekizinci Lem'aları da bu mâh-ı gufranın ondördüncü günü aldım. Posta bir gün evvel geldiğine ve bir gün de postada kalışına veya birinci makama sayılırsa bu nurlu eser de, sanki Ramazanın her gününde bir Lem'a alarak yerini bulmakla, hem bu adedlerin boşuna konulmadığına, hem de "Evsatuhu mağfiretün" olan aşr-ı sâni-yi Ramazanda yazıldığı mahalle yetişeceğine sarahat derecesinde delalet ediyor.

Şu saatte şuaatını gözüme sokan güneş gibi, bu kadar nurlu ve zahir hakaikı, mahza bir inayet-i İlahî olarak, bu bîçareye gösterilen bu mübarek eserlerden, bu Nurların bihavlillah gurubsuz tulû' ettikleri mahalle, Utarid ve Zühre gibi maddeten ve manen yakın bulunan Hizb-ül Kur'an'a dahi hâfız, sadık, hâlis ve sâlih kardeşlerimin daha çok esrar anlayacaklarına şübhe etmiyorum.

Madem ki, merkez-i feyze en uzak bulunan âciz bir kardeşlerinin mübarek eserler hakkındaki duyguları, kendilerinin de lâyıklı, manalı çok değerli ihtisaslarını beyana vesile oluyor, inşâallah bu hareketleri hizmet-i Kur'an'dan ma'dud olur. Âlî huzurunuzda kardeşlerimle biraz konuşmak istiyorum.

Kardeşlerim, bu bîçarenin Nurlarla iştigali üç devreye ayrılmıştır:

Birincisi: Üstad Hazretleriyle ilk teşerrüf etmek saadetine nâil olduğumdan itibaren intişar etmiş olan eserleri, kendim için istinsah etmek.

İkincisi: Yine muhterem Üstadımın emirlerine imtisalen Sözler'in, muhtelif tabaka-i nâsa tesirleri ve kabil-i cerh, lâzım-üt tashih, mûcib-i itiraz cihetleri olup olmadığı hakkında, kàsır aklımla anlayabildiğim kadar ve kısa görüşümle seçebildiğim kadarını arzeylemek ve bütün fırsatlardan istifade ile, din kardeşlerime faideli olmak, onlara da bu Nurları göstermek, dikkat-i nazarlarını celbetmek, kalbî ve bâtınî yaralarına merhem eylemek emeliyle, ihtiyarsız ve manevî bir tesir altında âsâr-ı Nur'u aşk ile okumak.

Üçüncüsü: Yine aziz ve müşfik Üstadımın emirlerine mutavaatla, bildiğiniz vechile her birisi bir türlü letafet ve belâgat ve celadette ve çok kolaylıkla akıllara hayret verecek tarzda intişar etmekte olan nurlu âsâr hakkındaki ihtisaslarımı arzeylemek ve bizzât veya kardeşlerim namına, bazı Kur'anî müşkilât ve tereddüdatı makam-ı feyze takdim ederek, bu tarîkle hem müşkilin halline, hem de sâil ile birlikte diğer kardeşlerin de istifadelerine âcizane hizmet eylemek. Denizden katre mesabesindeki bu Kur'anî hizmetten dolayı, bu bîçareye bir kıymet atfetmeyiniz. Çünki maalesef hiç liyakatım olmadığını ben çok iyi biliyorum.
ﻟﺎَ ﺗَﻘْﻨَﻄُﻮﺍ ﻣِﻦْ ﺭَﺣْﻤَﺔِ ﺍﻟﻠَّﻪِâyet-i celilesi ümid vermemiş olsa, isyanımın nihayetsizliği karşısında çıldırmak işten bile değil.

Öyle ise aziz kardeşlerim, bu zavallı kardeşinize hayır dua buyurmanızı bilhâssa rica ediyorum. Kur'an hesabına bakılırsa, o zaman belki bazı güzellikler görünebilir. Bu da sevgili Üstadımızın buyurdukları gibi, Kur'an'ın güzellikleri ve menba'-ı kevserden gelen Nurların latifliği, bu hususu temin etmişlerdir. Hîn-i sabavetimden beri, en ziyade menfurum, felillahilhamd yalan söylemektir. Onun için hakikatı ifade ettiğime emin olabilirsiniz ki, yukarıda arzettiğim üç safhada ihtiyar ve tesadüf yoktur. Hâkim olan bir dest-i gaybî ve kader-i İlahîdir. Bunu hissediyordum. Kader-i İlahîyi izaha lüzum yok. Dest-i gaybın da Gavs-ı A'zam Sultan-ı Evliya Bâz-ül Eşheb, Seyyid Abdülkàdir-i Geylanî Kuddise sırruhu-l âlî Hazretleri olduğunu son defa öğrenmiş olduk.

Fakat muhterem Üstadımın âlî afvlarına istinaden şunu ilâve edeyim ki, Gavs-ı A'zam Hazretlerinin keramet-i gaybiyeleri, sarahaten Üstadımız Said Nursî Hazretlerini göstermektedir. Çocukluğundan beri hârika tercüme-i hali tedkik edilecek olursa görülür ki, bu zâtın vücudu sırf Kur'an ve iman hesabınadır. Ondandır ki o hârika hâlâta mazhar olmuş. Biz bîçareler bu şem'in pervanesi oldukça, hizb-ül Kur'an namına Hazret-i Gavs'ın himmet ve duasına ve cedd-i zîşanı Peygamberimiz (Sallallahü Teâlâ Aleyhi Vesellem) Efendimiz Hazretlerinin şefaatine, iltimasına ve nihayet Münzil-ül Kur'an'ın afvına, himayesine mazhar olacağımıza da şübhe edilmemek lâzımdır.

Allah-u Zülcelal Hazretleri cümlemizi muhafaza buyursun. Âmîn! Dâreynde bâis-i necatımız olan bu hizmeti bilkülliye terk edecek olursak, o zaman helâkimiz muhakkaktır. Madem ki, elimizde ma'fuv olduğumuza dair senedimiz yok; bâis-i feyzimiz Üstadımız Hazretlerinin bizlere şefkatinden dolayı keramet-i gaybiyeden haber verdikleri müjdeler, yalnız şevkimizi ve şükrümüzü artırmaya vesile olmalı. İsimlerinin sarahaten zikredildiğini bildirmekle beraber gösterdikleri âlî feragat, cümlemiz için nazar-ı ibretle görülmeli ve cidden taklid olunmalıdır.

Yine emirlerindendir ki; bizler hizmetle muvazzafız, mükellefiz. Netice ile değil. Bu nurlu hizmette bizleri birleştiren Allah-u Zülcelal'den niyazım: Haşirde de liva-yı Muhammedî (A.S.M.) altında haşr u cem' olmaklığımızdır.
ﺍَﻟﻠَّﻬُﻢَّ ﺭَﺑَّﻨَﺎ ﺗَﻘَﺒَّﻞْ ﻣِﻨَّﺎ ﺍِﻧَّﻚَ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟﺴَّﻤِﻴﻊُ ﺍﻟْﻌَﻠِﻴﻢُ

Müsaadenizle sadede geliyorum:

Otuzbirinci Mektub'un Yedinci Lem'asına esas olan üç âyet-i celilenin tefsiri hârika bir tarzdadır. Bilhâssa İkinci Vecih'le, Yedinci Vechin ikinci ihbar-ı gaybî ciheti işitilmemiş bir surettedir. Bu Mektub'un Üçüncü Lem'ası ki,
ﻛُﻞُّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻫَﺎﻟِﻚٌ ﺍِﻟﺎَّ ﻭَﺟْﻬَﻪُ ﻟَﻪُ ﺍﻟْﺤُﻜْﻢُ ﻭَﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺗُﺮْﺟَﻌُﻮﻥَ âyetinin mealini ifade eden ﻳَﺎ ﺑَﺎﻗِٓﻰ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ٭ ﻳَﺎﺑَﺎﻗِٓﻰ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ cümlelerinin gösterdikleri iki hakikatten çok büyük feyz aldım. Garibdir ki, bu mübarek eser

ﻟَﻘَﺪْ ﺻَﺪَﻕَ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﺭَﺳُﻮﻟَﻪُ ﺍﻟﺮُّﺅْﻳَﺎ ﺑِﺎﻟْﺤَﻖِّ âyet-i celilesiyle başlamakla, sanki bu fakirin gördüğü rü'yaya bir işaret yapıyor ve diyor ki: Senin rü'yanda gördüğün kamer, bu âyette bahis buyurulan rü'yanın sahibi iki cihanın Fahri (Sallallahü Teâlâ Aleyhi Vesellem) Hazretlerinin bir parmak işaretiyle ve izn-i Hak'la inşikak etmiştir. Şems onun hatırı için, Ondokuzuncu Mektub'da beyan buyurulduğu üzere, bir saat hareketsiz görünmüştür, gibi mu'cizatını hatırlatarak; "Ey gafil, ittiba-ı sünnet et!" diyor. Bu rü'yayı nakleden mektubumda, Otuzbirinci Mektub'un Birinci ve İkinci Lem'alarıyla, Yirmidokuzuncu Mektub'un Birinci Remzinin Birinci Makamından gelen feyiz neticesi, ihtiyarsız yaptığım tabirin sonunda yazmış olduğum

ﻛُﻞُّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻫَﺎﻟِﻚٌ ﺍِﻟﺎَّ ﻭَﺟْﻬَﻪُ âyet-i celilesinin bir nevi i'cazlı tefsirini beyan buyurmakla, mektubuma gayet latif ve çok muhteşem bir cevab verilmiş oluyor. Otuzbirinci Mektub'un Dördüncü Lem'asının Birinci Makamı "Minhac-üs Sünne" denmeğe hakikaten lâyıktır.

Birinci Nükte: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ümmetine şefkatinin derecesini ve bihakkın Şefîu'-l Müznibîn olduğunu göstermekle beraber, Süleyman Efendi merhumun mevlid-i şerifindeki:

Tıfl iken ol diler idi ümmetin,
Sen kocaldın terkedersin sünnetin.

vecizesini hatırlatmakta ve ol Hazret'e ümmet olanlara, sünnetlerine riayet lüzumunu ehemmiyetle ders vermektedir.

İkinci Nükte: Cenab-ı Peygamber Sallallahü Teâlâ Aleyhi Vesellem Efendimiz Hazretlerinin nesl-i mübareklerinin, ilâ yevm-il kıyam Hazret-i Hasan ve Hüseyin Radıyallahü Teâlâ Anhüma'dan geleceklerini ve istikbalde çok mübarek zevatın da, bu meyanda zuhur edeceklerini nazar-ı nübüvvetle gördükleri için, bu iki hafidine bütün o nurlu zâtlar hesabına şefkat göstermesi; öyle bir tariftir ki, beşerin düşünmesiyle yazılmasına imkân yoktur.

Üçüncü Nükte: Nass-ı katı' ile sabit ve hadîs-i Nebevî ile müberhen Âl-i Beyt'e muhabbete işaret etmekte, bu vazifeyi îfaya davet eylemektedir. Çünki İslâmiyet bir vücudsa, bu vücudun belkemiği muhakkak Âl-i Beyt ve başı her zaman Kitabullah'tır.

Dördüncü Nükte: Şîaları ilzam edecek kadar kuvvetli bir derstir. Bu şümullü dersten gaye ne olduğu, sonunda mükemmelen icmal edilmiştir.

ﻭَﺍﻋْﺘَﺼِﻤُﻮﺍ ﺑِﺤَﺒْﻞِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺟَﻤِﻴﻌًﺎ ﻭَﻟﺎَ ﺗَﻔَﺮَّﻗُﻮﺍ emr-i celiline tevfikan, bütün mü'minler tevhide çağırılmıştır. Keramet-i Gavsiyenin işaratını teyid eden remizleri defaatle okudum. Bu müjdeler hamd ü şükrümü artırmıştır. Zenbilli Ali Efendi'nin hale çok uygun olan fıkrası hoşuma gitti. Latif tefe'ülünüz ﺧِﺘَﺎﻣُﻪُ ﻣِﺴْﻚٌ kabîlinden olmuştur.

Evet Kur'anî bahçede her zaman başka renkte, başka letafette, başka tesirde hakikî cennet çiçekleri açılıyor. Bu mezherenin bülbülüne ve onun gönülleri teshir eden nağmesini dinleyen, meşk eden yoldaşlarına, dâreynde selâmet ve saadet ve muvaffakıyetler temenni ve niyaz eylerim.

Şâirin zamana muvafık bir beyti:

Bir mevsim baharına geldik ki âlemin
Bülbül hamuş, havz tehî, gülistan da harab.

Ben de derim:

Öyle bir bid'alar devrindeyiz ki İslâmın
Bir bülbülü, bir gülistanı kalmış Kur'an'ın.

Keramet-i Gavsiye'yi henüz kimseye okuyamadım. İçinde bu bîçareden bahis edilişi, okumak hususunu düşündürüyor. Mübarek Ramazan {(Haşiye): Garibdir ki, Hulusi'nin bu sözünü belki yirmi defa tekrar etmişim. Süleyman gibi dostlar şahiddirler. Demek bir hakikat var ki, ikimizi böyle söyletmiş. Said}
bir an evvel bu isyankârların, kadir-nâşinasların elinden yakayı kurtarmaya çalışır vaziyette, sür'atle elimizden gitmektedir. İmam Ömer Efendi geçen sene, "Ramazanın Hikmetleri" eserinin, Ramazan ayı geçtikten sonra gelişinden, benim gibi müteessir olmuştu. Bu Ramazanın birinci cuma hutbesinde, ben de hazır olduğum halde, yüzlerce cemaate, bu nurlu hikmetlerden birkaçını hemen aynen okudu. Bu anda bu fakirde husule gelen şükür hislerini tarif edemeyeceğim.

ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠَّﻪِ ﻫَﺬَﺍ ﻣِﻦْ ﻓَﻀْﻞِ ﺭَﺑِّﻰ
Hulusi
 

Ahmet.1

Well-known member
(Ahmed Hüsrev'in fıkrasıdır)

Sevgili Üstadım!

Bu fakir talebenize teselli veren mektubunuzu aldım ve ba'de-t takbil okudum. Ruhumda hasıl olan manevî yaraların ızdırabları ile çok müteellim olurdum. Herşeyden ziyade hürmet ettiğiniz ve ehemmiyeti dolayısıyla pek fazla itina ettiğiniz şeair-i diniyemize ve sizi severek, hâhişle fîsebilillah emirlerinize itaat ederek, size koşan talebelerinize sed çekmek suretiyle yapılan denaete ruhum sabredemiyordu. Bir an evvel Hâlıkına ulaşmak isteyen ruhumda, azîm bir galeyan hissediyordum. Diğer taraftan da sizden malûmat alamadığım için, ızdırabların altında fevkalhad eziliyordum.

Zalimlerin kahrı için dergâh-ı İlahîye iltica etmekle teselli bulmak isterken, işte bu mektubunuz, kaza ve kadere razı olmak suretiyle teselli ihsan ediyordu. Ben de
ﺳَﻤِﻌْﻨَﺎ ﻭَ ﺍَﻃَﻌْﻨَﺎ diyerek kahr talebinde bulunmayı bırakıyorum.

Ey sevgili ve müşfik Üstadım! Her an duanıza muhtaç talebeniz, kendi hesabıma düşünürsem, ruhen bir parça istirahat ediyorum. Fakat Üstadım ve kardeşlerim hesabına düşünürsem, ızdırabım, ye'sim birden bine çıkıyor. Ruhum feveran ediyor. Yine Cenab-ı Hak hesabına, itaat etmek istemiyor.

Aziz Üstad! Âlem-i İslâm'a indirilen o azîm darbeler, âlem-i İslâm hesabına sizin omuzlarınıza isabet ettiğini biliyorum. Böyle olmakla beraber, ulvî ruhunuz, âlî hamiyetiniz, hadden efzûn sabrınız, daha pek çok ve pek güzel hasletleriniz üzerinde en bâriz izleri gözüken şefkatiniz, zalimler hakkında da hayır dua etmek oluyor.

Talebeniz
Ahmed Hüsrev
 

Ahmet.1

Well-known member
(Babacan Mehmed Ali'nin fıkrasıdır)

Cenab-ı Vâcib-ül Vücud ve Tekaddes Hazretlerinin, Cibril-i Emin vasıtasıyla, Âhirzaman Nebisi Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz'e gönderilen ve bugüne kadar muhafaza edilen Kur'an-ı Hakîm'i hakikatıyla ve hak sözler ile, Hakk'ın yaratmış olduğu kullarına tercümanlık eden ve Hakk'ın rızası için gece ve gündüz dua eden, hakikî saidden bir muhabbetname aldım ki, o da üstadım efendimin mektubudur.

Ciddî ve samimî dostumuz ve kardeşimiz bulunan Âsım Bey'e vardığımda müjdeledi. Beş dakika kadar görüştüm. Ve göndermiş olduğunuz emanetleri alırken öyle sevindik ki, bülbülün gül dalında seher vaktinde aşkından ağzından çıkarmış olduğu nağmeler gibi işittik. Onun için birbirimizle ne konuştuğumuzu bilemedik. Bildiğim şu kadar ki: Yalnız ayrılırken çok şükür Cenab-ı Allah'a, böyle envâr-ı Kur'aniyeyi neşreden bir üstadımız varken, hiçbir vakit saadetimizden mahrum kalmayız diye bildik.

Babacan
 

Ahmet.1

Well-known member
(Zeki Zekâi'nin fıkrasıdır)

Aziz ve sevgili Üstadım!

Üç haftaya yakın bir zaman oluyor ki, size mektub yazamadım. Her zaman olduğu gibi, şu günlerde dairede vazifenin çokluğu dolayısıyla, pek kıymetli olan uhrevî vazifelerim geri kalıyor ve bu cihetle teessürüm kâfi gelmiyormuş gibi, bu hafta içinde işittiğim pek acı elîm bir haber, bir sâıka gibi beni beynimden vurdu. İşittim ki, Üstadım yılanların hücumuna maruz kalmış. Ah Üstadım! Vakit vakit tehacümlerine, taarruzlarına maruz kaldığımız bu menhus hainlerin zulmünden ne zaman âzade kalacağız. Bu mülhid mütecavizler, haddini tecavüz etmeye başladılar. Artık tecavüzün bu derecesi fazladır. Bu itibarla muazzam bir bârika-i hakikatın zuhuru yaklaştığı iman ve itikadı, bizi teselli ediyor. Ne zaman ki, tahribat ve istibdad haddini aştı, uçurum kendini gösteriyor. "Büyük felâketler, güler yüzlü intibahlar doğurur" derler ki, pek musîb bir söz. Herhangi bir hükûmet zulmü ve istibdadı artırdı, mazlum milletler istiklalini kazanıyor. Şu asırda dinsizlik ve tahribat fazlalaştı. İnşâallah mazlum ve masum ehl-i imanın yüzü gülecek. Parlak bir hakikat güneşi tulû' edecek.

Aziz Üstadım! Nâkıs kalemim, âciz lisanım, hissiyatıma tercüman olamıyor. Her dindaş gibi, benim de kalbim aziz imanımın aşkıyla çarpıyor. Hamdolsun, damarlarımızda dolaşan kan, binler senelik ehl-i hak ve imandan, irsen intikal etmiş bir mayadır.

Sevgili Üstadım! Öyle anlar geliyor ki, hayat çok alçalıyor. Biz insanlar o derece eğilmek mecburiyetinde kalıyoruz. Bu fikrimle, nefsim hesabına bir hisse-i gurur aramıyorum. Menhus ve mülevves ellerin, temiz bileklerimizi sıkması, sabır taşını çatlatacak kadar müellim bir hal değil midir? Tahribatın en müdhiş zamanında hastalanan insaniyeti, manevî ilâçlarla tedavi etmeye çalışırken, bize musallat olan hainlere mukabele etmek, acaba zavallı bir milletin sürükleneceği uçuruma sed çekmek için çekilecek mezahim ve meşakk-ı hayatın ind-i İlahîde makbuliyeti için sabretmek, son dereceye kadar tahammül etmek... Bu fikir, fakirin hayli düşüncesi neticesi bulabildiği bir hakikat.

Sevgili Üstadım! Şu günleri, düşünceler ve elemler içerisinde geçiriyorum. Hâdiseyi birkaç ağızdan birbirini tutmayan rivayetler gibi, dallı budaklı olarak işittim. Bendenize hâdisenin cereyanı hakkında lütfen bir haber veriniz. İnsan cünun getirecek.

Sevgili Hocam! Siz herkes için, beşeriyet için, zararlı olan tahribat ve âfâtın önünü almak için, gece gündüz çalışınız, kendinizi tehlikeye atın da acı acı tahkirata maruz kalın. Hâyır aziz Üstadım, hâyır! Yüce dâhî, hâyır! Sizin nasîbiniz bu değil. Size verilecek mükâfat, bu olamaz. Bu haletler olsa olsa, üç-beş dinsizin, bir takım Cehennem yolcularının çılgınlığıdır. Bu hale sabretmek ve ehemmiyet vermemekle, pek yüce mükâfatlara mazhariyetler kesbediyorsunuz. Siz aslâ ve kat'â müteessir olmayın. Ne kadar vahşiyane ve zalimane olursa da, dönüp arkanıza bakmayın. Size açılan manevî âlemlerin kapılarına doğru ilerleyin. Yürüyün, yürüyün, tâ nâmütenahî yürüyün. Gittiğiniz yerlerde uzaklaştığınız âlemlerde bizim gibi yaralı, âciz, zaîf, pür-kusur, kemter bîçareler için de, müebbed bir istirahat ve saadet yatağını hazırlayın.

Zekâi
 

Ahmet.1

Well-known member
(Zekâi'nin fıkrasıdır)

Kalbim derin bir ihtiyaç ve iştiyak içinde, şu mübarek günlerde, Üstadımın ziyaretini arzu ediyor. Nasılki yaz günlerinin sıcak demlerinde bil'umum nebatat yağmura ihtiyaç hissederse, Zekâi de üstadımın nasihatlarına ve telkinlerine öylece müştak ve muhtaçtır.

Üstadım, eyyam-ı mübareke pek çabuk gelip geçti. Benim gibi manevî yaralarından mecruh bîçareler, böyle mübarek günlerde, elbette kusurlarının afvını ve meşru emellerinin husulünü, Hallak-ı Âlem'den temenni ve niyaz etmişlerdir. Cenab-ı Allah mâh-ı gufranın kudsiyeti hürmetine kusurlarımızı afv u mağfiret eylesin. Âmîn.

Sevgili Üstadım, bu defa üç gün izinle Atabey'e gidip, ebeveynimi ve âhiret dostlarımızı ziyaret ettim.

Ah Üstadım, bazan zahirî hâdisat insanı çok düşündürüyor. Gayr-ı ihtiyarî, ruhu garib ve rikkatle karışık bir ızdıraba düşürüyor. Bu anlarda hayatın kararsızlıklarından mütevellid ye's, bizi müteessir ediyor. Şefkat ve merhamete hasret çekiyoruz.

Üstadım! Öyle zannediyorum ki, âcizleri, hayatın ihtilata mecbur eden ahvalinden uzaklaşamadıkça, kalbim ârâmgâh-ı lezzetinde tam bir sükûnu bulamayacak. İnşâallah duanızın himmetiyle, o anlara da selâmetle vâsıl olacağım. Bu hissiyatımı izah etmek, anlaşılmış bir ruh için zâid değil midir?

Aziz Üstadım! Emsal-i kesîresiyle Üstadımızın riyaseti altında müşerref olmaklığımızı dilediğim îd-i fıtrınızı tebrik vesilesiyle takdim-i ihtiramat eyler, muhterem ellerinizden ve ayaklarınızdan öperim, sevgili Üstadım.

Günahkâr talebeniz
Zekâi
 

Ahmet.1

Well-known member
(Âhiret hemşirelerimden Müzeyyene'nin fıkrasıdır)

Sevgili Üstadım!
İki aya yakın zamandan beri, gelen âhiret kardeşlerle selâmınızı alıyorsam da, benim gibi âcize bir talebenin, sizin her vakit nurlu nasihatlarınızı dinlemeğe ihtiyacı olduğundan dolayı, haftaları bütün mahzuniyetle geçiriyorum. Evet zaman oluyor ki, gözlerimden dökülen yaşları, nurlu risaleleri okumakla teskin ediyorum. Zaman oluyor, kalbim mütemadiyen ağlıyor. Hele şu mübarek Ramazan, birkaç müfsidin kalbimize saldığı hançerin acısını kalben, bütün gün için için ağlamakla geçiriyoruz.

Nihayet aldığım bir haber üzerine, yine eskisi gibi âhiret kardeşlerimizin, sizi ziyaret etmekten mahrum olmadıklarından memnun oldum. Yalnız mübarek ibadethanenin ve bütün ehl-i iştiyakın sizin duanızdan mahrum kaldığına çok acıyorum. Hattımın noksanlığı ve zaîfliği dolayısıyla risaleleri yazamadığımdan beni afv ediniz. "Şu zamanlarda dünyayı sevmez olduğumuz halde, kurtulamadığımıza çok müteessirim. Issız sahralar, susuz çöller, kimsesiz yerler ruhumuzun meskeni oluyor. Hayalen oralarda dolaşıyoruz. Evet, birşey arıyoruz. Heyhat... Aradığımız gün hem çok uzak, hem çok yakın görülüyor. Daha ne kadar bu hal içerisinde çırpınacağız." diye feryad eden kardeşlerimizin hissiyatına bu âcize, bu fakire iştirak ediyorum.

Âcize talebeniz
Müzeyyene
 

Ahmet.1

Well-known member
(Ahmed Hüsrev'in fıkrasıdır)

Senelerden beri zalimlerin pençe-i zulmünde inleyen bu bîçare müslüman kardeşlerinizle geçirmekte olduğunuz bu mübarek bayramın belki dokuzuncusunu hücra köşelerde, dostlarınızdan uzak, akraba ve taallukatınızdan mahrum bir vaziyette, teâli ve terakkisi için çalıştığınız cem'iyet-i İslâmiye arasından uzaklaştırıldığınız bir halde geçireceğinizi hatırladıkça yüreğim parçalanıyor, ruhum azîm bir elemle yanıyor, gözlerimden yaşlar dökülüyor. Kalbimden yükselip gelen bir ses "Ağla hem çok ağla! Belki rahmet-i İlahiyenin nüzulü ve âlem-i İslâmın saadet ve selâmeti için ağlayanlarla beraber ağla!" diyor. Bu anda kalb gözüm, bu hüzne iştirak ederek, Dicle ve Fırat ve Nil-i Mübarek gibi âlem-i gayb vâdilerinde sular akıtarak ağlıyor.

Ah, sevgili üstadım! Ehl-i gaflet gülerken, ehl-i ilhad nefsî müştehiyatları arkasında koşarken, biz ne acı hayatlarla karşılaşıyoruz. Ah, sevgili Üstadım! Cenab-ı Hak bize saadet vermeyecek mi? Acaba bu gün daha çok uzayacak mı? İhtiyarsız kendime sorduğum bu suallere yine kendim cevab verirken, teenni ve sabır tavsiye ediyorum. Ve Sırr-ı İnna A'tayna tebşiratıyla müteselli oluyorum.

Ey kıymetdar Üstadım! Sizin hüznünüze, huzurunuzda olduğum halde iştirakimi istiyordum. Öyle hissediyorum ki, ruhen hiç de uzak değilim. Bazan kendimi unutuyorum. Güya kanatsız tayeran ediyor, koca çınar ağacının arasından girerek meclisinize dâhil oluyorum.

Sevgili Üstadım! Hâlıkımdan ebediyen razı olmuşum. O da sizden ebediyen razı olsun. Maalesef ziyaretinizle müşerref olamıyorum. Buna bedel Bekir Bey'le takdim ettiğim ve arzu edilen şekilde yazamadığım İ'caz-ı Kur'an'ın sahifelerini açtıkça hakir talebenizin her sahifeye mukabil ellerinizden öpmekte olduğumu kabul buyurmanızı istirhamla, sıhhat u selâmet ve muvaffakıyetiniz için dua ederek, el ve ayaklarınızdan öperim, efendim hazretleri.

ﺍَﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ
Talebeniz Ahmed Hüsrev
 
Üst